Her gezinin aklımda, gönlümde ve anılarımda ayrı bir yeri var. Gittiğim her yer bende farklı izler bıraktı. Ama, doğal olarak, bazı yerler beni daha derinden etkiledi. Böylesi yerler bazı konuları daha çok merak etmeme yol açtı. Beni yeni zihinsel ve fiziksel serüvenlere taşıdı, yeni ufuklar açtı. 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında gittiğimiz Barselona da benim için bu tür bir gezi olmuştu.
Barselona, gezginler için popüler bir şehir. Gezecek görecek çok yer, keyif alacak çok mekan var. Tekrar tekrar gitmeyi isteyebileceğiniz bir şehir. Adetimdir; gideceğim yerle ilgili önceden dersimi iyi çalışmaya, kaynak kitaplar okumaya çalışırım. Gidip gördükten sonra da, okuduklarımı ve edindiğim izlenimleri bir arada analiz eder, gerekiyorsa (ki çoğunlukla gerekir) bazı şeyleri tekrar araştırır, okurum. Bu süreç bana büyük keyif verir. Dört sene önce yaptığımız Barselona gezisi benim için bu açıdan son derece doyurucu olmuştu. Bunun sonucunda blogumda Barselona ile ilgili, beş ayrı yazıdan oluşan, bir yazı dizisi yayınlamıştım. Bu yazılara her zaman ilgi çok oldu. Halen de devam ediyor. Okumamış olanlar veya arada bazı bölümleri kaçıranlar için söz konusu yazıları yeniden yayınlıyorum. Her bir yazıya aşağıdaki linkler aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.
Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.
Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.
Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…
Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.
Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…
23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.
Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.
Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.
Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…
1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.
Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.
Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…
Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.
Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.
Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.
Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.
Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.
Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.
Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.
Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.
Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…
Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…
Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.
(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)
O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.
Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…
Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.
Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.
Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.
Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.
Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…
Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.
Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.
Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.
Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.
1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.
Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…
Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.
Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.
Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.
Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.
Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.
Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.
Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.