Geçip Giden Bir Picasso Sergisinin Ardından…

Eminim, başlığı gören çoğu kişinin ilk aklına gelen 24 Kasım 2005-26 Mart 2006 tarihleri arasında İstanbul’daki Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso İstanbulda sergisi olacaktır. Hatırlarsanız, o zaman adeta yer yerinden oynamış, sergiyi gezmek için Doğu illerimizden bile otobüslerle vatandaşlarımız İstanbul’a akın etmişti. Serginin önemi büyüktü. Türkiye’de ilk olarak sanat tarihinin büyük sanatçılarından birisinin, üstelik geniş kapsamlı, bir sergisi düzenlenmişti. Uzun kuyruklar bize vız gelmiş, sergiyi yarı inanamamazlık yarı çocuksu bir sevinçle gezmiştik. Öte yandan, kanımca serginin bu kadar ilgi görmesinde bir diğer etmen daha vardı. Serginin İstanbul’da olması…

İstanbul, neredeyse 100 yıldır ülkenin başkenti değil. Buna karşın, pek çok alanda merkez olma niteliğini hala sürdürüyor. Sanat ve kültür de bunların arasında. Dünya çapında festivaller, sergiler ve konserlerle bu iddiasını fazlasıyla hak ediyor. Öte yandan, sanat ve kültür alanında ülke genelinde de artık geçmiş yıllarla karşılaştırılamayacak ölçüde kaliteli projeler gerçekleştiriliyor. Ne var ki, İstanbul dışında olmaları sebebiyle gerekenden çok daha az ilgi görüyorlar. Medyada daha az yer bulabiliyorlar.

Pablo Picasso (1881-1973)
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Genel olarak, bitmesine az süre kalan ya da geçmiş sergiler hakkında yazmıyorum. İlgi duyabilecek insanlara gezmeleri için haber vermek açısından geç olduğunu düşünüyorum. Ancak şimdi, Yılbaşı için gittiğimiz İzmir’de tesadüfen, kapanmasına birkaç gün kala, gezdiğimiz bir sergi için bu kuralımı bozuyorum. Çünkü, 18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında, İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde yer alan Picasso: Gösteri Sanatı sergisinin, geride kalmış olsa da, insanların haberdar olması gereken bir proje olduğunu düşünüyorum. Bu muhteşem serginin yeteri kadar ilgi görmemiş olması açıkçası beni çok üzdü. Bu da en az Sabancı Müzesi’ndeki sergi kadar, başka şehirlerden akın akın gidilecek bir sergi idi. Ama işte, yukarda belirttiğim gibi, sergi yerinin İstanbul yerine İzmir’de olması kanımca bunun başlıca nedeni. Araştırınca, sergi hakkında basında yer almış birkaç kısa yazı buldum. Ancak, bunların önemli bir kısmı yerel gazeteler. Büyük gazetelerde ise, bazı köşe yazarları yazılarında birkaç satır ile geçiştirmişler. Öyle anlaşılıyor ki, basılı ve görsel basınımız sergiyi Türkiye genelinde tanıtımını yapmaya değer görmemiş. Madem ki İstanbul’da değil, o zaman o kadar da önemli olmasa gerekir düşüncesi ile…

Arkas Sanat Merkezi-İzmir

Sergi hakkında en kapsamlı yazı, 21 Eylül 2019 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde Aynur Tarhan tarafından yazılmış. Yazar, “Yaşasın İzmir, Yaşasın Picasso!” başlıklı yazısında şu satırlarla biz İstanbullu sanatseverlerin benmerkezciliğini ne güzel ifade etmiş. “Sevgili İstanbullular, sergilerinize, bienalinize geliyoruz, seviyoruz. Ama artık sizi sadece Çeşme’ye, Alaçatı’ya değil, şehrimizin sanatına, sanatçısına da bekliyoruz”. Genelleme yapmam doğru olmaz. Eminim, hem bu sergiden hem de İzmir’in diğer etkinliklerinden haberdar olan, giden İstanbullular vardır. Ben sadece kendi adıma bu zarif sitemden dolayı utandım. Sergiden daha önce haberim olmadığı için üzüldüm. Ama neyse ki, kapanmasına birkaç gün kala, tamamen şans eseri, gezebildim.

Akrobat (1930)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Paris-Picasso Ulusal Müzesi’nin 2017-2019 yılları arasında gerçekleştirdiği “Picasso-Mediterranee” isimli projenin bir parçası olarak düzenlenmiş. Çok yönlü ve çok disiplinli kültürel bir program çerçevesinde, temel olarak Picasso ve Akdeniz arasındaki zengin bağa dikkat çekilmesi amaçlanmış. İki yıl boyunca düzenlenen sergiler, sempozyumlar ve toplantılar ile yeni araştırma alanları oluşturulmaya çalışılmış. Bu arada, Akdeniz’in çeşitli kentleri arasında bir yakınlaşma da hedeflenmiş. Dokuz ülkeden yetmişin üzerinde kurumun desteği ile, çeşitli Akdeniz şehirlerinde kırk beşin üzerinde sergi düzenlenmiş. Projede Türkiye’yi temsil eden tek kurum Arkas Sanat Merkezi (ASM) olmuş ve böylece, projenin kapanış sergisi olan bu muhteşem sergiye de ev sahipliği yapmış. Serginin özellikle, ücretsiz olduğunun da altını çizmek isterim. Arkas Sanat Merkezi’nin, 13 Şubat-28 Temmuz 2019 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlediği “Arkas Koleksiyonu’nda Post-Empresyonizm” sergisi de ücretsizdi. MSGÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde açılan sergide yer alan inanılmaz tabloların yanında (doğrusu bu sergiye kadar, ülkemizde bu tür değerli tabloları içeren bir koleksiyon olduğunu hayal bile etmemiştim), halka bu hizmetin ücretsiz sunulmasını da çok takdir etmiştim. Sonradan öğrendim ki, kuruluşundan beri düzenlenen sergilerin ve diğer uluslararası projeler çerçevesindeki etkinliklerin ücretsiz olması ASM’nin misyonunun bir parçası.

Arkas Sanat Merkezi-İzmir

ASM, İzmir’deki tarihi Fransa Konsolosluğu binasının deniz tarafında bulunuyor. Bu görkemli bina, 1906 yılında mimar Emmanuel Pontremoli tarafından inşa edilmiş. Binanın bir özelliği, İzmir’in 1922 yangınından kurtulan nadir binalardan birisi olması. Ancak bina yıllar içinde epeyce yıpranmış. Arkas Holding’in 2010 yılında üstlendiği restorasyondan sonra hak ettiği ihtişamlı haline dönmüş. Bunun karşılığında Fransız Hükümeti tarafından 20 yıllığına Arkas Holding’e tahsis edilmiş. Kasım 2011 tarihinden beri Arkas Sanat Merkezi olarak kullanılıyor.

Pablo Picasso tutkunu olduğu boğa güreşlerinde
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Sergi, adının da ima ettiği üzere, Picasso’nun gösteri sanatı için veya ondan etkilenerek yarattığı eserleri kapsıyordu. Eserlerin tamamına yakını Paris’teki Picasso Müzesi’ne (Musee National Picasso-Paris) aitti. Özel koleksiyonlardan ödünç alınmış az sayıda eser de vardı. Paris’teki Picasso Müzesi’ni 1990 yılının Mart ayında gezmiştim. O günden beri aklımdan çıkmadı. O kadar etkilenmiştim ki, her nedense, Barcelona’daki o koskocaman Picasso Müzesi bile bana aynı heyecanı ve tadı vermemişti. Paris’te kaldığım on günün bir gününü bu müzede geçirmiş, sadece eserleri değil, Picasso’nun Fransız Komünist Partisi üye kartı gibi kişisel eşyalarını da dikkatle incelemiştim. Ancak, o kadar vakit geçirmeme karşın, eserlere bu sergide sunulan perspektiften baktığımı hatırlamıyorum. İşte burada küratörlerin hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. Kimi zaman farklı müze ve koleksiyonlardan eserler toplayarak, kimi zaman da belli bir müzeden seçtikleri eserleri bir araya getirerek dikkatimizi özel bir temaya çekebiliyorlar. Öyle ki, biz o müzede saatlerimizi geçirmiş olsak da, o perspektifi yakalayamayabiliyoruz. Bu nedenle, söz konusu serginin küratörü Jean Luc Macso’yu çok başarılı buldum.  Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Picasso’nun yaşamı boyunca gösteri sanatına duyduğu ilginin etrafında kurgulanmış bir sergi idi. Küratör tarafından seçilen tablolar, maketler, eskizler, incelemeler, fotoğraflar, filmler, kostümler, heykeller, videolar ve belgeler bu tema etrafında seçilmişlerdi. Picasso, tüm sanat hayatı boyunca tiyatro, boğa güreşi, bale, dans ve bizzat kendisini konu alan mizansenlerle gösteri dünyasına olan ilgisini her zaman canlı tutmuş.

Boğa Başı (1942)
(Sanatçının bir hurda yığınında bulduğu bisiklet selesi ve gidon)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Torero Locasında (1951)
(Kağıt üzerine lavi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Matador (1970)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun gösteri dünyasına olan ilgisi, sekiz yaşından itibaren gitmeye başladığı boğa güreşleri (corrida) ile başlamış ve giderek bir tutku haline gelmiş. Öyle ki, yıllar sonra Güney Fransa’ya yerleştiği zaman, ünlü matador Luis Miguel Dominguin’i izlemek için özel olarak Arles kentine gidermiş. Bu onun için adeta bir ritüel haline gelmiş. Picasso için boğa güreşleri hem hayat koşusunun hem de dünya ile olan kavganın sembolü olmuş. Çok etkilendiği boğa güreşlerini ışık-gölge, iyi-kötü, eril-dişil gibi karşıtlıkların modeli olarak sanatına yansıtmış. Boğa ve at temasını aynı zamanda insan ilişkilerinin, mağdur ile celladın, şiddet ve zulmün kendi aralarındaki ilişkisinin sembolü olarak görmüş. Boğa güreşi bir yandan da onun için, çarmıha gerilme ile de ilişkilendirdiği, bir kurban ritüeli olmuş. Boğa ve Minotaur (kafası boğa bedeni insan olan varlık) gibi figürler, 1937 yılında yaptığı La Guernica’da olduğu gibi, defalarca eserlerinin merkezinde yer almış.

Fotoğraf: David Douglas Duncan (1916-2018)
Villa La Californie, Cannes; Arles Boğa güreşi ertesi sabahı, Picasso matadorluk yaparak
Jacqueline Roque’u eğlendirirken (1957)
Boğa Güreşi: Matador’un Ölümü (1933)
(Ahşap üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Gösteri sanatlarından sirk dünyası da Picasso için hep ilgi çekici olmuş. Bu ilgi, sanatçının 1904 yılında Paris’e yerleşmesi ile başlamış. O dönem Picasso’nun atölyesi, daha sonra çok ünlenecek Modigliani, Kees Van Dongen, Max Jacob gibi sanatçıların da atölyelerinin bulunduğu, Montmartre’daki ünlü Bateau Lavoir binasında imiş. Yakınlardaki Medrano Sirki, Picasso’nun vakit geçirmekten hoşlandığı favori mekanlardan birisi olmuş. Soytarı figürleri 1905 yılından itibaren sanatçının resim, çizim ve gravürlerinde görülmeye başlanmış. Picasso, sirk temalı çalışmalarında, gösterinin kendisinden ziyade, soytarıların günlük yaşamlarını ve kulisteki hallerini yansıtmayı tercih etmiş.

Sirk Performans Sanatçısı Dinlenirken (1905)
(Bakır üzerine hakkak kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Sirk (1945)
(Litografi kağıdı üzerine mürekkep)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun, bir sanatçı olarak, sahne dünyasına gerçek adım atması Sergei Diaghilev’in kurduğu ünlü Ballets Russes için kostüm ve sahne tasarımları yapmaya başlaması ile olmuş. Sanatçı bundan sonra, sahnenin büyülü dünyası için, kübizm akımının etkisinde pek çok sahne dekoru, kostüm ve sahne perdesi tasarlamış. Picasso Ballets Russes için ilk olarak, tek perdelik realist bale olarak tanımlanan, Parade balesi için çalışmış. Diaghilev bu bale ile Ballets Russes’e modern bir soluk getirmek istemiş. Bu amaçla efsanevi kişileri bir araya getirmiş. Kurgu, film yönetmeni, şair ve roman yazarı Jean Cocteau tarafından yapılmış. Leonid Massine  hem koreografiyi yapmış hem de balede Çinli hokkabaz rolünde oynamış. Müzik Erik Satie tarafından bestelenmiş. Dekor, kostüm ve sahne önü perdesi Pablo Picasso tarafından tasarlanmış. Eser ilk olarak, 18 Mayıs 1917 tarihinde Paris’teki Theatre de Chatelet’de sahnelenmiş.

Picasso’nun Parade balesi için tasarladığı kostümler ve arka duvarda sahne önü perdesi. Kostümler, Paris Ulusal Balesi’ne ait. Picasso’nun tasarımlarına göre Ateliers Garnier tarafından dikilmişler.
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Solda, ünlü koreograf Leonid Massine’nin oynadığı
Çinli Hokkabaz’ın kıyafeti
Parade balesindeki Yönetici karakterleri. Bu karakterlerin balede yer alması fikrinin tamamen Picasso’ya
ait olduğu belirtiliyor.

Sergide benim en hoşuma giden bölüm, Picasso’nun Tricorne balesi için yaptığı çalışmalar oldu. Yine bir Ballets Russes prodüksiyonu olan bu tek perdelik bale, klasik müzik severlerin aşina olduğu ve sevdiği bir müziği olmasına karşın, klasik bir bale olmaktan ziyade, İspanyol dans tekniklerini içeren bir gösteri imiş. Pedro de Alarcon’nun El Sombrero de Tres Picos (Üç Köşeli Şapka) romanından uyarlanmış konusu Picasso’ya çok cazip gelmiş olmalı. Boğa güreşi temasının hakim olmasının yanında, konunun Picasso’nun memleketi olan Endülüs’te geçiyor olması sanırım sanatçının işini daha büyük bir şevkle yapmasına neden olmuş. Ayrıca işin içinde bir aşk hikayesi olması ve otorite ile alay etme fırsatı da cabası. Picasso’nun tasarladığı rengarenk kostümler göz kamaştırıyordu.

Picasso’nun Tricorne balesi için tasarladığı kostümler
Tricorne Balesi için Kadın Kostümü Çalışması:
Aragonlu Kadın (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep, Arap zamkı
ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Tricorne balesi için Diaghilev 1916 yılında besteci Manuel de Falla’ya beste siparişinde bulunmuş. Bestecinin Üç Köşeli Şapka süitini günümüzde de zevkle dinliyoruz. Koreografiyi Leonid Massine’in, dekor, kostüm ve sahne önü perdesini Picasso’nun tasarladığı eser ilk olarak 22 Temmuz 1919 tarihinde Londra’daki Alhambra Theatre’da sahnelenmiş.

Tricorne Balesi için Sahne Dekoru Çalışması (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Tricorne Balesi için Kostüm Çalışması: Torero (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Torero

Tricorne Balesi için Erkek Kostümü Çalışması:
Aragonlu Erkek (üzerinde el yazması renk notları ile) (1919)
((Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Ballets Russes tarafından ilk olarak 15 Mayıs 1920 tarihinde Paris Operası’nda sahnelenen Pulcinella balesi Picasso’nun bu topluluk ile yaptığı bir başka işbirliği olmuş. Müziği Igor Stravinsky’e ait olan balede ayrıca, Giovanni Pergolesi ve döneminin başka İtalyan bestecilerinin eserlerinden uyarlamalar da kullanılmış. 1700’lü yıllara tarihlenen bir Napoli kökenli tiyatro oyunundan esinlenilen balede baş karakter Pulcinella, Picasso’nun özgün tasarımlı kostümleri ile sahnede hayat bulmuş. İtalyan Commedia dell’Arte gösterilerinin başlıca karakteri olan, sırtında kamburu ve kanca burnu ile karakterize edilen Pucinella’yı temel alan bir bale yaratma fikri, Picasso, Stravinski ve Massine’in yaptıkları bir Napoli gezisi sırasında, koreograf Massine’in aklına gelmiş. Bu fikir Picasso’ya da çok cazip gelmiş olmalı zira, Pulcinella figürü sıklıkla Arlecchino (soytarı) figürü ile özdeşleştirilmiş. Arlecchino ise, Picasso’nun hep ilgisini çeken bir figür olmuş.

Bale ve Seyirciler (1916)
(Defter sayfasına guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Dekor Çalışması (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve mürekkep)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Pulcinella (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Doktor (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Mage (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso, Arlecchino karakterine 1901 yılından itibaren ilgi duymuş ve yaşamının sonuna kadar, aralıklarla da olsa, resmetmeye devam etmiş. Zaman zaman unutsa da, sonra tekrar bu karakteri canlandırmış. Bir Commedia dell’Arte karakteri olan Arlecchino onun için, belirsizlik, karmaşa, yalnızlık ve melankoli imgesi olarak bir tür kendi yansımasının betimi olmuş. Arlecchino (ve Pulcinella gibi onunla özdeşleştirilen Pedrolino), Picasso’nun sanat yaşamında Mavi Dönem’den, sirkleri sıklıkla ziyaret ettiği 1929 yılı sonuna kadar olan süre sırasında önemli bir rol oynamış. 1924-1929 yılları arasında sanatçı pek çok kez oğlu Paul’ü Arlecchino ve Pedrolino olarak resmettiği eserler üretmiş. Bu karakterler 1961 yılında heykel olarak, 1969’dan itibaren de bir grup resim ve çizim olarak sanatçının yaratılarına geri dönmüşler.

Arlecchino (1917-1918)
(Bakır üzerine baskı ve sistre)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pierrot ve Arlecchino (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Dans eden Arlecchino (1950 civarı)
(Dekupe, linol baskı)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun Diaghilev ile işbirliği, Cuadro Flamenco ve Mercure gösterileri ile devam etmiş. 17 Mayıs 1921 tarihinde Paris’te sahnelenen Cuadro Flamenco için Manuel de Falla geleneksel Endülüs müzik parçalarını aranje etmiş. 15 Haziran 1924 tarihinde sahnelenen ve üç tabloluk “plastik poz” gösterisi olarak tanımlanan Mercure’ün müziğini Erik Satie bestelemiş. Ancak, Mercure gösterisi maalesef bir skandalla sonuçlanmış. Kendileri ile alay edildiğini düşünen Parisliler gösteriyi ıslıklarla protesto etmişler.

Cuadro Flamenco Balesi için Dekor Çalışması (1919-1920)
(Kağıt üzerine pastel boya ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Mercure Balesi için Üç Sahne Perdesi Çalışması (1924)
(Kağıt üzerine pastel boya ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Yaşamı boyunca Picasso’yu etkilemiş birçok sanatçı ve aydın olmuş. Bunlardan bazıları gösteri sanatı ile ilişkili kişilermiş. Oyun yazarı, besteci, koreograf, dansçı, fotoğraf sanatçısı pek çok kişi onun özel hayatında ve sanatında iz bırakmışlar. Serginin Picasso’nun Galaksisi olarak adlandırılan bölümünde,  sanatçının bu kişiler ile ilgili yaptığı çalışmalar sergilenmişti. Bu bölümde, fotoğraf sanatçısı sevgilisi Dora Maar’ı resmettiği Mavi Şapkalı Kadın Portresi serginin en ilgi çeken eserlerinden biriydi.

Picasso-Cocteau İkili Portresi (1962)
(Litografi)
Kontaxopoulos-Prokopchuk, Bruxelles
Mavi Şapkalı Kadın Portresi (1944)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Her ne kadar sergi kapanalı neredeyse üç ay olsa da, bu yazı ile iki şey amaçlıyorum. Birincisi, hep birlikte İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’ni daha yakından izlememiz. Faaliyetlerinin Türkiye çapında bir ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum. İkincisi ise, henüz Paris’teki muhteşem Picasso Müzesi’ni gezmemiş olanlara bir tadımlık sunmak. Doğrusu bu sergiden sonra benim içimde Paris’teki müzeyi de tekrar görmek için büyük bir istek doğdu. Farklı bir perspektifle yeniden gezmek için.

İstanbul’da Deniz Sefası

Deniz Hamamından Plaja Nostalji

Yine sıcak geçen bir Ağustos ayı, yine bunaltıcı sıcaklar… Tatile gidememiş ya da daha sonra gidecek olanların kendilerini mümkün olabildiğince klimalı alanlara hapsettiği günler… Güzel İstanbul’un bana göre en zor geçen iki ayı. Temmuz ve Ağustos. Ama, elbette bu yaz da geçecek. Üstelik, bu sıcakta bile, şehirde yapılabilecek güzel şeyler var. Sergiler var örneğin gidebileceğiniz. Çok güzel sergiler. Bunlardan biri, 5 Nisandan beri Pera Müzesi’nde sergilenen, “İstanbul’da Deniz Sefası- Deniz Hamamından Plaja Nostalji” sergisi. Ben sergiye iki kere gittim ve her seferinde çok keyif aldım. Sergi hakkında daha önce yazmış olmayı ve haberdar olmayanları bilgilendirmeyi isterdim ama, maalesef fırsat bulamadım. Sergi 26 Ağustosta bitiyor görünüyor. Dilerim, görme fırsatınız olur. Bir ihtimal, zaman zaman bazı sergiler için yapıldığı gibi, süresi de uzatılabilir.

Yurtdışında, şehrin hemen içinden denize girilebilen büyük, küçük yerleşim yerlerini gördükçe İstanbul adına hep hayıflanmış, üzülmüşümdür. Bundan otuz küsur yıl önce İstanbul’a taşındığım zaman, şehrin içindeki plajlar çoktan yok olmuştu. Marmara’da başlayan deniz kirliliği nedeniyle, İstanbullular her yaz güney sahillerine akın etmeye başlamışlardı. Denizin kirlenebileceğine inanmayan kimi cesurlar Adalarda denize girmeye devam ediyorlardı gerçi ama, ölçümlerde çıkan koli basili miktarları kalabalıkların ayağını kesmişti denizden.

Benim, taşınana kadar İstanbul ile pek bir bağlantım olmamıştı. Çok küçükken, Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşu olduğunu sonradan öğrendiğim yerde oturduğumuzu hayal meyal hatırlıyordum. İstanbul’da oturan akrabalarımız da vardı ama, pek gelip gitmemiştik. Buna karşın, 1970’li yıllarda denize girmek için İstanbul’a, örneğin Suadiye Oteline ya da Fenerbahçe’deki askeri kampa gelen arkadaşlarım vardı. Bu olağandı o zamanlar. Bir de, o yıllarda Anadolu yakasının yazlık (o zamanki tabirle, sayfiye) olduğunu bilirdim. Şimdi kulağa çok olağan dışı gelse de, o zamanlar bir kesim kış aylarında Avrupa yakasında oturur, yazın Anadolu yakasındaki kendilerine ait veya kiraladıkları evlere taşınırdı. 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’a taşındığım zaman bile bunu yapan insanlar vardı ve benim gibi Anadolu yakasında sürekli oturanlara hayret ederlerdi.

İstanbul’da insanların denizle bağlarının kesilmesinin nedeni sadece denizin kirlenmesi olmamış. Buna ek olarak, şehrin geçirdiği toplumsal ve kültürel değişim de önemli bir rol oynamış. Bir yandan şehre göç, diğer yandan çarpık kentleşme hem alışkanlıkları hem de plajları yavaş yavaş yok etmiş. Kilyos, Şile ya da Adalar gibi daha uzak yerlerde plajlar hala var tabii ama, ben şehrin içindeki yerlerden söz ediyorum. Son yıllarda, Suadiye, Caddebostan gibi sahillerde belediyenin yaptığı plaj düzenlemelerini ve denize giren kadınları ve erkekleri, az da olsa, görüyoruz. Kendim hiç girmemiş olsam da, düzenlemeyi yapanları da, plajın müdavimlerini de takdirle karşılıyorum. Bu insanların bir kısmı belli bir yaşın üstünde. Bana öyle geliyor ki onlar, serinlemenin, yüzmenin dışında, anılarında özlem duydukları bir döneme tekrar hayat vermeye çalışıyorlar…

Küratörlüğünü tarihçi ve akademisyen Zafer Toprak’ın yaptığı Pera Müzesi’ndeki sergi, çok iyi hazırlanmış. Ayrıntılı ama sıkmayan açıklamalarla birlikte, sergilenen döneme ait fotoğraflar, eşyalar, yağlı boya tablolar, filmler, kitap ve karikatürler insanın içini açan, neşeli bir tarzda düzenlenmiş. Gezerken insan, Cumhuriyet ve laik toplum düzeni ile birlikte büyük bir dönüşüm yaşayan bireylerin mutluluklarını hissedebiliyor. Bu anlamda serginin, her iki gidişimde de gördüğüm çok sayıda genç üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yaşadıkları şehrin geçmişini tanımaları, eski günlerin sadece yokluk ve kasvet demek olmadığını, dahası, bağnazlığın ülke ile beraber İstanbul’u nasıl adım adım ele geçirdiğini görmeleri, öğrenmeleri açısından…

Büyükdere’de Hususi Deniz Hamamları (1907)

Osmanlı döneminde, mahremiyet anlayışının da etkisi ile, İstanbul gibi bir şehirde denize girmek konusu hep yabancı bir kavram, hatta yasak olmuş. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında, kadınlar ve erkekler için ayrı olmak üzere, deniz hamamları yapılmaya başlanmış. Bunlar, deniz kenarında, sırıklar üzerine oturtulmuş, ortasında deniz suyunun girebileceği havuz benzeri bir alan olan bir tür kulübelermiş.

Bakırköy’de Deniz Hamamları (1920’ler)

Fenerbahçe’de Deniz Hamamları (19.yy sonu)

Salıpazarı’ndaki Meşhur Deniz Hamamı (1920’ler)

Deniz hamamları ile birlikte, denize nasıl girileceği, ne giyileceği, hangi saatlerde girilmesinin uygun olacağı ve benzeri konularda yayınlar da yapılmaya başlanmış. Örneğin, 1891 yılında Doktor Binbaşı İbrahim Cemal’in yazdığı Deniz Hamamı Risalesi’nin, “Denize Girmeden Evvel İttihaz Olunacak Tedabir” bölümünden bazı öneriler şöyle:

Bir tabibin (doktor) reyi olmadıkça asla denize girilmemelidir. Denize ne vakit girileceğini ve mekulat (besin) ve meşrubatın nasıl olacağını ve buna mümasil (benzer) bazı husussatı dahi tabib tayin etmelidir.

Karanın içerilerinde bulunanlar denize girmek için sahile vardıklarında iki üç gün meks etmelidirler (beklemelidirler). Bu vaziyet en ziyade küçük çocuklara ve henüz hasta bulunan veya hastalıktan yeni kalkmış olan gençlere variddir.

………….. denize karpuz kabuğu düştükten yani şehr-i Haziranın evasıtından (ortasından) sonra deniz hamamına başlanabilir ise de denize girmek için en münasip olan zaman yaz mevsiminin sonu veya sonbaharın ibtidasıdır (başıdır).

Çocuklar altı yaşını tekmil etmedikçe denize sokulmamalı ve yedi yaşına vasıl olduklarında dahi birdenbire denize götürülmeyip evde evvelce sıcak banyo veya duştan beda’ ile tedricen soğuk suya alıştırıldıktan sonra soğuk deniz suyuyla istihmam (yıkanma) ettirilmelidir.

Sami Yetik (1878-1945)

Salacak-İbrahim Çallı (1882-1960)

1906 yılında Doktor Adanalı Ahmet Şükrü Beyin yazdığı Denize Kimler Girebilir kitabının Çocukların İstihmamı bölümünde ise, çocukların deniz hamamında değil, sahilde, rüzgar almayan, kumsal ve derin olmayan yerlerde denize sokulması ve mutlaka ellerinden tutulması gerektiği yazılı. Bir de, doktora göre, o yerler sürekli güneşli olmalıdır. “Zira deniz gibi güneş de hayattır”…

Şimdilerde plajlarda çok seyrek görüyorum ama, yaşı benimkine yakın olanlar eskiden kum banyosu ya da kuma gömülmenin ne kadar yaygın olduğunu hatırlarlar. Babam da kendini kuma gömdürmeye bayılırdı. Ben de küçük bir çocuk olarak, hızlı hareketlerle onun bana kocaman görünen gövdesini kum ile kaplayıp, bir tepecik yapmaya bayılırdım. Yine sergide edindiğim bilgiye göre öğrendim ki, bu çok eskilere dayanan bir adet. Hatta, sağlıklı olmak için bir tavsiye. İmparatorluk Bahriye Zabıtanından M. Said bey 1913 tarihli kitabında, içerdiği iyot ve tuzlar nedeniyle, denize girdikten sonra yapılacak kum banyosunun ne kadar yararlı olduğunu, romatizma ve benzeri hastalıklara ne kadar iyi geldiğini anlatmış.

Mayo Moda Olmadan Önce Deniz Hamamlarında da Peştamal ve Takunya Kullanılıyormuş

Bir başka önemli konu, denize girerken ne giyileceğidir. Beşiktaşlı Doktor Salahaddin Ali bey, 1918 tarihli, “Hamamlar-Deniz Hamamları ve Denizde Banyo-Banyoların Tesirat-ı Şifaiyyesi ve İstihmamat Suret-i İcrasındaki Şerait-i Sıhhıyye” isimli kitabında erkeklerin peştamal veya don (mayo), kadınların ise bir ceket ve don giymelerinin uygun olacağını belirtmiş. Kadınların daha fazla örtünme gerekliliğini de şöyle açıklamış:

Bu lüzum kadın cildinin inceliği münasebetiyle cüz’i bir yosundan veyahut diğer bir şeyden müteessir ve müteezzi (incinmiş) olmasından ileri gelir. Velhasıl denize bir örtü ve kostüm ile girilmelidir.

Salacak Plajı (1930’lar)

Salacak (1960’lar)

Salacak (1930’lar)

Yine aynı eserde, Doktor Salahaddin Ali bey İstanbul’un hangi bölgelerinde denize girmenin uygun olduğuna da değinmiş. Rumeli yakasında, denize dökülen lağımlar nedeniyle, Küçük Ayasofaya civarı, Kumkapı, Yenikapı ve Samatya’da kesinlikle denize girilmemesini, Bakırköy ve Yedikule’nin nispeten daha iyi olduğunu belirtmiş. Yine Köprü ve Haliç de, suyun kirliliği nedeniyle uzak durulması gereken yerlermiş. Boğazın Anadolu Yakasında, Üsküdar, Çubuklu, Kanlıca ve Göksu (belki de akıntı nedeniyle) uygun bulunmamış. Boğazın Rumeli Yakasında Beşiktaş, Ortaköy, Bebek ve İstinye yerine Arnavutköy tavsiye edilmiş. Anadolu yakasında ise, Kadıköy hariç olmak üzere, Maltepe’ye kadar olan sahil ve özellikle Adalar en uygun yerler olarak nitelendirilmiş.

Florya Plajı (1943)

İstanbul’da, bir devrim olarak nitelendirilen, deniz hamamından plaja geçiş, kendileri de bir devrim sonucu bu şehre kaçan, Beyaz Ruslar sayesinde olmuş. Eski adı ile “Fülürye”de sere serpe denize giren Ruslar sayesinde bir dönüşüm yaşanmış ve 1920’lerden itibaren, kadın ve erkeklerin beraber denize girdikleri plajlar yaygınlaşmaya başlamış. Bu arada, adını fülürye kuşundan alan bu semtin adı da, Rus şivesi ile uğradığı değişim sonucunda Florya olmuş. Florya, deniz ve denizciliğe çok önem veren Atatürk’ün de denize girmek için tercih ettiği yer olmuş. Sergideki filmlerden biri de Atatürk’ün Florya deniz köşkünde çekilmiş sahnelerinden oluşuyor.

Florya’da Beyaz Ruslar (1920’ler)

Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul plajları altın çağını 1960’lara kadar yaşamış. Plajlarda gündüz yüzme, voleybol, yelken ve bunlarla beraber bol bol gösteriş, akşamları orkestra, dans ve caz müziği olmak üzere, eğlenceler hüküm sürmüş. Bütün bunlar bence, II. Dünya Savaşı sonrasının tüm dünyada görülen umut ve neşe dolu havasından da etkilenmiş.

Büyükdere Beyaz Park Plajı’nda Kırlangıç Atlayışı (1932)

Sergide beni de geçmişe götüren pek çok şey vardı. Bunlardan birisi İsmet İnönü ile ilgili. Benim gibi, İsmet İnönü’nün hayatta olduğu zamanları net bir şekilde hatırlayacak yaşta olanlar bilirler. İsmet Paşa her sene, yaz geldiği zaman, Ankara’da oturduğu Pembe Köşk’ten Heybeliada’daki köşküne taşınırdı. Onun askılı mayosu ile iskeleden çivileme atlaması ve deniz sezonunu açması, o zamanların tek televizyon kanalı, siyah beyaz yayın yapan TRT’de mutlaka haberlerde gösterilirdi. Adeta gelenek haline gelen bu görüntüyü, İsmet Paşanın 1973 yılında ölümüne kadar izledik. O yıllarda henüz doğmamış olanlar veya hatırlamayanlar, bu filmi ve İsmet Paşa’nın ünlü mayosunu da sergide görebilirler.

İsmet İnönü’nün Plaj Bornozu ve Mayosu (1930’lar)

Sergiyi gezerken, ister istemez çocukluğuma ve gençliğime döndüm… Serginin anımsattığı güzel şeylerin yanında, ülkede doğru dürüst güneş kremi bile olmaması nedeniyle, her sene kaçınılmaz kadermiş gibi yaşanan ıstakoz gibi kızarma, gece acıdan uyuyamama ve soyulma fasıllarını, bunu önlemek için şehir efsanesi gibi dillerde dolaşan tuhaf reçeteleri hatırladım. Yanıkların üzerine kimi yoğurt, kimi zeytinyağı sürmeyi önerirdi. Bir de, güzel yanmak için sunulan reçeteler vardı. Birayı içip güneşte yatmaktan tutun da, vücuda Coca Cola sürmeye kadar… Bunları hatırlamak şimdi insanı hem hayrete düşürüyor hem de güldürüyor…

Çilingoz Marka Gazoz Şişeleri ve Soğuk Gazoz Satışında Kullanılan Leğen

1940’lardan Kalma Mayo ve Bikini Üstü

İlk Kadın Ressamlardan Melek Celal Sofu-Moda (1930’lar)

Sanırım henüz ozon tabakası bu kadar tahrip olmadığı için, plajlarda o kadar çok şemsiye, insanlarda da gölge arayışı pek yoktu. Esasen, ozon tabakasından da kimsenin haberi yoktu o zamanlar. O nedenle, eski resimlere bakarsanız, insanların çoğunlukla kumsalın ortasında öylece oturduğunu görürsünüz. Ne bir şemsiye ne bir tente… Plajların en anlı şanlısında bile şezlong, minder hak getire. Havlunu yayar otururdun çoğunlukla. Günümüzdeki gibi bangır bangır müzik çalındığını ise, hiç hatırlamıyorum.

Ünlü Süreyya Plajı-Maltepe

Caddebostan Plajı ve Ragıp Paşa Köşkü (1930’lar)

Zaman zaman “başa güneş geçmesi” denilen o facia olurdu bir de. Bana da birkaç kere olmuştu. Fazla güneşte kalmaktan olduğu söylenen ateş ve mide bulantısı. Sözde önlediği düşünülerek, kumsalda yapılan ilk işlerden biri, çocukların kafalarını ıslatmak olurdu. Kafa demişken, kadınların ve biraz büyümüş kız çocuklarının saç bonelerinden söz etmeden olmaz. Genelde tek renkli ve sade olan bu bonelerin 70’li yıllarda fosforlu renklerde, kimi kabartma çiçeklerle kaplı, süslü olanları çıkmıştı. Sonradan denizde saç bonesi kullanmak tarihe karıştı.

Eskilerden deniz ve plaj denince aklıma gelen bir başka şey de, nedense, o zamanlar ağabeyimin meraklı olduğu İngilizce çizgi mizah dergisi Archie olur hep. Tüm yıl boyunca çıkan sayılarında Archie’yi elde etmek için zaten sürekli yarışan zengin Veronica ve Betty, yazın giydikleri çeşit çeşit bikinileri ile rekabeti artırırlardı. Bazen birinin, kimi zaman diğerinin kazandığı maceraları okumaya ve kızların kıyafetlerini incelemeye bayılırdım doğrusu.

Çocukluğumla ilgili hiç unutmadığım anımı ise en sona bıraktım… Sergiyi gezerken yine tüm canlılığı ile hatırladığım bu olay, bazen sebepsiz yere de aklıma düşer. Olayı tüm canlılığı ile tekrar hatırlar, ürperirim. Bu bir boğulmaya ramak kalma olayıdır…

Annem…Selanik (1960’ların başı)

Sanırım dört beş yaşlarındaydım. Selanik’te plajdaydık ve aynı yaştaki arkadaşım Nancy ile sahilde oynuyorduk. Annemler de biraz geride ama suya yakın, beni görebilecekleri bir yerde oturuyorlardı. Arada ne olduğunu, nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, birdenbire Nancy ile karşılıklı bir pozisyonda, iki elimizle birbirimize tutunmuş bir halde sürekli suya batıp çıkmaya başladığımız. Birbirimize sesleniyor ya da seslenmeye çalışıyor, her seferinde de inanılmaz su yutuyorduk. Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyorum. Su yuttukça öksürüyor, öksürdükçe ve konuşmaya çalıştıkça daha çok su yutuyorduk…

Birden, bir elin sırtımdan bana sarılarak beni kaldırdığını hissettim. Aynı kişi diğer eliyle de Nancy’i benzer şekilde kavramıştı. Bu, Amerikalı bir kadındı. Bizi kıyıya çıkardığında hala olayın şokunda idik ve uzun süre öksürmeye devam ettik. Söylenen oydu ki, açıktan geçen bir geminin dalgası bizi kıyıda oynarken kapıp, açıklara doğru götürmeye başlamıştı. Annelerimizin gözü önünde olsak da, birkaç saniyelik bir boşlukta biz, dalgaların eline düşmüştük. Bizi gören ve izleyen Amerikalı kadın boğulmak üzere olduğumuzu anlamış ve hemen kurtarmaya koşmuştu. Bu olaydan sonra, gerçekte ne kadar olduğunu bilmediğim, ama bana çok uzun gelen bir süre denize girmediğimi hatırlıyorum. Korkumu yenmem epeyce zaman almıştı.

Nancy ile Birlikte Plajda. Henüz Mayolarımızı Giymemişiz
Selanik (1960’ların başları)

Füreya…

Küresel ısınmanın mevsimleri birbirine karıştırdığı bu Aralık ayında, güneşin pırıl pırıl parladığı bir gün, Kadıköy’den vapurla Beşiktaş’a geçtim. İnsanın inanması zordu ama, hava 18 derece idi. Öğle vakti bindiğim vapur fazla kalabalık sayılmazdı. Vapurun arka tarafındaki açık alana oturdum. Benim dışımda, yaşları bir hayli ileri bir karı koca vardı. Vapur hareket edince, yanlarında getirdikleri simitleri küçük parçalara bölüp, martılara atmaya başladılar. Bir süre, hem uzun beraberliklerini güzel bir dostluğa dönüştürmüş bu çifti hem de sevinçten çılgına dönmüş gibi bağırarak, vapurun yanında uçan martıları izledim. İrili ufaklı martılar, belli bir düzen içinde vapurdaki bu besin kaynağına yanaşıyorlardı. Hiç biri birbirini itmeye, sıranın dışına atmaya çalışmıyordu. Sonrasında, simit parçasını kapan martı kendini rüzgara bırakarak, vapurdan uzaklaşıyordu.

Yaşlı karı kocanın simitleri bitip de, martıların bizim tarafa ilgisi yok olunca, birden önümde, vapurun daha da yukarısına çıkan, karşılıklı iki merdiven olduğunu fark ettim. Yukarda, üstü açık bir oturma bölümü daha vardı. Kısa bir tereddütten sonra, üst kata çıkmaya karar verdim.

Vapurun üst tarafı gençlerle doluydu. Ben de kıç tarafın en arkasına geçip, oturdum. Üşür müyüm diye boşuna endişelenmişim. Hava harika idi. Keyifle, bu ilkbaharı çağrıştıran günün ve hiçbir zaman bakmaya doyamadığım İstanbul manzarasının tadını çıkarmaya koyuldum. Ardımızda köpükler bırakarak, yol aldık.

Doğrusu, buluşmak için bu günü seçmekle çok isabetli bir karar vermiştik arkadaşımla. Sevinçle buluştuk Beşiktaş’ta. Güzel havanın, dostluğun, arkadaşlığın ve gönüldaş olduğunu bilmenin sevinci ile…

Planımız, sohbetle harmanlanmış güzel bir öğle yemeğinden sonra, Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın sergisini gezmekti. Füreya, hayatta olduğu dönemde de çok saygı duyduğum, beğendiğim bir sanatçıydı. 1994 yılında, 40. sanat yılı için Maçka Sanat Galerisinde açılan sergisine gitmiş, Ayşe Kulin’in Füreya kitabını okumuştum. Ona duyduğum ilgi, hem sanatına, kişiliğine ve duruşuna olan saygımdan, hem de mensubu olduğu aileden dolayı idi. Bir dönem, Şakir Paşa Ailesi ile ilgili bulabildiğim her şeyi okumuştum. Her biri başlı başına bir değer olan sanatçılarla dolu bu aile kanımca, Osmanlı’nın son döneminde Batılı bir yaşam anlayışına sahip, kadını erkeği ile yabancı dil bilen, entelektüel bireylere sahip Osmanlı ailelerinin en iyi örneklerinden birisi. Bu bana, toplumumuzda bu gün var olan, muhafazakar ve laik ayrımının, yaşam tarzları açısından birbirinden çok uzak kesimlerin varlığının ve bunların birbirleri ile mücadelesinin 100-150 yıl öncesine kadar gittiğini de düşündürüyor. Bazı kafalardaki “Osmanlı” toplumu kavramının aksine, toplum bu gün nasıl homojen değilse, o gün de değildi.

16. Yaş Günü Hediyesi Olarak Füreya’ya, Teyzesi Fahrelnissa Zeid Tarafından Yapılıp, Verilen Portresi

Bu yıl kuruluşunun 60. yılını kutlayan Kale grubu, gerçekten çok anlamlı bir iş yapmış ve bu vesile ile, ölümünün 20. yılı olan Füreya’yı bir retrospektif sergi ile anmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış. Bunu akıl eden, emek veren, küratörlüğünü yapan herkesi kutluyorum. Bu serginin, aynı çatı altında toplanmış en kapsamlı Füreya sergisi olduğu belirtiliyor. Eserlerin yanında, aslında yeğeni olup, daha sonra sanatçının evlat edindiği Sara Koral Aykar’ın sergilenmesine izin verdiği belgeler de, bir o kadar değerli ve ilginç. Seramik yaparken kullandığı aletler, mektuplar, makbuzlar, günlüğü, verdiği bir davete ait ve üstünde Atatürk’ün imzası olan bir yemek menüsü bunlardan bazıları. Okuduğum bir söyleşide belirttiğine göre, Sara Koral Aykar halasına ait her şeyi yıllardan beri evinde, sandıklarda ve depolarda saklıyormuş. Doğrusu, arkalarında bıraktıkları eser, bilgi ve belge konusunda Füreya kadar şanslı olmayan, dünya tarihine geçmiş iki kişi aklıma geldikçe benim her zaman yüreğim yanar. Büyük Fransız edebiyatçı Marcel Proust (1871-1922) öldüğü zaman, geride kalan sandıklar dolusu el yazması müsveddeleri, ağabeyinin hanımı tarafından yırtılarak, yakılarak yok edilmiş… Leonardo da Vinci (1452-1519) ölünce ise, binlerce sayfalık el yazmaları, çizimleri ve eskizleri, öğrencisi ve hayat arkadaşı, ressam Francesco Melzi’ye kalmış. Daha sonra evlenen ve çocuk sahibi olan Melzi’den sonra ise, varisleri Leonardo’ya ait bu belgelerin ve çizimlerin bir kısmını hurda kağıt olarak satmışlar. Uzmanlar günümüze kalan belgelerin, Leonardo da Vinci’nin notlarının üçte biri bile olmadığını belirtiyorlar. Bu nedenle, Sara Koral’ı çok takdir ettim. Dilerim, bir sonraki kuşak da aynı titizliği gösterir. Her ne kadar Füreya eserlerinin müzelere hapsedilmesini hiçbir zaman istememişse de, belki ilerde onun adına bir müze de olur.

Gençlik Yılları

Füreya Koral 1910 yılında doğmuş. Dayısı yazar Cevat Şakir (nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı), ressam teyzeleri Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger, kuzeni ressam Nejad Devrim, tiyatro oyuncusu ve yönetmeni kuzeni Şirin Devrim, onun içine doğduğu Şakir Paşa ailesi hakkında bir fikir veriyor. Köklü ve entelektüel bir Osmanlı ailesi iken, Cumhuriyet’in (özellikle kadınlara) getirdiği özgürlük ortamında, sanatsal olarak iyice serpilen ailenin bu sanatçı bireylerinin her birinin yaşam öyküsü, ayrı bir roman konusu olabilir. Füreya da, 87 yıllık ömrüne bir değil, pek çok hayatlar sığdırabilmiş bir insan…

Füreya Koral, ailenin diğer sanatçı üyelerine göre, çok daha geç yaşta sanat ile ilgilenmeye başlamış. Genç yaşta Bursa’lı bir çiftlik sahibi ile yaptığı evlilik sırasında hem şiddet görmüş, hem de iki bebeğini kaybetmiş. İkinci evliliğini ise, Atatürk’ün silah arkadaşı, Kılıç Ali ile yapmış. Kendisinden 33 yaş büyük Kılıç Ali, Füreya’yı Atatürk’ün sofrasında görüp, aşık olmuş. Bundan sonra Ankara’ya taşınan Füreya, Atatürk’ü sık sık evinde ağırlamış, onun bulunduğu davetlere katılmış. Esasen, kendisinin Atatürk ile tanışıklığı çocukluğuna kadar gidiyormuş. Füreya’nın babası Emin Paşa, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sıra arkadaşı imiş. İlginç bir şekilde, Füreya’nın Atatürk ile ilk karşılaşması, o henüz 9 yaşında iken ve Atatürk Samsun’a hareket etmeden bir gece önce olmuş. Yola çıkmadan önce Emin Paşa ile gizli konuşmak isteyen Atatürk, evde hiç kimsenin, hizmetlilerin bile olmamasını istemiş. Emin Paşa’nın dışında evde bir tek Füreya varmış. Atatürk, Fransızca bilen, keman çalan ve resim yapan bu zarif kız çocuğu ile ilgilenmiş. Hatta, Füreya’nın günlüğüne, ülkenin kendisi gibi iyi yetişmiş kızlardan, genç kadınlardan çok şey beklediğini bile yazmış… Günlükteki bu sayfayı da sergide görmeniz mümkün.

Arayış Yılları…
Sulu Boya ve Baskılar

Füreya seramik yapmaya, Kılıç Ali ile evliyken yakalandığı verem hastalığı sırasında başlamış. O zamanların korkulan hastalığı verem, ona hayatta büyük bir tutku ve amaç getirmiş. Tedavi için gittiği Fransa,’da ve İsviçre’de yattığı sanatoryumda, teyzesinin de teşviki ile sanatçı olma yolculuğu başlamış.

Füreya, eserlerinin daima hayatın içinde, insanların evinde olmasını istemiş. Onun için, duvar tabakları, ev objeleri üretmiş. İstemiş ki, insanlar yapıtlarını kullansınlar, hayatlarının bir parçası yapsınlar. Daha sonra, camilerdeki çinilerden esinlenerek, duvar panoları yapmaya başlayınca, istemiş ki insanlar otele, çarşıya, bankaya gittikleri zaman başlarını çevirsinler ve onun yapıtlarını görsünler. Bu dönemde yaptığı duvar panoları için günlerce, aylarca, daracık iskelelerin üstünde keyifle ve zevkle çalışmış. Sergide, aralarında Hilton oteli için yaptığı duvar panosunun da bulunduğu bazı yapıtlarının yok olduğunu öğrenmek üzücü oldu. Ne büyük vefasızlık… Öte yandan, ülkemizde bu vefasızlıkların ne çok örneği var…

Pipoluk

Her Zaman Kullanılabilecek Çanaklar

Seramik, zaman içinde Füreya için o kadar büyük bir tutku haline gelmiş ki, sabah yataktan kalkar kalkmaz seramik hamuru yoğurmaya başlarmış. Sanatçılarla, bu faaliyetleri hobi olarak yapanlar arasındaki en önemli fark, bu inanılmaz tutku ve azim olsa gerek.

Füreya’nın İstanbul Hilton İçin Yaptığı Sehpalar

Kendini sanata verdikçe ve çevresi sadece sanatçılardan oluşmaya başlayınca, Kılıç Ali ile olan evliliği de sona ermiş. Zaten, Atatürk’ün ölümünden sonra Kılıç Ali de gittikçe içine kapanmış. Böylece, yollarını ayırmışlar. O artık, gündüzleri çılgınca üretiyor, akşamları Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Azra Erhat gibi dostlarına sofralar hazırlıyormuş.

Duvar Tabakları

Füreya, sanat yaşamı boyunca sadece kendini geliştirmekle kalmamış, boşandıktan sonra yaşadığı Şakir Paşa ve Arif Bey apartmanlarında atölyesini, fırınını gençlere açarak, pek çok seramik sanatçısının yetişmesine katkıda bulunmuş. Alev Ebüzziya, Birgül Başarır, Binay Kara bunların bazıları.

Evler… Evler…

Sanat yaşamı boyunca bıkmadan üretmiş, yeni şeyler denemiş, sorgulamış, geleneksel olan ile yeniyi müthiş bir ahenkle harmanlamış Füreya. Sonra… Sonra, “artık söyleyecek yeni bir şeyim kalmadı” demiş ve fırınını satmış, atölyesini dağıtmış. Sıra dışı bir yaşamı olan bu güçlü kadın, ölümü de aynı metanet ve cesaretle karşılamış… Ölümünden önce, 1997 Ağustos ayında Boğaz kenarında, araba ile yaptığı son gezintide, Nazım Hikmet’in dizesi dökülmüş dudaklarından:

“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü…”

Füreya Koral, 26 Ağustos 1997 günü, Osmanoğlu Kliniğinde vefat etmiş. 28 Ağustos’da, Dolmabahçe, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kılınan namazdan sonra cenazesi, motorla götürüldüğü Büyük Ada’daki aile kabristanında defnedilmiş.

Füreya’yı bir sanatçı olarak hep desteklemiş olan teyzesi, Fahrelnissa Zeid’in birkaç ay önce Tate Modern’deki sergisinden sonra, kendi retrospektif sergisinin açılmış olması ne kadar hoş.

Sergiyi, 18 Ocak 2018 tarihine kadar, Akaretler, Sıraevler No:16’da gezebilirsiniz.

——————————————————

Yararlanılan Kaynaklar:
(1) Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Milliyet Yayınları.
(2) Füreya, Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi.
(3) Sıra Dışı Bir Kadın, Hüzünlü Bir Aile- Sara Koral Aykar ile ropörtaj, Sabah Gazetesi, 26/11/2017

Şehirde Görülesi Bir Sergi Var…

Sıcak ve rutubetin insanı bunalttığı bu Ağustos günlerinde İstanbul, mevsim gereği, sergiler açısından kurak. Her yıl olduğu gibi Eylül ayını, sadece havaların biraz serinlemesi umuduyla değil, aynı zamanda, bazılarının duyuruları şimdiden yapılmış olan, ilginç sergiler için de özlemle bekliyorum. Bu ortamda, bugün gittiğim bir sergiyi hem çok ilginç, hem de çok öğretici buldum. Sergide kaldığım iki saati aşkın sürenin nasıl geçtiğini hiç fark etmedim. Alan olarak çok büyük bir mekanı kapsamayan bu sergide kullanılan sıra dışı, interaktif ve deneyime dayalı sergileme ve bilgilendirme yöntemi çok etkileyici idi.

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisi, Koç Üniversitesi’nin Beyoğlu, İstiklal Caddesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) bulunuyor. Sergi, yaklaşık 60 yıldan beri kazılan bu önemli arkeolojik alanda bulunan objeleri ya da diğer buluntuları içermiyor. Çatalhöyük’te bulunan eserleri Ankara Arkeoloji Müzesi’nde ve Konya Arkeolojik Müzesi’nde görmek mümkün. Serginin konusu, özellikle son 25 yıldan beri, ileri teknoloji kullanılarak yapılan kazıların nasıl ve ne şekilde yapıldığı ile ilgili. Bu nedenle, kuru kuru bir bilgilendirme sunulmuyor. Kendinizi neredeyse o ekibin bir üyesi gibi hissedebiliyorsunuz. “Buluntu Laboratuvarı”nın canlandırıldığı masalarda, bizzat uzmanların kullandığı araçları ve isimlerinin yazılı olduğu analiz kağıtlarını inceleyerek, kendinizi bir an için onların yerine koyabiliyorsunuz. Bu anlamda serginin, arkeolojinin uğraşı konusunu ve nasıl zor bir alan olduğunu geniş kitlelerin ve özellikle çocukların kavraması için yararlı olduğunu düşünüyorum. Nitekim, sergiye bu amaçla çocuklarını getirmiş pek çok aile vardı.

Buluntu Laboratuvarı canlandırmaları

Konya Ovası’nda bulunan Çatalhöyük, 1993 yılından beri kazı ekibinin lideri olan Ian Hodder’ın da belirttiği gibi, dünyadaki ilk yerleşim yeri değil. Çatalhöyük’ten çok önce de, İ.Ö. 8500 yıllarında, Orta Doğu’da yerleşim yerleri bulunmakta imiş. Ancak, Çatalhöyük İ.Ö. 7000 yıllarında nüfus açısından o dönemin en kalabalık kenti olması nedeniyle önemli. 10.000 kişilik nüfusu ile, bir anlamda, zamanının bir mega kenti. İnsanoğlunun avcı, toplayıcı topluluklar iken, yerleşik tarım ve hayvancılığa geçtiği “Tarım Devrimi” sürecini, geçtiğimiz yıl “çok satan kitaplar” arasında parlayan, Yuval Harari’nin Sapiens kitabında okumak mümkün. O zaman, bu şekilde bir anda popülerleşen ve herkesin elinde olan kitaplara karşı her zamanki tepkimi göstermiş, okumak için ortalığın durulmasını beklemiştim. Ne yalan söyleyeyim, yakın zamanda elime aldığımda da, bir “light tarih” önyargısı ve eleştirel tavrı hala vardı bende. Ancak, okudukça bu yaklaşımımı değiştirdiğimi ve kitabı ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Okumamın bu sergi ile çakışması da, bilgilerimin taze olması açısından, çok uyumlu oldu benim için.

Çatalhöyük 1958 yılında, aralarında James Mellaart’ın da bulunduğu üç arkeolog tarafından, Konya Ovası’nda keşfedilmiş. 1961-1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazı yapan Mellaart’ın bulguları arkeoloji dünyasında büyük heyecanla karşılanmış ve kendisi de şöhret sahibi olmuş. Çünkü, o tarihe kadar kuramsal olarak, tarım ve yerleşik hayatın Batı’ya Anadolu üzerinden yayıldığı düşünülse de, bunun için yeterli bir kanıt bulunamamış. 1993 yılında ise, yine bir İngiliz olan, Ian Hodder tarafından kazılar yeniden başlatılmış. 2017 yılı Ağustos sonu itibari ile sona erecek olan bu 25 yıllık kazı döneminde, gelişen kazı, lazer görüntüleme ve analiz teknikleri sayesinde çok daha fazla ve önemli bulgulara ulaşılmış. Ian Hodder’ın ifadesi ile, “1960’larda Mellaart tarafından ortaya konulan büyük resim sayesinde bu projenin tüm mikro ölçekli analizler”i yapılmış.

İnsan yüzlü kap- Çatalhöyük

Çatalhöyük sayesinde, günümüzden 9000 yıl önce insanların Konya Ovası’nda yerleşik düzene geçtikleri, kerpiçten evler yaptıkları, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, 200 Km uzaktan getirdikleri volkan camını (obsidyen) kullanarak kesici aletler yaptıkları ortaya çıkmış. Bunun dışında, duvar ve yer resimleri ile taş ve kilden heykelcikler de bulunmuş. Ian Hodder, kendisine sorulan belli sorulara yanıt verdiği bölümde, bunların sanat eseri olmaktan ziyade, dinsel amaçlarla yapılmış resim ve objeler olduklarını söylüyor. 25 yıllık kazı sürecinde, bazı buluntular ekip için özel heyecan yaratmış. 2004 yılında bulunan kireçtaşı heykelcik, insan yüzlü kap, 2008 yılında ortaya çıkarılan kutsal alan ya da “tapınak”, 2009 yılında bulunan genç yetişkin erkek iskeleti (kafatasının içinde karbonize olmuş siyah bir beyin ile birlikte), 2012 yılında bulunan obsidyen ayna, 2013 yılında bulunan dünyanın en eski keten kumaşı ve 2015 yılında bulunan sıvalı, boyalı ve göz yerlerine obsidyen yerleştirilmiş bir baş bunlardan bazıları.

Kireçtaşı heykelcik- Çatalhöyük

Çatalhöyük’te 1993 yılından beri yapılan kazılarda,

– 27 farklı alanda kazı yapılmış.
– 33.000 birim kazılmış.
– Kazılarda 47 farklı ülkeden, 1170 araştırmacı çalışmış.
– 595 mekan tanımlanmış.
– Kazı ve araştırma hakkında 461 yayın yapılmış.
– 7900 mimari öğe tanımlanmış.
– Üst üste 18 tabaka saptanmış.
– Arkeolojiye ilgi duymaları için, 11.000 çocuğa eğitim verilmiş.
Bu proje, Avrupa Birliği fonları ile finanse edilmiş.
– 1 milyon ziyaretçi kazı alanını ziyaret etmiş.
– 162 bina toprak üstüne çıkarılmış.

Kutsal alan- Çatalhöyük

Kazı çalışmalarının ne şekilde yürütüldüğü hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler için sergide yaklaşık 40 dakikalık bir video da var. 2006’da çekilmiş bu videoda, o dönem Kazı Başkan Yardımcısı olarak görev yapan araştırmacı Shahina Farid sizi kazı alanında gezdiriyor ve açıklamalar yapıyor.

Sergide Ian Hodder soruları da cevaplıyor

Yukarıda belirttiğim gibi, Çatalhöyük’te bulunan eserler günümüzde iki müzede görülebiliyorlar. 1961-1965 yılları arasında James Mellaart ve ekibinin çıkardıkları Ankara Arkeoloji Müzesi’nde, 1993-2017 yılları arasında Ian Hodder ve ekibinin çıkarttıkları ise Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar. 2015 yılının Aralık ayında Konya’ya yaptığımız bir gezide bu eserleri görme fırsatım olmuştu. Değişik objelerin arasında, günümüzde kullanılanlardan hemen hemen farksız olan tuzluklar özellikle dikkatimi çekmişti.

Çatalhöyük buluntuları- Konya Arkeoloji Müzesi
Sol üstte tuzluklar, çeşitli objeler, sol altta çocuk mezarı

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini bir sanal gerçeklik (virtual reality) deneyimi ile noktalayabiliyorsunuz. Bu bölümde, arkeolojik bulguların sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratılması yoluyla, kendinizi bizzat Çatalhöyük’ün 9000 yıl önceki zamanına ışınlanmış gibi görebiliyor, yaratılan evin içinde dolaşabiliyor, objeleri elinize alabiliyorsunuz. Bunun dışında, evin damına çıkan merdivenden yukarı çıkabiliyor ve etrafınızdaki yemyeşil Konya Ovası üzerinde parlayan güneşi, diğer evlerin tepesindeki insanları görebiliyorsunuz. Kesinlikle çok etkileyici bir deneyim…

Ian Hodder ve ekibinin bir bölümü Çatalhöyük’te

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini 25 Ekim 2017 tarihine kadar görmeniz mümkün. Sergi sonrası için önerim ise, ANAMED binasının 5. Katındaki Beyoğlu Divan Brasserie’de soluklanmanız ve eşsiz manzaranın tadını çıkarmanız olacak…