Yeniden (6): Sicilya

Zaman hızla geçiyor. Sicilya‘ya gideli yakında iki sene olacak. O zamandan günümüze Sicilya’ya olan ilgi giderek arttı sanki. Bunu hem çevremde Sicilya’ya gidenlerin ya da ciddi olarak gitmeyi düşünenlerin sayısındaki artıştan hem de turizm şirketlerinin buraya yönelik çoğalan gezi programlarından gözlemliyorum. Bir dönem benzer bir durum Puglia için de yaşanmıştı.

Sicilya anılarımda, bugüne kadar gördüğüm ya da yaşadığım tüm ülkeler ve şehirler arasında, çok özel bir yer edindi. Üstelik, gezi sırasında her şey de toz pembe olmadı. Navigasyonun azizliğine uğrayıp dağ başlarında zifiri karanlık ve ürkütücü yollarda araba kullanmaktan tutun da bir trafik kazası geçirmekten ve yine ıssız bir yolda lastiğimizin patlamasına kadar bir sürü olumsuz sayılabilecek olay da yaşadık. Ancak tüm bunlara karşın, unutamayacağımız insanlarla da karşılaştık. Hiç ummadığımız hoşluklar yaşadık, iyilikler gördük.

Belli bir zaman diliminde gidilip, belli yerleri gezilen bir coğrafyayı her yönüyle tam olarak kavramak şüphesiz mümkün değildir. Öylesi geziler bir insanı o ülkenin uzmanı yapmaz. Ancak, araba ile yaptığımız on altı günlük gezimizin bize Sicilya’nın zengin tarihi, kültürü ve gastronomisi konusunda ortalamanın üstünde bir bilgi birikimi ve deneyim kazandırdığını düşünüyorum. Kuzey, güney, batı ve doğu olmak üzere tam bir tur şeklinde yapmaya çalıştığımız gezimizi gerek gitmeden gerekse döndükten sonra yaptığım araştırmalarla derinleştirmeye çalışmış ve sitemde on altı bölüm halinde yayınlamıştım. Yakın zamanda bu yazılarımın okunma sayılarında hızlı bir yükselme eğilimi gözlemledim. Bunun sonucunda, sitemdeki Sicilya yazı serisini tek bir paylaşım altında toplamamın okuyucularım için bir kolaylık olabileceğini düşündüm. Tüm Sicilya yazılarıma sırasıyla aşağıdaki linkleri kullanarak erişmeniz mümkün. Doğal olarak, herkesin gezi programı, görmek ve gitmek istediği yerler farklılık gösterecektir. Okuma seçiminizi buna göre yapabilirsiniz. Ancak, hem oldukça karmaşık Sicilya tarihini özetlediğim hem de adada gezmek konusunda genel bilgiler verdiğim ilk bölümü herkesin okumasını öneririm.

Son olarak, yazılarda sözü edilen kaldığımız otel ve restoranların kendi öznel seçimlerimizi yansıttığını özellikle belirtmek isterim. Her gezginin kişisel seçimleri, bütçesi, zevkleri farklı olacaktır. Ayrıca, o günkü yoğunluk, denk gelen servis elemanları ve benzeri unsurların bir birleşimi sonucu, değişik zamanlarda yaşanılan deneyim de farklılık gösterebilir. Aynı şekilde, biz gittiğimiz zaman Michelin yıldızlı ya da öneri listesinde olan bir restoranın daha sonra bu özelliğini kaybetmiş olması da mümkün.

Keyifli okumalar ve gezmeler dilerim…

Sicilya’da İki Hafta (1)

Sicilya’da İki Hafta (2): Cefalù

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-1

Sicilya’da İki Hafta (3): Palermo-2

Sicilya’da İki Hafta (4): Segesta, Monreale ve Castellammare del Golfo

Sicilya’da İki Hafta (5): Trapani ve Erice

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Sicilya’da İki Hafta (7): Bir Büyük Yazarın Evi ve Selinunte

Sicilya’da İki Hafta (8): Tindari ve Messina (1)

Sicilya’da İki Hafta (9): Messina (2) ve Efsanevi Bir Filmin Çekildiği Yer: Savoca

Sicilya’da İki Hafta (10): Ah! Taormina Ah!…

Sicilya’da İki Hafta (11): Vincenzo Bellini’nin Şehri: Catania

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da İki Hafta (13): Siracusa

Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Sicilya’da İki Hafta (15): Son Söz

Not: Bulunduğunuz ortamın internet erişim kalitesine ve hızına bağlı olarak, bazı resimlerin inmesi vakit alabilmektedir.

Sicilya’da İki Hafta (6): Tapınaklar Vadisi, Agrigento

Agrigento‘da sabah gözlerimizi pırıl pırıl ve erken saatte bile sıcak olan bir havaya açtık. Buraya gelme nedenimiz olan Tapınaklar Vadisi‘ni gezerken hava daha da ısındı. Arkeolojik kalıntıları gezerken zaman zaman ciddi şekilde zorlandık. Temmuz ve ağustos sıcağında gelenler ne yapıyorlar, hiç bilemiyorum. Ekim ayında olduğumuza inanmak gerçekten zordu.

Üst üste oldukça yoğun bir program izleyerek ve araba ile uzun mesafeler giderek geçen dört günün ardından, biraz olsun dinlenmiş hissettim kendimi. Kahvaltının terasta olacağı bize önceden bildirilmişti. Yukarı çıktık. Uzaktan yine bir gece önce çok güzel aydınlatılmış olarak gördüğümüz tapınaklar görünüyordu. Bizi İngilizce konuşan, genç ve sempatik bir erkek çalışan karşıladı. Tüm servisi de o yaptı. Daha sonra, yaşça daha büyük ve sadece İtalyanca konuşan bir hanım daha geldi. O daha çok işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyor gibiydi. Samimi ve cana yakın ama, biraz çekingendi. Yabancı dil bilmiyor olması bir etken olabilir diye düşündüm. Bizim dışımızda, bir iki masada daha kahvaltı yapan yabancılar vardı.

Otel odamızdan görülen tapınaklardan Hera Lacinia ya da Juno Tapınağı

Genç adam hem her masaya servis yapıyor hem de güler yüzle sohbet ediyordu. Kahvaltılar sırasında birlikte olduğumuz iki sabahın ardından, bu Sicilyalı gencin en büyük hayalinin Amerika’ya gitmek olduğunu öğrendik. Ancak, son yıllarda Amerika’ya kaçak gitmenin ve orada bir yaşam kurmanın zorlaşmış olması nedeniyle, önce Kanada’ya gitmeye karar vermişti. Bir tanıdığının yardımıyla orada kamyon şoförlüğü yapabileceğini, Kanada vatandaşlığı aldıktan sonra ABD’ye daha rahat yerleşebileceğini düşünüyordu. Neden Sicilya’dan gitmek istediğini sorduğumda bana, orada gençler için bir gelecek olmadığından söz etti. Çalışma alanlarının kısıtlı olduğunu, kendisinin daha iyi imkanlarla yaşamak istediğini söyledi. Hayranlıkla, büyükannesinin çocukluk arkadaşı olan bir kişiden bahsetti. Büyükannesi ile aynı köyden olan bu adam, yıllar önce Sicilya’dan kaçak bir şekilde ABD’ye gitmiş. Bir süre sağda solda çalıştıktan sonra, ABD vatandaşı olabilmek için Vietnam Savaşı‘na katılmış. Kendisine sunulan şart bu olmuş. ABD adına savaşması ve eğer hayatta kalırsa, bunun karşılığında vatandaşlık alması… (Bir yerde, Irak Savaşı sırasında da bu yöntemin kullanıldığını ve o nedenle ABD tarafından oraya gönderilen bazı askerlerin doğru dürüst İngilizce bile konuşamadıklarını okuduğumu hatırladım). Savaş dönüşü vatandaş olmuş ve New York’da NYPD’de (New York Polis Departmanı) uzun yıllar polis olarak görev yapmış. Emekli olduktan sonra New York’da bir restoran zinciri açmış ve çok zengin olmuş. Genç adam tüm bunları gözleri parlayarak anlattı bize…

Uzaklarda görünen Herakles Tapınağı

Terasın üstü bir tente ile kapatılmıştı. Kahvaltının sonuna doğru güneş de gittikçe yakıcı olmaya başlayınca, kalktık. Kaldığımız Dimora dei Templi, tapınakların bulunduğu Arkeolojik Park‘a (Parco Valle dei Templi Agrigento) araba ile birkaç dakikalık mesafede idi. Girişteki otopark turist arabaları ve özel arabalarla doluydu. Upuzun bir bilet kuyruğu ve adeta bir insan seli vardı. Ekim ayında bu denli bir turist kalabalığı beni oldukça şaşırttı. Kısa bir süre sonra biz de o kalabalığa karıştık.

Agrigento‘da Tapınaklar Vadisi‘nin gerisindeki çok katlı binalar

Günümüzün çirkin binaları uzaktan Tapınaklar Vadisi’ni sıkıştırmış olsa da, doğal bir eğimle denize doğru uzanan, zeytin ve badem ağaçları ile yabani kekik dolu bu arazinin bir zamanlar nasıl olduğunu hayal etmek hâlâ mümkün. Bu konuda en önemli etken hiç şüphesiz Concordia Tapınağı (Tempio della Concordia), çünkü söz konusu yapı, dünyada en iyi korunmuş şekilde günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi. Atina‘daki Hephaestus Tapınağı‘ndan (Theseion olarak da bilinir) sonra en sağlam şekilde ayakta kalmış antik Yunan döneminden kalma tapınak olduğu kabul ediliyor. Vadide Concordia’nın dışında, onun kadar sağlam kalmamış olsalar da, birkaç tapınak daha var. Sırtınızı modern Agrigento’ya verip, denize doğru baktığınızda gerçekten çok güzel bir manzara buluyorsunuz karşınızda. Özellikle gece, tapınaklar çok güzel aydınlatılıyor. İnsanın bakmaya doyamadığı, büyüleyici bir görüntü…

Muhteşem Concordia Tapınağı, dünyada en iyi korunmuş şekilde
günümüze ulaşmış antik Grek tapınaklarından birisi

Antik Çağ’da Akragas olarak bilinen Agrigento, M.Ö 580 yılında Rodos ve Sicilya’nın güneybatı bölgesindeki Gela kentinden gelen Grek koloniciler tarafından kurulmuş. Sicilya’da Grek kolonileri M.Ö. 735 yılından itibaren görülmeye başlanıyor ancak, bu erken koloniler adanın doğu tarafında kuruluyor. Adanın batı bölgeleri bir süre daha Fenikelilerin elinde kalmaya devam ediyor. (Eğer okumadıysanız, Sicilya tarihi le ilgili kısa bir özet için, serinin ilk yazısı olan Sicilya’da İki Hafta başlıklı yazımı okumanızı öneririm). Zenginliğinin doruğunda olduğu yıllarda Akragas (Agrigento), Atina ile rekabet edebilecek bir görkeme sahipmiş. Öyle ki, Grek şair Pindar burası için, “insanoğlunun oturduğu en güzel şehir” demiş. Kuruluşundan M.Ö. 5. yüzyılın sonuna kadar şehirde çok yoğun bir inşaat dönemi olmuş. Günümüze kalan eserlerin çoğu ve 12 kilometrelik, 9 giriş kapısı bulunan, şehir duvarları da bu döneme ait kalıntılar. Akragas ve Hypsas nehirlerinin arasında kurulmuş olan şehrin limanı (empórion) ise, bu iki akarsunun denize döküldüğü, günümüzde San Leone balıkçı köyünün bulunduğu, yerde imiş. Akragaslılar yaptıkları muhteşem tapınaklar kadar, zevk ve sefaya düşkünlükleri ile de ünlü olmuşlar. Filozof Plato bu konu ile ilgili olarak Akragaslılar için, “Sonsuza kadar kalmak üzere inşa ediyorlar ama, sanki yarın öleceklermiş gibi eğleniyorlar”, demiş.

Antik Agrigento kent duvarlarından bir bölüm

Akragas zaman içinde küçük bir yerleşim yeri olmaktan çıkıp, o dönem için büyük sayılan, 200.000’in üstünde nüfuslu bir şehir devletine dönüşmüş. Bu süreçte, Phalaris ve Theron isimli yöneticilerin altında diktatörlük dönemleri yaşadıktan sonra, filozof Empedokles‘in önderliğinde demokrasiye geçmiş. M.Ö. 406 yılında, Kartacalılar tarafından şehir yerle bir edilmiş ve Akragas 3. yüzyılın sonuna kadar bir daha kendine gelememiş. M.Ö. 264 ile 146 yılları arasında Kartacalılar ile Romalılar arasında yapılan Pön Savaşları sırasında Akragas için de çetin çarpışmalar olmuş. Sonunda, M.Ö. 210 yılında şehir Romalıların eline geçmiş. Romalılar, Akragas’ın adını Agrigentum olarak değiştirmişler ve büyük bir imar dönemi başlatmışlar. Tiyatro, meclis binası (bouleuterion) ve birkaç tapınak Romalıların döneminde yapılmış. Bu arada, yapılan inşaatlarla birlikte şehir, günümüzde Arkeoloji Müzesinin bulunduğu Aziz Nikolas tepesinin çevresine doğru kaymış. Civarda ortaya çıkarılan zengin villalarının da bu döneme ait oldukları saptanmış. Çeşitli arkeolojik buluntular üzerinde görülen yazılardan Agrigentum’un zenginliğinin en çok sülfür madenciliği, işlenmesi ve ticaretine dayandığı saptanmış. Sicilya’da en önemli sülfür madenlerinin bulunduğu Racalmuto, Agrigento’ya sadece yarım saat uzaklıkta bulunuyor. Bölgede binlerce yıl süren sülfür madenciliği Sicilya topraklarının bağrındaki bir başka trajedinin kaynağı…

Ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989)
Kaynak: www.mubi.com

Dünyada sülfürün kullanılmadığı bir üretimin neredeyse olmadığı belirtiliyor. Sicilya, volkanik yapısı nedeniyle sülfür açısından çok zengin bir ada. Talebin iyice arttığı Endüstri Devrimi sırasında Sicilya’daki sülfür daha da önem kazanmış. 19. yüzyılda dünyada kullanılan sülfürün %90’ı Sicilya’dan sağlanıyormuş. Ancak, endüstrileşen ülkeler zenginleşirken, ağır sömürü altında çalıştırılan Sicilyalılar bu zenginlikten hiç pay alamamışlar. Yerin altındaki madenlerde, 45 derece sıcakta, 6 yaşından başlayarak çalıştırılırlarmış. Aşağıda sıcak, sülfürün çıkardığı gaz ve rutubet nedeniyle güçlükle nefes alarak, çıplak olarak çalışıyorlarmış çünkü başka türlü bu şartlara dayanmak mümkün olmuyormuş. Çocuklar, özellikle dar tünellerden geçebildikleri için kullanılıyormuş. Küçük bedenleri ile sırtlarında taşıdıkları sülfür dolu sepetleri yukarı taşıyorlarmış. Sicilya dilinde carusu olarak adlandırılan bu çocuk işçilerin kullanımı II. Dünya Savaşı’ndan sonra bile devam etmiş. Çocuklar madenlerde sadece fiziksel güç olarak sömürülmemişler, cinsel istismara da maruz kalmışlar. Çalışma sırasında evlerinden bir hafta on gün boyunca uzak kalan madencilerin arasında çocuk işçiler bu tür şeyler de yaşarlarmış ve bu durum normal karşılanırmış. Bir sülfür madencisinin ortalama ömrü 40 yılmış. Kendisi de Racalmutolu olan İtalyan Komünist Partisi üyesi, ünlü Sicilyalı edebiyatçı Leonardo Sciascia (1921-1989) bu sömürü düzenine çeşitli kitaplarında değinmiş. Dünyada yer kabuğunun derinliklerinden ham petrol çıkarma teknikleri geliştikçe, sülfür bir yan ürün olarak elde edilmeye başlanmış. Bu çok daha ucuz ve güvenli yöntemin ortaya çıkması ile birlikte Sicilya sülfür üretimindeki tekel konumunu kaybetmiş. Sicilya’dan Amerika’ya olan büyük göçlerin en önemli nedeninin sülfür madenciliğinin bir kazanç kapısı olmaktan çıkması olduğu belirtiliyor. Şimdi biz, Agrigento tarihini özetlemeye devam edelim…

1950-1960’lı yıllarda Sicilya’da sülfür madeni işçileri
Kaynak: www.weirditaly.com

Geç Antik Dönem ve erken Orta Çağ arasında Tapınaklar Vadisi Hristiyanlar için bir mezarlık alanı haline gelmiş. Bizanslılar buradaki pagan tapınakları yerle bir etmişler. Bir tek, kiliseye dönüştürülen Concordia Tapınağı bu talandan kurtulmuş. Müslüman istilaları sırasında şehir, daha sonra modern şehrin gelişeceği yukarı kısımlara doğru kaymış. Bu sırada Tapınaklar Vadisi tarımsal üretim ve özellikle seramik üzerine çalışan zanaat atölyelerinin mekanı haline gelmiş. Antik alan bir yandan da inşaat malzemesi olarak kullanılmak üzere yapılan büyük bir talana maruz kalmış. Sonra, 18. yüzyıla kadar buralar terk edilmiş.

Hera Lacinia (Juno )Tapınağı
Yapımı M.Ö. 5. yüzyılın ortaları

UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer alan Agrigento’daki Arkeolojik Park alanında ilk karşınıza çıkan tapınak, Hera Lacinia Tapınağı. (Juno Tapınağı olarak da biliniyor). Bölgede bulunan çoğu tapınak gibi, hangi tanrı ya da tanrıçaya adandığı kesin olarak bilinmiyor. Romalı bir yazarın yanlış yorumlanan bir metni nedeniyle Hera Lacinia olarak anıldığı düşünülüyor. (Juno, tanrıça Hera’nın Roma mitolojisindeki adıdır). Dorik stildeki tapınağın M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı duvarlardaki kızılımsı izlerden tapınağın M.Ö. 406 yılındaki Kartaca saldırısı sırasında ciddi bir yangın geçirdiği sonucuna varılmış. Büyük olasılıkla Romalılar tarafından restore edilmiş. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çeşitli restorasyon projeleri yakın zamanlarda da farklı müdahaleler şeklinde devam etmiş.

M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda kent duvarlarına oyularak
yapılan Hristiyan mezarları

Parkın anayolunda ilerlerken sol kolda, M.Ö. 6. yüzyılda yapımına başlanan kent duvarını göreceksiniz. Duvarların kimi yerlerinde doğal kaya oluşumlarından yararlanılmış ve bunlara sadece duvar ilaveleri yapılmış. Duvarlara düzenli şekilde oyulmuş kovuklar ise, çok daha sonra, M.S. 3 ile 7. yüzyıllarda yapılmış Hristiyan mezarları. Bu mezarlara “arcosolia” deniyor. Alanda bu döneme ait katakomb ya da normal mezar şeklinde mezarlıklar da var. Romalılar döneminde ayrıca şehir duvarının yakınında sarnıçlar da yapılmış.

Concordia Tapınağı’nın yaklaşık olarak M.Ö. 5. yüzyılın
ikinci yarısında yapıldığı tahmin ediliyor

Bir sonraki tapınak, daha önce sözünü ettiğim muhteşem Condordia Tapınağı. Hera Lacinia Tapınağı gibi, bu tapınağın da ismini bir yanlış yorumlama sonucu aldığı belirtiliyor. Yine Dorik tarzda yapılmış olan Concordia Tapınağı aşağı yukarı M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Kısa kenarlarında altı, uzun kenarlarında on üç sütun bulunuyor. Tapınak, M.S. 6. yüzyılın sonlarına doğru, Agrigento Piskoposu Gregorio tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Aziz Peter ve Aziz Paul’e adanmış. Uzmanlara göre, bu sayede günümüze kadar yok olmadan ayakta kalmış.

Concordia Tapınağı farklı açılardan insanı büyüleyen bir yapı

Herkesin fotoğraf çekmek için birbiri ile yarıştığı, görsel olarak son derece etkileyici Concordia Tapınağı’nın önünde yan yatmış bronz bir heykel bulunuyor. Sizler de çeşitli yayınlarda bu heykeli görmüş olabilirsiniz çünkü, arkasındaki tapınak ile birlikte, oldukça ünlü bir kareyi oluşturuyor. Önünde fotoğraf çektirmek için insanlar dakikalarca sıra beklemeye razılar. İtiraf edeyim, ben de bekledim. Bu sırada, fotoğraf için poz veren bazı Amerikalı kadın turistlerin esprilerini oldukça kaba ve bayağı bulduğumu söylemeliyim. Kimisi de, heykelin de tarihi bir eser olduğunu sanıyordu. Oysa, “Düşen Ikarus” heykeli, Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014), 2011-2013 yılları arasında Agrigento Tapınaklar Vadisinde, özel bir kişisel sergi kapsamında sergilenen 17 eserinden birisi. Bu heykel, sergi sona erdikten sonra burada bırakılmış.

Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın “Düşen Ikarus” heykeli

Bir sonraki (M. Ö. geç 6. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen) Herakles Tapınağı, Agrigento’daki en eski tapınak olarak kabul ediliyor. 1835 yılında burada yapılan kazılarda bulunan Roma dönemine ait bir heykel, tapınağın Romalılar döneminde değişiklik geçirdiğine ve burada Asclepius kültünün hakim kılındığına bir işaret olarak görülüyor. Aslında şehir duvarlarının dışında, ancak uzaktan ya da özel izinle görülebilen, Asclepius’a (Apollo‘nun oğlu olan, Yunan mitolojisindeki Tıp Tanrısı) adanmış ayrı bir tapınak da var. 1922-1924 yılları arasında, İngiliz ordusunda görevli Sir Alexander Hardcastle‘ın insiyatifi ile, Herakles Tapınağında çeşitli restorasyon çalışmaları yapılmış. Hardcastle, Girgenti‘ye (Agrigento’nun o zamanki adı) 1921 yılında, tıpkı kendisinden çok önce buralara gelen Alman edebiyatçı, eleştirmen, tiyatro direktörü ve devlet adamı J.W. Goethe (1749-1832) ve daha pek çok gezgin gibi, ılıman iklimi ve buradaki arkeolojik kalıntıları görmek için gelmiş. Kısa bir süre sonra, daimi olarak yerleşmeye karar vermiş ve Concordia Tapınağı ile Herakles Tapınağı arasında bulunan araziye bir villa yaptırmış. Adını Villa Aurea koymuş. Günümüzde bu evde arkeolojik parkın idari ofisleri bulunuyor. Bahçesini gezebiliyorsunuz. Hardcastle, o sırada Tapınaklar Vadisi’nde yapılan kazıları finanse ederek, Herakles Tapınağı’nın sekiz sütununun ayağa kaldırılmasını ve başka birçok eserin toprak altından çıkarılmasını sağlamış. Ayrıca, onun sayesinde bazı tapınakların çevresine ya da üstüne yapılan evler boşaltılarak, yıkılmış. 1933 yılında öldüğü zaman, şehrin Bonamorone Mezarlığı’nın, kendi keşfettiği antik Grek şehir duvarlarına en yakın bölgesine gömülmüş.

Herakles Tapınağı, Tapınaklar Vadisi’ndeki en eski tapınak kabul ediliyor
(M. Ö. geç 6. yüzyıl)
Villa Aurea
Herakles Tapınağı’nın yakınındaki Theron’un Mezarı
Uzaktan görülebilen yapının daha önce tepesinde bir kule olduğu tahmin ediliyor. Mezarın aslında M.Ö. erken 5. yüzyılda yaşamış olan Akragaslı (Agrigentolu) diktatör Theron ile hiçbir ilgisi olmadığı belirtiliyor. Bu isim büyük olasılıkla yanlışlıkla verilmiş çünkü, mezarın aslında çok daha sonra, Helenistik dönemde (M.Ö.323-M.Ö. 32) yapıldığı düşünülüyor.

Agrigento Tapınaklar Vadisi’nde adandığı tanrı antik kayıtlara geçmiş ve bu nedenle kesin olarak bilinen tek tapınak, Zeus Tapınağı. Bugün bir taş yığını olsa da, zamanında Batı Grek Dünyası’nın en büyük tapınağı olduğu belirtiliyor. Bazı kayıtlar, M.Ö. 210 yılında Agrigento’yu ele geçiren Romalıların, saldırılara devam eden Kartacalılara karşı bu yapıyı bir kale gibi kullandıklarını belirtiyor. Tapınağın içinde bazı bölümlerin Romalılar tarafından sarnıca dönüştürülmüş olması bu nedenle olabilir. Ne yazık ki, 6000 metre kareyi kaplayan bu tapınak, Orta Çağ’dan itibaren bir taş ocağı olarak kullanılmış. 18. yüzyılda da, Agrigento’ya bağlı bir yerleşim yeri olan Porto Empedocle‘nin liman inşaatı sırasında epeyce talan edilmiş. Kısa kenarlarında 7, uzun kenarlarında 14 sütun olan tapınağın bir özelliği de, ana sütunların arasında 38 tane Telamon olması. Telamon mimaride, erkek figürü şeklinde yapılmış dev boyutlardaki taşıyıcı sütunlara verilen isim. Bunlara ayrıca, Yunan mitolojisine gönderme yapılarak, Atlas da denebiliyor. Bilindiği gibi, bir Titan olan Atlas, Zeus’a başkaldırmış ve diğer Titanlarla birlikte yenilmiş. Bu yüzden Zeus onu, evreni sırtında taşımakla cezalandırmış. Agrigento Tapınaklar Vadisi’ndeki Zeus Tapınağı’nda bulunan 8 metre boyundaki Telamonlar da dev tapınağın yükünü taşıyorlarmış. Tapınağın Greklerin Kartacalılara karşı kazandığı Himera zaferinden (M.Ö. 480) sonra yapıldığını düşünen bazı kaynaklara göre, söz konusu Telamonlar Kartacalıları da temsil ediyor olabilirler.

Zeus Tapınağı
Tapınağın yapımında vinç gibi kullanılan dev makaraların izleri
Zeus Tapınağı’nın 38 Telamon’undan birisi arkeolojik alanda yerde yatıyor


Zeus Tapınağı’nın alanında yerde yatık olarak bir araya getirilmiş bir Telamon var. Ancak, bu heykel sütunların boyutlarını kayrayabilmek ve yıkılan tapınağı gözünüzde canlandırabilmek için, şehrin Aziz Nikolas tepesinde bulunan Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ni ziyaret etmeniz gerekiyor.

Yaklaşık 8 metre yükseklikleri olduğu belirtilen Telamon’ların gerçek boyutlarını ve konumlarını kavrayabilmek için Pietro Griffo Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne gitmek gerekiyor
Kazılardan çıkarılmış Zeus Tapınağı’na ait Telamon başları
Tapınağın maketi Telamon’ların orijinal konumlarını kavramanızı sağlıyor

Tapınaklar Vadisi için aldığınız bilet ile aynı zamanda arkeoloji müzesini de gezebiliyorsunuz. Ancak bunun için ya Via dei Templi‘yi izleyerek yokuş yukarı yürümeniz ya da arabanız ile gitmeniz gerekiyor. Giderken bu bölgenin, daha önce sözünü ettiğim, şehrin Romalılar tarafından genişletilen (ve Roma-Helen olarak adlandırılan) bölümü olduğunu hatırlamakta yarar var. Sadece uzaktan ya da özel izin ile görülebilen, Romalılardan kalma, tiyatro ve meclis binası da yine bu tarafta. Biz, sıcak havada doğal olarak, araba ile gitmeyi tercih ettik fakat önce bir öğlen yemeği yedik. Yemekte ne yediğimizi değil ama, içtiğimiz güzel birayı not etmişim. Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bir bira olan Tİ-Mİ-Lİ, Etna Yanardağı’nın eteklerinde üretilmiş ve şişelenmiş. Bu işlenmemiş ve pastörize edilmemiş bira, 2500 yıldan beri ismini aldığı timilia dahil 5 antik Sicilya tahılından (timilia, yulaf, çavdar, buğday gevreği, kepekli arpa) üretilmektedir. Yüksek fermentasyonlu biralarda görülen güçlü ve güzel acı tart bir lezzeti vardı.

Kitonik Tanrılar (Yeraltı Tanrıları) Kutsal Alanı
Kentin 5. kapısına yakın olan bu alanın M.Ö. 6. yüzyıl boyunca çeşitli zamanlarda yapıldığı düşünülüyor. Alan içindeki bu Dorik tapınak, Yunan ve Roma mitololojilerinde aynı anne (Leda) ama farklı babalardan (Zeus ve Sparta kralı Tyndareus) olma ikiz kardeşlere atfen Castor ve Pollux Tapınağı olarak adlandırılmış. Ancak uzmanlar, M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan tapınağın aslında yeraltı tanrıları Demeter ve kızı Persefon‘a adanmış
olması gerektiğini düşünüyorlar.
Aynı alan içinde bulunan sunak altarı
Filtresiz, çift-malt, kırmızı, craft (butik) bira Tİ-Mİ-Lİ

Agrigento’nun Arkeoloji Müzesi, çok büyük olmamakla beraber, çok güzel bir müze. Müzeye ismi verilen Pietro Griffo, 1941 ve 1968 yılları arasında Agrigento’da kazı ve bölge müdürlüğü yapmış bir arkeolog. Mimar Franco Minissi tarafından tasarlanan müze binası, 1967 yılında kapılarını açmış. Müze alanı içinde 14. yüzyıldan kalma ve Aziz Nikolas Kilisesi‘nin bir uzantısı olan bir manastır da var. Müzede, Agrigento kazılarından çıkarılanların yanında, özel koleksiyonlardan ve müzelerden satın alınmış 5000 civarında eser sergileniyor. Bunlar, kronoloji ve topografyaya göre tasniflenmiş olarak, 17 salonda sergileniyorlar.

M.Ö. 7 yüzyıldan kalan bu altın tas ve yanındaki iki yüzük uzmanlar tarafından Fenike-Kıbrıs sanatının en güzel örnekleri arasında gösteriliyorlar. Yüzüklerden solda olanın üstünde buzağısını emziren bir inek, diğerinde ise yürüyen bir kurt resmedilmiş.
Büyük olasılıkla Gela‘da yapılmış, M.Ö. 7 yüzyılın ikinci yarısına ait bir dinos. O dönemde doğrudan kadehten şarap içmek ayıp sayıldığı için, önce dinos olarak adlandırılan bu kaplarda şarap ve su karıştırılırmış. Kabın üzerindeki üç bacaklı Triskeles deseni aslen Greklerde güneşin dönüşünü ifade eden bir astronomik sembol ve uğur işareti imiş. Daha sonra, Sicilya’nın üç coğrafi burnunu temsil etmek için kullanılmış. Günümüzde Sicilya bayrağında (Trinacria) da bu sembol var.
Üzerinde saçlarının bir kısmı ve tacı bulunan kafatası
(M.Ö. 5. yüzyılın sonu)

Müzede yaklaşık iki buçuk saat kaldık. Sicilya’ya gelmeden önce, akşam saat sekiz buçuk için çok özel bir restorana rezervasyon yaptırmıştık. Daha birkaç saat vaktimiz vardı. Bu süreyi, Agrigento’ya yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan Scala dei Turchi‘yi (Türk Merdivenleri) görmeye giderek değerlendirmek istedik. Kireçtaşı bazlı, jeolojik bir oluşum olan Scala dei Turchi’nin Türklerle ilişkilendirilmesi, bir zamanlar Türk korsanların denizde kopan fırtınalardan korunmak için gemilerini buraya demirlemelerinden kaynaklanıyor. Resimlerde son derece güzel görünen bu yere gitmek için tekrar Via dei Templi’den yokuş aşağı, sahile doğru inmemiz gerekiyordu. Rotamızı belirleyip, müzenin otoparkından çıktık.

Müze zengin bir Antik Yunan seramik koleksiyonuna sahip

Ne yazık ki, Scala dei Turchi’yi görmek kısmet değilmiş… Otoparktan çıktıktan sonra, yan yoldaki DUR işaretine uyarak soldan gelen trafiği kontrol edip, anayola çıkıyorduk ki, aniden yukarıdan son sürat aşağı doğru beliren bir araba sol ön çamurluktan bize çarptı. Hemen durduk. Bize çarpan araba da biraz ileride durdu. Bu tür trafik kazalarında insanın sinirleri zaten geriliyor. Siz buna bir de kazanın yabancı bir ülkede olmasının stresini ekleyin. Sakin olmaya çalışarak, arabadan inmeye yelteniyorduk ki, bize çarpan arabanın ön yolcu koltuğundan yaşı epeyce ileri ama süsü püsü yerinde bir kadın indi ve bir yandan ellerini kollarını sallayarak, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırarak bize doğru gelmeye başladı. Şoför tarafından da yaşlı bir adam indi. O da kadın gibi davranma gayretindeydi ama, takınmaya çalıştığı tavır üzerinde biraz eğreti duruyordu. Daha çok tedirgin ve ürkek bir tavrı vardı. Arabadan indik. Yaşlı kadın sürekli bağırıyordu. Kâh DUR işaretini gösteriyor kâh yoldan geçerken yavaşlayan arabalara bizi şikayet ediyordu. İtalyanca, neden bağırdığını sordum. Aynı soruyu yaşlı adama da sordum. Biraz sakinleştiler. O arada onların arabadan bir yaşlı kadın daha indi ve üstümüze gelmeye başladı ama, benim birkaç cümlemden sonra tekrar arabaya binmesi çok uzun sürmedi.

Bizim araç kiraladığımız şirketten kasko sigortamız vardı. Tek yapılması gereken, bize verilen bir formu doldurmamız ve karşı tarafa da imzalatmamızdı. Buna müthiş itiraz ettikleri gibi, iki arabanın fotoğrafını çekmemizi de engellediler. Bu bağırış çağırış bir süre devam etti. Bu arada kadın sürekli birilerini arıyordu. Anlaşılan bir yere gezmeye gidiyorlardı. Günlerinin rezil olduğunu söyleyerek sürekli bizi şikayet ediyordu. Arada bize de, “Carabinieri“yi (Jandarma) çağıracağını söyleyip duruyordu. Ne amaçla yaptığını bilmiyorum ama, blöf yapıyordu herhalde ki, ben birkaç kez derhal çağırmasını söyleyince önce bir durakladı, sonra telefon etti. Beklerken, onların arabayı biraz inceleyince, her yerinin vuruk olduğunu gözlemledik. O sırada eşim de bir yandan, arabayı kiraladığımız uluslararası şirketin müşteri hizmetlerine ulaşmaya çalışıyordu. Uzun süre telefona yanıt veren olmadı. Sonra telefona, sürekli ezberlediği İngilizce aynı kalıp cümleleri tekrarlayan birisi çıktı. Tek elle tutulur önerisi, çekici göndermekti. Oysa çekiciye gerek yoktu. Bir çözüm önermeden, on dakika sonra arayacağını söyleyerek, telefonu kapattı.

Gidemediğimiz Scala dei Turchi
Kaynak: iStock

Çok uzun olmayan bir bekleyişten sonra, içinde iki Carabinieri bulunan, lacivert bir araba geldi ve bize çarpan arabanın önünde park etti. Jandarmalardan biri arabadan indi ve bize doğru geldi. Bizim yaşlı kadın yine bağırarak, kendini onun önüne attı ve şikayet etmeye başladı. Bunun üzerine, çok özenle ütülenmiş üniformalı, yakışıklı ve kibar jandarma kadını eliyle işaret ederek durdurdu, sakin olmasını, her iki tarafı da dinleyeceğini ama soruları kendisinin soracağını söyleyerek, kibarca ikaz etti. Önce, her birimize ayrı ayrı yaralı olup olmadığımızı sordu. Sonra, her iki arabanın sürücü ve tüm yolcularının kimliklerini istedi. Kibar ama otoriter bir tavrı vardı. Önce karşı tarafı, sonra beni dinledi. Bu sırada benim en büyük dileğim, jandarmanın milliyetçi duygulara kapılmadan, en azından tarafsız davranması idi. Bizim arabanın vurulan kısmına bakarken, ufak bir mimiği bizi umutlandırdı çünkü bu, bizim değil, karşı tarafın suçlu olduğunu ima eden belli belirsiz bir hareketti. Jandarmaya diğer sürücünün, vergi pul parası ödemek istemediği için, formu doldurmayı reddettiğini söyledim. Bunun anlamsız olduğunu çünkü, böyle bir pul parası olmadığını söyledi.

Saatler ilerlemeye başladı… Bu arada tek iyi olay, başka bir arabanın gelip, iki yaşlı kadını gidecekleri yere götürmesi oldu. Belki bir davete ya da yemeğe gidiyorlardı. Onlar gidince, ortalık sakinleşti. Yaşlı adam da daha bir kibarlaştı. Sanırım karısının yanında, kendisinden beklendiği gibi davranmaya çalışıyordu. Carabinieri önce, bu iş kayda geçerse ve biz suçlu bulunursak, hem bizim hem karşı tarafın masraflarını ödemek zorunda kalacağımızı söyledi. Tam kapsamlı kaskomuz olduğunu söyleyince ve formu doldurursak bir şey ödemeyeceğimizi belirtince, bu sefer adamla bir köşede uzun bir konuşmaya girişti. Zararlı çıkacağımız bir durum olmaması için konuşulanları izlemeye çalışıyor ama, her şeyi de duyamıyordum. Sonunda, nasıl oldu bilmiyorum, Carabinieri adamı ikna etti. O zamana kadar arabadan hiç inmemiş olan arkadaşına haber verdi ve bundan sonrasını ona devretti. Bu ikinci jandarma, şaşırtıcı bir şekilde, iyi İngilizce konuşuyordu. İtalya’da böyle bir şeye büyük şehirlerde bile rastlamanız oldukça düşük bir olasılıktır. Agrigento’da İngilizce bilen bir jandarma ile karşılaşmamız oldukça sıra dışı idi. Öte yandan, ilk jandarma kimliklerimizi ona götürdüğü halde o zamana kadar olaya niye müdahale etmedi, bilmiyorum.

Sonunda, formlar bizim arabanın kaputunun üstüne yayıldı ve doldurulmaya başlandı. Sonradan gelen jandarma, formun her maddesini hem diğer sürücüye açıklayarak hem de bize İngilizceye çevirerek doldurttu. (Evet, o uluslararası ünlü araç kiralama şirketinin kaza için koyduğu formlar tamamen İtalyanca idi!) Ben de anlayabildiğim kadarıyla formu izlemeye ve bir şey kaçırmamaya çalıştım. Günlük hayatta İtalyanca iletişim kurabilmek başka bir şey, araba ve sigorta terimlerini bilmek bambaşka bir şey. Yine de, aleyhimize olabilecek bir iki yerde itiraz ettik ve değiştirttik. Formu doldurmak bu şekilde epeyce sürdü. O sırada ilk Carabinieri benimle sohbete başladı. Nerede kaldığımızı, kaç gün kalacağımızı, Sicilya’yı beğenip beğenmediğimizi, İtalyancayı nerede öğrendiğimi ve benzeri sordu. Sinirlerim gevşedi. Biraz rahatladım. Nihayet form dolduruldu, imzalar atıldı. Yaşlı adam kibar bir şekilde benimle vedalaştı ve güzel bir akşam geçirmemizi diledi. Yanında eşi olmayınca epeyce değişmişti! Carabinieri’ler de aynı kibar dileklerde bulunup, olay yerinden ayrıldılar. Tüm bunlar olurken, aradan iki buçuk saat geçmiş ve bizi kiralama şirketinden arayan, soran kimse olmamıştı. Tam biz de oradan ayrılıyorduk ki, telefon çaldı. Yine çekici isteyip, istemediğimizi sordular…

La Terrazza degli Dei‘den muhteşem Concordia Tapınağı manzarası
Kutlama tatlısız, tatlı da (eğer İtalya’da iseniz) yanında güzel
bir tatlı şarabı olmadan olmaz…

Akşam yemeği için çok özel bir yere rezervasyonumuz olduğunu belirtmiştim. Kaza nedeniyle biraz gerilmiş olsak da, aynı zamanda bir Michelin restoranı olan La Terrazza degli Dei‘ye gitmeden, her şeyi geride bırakarak, güzel bir gece geçirmeye karar vermiştik. “Tanrıların Terası”, beş yıldızlı otel Villa Athena‘ya ait bir restoran. Otel, Tapınaklar Vadisi Arkeolojik Park’ının içinde (Via Passeggiata Archeologica, 33), ayrı bir girişi olan bir yer. Binanın kendisi de 18. yüzyıldan kalma eski bir konut. Villa Athena ve restoranı Terrazza degli Dei’nin en büyük ayrıcalığı konumu nedeniyle sahip olduğu manzara olsa gerek. Zira buradan, 2500 yıllık Concordia ve Juno tapınaklarının muhteşem bir görüntüsü var. Biz de bu gerçekten büyülü ortamda çok güzel bir akşam yemeği yedik. Binayı çevreleyen zeytin ve badem ağaçlarının ürünlerinin kullanıldığı çok lezzetli yemekler yedik. Teras yine Amerikalılarla doluydu. O akşam yemekte, Donnafugata şaraphanesinin adanın güney batısında ekilen Nero d’Avola, Syrah, Petit Verdot üzümlerinden ürettiği Mille e una Notte (Bin Bir Gece) 2015 şarabını içtik. Rezervasyon sırasında o gecenin bizim için özel olduğunu belirttiğim için, yemek sonrası ufak bir pasta ve yanında yine Donnafugata’nın Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği Ben Ryé Passito di Pantelleria tatlı şarabından ikram ettiler. Bir de, kendi kullandıkları özel zeytinyağından orta boy bir şişe hediye ettiler. Asıl sürpriz ise en sonda oldu. O zamana kadar profesyonelce çok iyi bir servis veren ama oldukça donuk bir yüz ifadesi ile mesafeli duran garsonumuz önce, fonda tapınakların olduğu poz poz fotoğraflarımızı çekti. Sonra, terası çevreleyen çiçek ve sarmaşıklardan bana kendi elleri ile minik bir buket yaptı. İtalyan erkeklerinin o neşeli ve nüktedan haliyle “Karıma söylemeyin”, demeyi de ihmal etmedi…