Fernando Pessoa (1888-1935) ile tanışmam, kendisi Portekizli olmayan ama Pessoa’nın eserlerini İtalyancaya çeviren, İtalyan yazar ve akademisyen Antonio Tabucchi (1943-2012) aracılığı ile olmuştu. Eğer edebiyat ile gönülden ilgili iseniz, bu olağan bir durumdur. Bir yazar bir başkasına, bir kitap diğerine kapı aralar ve o harika serüven devam eder. Tabucchi, belki de Portekizli eşi nedeniyle daha yakından tanıdığı Portekiz’in ve özellikle Pessoa’nın bir tutkunu olmuş ve Pisa’da başlayan yaşamı da Lizbon’da sona ermiş. Elimdeki yaprakları sararmış ve 1980’lerde basılmış kitapları da onun bu tutkusunun birer göstergesi. Tabucchi, Requiem adlı kitabında 12 saatlik bir zaman diliminde Pessoa’yı çok andıran bir şairi ve yaptıklarını anlatır. Bu kitapta arka planda hep hissedilen Lizbon’un temmuz sıcağını hâlâ hatırlarım. Lizbon’da gezerken ekim ayında yaşadığımız beklenmedik sıcak hava o nedenle bana hep temmuzda bu şehirde nasıl bir cehennem sıcağı olabileceğini düşündürdü. İkinci kitap, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü, Portekiz edebiyatının köşe taşlarından Pessoa’yı ölüm döşeğinde yaşamı boyunca kullandığı takma adları ile söyleşir ve anılarını gözden geçirirken anlatır. Şair, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı olan Pessoa kariyeri boyunca 80’e yakın takma isim kullanmakla kalmamış, bunlar için farklı ve detaylı yaşam öyküleri, zevk, inanış ve dünya görüşleri de oluşturarak bir anlamda kendi benliğinden farklı benliklere (alter ego) bürünmüş. Tüm bu ilginç yönlerine ve yaratıcı eserlerine karşın Pessoa ancak öldükten sonra ünlenmiş.
Bir gün önce Belém’deki Jerónimos Manastırı’nın avlusunda Pessoa’nın mezarını görmüştük. Aslında, öldüğü zaman başka bir mezarlıkta gömülmüş, giderek tanınırlığı ve şöhreti artınca buraya nakledilmiş. Lizbon’daki üçüncü günümüze Pessoa’nın yazı yazarak saatler geçirdiği bir yerde, Café Martinho da Arcada’da başlamaya karar verdik. Praça do Comércio No:3 adresindeki Café Martinho, Lizbon’un en eski kafesi kabul ediliyor. Resmi web sitesine göre 1782 yılında açılmış.Tagus nehrinin kıyısındaki Praça do Comércio meydanından birinci yazımda söz etmiştim. Burası, 1755 yılındaki büyük depremden sonra Lizbon’u şehir olarak adeta yeniden yaratan Marquês de Pombal’ın şehre kazandırdığı üç önemli meydandan birisi. Marki burayı Portekiz’in dünya ile ticaretinin merkezi olarak tasarlamış. Aslında meydanın tarihi çok daha eskilere gidiyor. Yerli halk tarafından Terreira da Paça (Saray Meydanı) olarak anılan meydan 400 yıl kraliyet sarayına ev sahipliği yapmış. 1511 yılında, o zamana kadar São Jorge Kalesi’inde bulunan kraliyet sarayı Kral I. Manuel tarafından burada inşa edilen bir saraya taşınmış. 1755 yılında saray ağır hasar alınca, Pombal Markisi hem sarayı hem de meydanı yeniden düzenlemiş. Meydanı üç taraftan çevreleyen saray yapılarının altına revak (portico), nehir tarafına da kıyıya kadar inen merdivenler yaptırmış. Meydanın ortasındaki dev heykel, Kral I. José’nin heykeli. Meydanın kuzey tarafında, heykelin arka tarafındaki etkileyici tak Lizbon’a gelen turistlerin çekim noktalarından birisi olan ünlü Arco da Rua Augusta. 1755 yılındaki büyük yıkımdan sonra şehrin yeniden ayağa kaldırılmasını kutlamak amacıyla yapılmaya başlanmış. Şimdi gördüğümüz halini 1873 yılında almış. Günümüzde tepesine çıkılabildiği söyleniyor ama, biz çıkmadık. Lizbon’un en canlı caddelerinden Rua Augusta ile Baixa semtini ve nehri yukarıdan görmek için iyi bir nokta olsa gerek. Takın en tepesinde görkemi temsil eden heykel ve onun ödüllendirdiği dahilik ve kahramanlığı temsil eden heykeller Fransız heykeltıraş Célestin Anatole Calmels (1822-1906) tarafından yapılmışlar. Daha aşağıda, sütunların üstündeki kısımda bulunan dört heykeli Portekizli heykeltıraş Vitor Bastos (1830-1894) yapmış. Dördü de Portekiz tarihi açısından önemli kişilere ait olan bu heykellerden birisi Pombal Markisini, biri de Vasco da Gama’yı canlandırıyor. Uzanmış pozisyondaki iki heykel ise, Tagus ve Duoro nehirlerini temsil ediyor. Tam ortada Portekiz kraliyet arması yer alıyor.
Praça do Comércio meydanı Portekiz tarihinde önemli olaylara da sahne olmuş. 1 Şubat 1908 tarihinde Kral Carlos ve veliahtı olan oğlu Luis Filipe meydandan geçerken yapılan bir suikast ile öldürülmüşler. Ardından gelişen olaylar, Portekiz’de monarşinin lağvedilerek cumhuriyetin ilan edilmesine kadar uzanmış. 1974 yılında Caetano’nun devrilmesini sağlayan kansız Karanfil Devrimi’nin ilk kıvılcımı da burada parlamış.
Praça do Comércio meydanını bir gün önce, Belém’e gitmek için Cais do Sodré metro istasyonunda indikten sonra, yukarı kattaki tren istasyonuna çıkarken şöyle bir görmüştük. Bu sefer daha çok gezme ve fotoğraf çekme fırsatımız oldu. Hatta, Café Martinho’yu bulmak için fazladan meydanı neredeyse çepeçevre yürüdük. Hava epeyce sıcak ve güneşli idi. Bu açıdan, revakın gölgesi altında yürümek iyi oldu. Aslında, kafe oldukça kolay bulunabilecek bir konumda. Sırtınızı nehre, yüzünüzü Arco da Rua Augusta’ya döndüğünüz zaman, takın Rua Augusta’nın başındaki (size göre sağ tarafındaki) köşesinde yer alıyor.
Café Martinho’da Portekiz’de gittiğimiz hiçbir yeme içme yerinde karşılanmadığımız kadar sıcak bir şekilde karşılandık. Masaların çoğu yabancılarla doluydu. Eğer akşam gidilecekse, rezervasyon yaptırmak daha iyi olabilir. Oturduğumuz süre boyunca da birkaç kez büyük turist grupları oturup kalktılar. Buna karşın, garsonlardan sadece bir tanesi doğru dürüst İngilizce konuşuyordu. Bir yandan siparişleri alırken bir yandan da Pessoa’nın kafenin müdavimi olduğunu, en önemli eserlerini burada yazdığını anlatmaya çalışıyordu. Kahvaltı için birer limonata, tost ve kahve söyledik. Martinho’ya ya da Portekiz’e özgü, başka enteresan bir şeyler var mıdır diye kalkıp içeri girdim. Bana eşlik eden garson, kasadaki görevlinin de onayını alarak, sonradan adının Rabanadas olduğunu öğrendiğim bir tatlı önerdi. Özellikle Noel zamanı çok tüketildiği belirtilen Rabanadas süt, yumurta, şeker, limon kabuğu, vanilya ve arzuya göre konacak baharat karışımında iyice ıslatılan ekmek dilimleri (bir gün önceden kalan ekmek olursa, daha iyi olduğu söyleniyor) zeytinyağında kızartılarak yapılıyormuş. Üzerine, tercihe bağlı olarak, bal veya şarap da serpiştirilebiliyormuş. Biz kahvaltı sırasında ve üzerine bir şey eklemeden yedik ama, aslında bu Portekizliler için yemek sonrasında ya da aralarda tükettikleri bir tatlı çeşidi imiş.
Kafenin içerideki restoran bölümünde, hepsi müşteri ağırlamaya hazır, beyaz örtülü masalar vardı. İçlerinden, pencere önündeki bir tanesinde Reservado yazıyordu. Pessoa’nın oturmayı sevdiği o masa, kimselere verilmiyor. Duvarlar Pessoa ile ilgili yazı ve fotoğraflarla dolu. Café Martinho’nun müdavimi olan başka Portekizli edebiyatçıların da fotoğrafları asılmıştı. Bu sırada, ortada hazırlanmış, yine beyaz örtülü uzun bir masada kafenin personeli yemek yiyordu. Saygı gereği fotoğraflarını çekmedim ama, mutfak kısmından çalışanların da olduğu anlaşılan masadakilerin kafenin içinde öyle yemek yiyor olmaları çok hoşuma gitti.
Café Martinho konum olarak Lizbon Katedrali’ne oldukça yakın. Yürüyerek 6-7 dakikalık uzaklıkta. Ulaşmak için biraz yokuş çıkmak gerekiyor. Hemen önünde, turist yoğunluğundan anlayacağınız, Lizbonluların en sevdiği aziz olan Santo Antonio’ya ithaf edilmiş bir kilise (Santo Antonio da Sé) daha var. Resmi adı Santa Maria Maior de Lisboa olan ama kısaca Sé olarak da adlandırılan Lizbon Katedrali şehrin en eski Katolik ibadethanesi kabul ediliyor. Yapımına 1147 yılında, Kral Alfonso Henrique Lizbon’u Arapların elinden aldıktan sonra başlanmış. Daha önce burada bulunan caminin üstüne yapılan bina aynı zamanda, Lizbon’un ilk piskoposu olan İngiliz Haçlısı Gilbert of Hastings’in makamı olarak inşa edildiği için katedral statüsü almış. Önceki yazılarımdan birinde sözünü ettiğim gibi, bir Hristiyan mabedinin katedral sayılması için, büyüklüğüne bakılmaksızın, başında Papa tarafından tayin edilmiş bir piskopos olması gerekli. Lizbon Katedrali’nin kısaca Sé olarak anılması da Sede Episcopal (piskoposluk makamı) ifadesinden geliyor.
Katedral, 1755 yılındaki büyük depremin öncesinde, 14. Yüzyılda üç tane deprem daha geçirmiş ve her seferinde büyük hasarlar almış. Buna bağlı olarak, yüzyıllar boyunca yapılan yenileme ve yeniden inşalar sonucunda günümüzde oldukça eklektik bir mimarisi var. Son yıllarda, günümüzde çalışmalar nedeniyle kapalı olan, manastır bölümünde yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Demir Çağı’ndan başlamak üzere, çeşitli dönemlere ait buluntular elde edilmiş. M.Ö. 7, yüzyıla ait seramik malzemeler bu dönemde Fenikeliler ile yapılan ticareti açıkça ortaya koymuş. Roma dönemine ait en eski kalıntılar M.Ö. 2. ve 1. yüzyıllara tarihlenmiş. Ayrıca yine Roma döneminden (M.S. 1. yy.), iki yanında sıralı dükkanlar olan, taş döşenmiş bir yol da bulunmuş. 1990 yılında manastır kısmının bahçesindeki bir çökme sonucu başlayan bu arkeolojik kazılar, İslami döneme ait cami kalıntılarını da ortaya çıkarmış.
Katedralin içi oldukça sade. Vitraylarda ince bir işçilik göze çarpıyor. Kral IV. Afonso ve eşinin mezarları da burada. Hazine bölümünde, çeşitli değerli parçaların dışında, Lizbon’un koruyucu azizi olan Aziz Vincent’e ait kutsal eşyalar var. Gitmeden okuduğum bir kaynakta özellikle sütun başlıklarına dikkat çekilmişti. Bazıları gerçekten çok ilginç. Katedralin ana kapısının hemen dışında, sol baştaki sütun başlığının özel bir anlamı da var. Burada, birisi bir boğanın, diğeri bir aslanın üzerinde savaşan iki şövalye görülüyor. Boğanın üzerindeki savaşçı sakalsız. Aslanın üzerindeki sakallı. Boğanın hilal şeklindeki boynuzu İslamiyet’i ve Hz. Muhammet’i temsil ediyor. Diğer savaşçı Hristiyanlığı ve Hz. İsa’yı simgelerken, ikisinin arasındaki mücadele de Müslümanların ve Hristiyanların savaşmasını anlatıyor.
Lizbon Katedrali’nden sonra gideceğimiz yeri çok önceden planlamıştık. Oranın, Lizbon’a gitmek istemem konusunda başlıca etmen olduğunu bile söyleyebilirim. Söz konusu yer, eşsiz koleksiyonunu yıllardan beri bildiğim, bazı değerli Osmanlı parçalarını 2006 yılında Sabancı Müzesi’ndeki sergide gördüğüm Calouste Gulbenkian Müzesi idi. (Türkçede Kalust Sarkis Gülbenkyan).
Gülbenkyan Müzesi’ne gitmek zor değil. Buraya metro ile mavi hattaki Praça de Espanha veya bulunduğunuz yere göre mavi ya da kırmızı hat ile ulaşabileceğiniz São Sebastião istasyonlarında inerek ulaşabilirsiniz. Her iki istasyona da yürüyerek uzaklık yaklaşık 3-4 dakika. Biz daha önce olan São Sebastião’da indik. Belki yanlış kapıdan çıktığımız için, bizim müzeye yürüyüşümüz biraz daha uzun sürdü ama sorun olmadı.
Avenida de Berna 45A adresinde bulunan Gülbenkyan Müzesi, gerçekte yedi hektarlık bir alanı kaplayan dev bir bahçenin içinde. Burası aynı zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde ofisleri olan Gülbenkyan Vakfı’nın da merkezi. Kompleks, müzenin dışında, 1983 yılında açılan bir Modern Sanat Merkezi’ne, 1200 kişilik bir oditoryuma, konferans salonlarına, süreli sergiler için iki büyük galeriye, bir açık hava amfisine ve Gülbenkyan’ın kişisel kütüphanesinden yararlanılarak oluşturulmuş, içinde 190.000’den fazla kitap barındıran bir kütüphaneye de ev sahipliği yapıyor. Vakfın bir de klasik müzik orkestrası ve korosu var. Kompleksin halka açık bahçesi, içindeki çeşit çeşit ağaçlar, su yolları ve hayvan türleri ile birlikte, aynı zamanda bir doğasever olan ve “Bilim adamı olmak ve kendi tarzımda bir bahçe içinde hayal kurmak; bunlar, hayatımın iki büyük amacı, ulaşamadığım iki şeydir”, dediği bilinen Kalust Gülbenkyan’ın anısına bir başka açıdan saygı addediliyor.
Vakıf, Kalust Sarkis Gülbenkyan 1956 yılında öldükten sonra, kendisinin vasiyeti doğrultusunda kurulmuş. Eğitim, sanat, bilim ve hayır faaliyetleri alanında çalışmalar yapan vakfın Avrupa’nın en büyük vakıflarından birisi olduğu belirtiliyor. Müzeden aldığım Türkçe yayınlanmış kitapta belirtildiğine göre, vakfın 2009 yılındaki varlığı 2,8 milyar Euro. Aynı yıl için bütçesi 109 milyon Euro. Vakıf varlığının dörtte bir kadarı Orta Doğu’da, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Gülbenkyan’a ait petrol imtiyazlarının gelirinden geliyor. Gülbenkyan’ın Irak ve Katar’da sahibi olduğu petrol hisseleri ise ilgili devletler tarafından kamulaştırılmış. Belirtilenlerin dışında, Kazakistan, Angola, Brezilya ve Cezayir’deki ortaklıklardan ve çeşitli uluslararası yatırım portföylerindeki hisse senedi ve tahvillerden de gelir sağlanıyor. Vakıf, başta Orta Doğu olmak üzere, çeşitli ülkelerdeki gelir düzeyi düşük öğrenciler için eğitim bursları veriyor, kütüphane ve hastane yapımı için bağışlar yapıyor. Gülbenkyan Vakfı hakkında verdiğim bilgiler ve aşağıda okuyacağınız Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın yaşam öyküsü için yukarıda belirttiğim ve müze dükkanından aldığım vakfın 2014 basımı resmi yayınından yararlandım. Kitap İngilizce, Fransızca, Portekizce ve Türkçe olarak satılıyordu. Böyle bir müzede Türkçe yayın satılması ilgimi çektiği için Türkçesini aldım. Özenle ve güzel bir Türkçe ile hazırlanmış, bilgi dolu bir kitap.
Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın özetlemeye çalışacağım çok ilginç bir yaşam öyküsü var. Kendisi 1869 yılında, bir Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olarak, İstanbul’un Üsküdar semtinde doğmuş. Bir Ermeni aile olarak, soyunun Anadolu topraklarında köklü bir geçmişi var. Ataları, IV. yüzyılda Van Gölü’nün güneyinde geniş arazilere sahip derebeyleri imiş. XI. yüzyılda Kayseri’ye (Talas) göç etmişler. Ailenin Talas’taki konağının günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin mülkiyetinde olduğu belirtiliyor. Burada, Bizans’da bir asalet unvanı sayılan Vart Badrig soyadını almışlar. Bu soyadı XVII. yüzyılda Türkçeleştirilerek Gülbenkyan olarak değiştirilmiş. Osmanlı döneminde Ermeniler ticaret, kuyumculuk, bankerlik ve daha sonra sanayi alanında toplumun itici gücü olmuşlar. Saray ile sıkı ve iyi ilişkiler geliştirmiş ve hanedan tarafından sadık tebaa olarak görülmüşler. Bu sayede sadece devlet katında kendilerine üst düzey pozisyonlar edinmekle kalmamış, hanedan ile kişisel dostluklar da kurabilmişler.
Gülbenkyan’ın soyağacını incelerken karşıma bu bağlamda bildiğim ilginç bir örnek çıktı. Daha önce öğrendiğim bir bilgi ile daha sonra ve hiç beklemediğim bir şekilde bir bağlantının karşıma çıkması beni daima çok heyecanlandırmıştır. Fark ettiğim bu tür ilişkiler çok hoşuma gider. Gülbenkyan’ın soyağacında görüldüğü üzere, Kalust Gülbenkyan’ın damadının anne tarafından dedesi ünlü Abraham Paşa. Söz konusu Abraham Paşa, günümüzde Beykoz’da halka açık olan muhteşem korunun sahibi. Buradaki, artık var olmayan, malikâne o dönemde dillere destanmış. Bu malikâneden geriye sadece ahır kısmı kalmış durumda ve orada da günümüzde Milli Saraylar’a bağlı, birbirinden değerli eserlerle dolu, Beykoz Cam ve Billur Müzesi bulunuyor. Mükemmel şekilde restore edilen ahırların büyüklüğü insana, artık yerinde yeller esen eski malikânenin görkemi hakkında bir fikir veriyor. Ermeni Karakehya ailesinden olan Abraham Paşa sadece vezirliğe kadar yükselmekle kalmamış, Sultan Abdülaziz ile sık sık kağıt oynayacak kadar da yakın dost olmuş.
Nüfuzlu ve saray ile iyi ilişkileri olan Ermeni aileleri arasında yapılan evlilikler, Ermenilerin devlet katıyla ilişkileri geliştirmelerine, bu yolla da bazı imtiyazlar ve yetkiler elde etmelerine yardımcı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın en hatırı sayılır 18 bankerinin 16’sının Ermeni olması ve sanayi üretiminin yüzde 45’inin onlar tarafından gerçekleştirilmesi Ermenilerin ülke ekonomisindeki önemli katkılarını destekleyici veriler.
İşte bu ortamda Gülbenkyanlar da tüccar ve banker bir aile olarak zenginleşmişler. Tıp ve tarım alanında zamanın ileri teknolojisini ülkeye getirmişler. 1800’lü yılların ortasında İstanbul’a taşınmışlar. Henüz Kalust Gülbenkyan doğmadan önce, babası Sarkis’in Güney Kafkasya ve Bakü’de petrol arazileri varmış. Aynı zamanda, Ermeni asıllı Rus petrol kralı Alexander Mantashev’in uluslararası şirketinin Osmanlı İmparatorluğu’nda temsilcisi imiş. 1869 yılında doğan Kalust Gülbenkyan ilkokulu Kadıköy’deki Ermeni Aramyan-Uncuyan İlkokulu’nda, daha sonra Saint Joseph’de ve Robert Kolej’de okumuş. Arada, Fransızcasını geliştirmek için Marsilya’ya da gitmiş. 1887 yılında Londra’daki King’s College’dan mühendislik ve uygulamalı bilimler dalında diploma alarak, 18 yaşında mezun olmuş. Kendisi fizik alanında bir bilim adamı olmayı arzu etmiş ama, babası karşı çıktığı için, yaşamı petrol sektöründe bambaşka bir yola evrilmiş. 1889 yılında Güney Kafkasya’daki petrol yatakları üzerine yazdığı makalelerle Osmanlı Hükümetinin Maden Bakanının dikkatini çekmiş ve kendisine günümüzde Irak olan Mezopotamya bölgesindeki petrol rezervleri konusunda bir rapor hazırlatılmış. 1896 yılında, ilk Ermeni karşıtı olayların başlaması üzerine, ailesi ile birlikte Mısır’a, oradan da Avrupa’ya taşınmış ancak, Osmanlı Devleti adına çalışmaya ve çeşitli zamanlarda devleti temsilen müzakerelerde bulunmaya devam etmiş. Bu çerçevede, 1898 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra ve Paris Büyükelçiliklerine ekonomi ve maliye konularında danışman olmuş. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce Sultan II. Abdülhamit’ten Mezopotamya’nın her yerinde petrol arama yetkisi de almış.
1902 yılında İngiliz vatandaşlığı da alan Gülbenkyan’ın ilginç bir yaşam öyküsü var. 1897-1920 yılları arasında Londra’da, 1920-1940 yılları arasında Paris’te yaşamış. 1955 yılında ölmeden önce, ömrünün son 13 yılını Lizbon’da geçirmiş. 86 yaşında burada ölmüş. Hiçbir zaman Portekizce öğrenmemiş, Portekizlilerle de, avukatı dışında, pek ilişkisi olmamış. Vakfın kitabında neden Portekiz’de yaşamayı seçtiği konusunda tek bir neden olmadığı belirtiliyor. Sıralanan olası nedenler arasında II. Dünya Savaşı sırasında Paris’in Almanlar tarafından istila edilmesi ve Portekiz’in savaşta tarafsız bir ülke olması var. Bir diğer neden olarak da Gülbenkyan’ın, Tagus (Tejo) nehrini ve kıyısındaki Lizbon’u Boğaz’a ve İstanbul’a benzetmesi belirtiliyor.
Gülbenkyan Ermeni köklerini hiçbir zaman unutmamış ve zor zamanlarda ülkemizdeki ve Orta Doğu’nun çeşitli ülkeleri ile tüm dünyaya yayılmış Ermeni toplumlarına daima büyük yardımlar yapmış. Bugün de Gülbenkyan Vakfı onun üstlendiği bu misyonu gerek Ermenistan’da gerekse çeşitli ülkelerde sürdürüyor. Tüm bunlara karşın, Kalust Gülbenkyan’ı bir dünya vatandaşı olarak görmek daha doğru olur. Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmuş, Fransa ve İngiltere’de yetişmiş ve yaşamış, siyaseten Osmanlı İmparatorluğu, İran, Ermenistan, Fransa ve İngiltere’ye hizmet vermiş. Yeri geldiğinde, belli zamanlarda, Orta Doğu’nun petrol kaynakları konusunda Türk, Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Amerikalı, İranlı ve Iraklı taraflar arasındaki süreçleri yönetmiş ve diplomasi yeteneği tüm taraflarca takdir edilmiş.
Kalust Gülbenkyan’ın 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Orta Doğu’da şirketi adına yaptıklarına bu yazıda ayrıntıları ile girmeyeceğim. (Orta Doğu tarihi açısından çok karışık olan bu dönemle ilgili, Günümüzün Orta Doğu Cehennemine Işık Tutacak İki Kitap başlıklı yazımda önerdiğim kitaplar, konuya ilgi duyanlar için faydalı olabilir). Özellikle günümüzde Orta Doğu’da yaşananlar ile ilgili birçok ipucu taşıyan rolü, tamamı İngiliz sermayesinden oluşan Türk Milli Bankası’na verdiği danışmanlık, Almanlarla Osmanlılar adına yaptığı madencilik ve petrol müzakereleri, Turkish Petroleum Company’i (TPC) kurması bunlardan bazıları. 1912’de kurulan ve ismindeki Türk ibaresi dışında Türklükle alakası olmayan TPC’de %25 Shell’in, %35 Türk Milli Bankası’nın (dolayısı ile İngilizlerin), %25 Deutsche Bank’ın ve %15 Kalust Gülbenkyan’ın hissesi bulunuyormuş. 1922 yılında Amerikalıların çeşitli politik oyun ve baskılarla katıldığı TPC’deki hisse dağılımının değişmesi ve kendi hisselerinin %5’e düşmesi sonucu Kalust Gülbenkyan tarihe Bay Yüzde Beş olarak geçmiş.
Gülbenkyan çok genç yaşlardan itibaren sanata ve koleksiyonerliğe ilgi duymuş. İnce zevki ile merak ve bilgisini, iş yaşamında başarı ile kullandığı müzakere yeteneği ile harmanlayarak, zaman içinde eşsiz bir koleksiyona sahip olmuş. Kararlı ve sıkı bir pazarlık ustası olarak çoğu eseri henüz müzayedeye konmadan satın almış. İlk önce, babasının karşı çıkmasına rağmen, eski para biriktirerek bu işe başladığı biliniyor. Ancak, belgelenmiş ilk sanat eseri alımlarını 19. yüzyılın sonlarına doğru yapmış ve 1953 yılına kadar bunu sürdürmüş. Konularının uzmanı danışmanlar, antikacılar ve müzayede evleri ile daima sıkı ilişkileri varmış ama, kendi estetik zevki ve sezgileri en önemli yol göstericisi olmuş.
Gülbenkyan ömrü boyunca 6440 eser satın almış. Müze broşüründe bunlardan sadece 1000 parçanın sergilendiği yazılmış. Antik Çağ arkeolojik eserlerinden erken 20. yüzyıla uzanan değerli bir koleksiyonu görebilirsiniz burada. 11 bölüme ayrılmış müzede Mısır, Grek, Roma ve Mezopotamya dönemi buluntuları ile İslam Sanatı, Ermeni Sanatı, Çin ve Japonya, 12-17.yy. arası Avrupa, 15-17.yy. Avrupa, 18.yy. Avrupa, 18-19.yy. Avrupa ve Gülbenkyan’ın yakın arkadaşı ve kuyumcu René Lalique’in eşsiz mücevherlerine ayrılmış salonlar var. Ayrıca, Gülbenkyan’ın en sevdiği sanatçılardan biri olan Venedikli ressam Francesco Guardi için özel bir salon da ayrılmış.
Kalust Gülbenkyan’ın 1928-1930 yılları arasında Sovyetler Birliği ile yaptığı sıkı pazarlıklar sonucu Hermitage Müzesi’nin koleksiyonundan satın aldığı eserler de var. O dönemde Sovyetler Birliği hükümeti, yıllardır yaşanan feci bir kıtlık ve nakit para yokluğu nedeniyle elindeki bazı değerli eserleri el altından dünya sanat piyasasında satmakta imiş. Zamanının ünlü ve Ermeni bir koleksiyoneri olan Gülbenkyan Sovyet yetkililer için kötünün iyisi ve güvenilir olarak değerlendirilmiş. Gülbenkyan Sovyetler Birliği Merkez Bankası guvernörüne yazdığı mektupta şöyle demiş, “Bana da, başka hiç kimseye de satmamanız gerekir… Bu parçaları müzelerinizden çıkarmasınlar diye temsilcilerinizi uyarmaya devam ediyorum. Ama eğer her şeye rağmen satmak zorundaysanız, tercihinizi eşit fiyat koşullarında benden yana kullanmanız için ısrar ediyor ve satmayı arzuladığınız fiyatlar konusunda beni geciktirmeden bilgilendirmenizi istiyorum”. Müzede göreceğiniz heykeltıraş Jean-Antoine Houdon’un (1741-1828) Diana heykeli ve Rembrandt’ın (1606-1669) İhtiyar Adam portresi Hermitage’dan satın alınan eserlerden iki tanesi.
Müzede sergilenen Osmanlı ipek ve yün halılarının ve özellikle İznik çinilerinin olağanüstü güzellikleriyle beni büyülediklerini söylemeliyim. Böylesi çinileri ben yakın zamanda gezdiğim İstanbul’daki Çinili Köşk Müzesi’nde de, başka yerde de görmedim. Yıllar önce British Museum’da gördüğüm İznik çini tabakları da beni etkilemişlerdi ama Gülbenkyan koleksiyonunun sahip olduğu çinilerimiz hem bir başka güzeller hem de sayıca çok daha fazlalar.
Koleksiyonda ayrıca İran, Suriye, Kafkasya ve Hindistan’dan da çiniler, el yazmaları, vazolar, kandiller ve dokumalar var. Kendisi Ermeni olduğu için, müzeyi gezerken Gülbenkyan’ın koleksiyonuna daha çok sayıda Ermeni eserleri katacağını düşünmüş, eser sayısının az olmasına şaşırmıştım. Sonradan öğrendiğime göre bunun nedeni, Ermenilere ait eserlerin büyük bölümünün Gülbenkyan tarafından Kudüs Patrikliği’ne bağışlanmış olması imiş.
1920’lerin başına gelindiğinde Gülbenkyan’ın koleksiyonu oturduğu çeşitli konutlara artık sığmaz hale gelmiş. Bunun üzerine, Paris’teki Avenue d’Iéna caddesinde büyük bir konut almış ve II. Dünya savaşı çıkana kadar burayı hem eserlerini tutabileceği bir mekan hem de konut olarak kullanmış. Savaş çıkınca, güvenlik nedeniyle Mısır koleksiyonunu Londra’daki British Museum’a, değerli tablolarını da National Gallery’e emanet olarak göndermiş. Ancak, savaştan sonra İngilizler bu eserleri geri vermek istemeyince, 1948 ve 1950 yılları arasında büyük tartışmalar olmuş. Sonunda, eserlerin Washington’daki National Gallery of Art’a emaneten verilmesi kararlaştırılmış. Birkaç yıl sonra eserlerin tamamı Gülbenkyan Vakfı’na teslim edilmek üzere Portekiz’e gönderilmişler.
Gülbenkyan’ın koleksiyonunu Türkiye’ye bağışlamak istediği ancak dönemin hükümetinin bunu kabul etmediği yönündeki söylenti ya da iddiaları duymuş olabilirsiniz. Açık bazı kaynaklardan okuduğuma göre, Ermenistan da benzer iddialarda bulunuyormuş. Ancak, elde bu konularla ilgili hiçbir yazılı belge, yazışma v.b. olmaması nedeniyle kanıtlanamayan bu iddialar maalesef iddiadan öteye geçemiyor. Vakıfın resmi ifadesiyle, Kalust Gülbenkyan 18 Haziran 1953’te imzaladığı son vasiyetine göre, aile bireyleri ve belirlemiş olduğu bazı özel mirasçıları dışında, tüm servetini ve koleksiyonunu vakfa bırakmış. Müzenin girişindeki yazıya göre kendi ifadesi şu şekilde:
Sanat eserlerimin geleceği ile ilgili kararım son derece bilinçli bir şekilde verilmiştir. Hiç abartmadan onları “çocuklarım” bildiğimi ve bakımlarının başlıca kaygılarımdan biri olduğunu söyleyebilirim. Kimi zaman birçok zorluklar pahasına, ama her zaman sadece kişisel beğenilerimin rehberliğinde biriktirdiğim bu eserler hayatımın elli ya da altmış yılını temsil etmekteler. Elbette bütün koleksiyoncular gibi ben de uzmanlara danıştım. Ama bu eserlerin ruhumun ve yüreğimin gerçekten ayrılmaz birer parçası olduğunu biliyorum. (Lizbon, 10 Şubat 1953)
Biz müzede uzun saatler kaldık. Bazı eserleri dönüp tekrar incelediğimiz oldu. Bu kadar güzel ve kapsamlı olacağını hiç tahmin etmediğim Gülbenkyan koleksiyonu bende büyük bir hayranlık uyandırdı. Bir özel müze olarak böyle bir şey beklemiyordum. Sergilenenler, yukarıda belirttiğim gibi, koleksiyonun çok az bir bölümü. Diğer eserlerin arasında kim bilir neler var… Biz müzeyi gezerken yağmur yağmaya başladığı için bahçeyi iyi göremedik ama, çiseleyen yağmurun altında görebildiğimiz kadarı ile, çok huzur verici bir yer. Hem bakımlı hem de mümkün olduğu kadar doğal haline bırakılmış bir bahçe. Müze dükkanında ve kafesinde de biraz vakit geçirdikten sonra, ruhumuzu saran hoş bir havada otelimize döndük.
O gün evlenme yıl dönümümüzdü. Müzik tarzı olarak özel bir düşkünlüğüm olmasa da, Portekiz’e gidip de izlememek olmaz diye düşünerek, o akşam için yemek eşliğinde fado dinleyebileceğimiz bir yere gitmeye karar vermiştik. Gerçi fado bir kutlama müziği olmaktan çok bir ağıt ve hüzün ifadesi. Aynen Blues gibi. Bunu biliyorduk. Ama yine de o akşam için bunun değişik ve unutmayacağımız bir anı olacağı konusunda fikir birliğine vardık. Yerimizi Lizbon’a gelmeden birkaç hafta önce ayırttık.
Kelime anlamı kader olan fado 150 yıl kadar önce, kabaca şehrin kalesi, katedrali ve sahil arasındaki bölgeyi kapsadığını söyleyebileceğimiz Alfame semtinde doğmuş bir müzik türü. Aslen bir balıkçı köyü olan bu bölgenin dar ve tehlikeli sokaklarında gemicilerin ve sokak kadınlarının içli ve yanık müzikal yakarışları onların bitmeyen özlemlerini, hüzünlerini ve acılarını ifade etme yolları olmuş. Çıkış noktası ve felsefe olarak Arjantin’in tangoları ile benzerlik taşısa da, fado dans içermiyor. Ancak, özellikle kadın şarkıcıların fado söylerken bazı tipik çok sert hareketleri ve yüz ifadeleri var. Fado müziği Portekizlilerin saudade diye ifade ettikleri bir kavrama dayanıyor. Bu, gerek bir zamanlar sahip olunan ama kaybedilen gerekse hiçbir zaman elde edilememiş bir şeye duyulan özleme karşılık geliyor.
Fado için gideceğimiz yer konusunda epeyce bir araştırma yaptım. Bildiğim kadarı ile tarz olarak biraz fazla “yanık” ve abartılı bulduğum için aradığım mekanın fazla otantik olmasını istemiyordum. İnternette, sadece Portekizlilerin gittiği ve saatlerce fado ile kendilerinden geçtikleri mekanlar buldum ama o kadarını kaldırabileceğimizden emin değildim. Öte yandan, uyduruktan bir programı olan bir turist tuzağına gitmek de hoş olmaz diye düşünüyordum. Sonunda, 90 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen Café Luso’da karar kıldım ve Lizbon’a gitmeden önce yerimizi ayırttım.
Café Luso, hem bir fado mekanı hem de bir restoran. (Tüm fado mekanlarında yemek yenmiyor). Adresi, Travessa da Queimada, No: 10. Fado dinlemek için genellikle bu müziğin doğduğu yer olan Alfame öneriliyor ama, Café Luso Bairro Alto semtinde. Bulunduğu bol kemerli yer bir zamanların, 1755 büyük depremini hasar görmeden atlatan, Brito Freire sarayının mahzen ve ahır kısmı imiş. Yapının doğal mimarisinin bir parçası olan kalın mermer sütunlar ve kubbeli tavanlar buraya hoş bir hava veriyor. Müzik saat 8’de başlıyor ve saat sabah 2’ye kadar aralıklarla devam ediyor. Ara verildiği zaman yemek servisi yapılıyor ve yemeğinizi yerken sohbet etmeniz için biraz süre tanınıyor. Müzik başladığı zaman servis duruyor, gürültü yapılmaması ve özellikle fotoğraf ya da film çekilmemesi isteniyor. Fotoğraf için biraz daha toleranslılar ama, film konusunda epeyce hassaslar. Her yeni seansta şarkıcılar değişiyor.
Fado için müzik aleti olarak guitarra (10 ya da 12 telli gitar), viola (bizim klasik müzik aleti olarak bildiğimiz viola ile hiçbir benzerliği olmayan, 6 telli bir gitar türü) ve bazen viola baixo (8 telli bir bas viola) kullanılıyor. Şarkıcılar kadın ya da erkek olabiliyor. Fado müziği ile dolu bir gece geçirdikten ve daha sonra dijital platformlarda bir süre bu müziği dinledikten sonra kesin olarak erkek şarkıcıları daha çok sevdiğime karar verdim. Kadınların aşırı bulduğum şarkı söyleme tarzlarını ve hareketlerini çok sevdiğimi söyleyemem. Sakin halleri ve kadifemsi sesleri ile erkek şarkıcılar bana daha çok hitap ettiler. O akşam, özellikle erkek şarkıcılardan birisini çok beğendim. Söyleyiş tarzı, kadın fado sanatçılarının aksine, çok içli ve melodikti. Gitarcılardan bir tanesi de çok başarılı idi.
Otelden Café Luso’ya gitmek için Avenida da Liberdade’den karşıya geçtik. Navigasyon 15 dakikalık bir yürüyüş gösteriyordu. Bizim gibi, bunun fazla uzun bir yürüyüş olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak önerilen rota, son derece dik olan Calçada da Glória yokuşunu kullanıyor. Burası, Lizbon’un meşhur yokuşlarından birisi. Aslında yukarı çıkan bir füniküler var. Elevador da Glória Lizbon şehrindeki üç fünikülerden birisi. 1885 yılında kullanıma girmiş. 1915 yılından itibaren elektrikli hale getirilmiş. Biz yokuşun dibine vardığımızda füniküler orada bekliyordu ama kapıları kapalıydı ve kısa zamanda kalkacak gibi görünmüyordu. Karanlık havada önümüzdeki yokuşun ne kadar dik olduğunu tam olarak kestirememiş olmalıyız ki, yürüyerek çıkmaya karar verdik. İleride bir yerlerde, yürüyen tek tük başkaları da vardı. Ne büyük hataymış! Yokuşu çıktık ama, kolay olmadı. Eğer giderseniz, siz aynı hataya düşmeyin.
Café Luso’ya saat 8’de varmayı başardık ama girişte, sanki bizi görmüyormuş gibi, orada bulunan bir kadın ile sohbetini sürdüren görevli bizi yerimize oturtsun diye neredeyse 10 dakika bekledik. Sonunda yerimize oturduk. Masaların çoğu doluydu. Birkaç boş masa da daha sonraki arada doldu. Oturur oturmaz, hemen yanımızdaki masada Türkçe konuşulduğunu duydum. Uzun bir masada bir erkek grubu oturuyordu. Sonra, tanıdım onları. Bu, bizim bir gün önce Belém’de, aşırı yağmur altında Keşifler Anıtı’nın (Padrão dos Descobrimentos) altında rastladığımız gruptu. Bir süre sonra bizim de Türkçe konuşmalarımız kulaklarına çalınmış olmalı ki, içlerinden benim yanımda oturan genç adam bizimle konuşmaya başladı. Onları bir gün öncesinden tanıdığımı söyledim. Rehberleri de çaprazımda oturuyordu. Türkiye’de bir Portekiz şirketinde çalışıyorlarmış. Bir süre sohbet ettik.
Yemekte başlangıç için Akdeniz salata aldık. Ardından karidesli morina balığı yedik. Yemekler beklediğimden daha iyiydi. Şarap olarak, yine daha önce içtiğimiz ve çok beğendiğimiz Palácio da Brejoeria – Alvarinho 2023 beyaz şarabını tercih ettik. Tatlı olarak, portakallı crème brûlée çok başarılı değildi. Biraz kuru geldi.
Önceki senelerde yaptığımız İtalya gezilerinde olduğu gibi, iyi bir masa ayırmaları için, o günün özel bir gün olduğunu rezervasyonda belirtmiştim. İtalya’da genellikle böyle yapınca bize hoş sürprizler yapar ya da hediyeler verirler. Burada da garson gecenin sonunda bize bir jest yapmak istedi ancak, bunun için bizi epeyce bekletti. Bir şeyler ayarlamaya çalıştığı belliydi. Bir yandan da, “Sakın erken kalkmayın” deyip, duruyordu. Bazı masalar kalkmaya başlamıştı. Biz de epeyce yorgunduk. Sonunda, uzun bir bekleyişten sonra, orkestra ve fado şarkıcılarının çalıp söyledikleri şarkı eşliğinde, üzerinde yanan mum olan bir peynir pudingi («Serra» Cheese Pudding) getirdiler. Söyledikleri doğum günü şarkısıydı ama önemli değil. Ya garson yanlış anladı ya da evlilik yıl dönümü için söylenecek bir şarkı olmadığı için onu söylediler…
Gece karanlığında dar ve ıssız sokaklarda bir süre kaybolup, büyük olasılıkla yolu da epeyce uzatarak, otelimize döndük. Ertesi gün yine yorucu bir gün olacaktı.