Aslında her iki kitap da uzun zamandan beri kütüphanemde duruyordu. İkisi de ciddiye alınması ve ciddi bir şekilde, üzerinde düşünerek, not alarak okunması gereken kitaplar oldukları için kendimce uygun bir zaman bekleyerek, okumayı ertelemiştim. Ancak, 7 Ekim 2023 tarihinden sonra Gazze‘de gelişen ve halen süren olaylar benim açımdan, yaşananların tarihsel kökenini tam olarak öğrenmeyi bir tür zorunluluk haline getirdi. Elbette, hiçbir fikrim yok değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu‘nun parçalanması, Batılı emperyalist ülkelerin bölgeyi kendi aralarında paylaşmaları, ünlü Sykes–Picot Anlaşması ile bölgenin bir tepsi böreğin dilimlenmesi gibi bölüştürülmesi, İsrail‘in kurulması ve benzeri konularda benim de herkes kadar bilgim vardı. Şimdi geriye bakınca, bazı medya programlarında, dost sohbetlerinde ya da sosyal medya gruplarında zaman zaman ne kadar yüzeysel ve biraz da basma kalıp yorumlarda bulunduğumuzu düşünüyorum. “Akılsız Araplar para için topraklarını Yahudilere sattılar, şimdi bu duruma düştüler” ya da “Araplar İngilizlerle birlik oldu, Osmanlılara karşı savaştı” ve benzeri ifadelere hepimiz aşinayız. Ancak, bölgedeki Arapların nasıl topraklarını satma noktasına getirildiklerini veya bazı Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmayı reddettiklerini, hatta İngilizlerin bazen bu konuda epeyce çaba sarf etmeleri gerektiğini bilmeyince, olayları sadece birkaç kesit çerçevesinde yorumlayıp, peşin yargılara varıyoruz.
Sözünü edeceğim kitaplar, sırasıyla okuduğum A Peace to End All Peace ve A Line in the Sand. Her ikisi de Türkçeye çevrilmişler. David Fromkin‘nin yazdığı ilk kitap, Barışa Son Veren Barış adı altında Epsilon Yayınevi‘nden, James Barr‘ın yazdığı ikicisi ise, Kırmızı Çizgi başlığıyla Pegasus Yayınları‘ndan çıkmış. Ben orijinal dillerinde okuduğum için Türkçe çeviri kaliteleri konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. İki kitap da titizlikle, çok sayıda kaynak kullanılarak ve özellikle gizlilik niteliği artık kalkmış olan resmi belgelere dayanılarak yazılmışlar. İlgilenenlere, araya başka kitap sokmadan, art arda okunmalarını özellikle öneririm çünkü ilki 1912’den başlayarak 1922 yılına kadar yaşananları konu ederken, ikinci kitap 1958 yılına kadar uzanıyor. Böylelikle, sadece Orta Doğu‘nun 20. yüzyıl başında şekillendirilmesini değil, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişen olayları da öğrenmiş oluyorsunuz.
Ne tarihçi ne de dış ilişkiler uzmanı olmadığım için yazımda sadece benim bu kitaplarda dikkatimi çeken, daha önce bilmediğim ve ilginç bulduğum noktaları sıralamakla yetineceğim. Eminim, farklı formasyon ve konu hakkında benden daha donanımlı okurlar daha başka konuları ilginç bulacaklardır. Amacım, bu konulara genel geçer bilgilerin dışında ilgi duyanlar için tadımlık bir farkındalık yaratmak.
Öncelikle, süre olarak birkaç ayımı alan okumalarım sırasında beni en başta şaşırtan olgu, söz konusu tarihsel dönemde aynı tarafta olduğunu bildiğimiz ya da düşündüğümüz güçlerin bir yandan da hiç durmamacasına ve gizliden gizliye birbirlerinin altını oymaya çalışmaları, sokak ağzıyla söyleyecek olursak, birbirlerine kazık atmaya çalışmaları oldu. Sadece müttefik olarak aynı tarafta yer alan (başta İngiltere ve Fransa olmak üzere) ülkeler arasında değil, belli bir ülkenin farklı karar alma mercileri arasında da çok şiddetli çekişmeler ve entrikalar yaşanmış. Özellikle o dönem Orta Doğu’da baş rolü oynamış görünen İngiltere İmparatorluğu’nun farklı yönetim birimleri arasındaki, zaman zaman yanlış bilgi vermeye kadar uzanan aldatmacalar, dışarıdan bakanların kusursuz bir plan olduğunu düşündükleri tarihsel gelişmelerin aslında umulmadık nedenlerin ve rastlantıların da sonucu olduklarını gösteriyor. Bu bağlamda, dönemin İngiltere Dış İşleri ve Savaş Ofisi (1964’ten itibaren Savunma Bakanlığı oldu) ile Kahire Ofisi ve Britanya Hindistan İmparatorluğu arasındaki çekişmeler dikkat çekici. [Britanya Hindistan İmparatorluğu (Britanya Rajı olarak da anılır), Hindistan’da 1858 yılından 1947 yılına kadar süren Britanya yönetimine verilen isimdir. 1600 yılından 1858 yılına kadar bölge İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) tarafından yönetilmiş. Kendi ordusu bulunan şirketin bir dönem 260.000 askeri varmış ve bu sayı o dönem Britanya ordusunun iki katı imiş. 1857 yılında Hindistan’da çıkan isyandan sonra bölgenin yönetimi resmi olarak Britanya yönetimine devredilmiş. 1877 yılında Kraliçe Victoria‘nın Hindistan İmparatoriçesi olarak taç giymesinden sonra Britanya, yönetimsel olarak Britanya İmparatorluğu ve Britanya Hindistan İmparatorluğu olarak ikiye ayrılmış].
Biraz geriye gidersek, İngilizlerin Büyük Oyun (Great Game) olarak adlandırdıkları strateji çerçevesinde Britanya neredeyse tüm 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu ile dost olmayı tercih etmiş. Büyük Oyun’u kısaca, 19. yüzyılda İngiltere ve Rusya arasında, başta Afganistan, İran ve Tibet olmak üzere, Orta Asya‘da yaşanan güç mücadelesi olarak tanımlayabiliriz. Bu çerçevede İngilizlerin tüm çabası, hem kendileri için büyük önemi olan Hindistan‘a Rusların yukarıdan erişmelerini hem de Boğazlar yoluyla Akdeniz’e ulaşarak Hindistan ile Britanya arasındaki ticari ve askeri ulaşımı sekteye uğratmalarını engellemek olmuş. Osmanlı ile iyi ilişkiler içinde olmaları da yine Ruslara karşı dost bir tampon bölge oluşturmak istemelerinden kaynaklanmış. 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti ve İngiltere (Fransa ve Sardinia-Piemonte Krallığı ile birlikte) arasındaki ittifak Büyük Oyun’un askeri yanını yansıtırken, Osmanlı topraklarında 19. yüzyılda artan ekonomik iş birlikleri ve yatırımlar da ekonomik yönüne işaret ediyor.
Büyük Oyun dönemi sırasında petrol kaynakları Britanya’nın Orta Doğu politikasında önemli bir unsur olmamış. Henüz bölgede günümüzde bilinen düzeyde zengin bir petrol rezervi olduğu bilinmiyormuş. Birinci Dünya Savaşı’na gelindiği dönemde, Rusya dışında, bölgede bir tek İran’da petrol çıkarılıyormuş. İran’daki üretim de, Britanya’nın petrol ihtiyacının % 80’den fazlasını karşıladığı ABD’nin üretimine göre çok az bir düzeyde imiş. O dönem, ABD’nin petrol üretimi İran’da çıkarılan petrolün 140 katı olarak ifade ediliyor. Bir diğer etken de, dönemin İngiliz politikacılarının petrol konusunda öngörü sahibi olmamaları. (Bu noktada, Winston Churchill‘i özel bir yere koymak gerekiyor. Kendisi daha 1913’te,İngiliz donanmasında kömür kullanımından petrol kullanımına geçilmesi gerektiğine inananarak, Donanma Bakanı olarak “petrol aranması ve bulunması” için bir komisyon kurmuş).
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında bölgede yapılan araştırmalar doğal kaynak zenginliğini ortaya koyunca Britanya’nın dış politikasında önemli bir değişiklik olmuş. O zamana kadar, başta Churchill olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına karşı çıkan, onun yerine bölmeden ekonomik imtiyazlar elde etmenin daha uygun olacağını düşünen politikacılar fikir değiştirmişler. Başta Mezopotamya (günümüzde Irak) olmak üzere, Orta Doğu’nun keşfedilen petrol kaynakları, enerji konusunda Amerika’ya bağımlılıktan kurtulmak isteyen İngiltere için önemli bir fırsat olarak değerlendirilmiş. Savaş sonrasındaki barış görüşmeleri sırasında İngiltere’nin gerek karşı tarafa gerekse müttefiklerine karşı oynadığı stratejik oyunları şekillendiren ana unsur bu olmuş.
A Peace to End All Peace kitabı, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ortam konusunda çok ilginç bulduğum bilgilerle dolu. Olayların bazıları insana günümüzü çağrıştırmıyor değil. Bunlardan biri, parası ödendiği halde İngilizler tarafından Osmanlı’ya teslim edilmeyen iki savaş gemisi. İttihat ve Terakki’nin büyük ölçüde bir kampanya ile halktan topladığı paralarla satın aldığı Reşadiye ve Sultan I. Osman gemilerinin zamanın en güçlü savaş gemileri olduğu belirtiliyor. Aslında 1913 yılında biten Reşadiye gemisi, Osmanlı topraklarında o büyüklükte bir geminin yanaşabileceği bir rıhtım olmadığı için teslim edilememiş. İngilizler Osmanlılarla geminin, Ağustos 1914’te teslim edilecek olan Sultan I. Osman gemisi ile birlikte teslim edilmesi ve o arada, iki İngiliz inşaat şirketinin bu iki gemi için rıhtım inşa etmeleri konusunda anlaşmışlar. O dönem askeri konularda Kara Kuvvetleri Almanlar ile yakın iş birliği içinde iken, Osmanlı Donanması da İngilizlerden danışmanlık alıyormuş. I. Dünya Savaşı’nın kesinleşmesi ile birlikte, Asquith kabinesinin en Türk yanlısı üyesi olmasına rağmen, Churchill gemilere el koymuş. Günümüzde ortaya çıkarılan belgeler, Enver Paşa‘nın bu el koyma hakkında İngilizler tarafından resmi bildirim yapılmadan çok önce haberdar olduğunu ama, sesini çıkarmadığını ortaya koymuş. Savaşın yaklaştığını gören İttihatçı yönetim bir ittifakta yer almanın zorunluluğunu kavrayarak, önce İngiltere ve Fransa’nın kapısını çalmışlar ama, geri çevrilmişler. Almanlar da başta, savaşta maddi bir katkı sağlayabileceğinden şüphe duydukları Osmanlı Devleti ile birlikte olmak konusunda çok istekli olmamışlar. Enver Paşa, teslim edilmeyeceklerini bildiği gemileri teminat olarak göstererek, Almanları bu konuda ikna etmeyi başarmış.
Kitapta elbette Milli Mücadele ve Mustafa Kemal Paşa hakkında da bölümler var. Ancak, önsözde belirtildiği üzere, kitabın odak noktası Orta Doğu’nun şekillendirilmesi olduğu için bu konulara gerektiği noktalarda gerektiği kadar değinilmekle yetinilmiş. Öte yandan, İttihatçı yöneticilerden Enver Paşa ve Cemal Paşa hakkında ilginç bilgiler ve iddialar var.
İngilizler, Sarıkamış Harekatı (22 Aralık 1914- 17 Ocak 1915) sırasında yaşanan büyük hezimetten sonra Enver Paşa’nın askeri kapasitesinin çok da parlak olmadığına karar vermiş olsalar da, birkaç ay sonra kendi başlattıkları Çanakkale Savaşları‘nda yaşadıkları yenilgi ile Osmanlı’nın kolay lokma olmayacağını anlamışlar. Başlarda, Gelibolu’ya çıktıkları zaman Türk Ordusu’nun savaşmadan kaçacağı inancını taşırken, moral bozukluğu ve askeri başarısızlıklarla geçen aylar gerek askeri gerekse politik olarak bir kabus haline gelmiş. Bu nedenle, daha önce H.H. Asquith’in Başbakanlığı altında değişik bakanlık pozisyonlarında yer almış olan Lloyd George, Aralık 1916’da kendisi Başbakan olur olmaz, Osmanlı’nın savaştan çekilmesinin yollarını aramaya başlamış. Bunun için, aracılar kullanarak, Enver Paşa’ya yüklü bir miktar rüşvet teklif etmiş. Ancak, teklif savaştan çekilmenin İngiltere’nin lehine olmasını şart koşuyormuş. İstenilenler özetle: Arabistan‘ın bağımsızlığı, Ermenistan ve Suriye‘nin Osmanlı İmparatorluğu içerisinde özerk olmaları, Filistin ve Mezopotamya’nın savaş öncesinde Mısır’ın olduğu gibi Britanya’nın himayesine geçmesi ve Boğazlardan serbest geçiş garantisi imiş. Enver Paşa bu teklifi red etmiş.
Kitapta Cemal Paşa ile ilgili olarak İngiliz gizli belgelerine dayanılarak yapılan iddia ise, kendisinin başına geçmesi karşılığında, İngilizlere başkenti Şam olacak bir Suriye Krallığı teklif ettiği yönünde. İngilizlerin kabul etmedikleri belirtilen bu teklif hakkında gördüğüm bazı Türk kaynaklar bunun bir uydurma olduğunu iddia ediyor. Bu konuda araştırma yapacak olanlar elbette tarihçiler.
Çanakkale Savaşları da, öncesi ve sonrası ile ilginç bir süreç. Her ne kadar biz topraklarımıza yapılan bu saldırının ilk mimarının Churchill olduğunu düşünsek de, kendisinin başta çeşitli nedenlerle bu harekata karşı olduğu anlaşılıyor. Hatta, Almanları durdurmak için yeni bir cephe açılacaksa bunun Baltık Denizi yönünden olması gerektiğini düşünüyor. Ancak, daha sonra çeşitli etkenlerle bu fikrinden vaz geçip, Gelibolu taaruzunun savunucusu oluyor. Bu etkenlerden birisi de Enver Paşa’nın Doğu Cephesi harekatından korkan Rusların İngilizlerden yardım istemesi oluyor. Bildiğiniz gibi, tüm 19. yüzyıl boyunca (Büyük Oyun dönemi) İngilizlerin en büyük düşmanı olan Ruslar, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle müttefik oluyorlar. Henüz Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta uğrayacağı büyük hezimeti öngörmeyen Ruslar, İngilizlerden Osmanlı’nın dikkatinin başka tarafa çekilmesini istiyorlar. İngilizler de, Rusların olası bir yenilgisi sonrası savaştan kopma noktasına gelmelerinin Britanya ve Fransa için çok kötü olacağını düşünmeleri sonucu, Boğazları geçerek, o zamanki adıyla Konstantinopolis‘i almaya karar veriyorlar. İşin ilginç tarafı, Sarıkamış faciasından sonra buna gerek kalmamasına rağmen İngilizlerin bu planda ısrar etmeleri.
Churchill konusunda ülkemizde yaygın olarak tekrar edilen ve doğru olmayan bir gerçek de Gelibolu yenilgisinin, İkinci Dünya Savaşı’na kadar onun siyasi kariyerini bitirdiği yönünde. Oysa, gerçek bu şekilde değil. Gelibolu’dan sonra, Başbakan Asquith parlementodaki baskılar sonucu tüm partilerin yer aldığı bir koalisyon hükümeti kurulmasına razı oluyor. Ancak, Muhafazakar Parti ön şart olarak Churchill’in kabineden ayrılmasını şart koşuyor. Bunun üzerine istifa etmek zorunda kalan Churchill Belçika cephesinde subay olarak savaşmaya gidiyor. Bu durum çok uzun sürmüyor. Churchill, Kasım 1916’da Başbakan olan Llyod George kabinesine tekrar bakan olarak geri dönüyor ve 1929 yılına kadar önemli çeşitli bakanlıkların başında görev yapıyor. En son 1924-1929 yılları arasında, partisi seçimi kaybedene kadar, Maliye Bakanlığı yapıyor.
Bilindiği gibi, 1917 Bolşevik Devrimi yapıldıktan sonra Rusya savaştan çekildi. Savaşa devam etmek Lenin‘in, ideolojik olarak karşı olduğu emperyalistlerle beraber bir savaşta olması bir yana, Rusya’nın ekonomik ve askeri durumu açısından da mümkün değildi. Benim bilmediğim ve ilgimi çeken nokta, Almanların Rus Devrimi’ni bizzat finanse etmeleri. Rusya’da yapılacak bir devrimin ve sonuçlarının İngiliz ve Fransızları zora sokacağını bilen Almanlar, o sırada ülkelerinde bulunan Lenin’e hem özel tren hem de para sağlayarak devrim sürecini hızlandırıyorlar.
Savaş sırasında gelişen olaylar bütünüyle bir satranç oyununu andırıyor. Ancak, kanımca çok daha çetrefilli bir oyun bu çünkü, söz konusu oyun sadece iki büyük ittifak arasında değil, aynı zamanda müttefikler arasında oynanıyor. İngiliz ve Fransızların Orta Doğu’da kendi aralarındaki entrikaların benzeri Almanlar ve Osmanlılar arasında da oluyor. Bildiğimiz ama nedenini tam olarak kavrayamadığımız bazı olaylar vardır. Örneğin ben, Enver Paşa’nın Pan-Turancı bir saik ile Orta Asya’ya gitmesine öteden beri bir anlam verememişimdir.
Rusya İmaparatorluğu devrim sonucunda dağılınca Almanlar Mart 1918’de Rusya ile bir ateşkes anlaşması imzalıyor. Bu durum, eski Çarlık topraklarının (özellikle Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) paylaşımı konusunda Almanya ve Osmanlı’yı karşı karşıya getiriyor. Petrolün herkesin ihtiyacı olan bir enerji kaynağı olmasının yanında, İttihatçı liderler İran ile olan ticaret yolunu geliştirmek ve bir zamanlar olduğu gibi Karadeniz ve Kırım ile olan ticareti canlandırmak istiyorlar. Tarihçi David Fromkin’e göre, Enver Paşa’nın bir başka amacı daha var. Orta Doğu’da Osmanlı açısından işlerin sarpa sardığını gören Enver Paşa bu bölgeyi tamamen gözden çıkarıyor ve doğuya yönelerek, savaş sonrası için yeni topraklar fethetmeye çalışıyor. Fromkin, bu anlamda Enver Paşa ile Llyod George arasında bir benzerlik kuruyor ve çevrelerinin sözünü dinlememeleri açısından diktatör olarak tanımladığı her ikisinin de, savaş sonrasında kimse ile paylaşmak istemedikleri toprak kazançları düşüncesi ile motive olduklarını belirtiyor. Llyod George için bu topraklar Orta Doğu, Enver Paşa için Kafkasya oluyor. Enver Paşa bu amaçla bazı Osmanlı birlikleri ve Azerbaycanlı Tatarlar ile kurduğu bir ordu ile bölgeye gidiyor. Kitapta, kendisinin bölgedeki faaliyetleri, Sovyet Rusların önce onu desteklerken hem huylandıkları hem de giderek Mustafa Kemal’in başarılı olacağına inanmaları nedeniyle desteklerini çekmeleri, Türkistan‘daki faaliyetleri ve öldürülmesi ile ilgili bilgiler bulabilirsiniz. Enver Paşa hayalini kurduğu toprakları kazanamıyor. Lloyd George ise Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Britanya İmparatorluğu’na 1 milyon mil kare toprak kazandırmış olsa da, 20-30 yıl içerisinde buralar elden çıkıyor.
Günümüzde Orta Doğu’nun yönetimsel sorunlarının kökeninde 100 yıl önce Avrupalı güçlerin bölgedeki Osmanlı hakimiyetini parçalayarak yerine kendilerine bağlı çeşitli formatlarda devletçikler kurmalarından kaynaklandığını biliyoruz. Planlarının umdukları gibi yürümemiş olması birkaç nedene dayanıyor. Bunların başında bölge halkını, dinini ve kültürünü iyi tanımamaları geliyor. T. E. Lawrence gibi bölgede faaliyet gösteren ajanları çok iyi Arapça konuşuyor olsalar da, mezhepler ve kabileler arası rekabet ve husumetleri çok iyi anladıkları söylenemez. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı topyekûn bir başkaldırı düzenlemekte de epeyce zorlanıyorlar. Ayrıca, bölgeden Londra’ya yaptıkları resmi bildirimlerde Arapların hiçbir zaman Osmanlılar gibi düzenli bir idari ve askeri yönetim kapasitelerinin olamayacağını da bildiriyorlar. Bunu, bölgede kendilerine bağlı kukla devletçikler (manda yönetimleri) kurulmasının gerekliliğinin bir nedeni olarak da belirtiyorlar.
Bilindiği gibi, Orta Doğu’nun günümüzdeki manzarasının baş mimarı olarak, İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız François Georges-Picot tarafından şekillendirildiği için onların isimleri ile anılan, Sykes–Picot Antlaşması gösterilir. Kasım 1915’te ikilinin başlattığı çalışmaların sonucunda, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa bu gizli anlaşmayı imzalamışlardır. Anlaşmanın uzantısı olarak Çarlık Rusya ve İtalya ile yapılan anlaşmalarla onların da onayı alınmış oldu. Kısaca tanımlamak gerekirse, Sykes–Picot Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’da Arap Yarımadası dışında kalan topraklarını Britanya ve Fransa arasında bölüştürüyordu. Anlaşmaya göre Britanya günümüzün güney İsrail bölgesi ile kuzey İsrail’de Hayfa ve Akka’yı, Filistin, Ürdün, ve güney Irak‘ı, Fransa da Türkiye‘nin bir bölümünü (güney ve güneydoğu), günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi‘nin bulunduğu bölgeyi, Suriye ve Lübnan‘ı almıştı. Daha önce belirttiğim gibi, İngilizler Hindistan’dan Akdeniz’e doğru uzanan hattın kendi ellerinde olmasına özellikle önem veriyorlardı. Bu amaçla 1907 yılında İran’ı paylaşmak üzere Rusya ile anlaşma da yapmışlar, İran’ın güney kısmını nüfuzları altına almışlardı. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan bölge o nedenle kendileri için çok önemli idi. Zaten bu çerçevede Kıbrıs 1878 yılında, ondan dört yıl sonra da Süveş Kanalı ve Mısır Osmanlı’dan İngilizlere geçmişti.
Sykes–Picot, neredeyse imzalandığı andan itibaren İngiliz ve Fransızların sonrasında birbirlerine karşı çeşitli entrikalara giriştiği, bir anlamda kadük bir anlaşma haline geliyor. İngilizler Fransızların Suriye’yi almasından, karşı taraf da İngilizlerin Filistin’de olmasından hiç memnun olmuyorlar. Burada bu entrikaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama, meraklısı için heyecan içinde okunacak gelişmeler olduğunu söyleyebilirim. Bölge üzerine bu karşılıklı oynanan oyunlar, yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bile sürüyor. Örneğin, 2007 yılında ortaya çıkan bir MI5 gizli ajanının 1945 tarihli raporundan anlaşılıyor ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında, iki ülke sözde büyük müttefik oldukları zaman bile Fransa, Filistin’deki Yahudilerin İngiliz yönetimine karşı isyan etmeleri için para ve silah sağlıyor. 15 Nisan 1947 tarihinde Londra’da, Whitehall‘daki Koloniyal Ofisi’in binasına Yahudi teröristler tarafından konan ama, bir arıza nedeniyle patlamayan saatli bombada da Fransız desteği olduğu belirleniyor.
Günümüzde çok adları geçmese de, Filistin-İsrail sorununun kökeninin Britanya’nın 100 küsur yıl önceki politika ve uygulamalarının eseri olduğu çok açık. İngilizler bu duruma birkaç şekilde yol açıyorlar. Bunlardan bazılarına bakalım. Bölgede Arapların Osmanlı’ya karşı savaşmaları İngilizler için başlarda bir sorun oluşturuyor. Her şeyden önce, Müslüman halk Müslüman bir hükümdara karşı, üstelik Hristiyan yabancılarla birlikte savaşmak istemiyor. Başlarda önemli bir sorun olan bu durum Arap iş birlikçi, sözde liderler yaratılarak aşılıyor. Bir de İngilizler, Hindistan’da yönettikleri, İstanbul’daki Halife’yi sayan milyonlarca Müslümanın tepkisinden ve kargaşa çıkarmalarından ciddi şekilde çekiniyorlar. Savaş sırasında çok geniş bir coğrafyada savaştıkları için İngilizlerin kendi askeri güçleri yeterli değil. Çözüm olarak önce, Çarlık Rusya’sında ciddi eziyet gören Yahudileri askeri güç olarak kullanıyorlar. Sonradan onlara Doğu Avrupa’dan gelen Yahudiler de ekleniyor. 1917 yılına gelindiğinde İngilizler, bölgedeki stratejileri için o sırada dünyada giderek güçlenen Siyonizme destek vermenin ve Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının çok yararlı olacağı sonucuna varıyorlar. Bunun bir başka yararının da, Amerika’da çok güçlü olan Siyonistler sayesinde ABD’nin de savaşa katılması olacağını düşünüyorlar. İngiltere’nin bir Yahudi devletini desteklemesi konusunda önemli olan Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ve Siyonist hareketin geçmişi ve sonradan gelişimi konularına burada girmiyorum. Yalnız, Amerika’da hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Parti‘nin içinde örgütlenen Yahudilerin, Marlon Brando da dahil olmak üzere, Hollywood ve sanat dünyasını, daha sonra da İsrail devleti 1948 yılında resmi olarak kurulmadan önce Jean Paul Sartre gibi Fransız solcu aydınları bu amaç doğrultusunda misyoner gibi kullanmalarının etkileyici olduğunu söylemekle yetineceğim.
Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na geç girdiğini biliyoruz. Benim bu konuda daha önce bilmediğim ve ilgimi çeken konu, Amerika’nın savaşa girmesine ve tek tek Almanya ve Avusturya-Macaristan’a savaş açmasına rağmen hiçbir zaman Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmamış olması. Resmi belgelere göre bunun nedeni Amerika’nın, İstanbul’daki Robert Kolej‘e ve Suriye’deki Protestan Koleji‘ne bozulan ilişkiler nedeniyle bir zarar gelmesini istememeleri. Milyonlarca dolar harcadıklarını belirttikleri bu iki kurum onlar için resmi belgelere girecek kadar önemli görünüyor.
Başlangıçta Filistin’de hem Arapların hem de Yahudilerin bir arada ve İngiliz mandası altında yaşayabilecekleri düşünülüyor. Ancak, resmi gizli belgelerde de görüldüğü üzere, Yahudiler başından itibaren bölgeyi Araplardan temizlemeye kararlı görünüyorlar. Arapların mal ve can güvenlikleri kalmıyor. O kadar ki, bölgedeki İngiliz askeri yöneticiler Yahudilerin saldırganlıklarından ve terör eylemlerinden dolayı Londra’ya şikayetlerini bildiriyorlar. Aynı yöneticiler, Siyonizmin artık desteklenmemesi ve Filistin’e Yahudi göçüne bir son verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini de paylaşıyorlar. 1920’lerde Kudüs‘teki Ağlama Duvarı‘nın çevresi bir Müslüman mahallesi iken, kısa zamanda buraların yapısı değişiyor. Bir süre sonra Siyonistler terör eylemlerini İngiliz birliklerine de yöneltiyorlar. Bunların arasında, 22 Temmuz 1946 yılında Kudüs’te İngiliz Filisitin Manda yönetim karargahı olan King David Oteli‘ne yapılan ve 91 kişinin öldüğü, 46 kişinin yaralandığı saldırı da var. Yıllar öncesinden İsrail devleti’nin yöneticileri olarak bildiğimiz, Başbakanlar Menachem Begin ve Golda Meir gibi politikacıların bir dönem aşırı sağcı Siyonist eylemciler oldukları belirtiliyor. Aslında, İngiliz uzmanlar belgelerinde daha 100 sene öncesinden Filistin’deki Arapların bir gün yok olacaklarını öngörüyorlar.
Filistin konusunda eklemek istediğim son birkaç nokta var. Bunlardan ilki, bizim yaygın olarak sandığımızın aksine Filistinli Arapların hem 1948’de sona eren İngiliz Mandası’na hem de Yahudi yerleşimcilere karşı bir mücadele vermiş olmaları. Hatta, 1936 yılında Arapların ayaklanması nedeniyle İngilizler Filistin’de iki ayrı devlet olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. Ancak, çok boyutlu olarak gelişen tarihsel olaylar Filistinlilerin başarılı olmasını engelliyor. Bunlardan bir tanesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yerinden yurdundan olan, bir kısmı toplama kamplarından kurtulabilmiş, önemli sayıdaki Yahudi nüfusun bir yerlere yerleştirilme sorunu. Önemli bir kısmı, Sovyet işgali altında olan eski topraklarına dönemiyorlar ya da dönmek istemiyorlar. Kendi uğradıkları ekonomik yıkımla uğraşan galip ülkelerin hiçbiri de Yahudileri kitleler halinde topraklarına kabul etmeye yanaşmıyor. Bu durumda, Vadedilmiş Topraklar en iyi çözüm olarak görülüyor. Filistinli Arapların gücü ise, bölgeye neredeyse ayak basar basmaz saldırıya geçen Yahudi yerleşimcilerle mücadele etmeye yetmiyor. Diğer Arapların birleşip, destek olmamaları ise günümüzde bile merak ettiğim bir konu idi. Çeşitli mezhep ve çıkar ilişkilerinin yanında bazı Arapların Filistinlileri gerçek Arap değil, sadece Arapça konuşan bir halk olarak gördüklerini okumak ilginçti.
İsrail’in kurulmasına giden yolda Filistinlilerin toprak satması konusu da öyle basma kalıp bir şekilde değerlendirilecek bir konu değilmiş meğer. Gerçekte Sykes–Picot Anlaşması ile bölünen Orta Doğu’da, Filistin’deki büyük toprak sahiplerinin Lübnan’da ve Suriye’de kalması ve başında bulunamadıkları topraklarının Yahudi işgalciler tarafından istila edilmesi, Filistinli fakir çiftçilerin sabote edilen sulama yolları ya da sularının kesilmesi ile açlık sınırına gelip dayanmaları, Irak’tan getirilen petrol boru hattının Filistin topraklarından geçirilerek, Akdeniz’e ulaştırılması için yapılan sözde istimlakler gibi pek çok etmen varmış. Belgeler, zamanında yapılan konuşmalar ve görüşmeler günümüzde yaşananların neredeyse 100 yıl öncesinden planlandığını açıkça ortaya koyuyor. Filistin’e Yahudilerin göç etmesinde ve İsrail’in kurulmasında büyük rol oynayan Jewish Agency‘nin yöneticisi ve daha sonra İsrail’in ilk Başbakanı olan David Ben Gurion‘un 1937 yılında yaptığı bir konuşmanın şu bölümü buna bir örnek: “Filistin’de çoğunluk oluşturmak için oraya göç edeceğiz. Gerekirse zor kullanacağız. Ülke küçük gelirse, sınırlarımızı genişleteceğiz”.
Orta Doğu’da bugün var olan ülkeler ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinin anahtarı da yine 100 küsur yıl önceye kadar gidiyor. İngilizlerin Osmanlı’ya karşı bir unsur olarak kullanmak istedikleri kişilerin başında Mekke Emiri Şerif Hüseyin geliyor. Başta, 1852 yılında İstanbul’da doğan Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından Orta Doğu’daki Müslümanları kendileri adına toparlayacak bir dini lider adayı olarak görülüyor. Sultan II. Abdülhamit tarafından atanmış olan Şerif Hüseyin aslında önceleri Osmanlı’ya karşı olmayı hiç istemiyor. Ancak, Abdülhamit’i tahtan indiren İttihatçıların kendisini de derdest edeceklerini öğrenince, bu sefer İngilizlerle iş birliğine razı oluyor. Yalnız, karşılığında Hicaz Kralı yapılmasını şart koşuyor. Aslında, dini liderlik yanında siyasi bir liderlik de içeren bu talebi ne İngilizler ne de Fransızlar yerine getirmeye niyetli oluyorlar. Sykes–Picot anlaşması çerçevesinde verilen sözün daha en başından tutulmayacağı belli oluyor. Hüseyin 1916-1924 arasında Hicaz Kralı ünvanını alsa da, Ankara Hükümeti‘nin Halifeliği kaldırmasından sonra kendisini Halife ilan etmesi üzerine, Suudilerin itirazları sonucu İngilizler tarafından Kıbrıs‘a sürgüne gönderiliyor. 1931 yılında Ürdün’de oğlunun yanında ölüyor.
Şerif Hüseyin kendisi hayal ettiği gibi nüfuzlu bir kral olamıyor ama iki oğlu Orta Doğu’da yapay olarak yaratılan iki ülkenin kralı oluyorlar. Bunlardan birisi, Şerif Hüseyin’in yanında öldüğü Ürdün Kralı I. Abdullah diğeri ise, Irak Kralı Faysal. Irak’ta artık krallık yok ama Ürdün Krallığı aynı soydan hala devam ediyor. İlk krallarından başlamak üzere İngilizlerle iyi ilişkiler içinde olan Ürdün bugün de, bölgenin patronluğunu İngilizlerden devralan Amerikalılarla iyi ilişkiler içerisinde. Kral I. Abdullah İsrail resmen kurulmadan önce Golda Meir ile yaptığı gizli görüşmede nasıl Filistin topraklarını kendi aralarında bölüşmek üzere sözleştiyse, Ürdün devlet olarak bugün de Filistinlilerin acılarına oldukça mesafeli görünüyor. [Esasen, Kral I. Abdullah’ın Büyük Suriye Planı adını verdiği bir hayali vardı. İngiltere Filistin’den çekildikten sonra, Haşimi hanedanından, yani Peygamber sülalesinden bir kral sıfatı ile başkenti Şam olan ve Ürdün (o zaman Transjordan olarak geçiyordu), Suriye, Lübnan ve Filistin’i kapsayan toprakları yönetmek istiyordu. Bu nedenle, diğer Arap devletleri kendisine hiçbir zaman güvenmediler].
Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Faysal’ın Irak Kralı olması ise daha dolambaçlı bir yoldan oluyor. Başta İngilizler Hicaz Kralı Hüseyin’in oğullarından Faysal’ı daha yetenekli ve Araplara liderlik edebilecek kapasitede görüyorlar. Önceleri babası ile İngilizler arasında arabuluculuk görevi yapan Faysal daha sonra İngiliz istihbaratı ve özellikle Lawrence tarafından türlü oyun ve aldatmacalarla Arap ayaklanmasının mimarı olarak lanse ediliyor. Fransızların Sykes–Picot Anlaşması uyarınca Suriye’ye sahip olmasına hiçbir zaman gönüllü olmayan İngiltere buna engel olmak için, Suriye’nin Osmanlılardan alınmasını Faysal liderliğinde büyük bir Arap ayaklanmasıymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Buradaki amaç, o sıralar ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından çokça üzerinde durulan “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nı ileri sürerek, Suriye’de Fransız hakimiyetini önlemek ve kendilerine bağlı Faysal’ı Kral yapmak. Şam’a en önce giren ve şehri ele geçiren aslında İngiliz Mareşal Allenby olduğu halde, zaferi Faysal ve adamları kazanmış gibi göstermek için birkaç gün bekleniyor. Faysal ve adamları çoktan alınmış şehre şaşalı bir törenle giriyorlar. Bu planın baş mimarlarından Lawrence’ın tüm bu süreç boyunca Faysal’ın yanında olduğunu tahmin edebilirsiniz. Faysal’dan bir Arap milli kahramanı yaratmaya çalışan İngilizler hem gerçekte 3500 kişi olan yanındaki Arap kuvvetini 100.000 kişi olarak gösteriyorlar hem de sözde Suriye’nin kurtuluşundaki payını abartıyorlar. Gerçekte Suriyeliler tarafından hiçbir zaman benimsenmeyen Faysal 7 Mart 1920’de Suriye Kralı ilan edilse de, Nisan 1920’de yapılan Sanremo Konferansı ile Suriye ve Lübnan’da manda yönetimi haklarını pekiştiren Fransızlar Temmuz 1920’de onu Suriye’den atıyorlar. Faysal için her şey bitti diye düşünülürken, 13 Mart 1921 tarihinde yapılan Kahire Konferansı‘nda o güne kadar Mezopotamya olarak geçen bölgede Irak adı altında bir devlet kurulmasına ve başına kral olarak atanmasına karar veriliyor. Beklendiği üzere, Irak Krallığı İngiltere’nin ‘koruması altında’ olacak şekilde tasarlanıyor. Bölgedeki Şiiler zor ikna ediliyor. Sonucu sözde % 96 kabul olan göstermelik bir plesibit ile Faysal Ağustos 1921 tarihinde tahta çıkıyor. Doğrusu bu tören de Faysal’ın 1918’de Şam’a girişi gibi bir okul müsameresini andırıyor. İngilizler Irak için bir bayrak tasarlıyorlar. Ülkenin milli marşı olmadığı için törende İngiliz milli marşı (God Save the King) çalınıyor.
Burada sadece bir bölümünden söz ettiğim olayların dışında bir de Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru çıkan ve hâlâ dünya tarihinin en ölümcül pandemilerinden biri olarak kabul edilen İspanyol Gribi olayı var. Pandeminin bir bölümünün savaşa denk gelmesi nedeniyle hükümetler doğru bilgileri açıklamadıkları için bulaş ve ölüm rakamları konusunda kesin bir sayı verilemiyor. Bu nedenle, 1918-1920 yılları arasında 17 ila 50 milyon kişi arasında insan öldüğü tahmin ediliyor. İnsanlığın yakın zamanda yaşadığı COVID pandemisinden 100 yıl önce dünyayı saran İspanyol Gribi için ülkelerin birbirlerini suçlamaları da bir hayli ilginç. O dönem pandemiden dolayı Fransa İspanya’yı, İspanya Fransa’yı, ABD Avrupa’yı, Avrupa ABD’yi, İngiltere, karşılıklı savaşırken temas halinde olmaları nedeniyle Mareşal Allenby’nin bu yöndeki raporlarına dayanarak, Türkleri suçluyor.
Konu konuyu açtı ve yazı epeyce uzadı. Söz konusu iki kitap daha pek çok bilgi ve belge ile dolu. Konuya ilgi duyanların zevk ve zaman zaman hayretle okuyacaklarını düşünüyorum. İngiltere eğer, o zamanlar genç bir stratejist olan T. E. Lawrence’ın savunduğu gibi, Gelibolu’ya saldırmak yerine İskenderun‘a çıksaydı ne olurdu? Ya da, Churchill’in anılarında söz ettiği gibi, eğer Yunan Kralını sarayının bahçesinde bir maymun ısırıp ölümüne yol açmasaydı Llyod Gerorge hükümetinin sonunu getiren Anadolu’daki Kurtuluş savaşı nereye doğru evrilirdi? Sykes–Picot anlaşması ile somutlaşan, yüz yıl önce İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’yu paylaşma kavgaları aslında baştan ölü çabalar değil miydi? Nasıl olmuştu da daha önce Afrika‘yı aralarında cetvelle pay ettikleri emperyalist dönemin artık geçtiğini, dünyada ulusal aidiyet duygularının güçlendiğini kavrayamamışlardı?
Yazımı Barışa Son Veren Barış kitabından (s.565) David Fromkin’in çok beğendiğim bir yorumu ile kapatıyorum: Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’nın sosyal, politik ve kültürel olarak kendine gelmesi 1500 yıl sürdü. Koca bir imparatorluğun yıkılmasının yarattığı vakum Avrupa’da kanlı mezhep ve ulusal kimlik mücadelelerine sahne oldu. Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak Orta Doğu’da yaratılan boşluğun neden olduğu kargaşanın da sona ermesi ve bölgeye huzur gelebilmesi için daha çok vakit geçmesi gerekiyor…