Barselona (3): Gaudi’nin İzinde…

Antoni Gaudi i Cornet 1878 yılında, ünlü Escola d’Arquitectura de Barcelona’dan mezun olurken, mimarlık okulunun Direktörü Elies Rogent şöyle demiş:

“Bu diplomayı bir deliye mi, yoksa bir dâhiye mi verdiğimizi bilmiyorum; bunu sadece zaman gösterecek”

Ve zaman göstermiş… Gaudi, henüz ölmeden, bir dahi olarak kabul edilmiş. Modernista akımının bir üyesi olmakla beraber, yarattığı eserler ile kendine özgü bir tarzı olduğunu kanıtlamış. Şöhreti, ülkesinin sınırlarını aşmış…

Palma de Mallorca Katedrali (La Seu)

Benim, fotoğraflar dışında, Gaudi’nin eserleri ile ilk tanışmam, 2011 yılında Mayorka (Mallorca) adasında oldu. Mayorka’nın, La Seu olarak da anılan, 1229 yılında yapılmış ünlü katedralinde Gaudi’nin izleri vardı. Piskoposun talebi üzerine Gaudi burada, 1901-1914 yılları arasında restorasyon çalışmaları yapmış, bu arada, bazı ilaveler yapmaktan da geri durmamış. Altarın üzerine doğru, bir taç gibi, tavandan sarkan şamdan, yenilenen vitraylar, hatırladığım güzellikler… Ama şüphesiz, bu sıra dışı mimarın yaratıcı dehasını tam olarak kavrayabilmem için, onun Barselona’daki eserlerini görmem gerekiyormuş…

Palma de Mallorca Katedralinde Eski ile Gaudi’nin Eklemeleri Bir Arada

Gaudi, 25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da, Reus’da doğmuş. Bazı kaynaklara göre ise, Reus yakınlarında bir köy olan, Riudoms’da doğmuş. Ailesi, demir ve bakır işçiliği ile uğraşıyormuş. Gaudi’nin genç yaşlarda dedesine ve babasına bu konuda yardım etmesi ona, ilerde üç boyutlu tasarım ve malzeme kullanımı konusunda sağlam bir alt yapı sağlamış.

Öte yandan, çocukken ve ilk gençlik çağlarında, romatizma nedeniyle zayıf bir bünyesi olan Gaudi, yaz aylarında Riudoms’daki evde, uzun süre dinlendiği dönemler geçirmiş. Böylece, doğayı ve kurallarını inceleme fırsatı bulmuş. Bu da, ileride yaratıcılığını olumlu etkilemiş. Yarattığı eserlerin güzel, farklı, hatta çılgın olmak dışında, amacına uygun, sürdürülebilir ve etkin olmasını sağlamış.

Gaudi, 1870 yılında mimarlık okumak üzere Barselona’ya gelmiş. Eğitim masraflarını karşılamak için, bir yandan da çalışmak zorunda kalmış. Tutarsız bir öğrenci olsa da, daha o dönemde yeteneğinin fark edilmesi, hocaları ile birlikte bazı projelerde çalışmasını sağlamış.

Şelaleli Havuz-Parc de la Ciutadella

Gaudi’nin mezun olmadan önce çalıştığı projelerin içinde en ünlüsü, Parc de la Ciutadella’daki ünlü, şelaleli havuz. Genç Gaudi, mimar Josep Fontsere tarafından tasarlanan bu havuz projesinin hem tasarımına hem de yapılmasına katkıda bulunmuş. Fontsere onu, belli noktalarda tamamen özgür bırakmış. Günümüzde, hem bu havuzda hem de parkın diğer yerlerinde yapılan restorasyonlarda ortaya çıkan imzaları nedeniyle, genç ve yetenekli Gaudi’nin bu parka katkılarının eskiden bilinenden çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Parc de la Ciutadella’ya bir başka yazımda daha ayrıntılı olarak değineceğim.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Plaça Reial

Mezun olduktan sonra, Gaudi’nin ilk işlerinden biri, Barselona Şehir Konseyi tarafından kendisine sipariş verilen sokak lambaları olmuş. Günümüzde, Plaça Reial’de görebileceğiniz bu iki lamba, 1879 yılında yerlerine konmuş. Taş bir kaide üzerinde, altı kollu olan bronz ve dökme demir lambaların direkleri, asma yaprakları ve ortadaki Barselona şehir arması ile süslenmiş. Lambaların üst kısımları ise, en etkileyici yerleri. İki yılanın sarılı olduğu ana direğin en tepesinde, kanatlı bir miğfer ile, Roma tanrılarından Merkür (Yunanlılarda Hermes) temsil edilmiş. Her ne kadar, Merkür aynı zamanda yolcuların, nakliyecilerin, hırsızların ve dolandırıcıların koruyucusu olsa da, Gaudi bu semboli, onun dükkancıların ve tüccarların da tanrısı olmasından dolayı koymuş.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau

Gaudi’den, 1890 yılında yapması istenilen diğer iki lambayı ise, Pla de Palau’daki belediye binalarının önünde görebilirsiniz. Üç kollu olan bu lambalar ile Plaça Reial’dekilerin arasında benzerlikler olsa da, tepeleri farklı. Merkür’ün miğferi yerine, bu lambaların tepesinde, yine yılanların sarılı olduğu, ters olarak yerleştirilmiş, birer taç var. Söylendiğine göre, Gaudi’nin Barselona için yaptığı iki tane daha sokak lambası varmış. Ancak, bunlar kayboldukları için, günümüze ulaşamamışlar.

Gaudi’nin Gençliği

Gaudi gençlik yıllarında, iyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi ve yaşamayı seven, tiyatro, konser ve sosyal toplantılara giden bir insanken, zaman içinde, mimari dehasının en çarpıcı ürünlerini vermesine paralel olarak, tüm bu alışkanlıklarını teker teker bırakmış. Giderek toplumsal hayattan çekilmiş. Dini inançları kuvvetli, çok az yemek yiyen, üstüne başına önem vermeyen bir insan haline gelmiş. Öyle ki, ömrünün 43 yılını verdiği ve son yıllarda yaşadığı Sagrada Familia (*) kilisesinin yakınlarında, bir tramvay çarpması sonucu yaralanıp, hastaneye kaldırıldığı zaman, onu önce kimse tanımamış. Ünlü mimar Gaudi olduğunun anlaşılması bir hayli vakit almış. Kazadan iki gün sonra öldüğü zaman ise, binlerce Barselonalı cenazesine katılmış.

Gaudi’nin Cenazesi (12 Haziran 1926)

Şüphesiz, genç Gaudi’nin hayatındaki dönüm noktası onun, politikacı, girişimci ve sanayici, Eusebi Güell ile tanışması olmuş. Daha sonra Kral tarafından Kontluk unvanı da verilen Güell, sanatçıları daima korumuş ve desteklemiş. İş birlikleri uzun yıllar sürecek olan ikili, 1878 Paris Dünya Fuarı vesilesi ile birbirlerini tanımışlar. Gaudi’nin, fuara katılan, eldiven perakendecisi Esteve Comella için tasarladığı vitrin düzenlemesini çok beğenen Güell, bu yetenekli mimar ile çalışmaya karar vermiş. Önceleri, mobilya tasarımı gibi ufak tefek siparişler vermiş. 1886 yılında, Gaudi koruyucusundan ilk önemli işini almış. Güell kendisinden, şehirde geniş ailesi ile birlikte oturabileceği bir saray tasarlamasını istemiş. Palau Güell’in yapımına böylece başlanmış.

Gaudi’nin Güell İçin Tasarladığı İki Koltuk. Soldaki Kadınlar, Sağdaki Erkekler İçin-Palau Güell
Koltukların Alt Saçaklarından Kafasını Uzatan Fareler
Koltukların Arkalıklarından Kafalarını Uzatan Kediler

Daha önce belirttiğim gibi, Barselona’da Art Nouveau binalar ağırlıklı olarak Eixample semtinde yapılmış. Palau Güell ise, şehrin eski tarafında bulunuyor. La Rambla’da, sahile doğru inerken, sağ koldaki ara sokaklardan birinde. Etkileyici girişine rağmen, insan ilk anda binanın özelliğini ve güzelliğini tam olarak algılayamıyor. İslami ve gotik mimarinin izleri ile bezeli yapıyı gezdikçe hayranlığınız artıyor. Yapımı dört yıl süren binada taş, ahşap, seramik, cam ve demir işçiliği müthiş bir ahenk içinde. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için Gaudi, çok geniş bir sanatçı ve usta ekibiyle birlikte çalışmış.

Palau Güell

Palau Güell, estetik olduğu kadar, çağının çok ötesinde olduğunu düşündüğüm, fonksiyonel özelliklere de sahip bir yapı. Sagrada Familia da dahil olmak üzere, gezdiğimiz diğer eserlerinde olduğu gibi, Gaudi burada da doğal ışıktan faydalanma ve havalandırma konuları üstüne çok düşünmüş ve çözümler üretmiş. Öte yandan, bu teknik çözümlerini Modernista akımının genel kuralları ve kendi estetik zevki ile süslemeyi de ihmal etmemiş. Buna en güzel örnek, binanın çatısındaki bacalar. Aslında, Gaudi’nin her yaptığı yapıda, farklı bir şekilde tasarlanmış ya da süslenmiş bacalar hep sıra dışı. Çarpıcı ve güzel olmalarının yanında, bu bacaların bir kısmı ısıtma sisteminin, bir kısmı ise havalandırmanın bir parçası.

Palau Güell’in Bacaları

Pala Güell’in girişi, yüksek tavanlı, geniş bir mekan. Sokaktan içeri girilen, harika bir demir işçiliği ile süslenmiş, iki kemerli kapı da, aynı şekilde, yüksek. Bunun nedeni, üst katlara çıkan, görkemli bir merdivenin bulunduğu bu antreye, at veya atlı araba ile girilmesini mümkün kılmak içinmiş. Merdivenler ve sahanlık bölgesinde görülen taş işçiliği, demir ve vitray süslemeler, sarayın diğer kısımlarında göreceklerinizin ufak bir habercisi sadece…

Giriş kapısı-Palau Güell
Girişten Üst Katlara Çıkan Ana Merdiven-Palau Güell
Vitray-Palau Güell

Yukarı çıkmadan, zeminin alt katında gezilen bölge, atlar için ahır ve arabaların çekileceği alan olarak tasarlanmış. Tıpkı, günümüzdeki binaların altına yapılan garajlar gibi. Buraya, eğimli, taş döşenmiş bir koridor ile iniliyor. Eğim ve malzeme, atların kaymasını önleyecek şekilde seçilmiş. Tuğla duvarlı mekan, doğal bir havalandırma sistemine sahip.

Kabul Salonu Tavan Detayı
Konser Salonundaki Org-Palau Güell
Orgun Altındaki Sahne. İçteki Kapılar Açılınca, Salon İbadet İçin Bir Şapele Dönüşüyor

Palau Güell’in yaşamsal alanı güzelliklerle dolu. Misafir salonu, konser salonu ve muhteşem orgu, yemek salonu, oturma odası, yatak odaları, oyun odaları ince detaylar ile bezeli. Tüm odalarda, Akdeniz güneşinden faydalanılırken, sıcağından korunmanın çareleri, estetiği ihmal etmeden, bulunmuş.

Oturma Odasından Detaylar-Palau Güell

Palau Güell ziyaretimizle ilgili beni üzen nokta, anlayamadığımız teknik bir aksaklık nedeniyle, çektiğimiz fotoğrafların çoğunun yok olmuş olması… Sanki, teknolojik bir kara delik tarafından yutulmuş gibiler. O nedenle, burada sadece, elimdeki az sayıda fotoğrafı paylaşabiliyorum.

Yatak Odası Şöminesi ve Tuvalet

Güell ailesi, yirminci yüzyılın başına kadar Palau Güell’de oturmuş. 1945 yılında, ailenin en küçük kızı bu güzel sarayı, Barselona Şehir Konseyine devretmiş. Palau Güell, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş.

Bekçi Kulübeleri-Park Güell

1900 yılında, iş adamı Güell büyük bir arazi satın almış ve Gaudi’den, buraya çocukları için bir park yapmasını istemiş. Böylece, günümüzde Barselona’da en çok gezilen yerlerden biri olan Parc Güell’in yapımına başlanmış. Bu arada, aile de parkın arazisinin içindeki Casa Larrard’a taşınmış. Gaudi, klasik stilde yapılmış bu binada ufak tefek değişiklikler yapmış. Ama yapıyı fazla değiştirmemiş. 1931 yılından beri bir okul olarak kullanılan binayı, parkı ziyaret ettiğiniz zaman, tel örgülerin arkasından görebiliyorsunuz. Parkın içindeki, mimar Francesc Berenguer’in yapımı bir diğer binada, Gaudi uzun yıllar yaşamış. Ölmeden bir süre önce, en büyük tutkusu haline gelen, Sagrada Familia’da yatıp, kalkmaya başlamış. Şimdi bu ev de, Gaudi’nin Evi adı altında, ayrı bir müze. Park girişinin dışında bir ücret ödeyerek, gezebiliyorsunuz.

Dorik Sütunlu Hipostil Odası
Güell Ailesinin Oturduğu, 1931’den Beri Okul Olan Casa Larrard
Gaudi’nin Evi

Özellikle giriş kapısındaki bekçi binaları, ana merdivenlerindeki dev kertenkele ve umulmadık yerlerde karşınıza çıkan masalsı yaratıklar nedeniyle, Parc Güell insanda bir Disneyland izlenimi yaratıyor. Bu nedenle olsa gerek, burası Barselona’da en çok çocuğu bir arada gördüğümüz yer oldu. Güell ailesi, Eusebi Güell’in ölümünden sonra, parkı Barselona Şehir Konseyine satmak üzere teklifte bulunmuş. 1922 yılında satış gerçekleşmiş ve park, dört yıl sonra halka açılmış. Ancak, ondan çok önce de, Teatre Grec veya Doğa Meydanı (Nature Square) denilen alanda, halka açık ulusal bayram kutlamaları ve spor karşılaşmaları yapılırmış.

Üstte Grek Tiyatrosu veya Doğa Meydanı, Altta Hipostil Odası
Hipostil Odası Tavan Detayı

Parka gitmeden önce, biletinizi almanız önemle tavsiye ediliyor. Nitekim, biz de öyle yaptık ve iyi ki de bu öneriye kulak vermişiz dedik. Kapıda, bilet almak ve içeri girmek için uzun bir kuyruk oluyor. Parkın birkaç girişi var. Ana giriş, Carrer d’Olot’dan. Ancak, biletinizi önceden, internetten aldıysanız, diğer girişlerden de girebilirsiniz. Burada önemli olan, biletinizde belirtilen saat aralığında mutlaka orada olmanız. Eğer bu zamanı geçirirseniz, sizi içeri almıyorlar. Biz, gitmeden önce okuduğum bir öneriye uyarak, parka üst taraftan girdik. Bunun avantajı, parkı yokuş aşağı inerek, gezebilmeniz. Ancak, o kapıya ulaşmak için, metrodan sonra tırmanmamız gereken yokuş çok daha dik ve yorucu idi. Üstelik, giriş kapısını bulmamız da biraz vakit aldı. O nedenle, ben size ana kapıdan girmenizi öneririm.

Çamaşırcı Kadın Revakı

Parkın demir giriş kapısı, dikkat çekici. Bu kapı, Gaudi’nin 1883-1885 yıllarında bir başka aile için yaptığı, yazlık ev Casa Vincens’den getirilmiş. Gaudi’nin ilk önemli eseri olduğu belirtilen bu yapı da Unesco Dünya Mirası listesinde ve gezilebiliyor. Ancak, bizim gezmeye vaktimiz olmadı.

Biz parkı gezerken, en üstteki Doğa Meydanı bir restorasyona girmek üzereydi. Meydanı naylonlarla kaplamaya başlamışlardı ama, yine de, kırık seramik kaplı oturma yerlerini görebildik. Okuduğuma göre, şimdi burası bir süreliğine tamamen kapatılmış. Orijinal ismi Yunan Tiyatrosu olan, büyük gösterilerin yapıldığı bu alan, kısmen kayaya oyularak, kısmen de hemen altındaki, Hipostil Odası denilen mekanın Dorik sütunlarının üstüne oturtularak yaratılmış. Gaudi, yukardaki meydanda biriken yağmur sularının, alttaki sütunlu odanın saçak kısmında yaptığı oluk ve filtreleme sistemi ile, en alttaki su deposuna dolmasını sağlamış. Girişin tam karşısındaki merdivenlerin dibinde, bütün azameti ile sizi karşılayan ve gerektiğinde ağzından su akan ejderhayı da, depodaki su seviyesini ayarlamak için kullanmış.

Parkın Ünlü Ejderhası
Casa Vincens’den Getirilen Kapı

Barselona’da kaldığımız sürede, Palau Güell dışında, Gaudi’nin eseri olan konutlardan iki tanesini daha gezme fırsatımız oldu. Bunlar aynı zamanda, mimarın en çok adı geçen evleri. İlk olarak, Passeig de Gràcia 92 numarada bulunan Casa Mila’yı (La Pedrera olarak da anılmaktadır) gezdik. Burası, Pere Mila ve eşi Roser Segimon tarafından, Gaudi’ye sipariş verilmiş bir apartman kompleksi. Aile Gaudi’den, alt katta kendileri için bir daire, üst katlarda da kiraya verebilecekleri daireler yapmasını istemiş. 1906-1912 yılları arasında yapılan bu büyük apartmanda hala bazı dairelerde oturanlar var. O nedenle, binayı gezerken, fazla gürültü yapılmaması rica ediliyor. Kimi dairelerde de, Casa Mila’yı yöneten vakıfa ait ofisler bulunuyor.

Casa Mila (La Pedrera)
Apartmanın İki Avlusundan Bir Tanesi ve Mila Ailesinin Dairesine Doğrudan Çıkan Merdiven
Avluya Yukardan Bakış
Diğer Dairelere Çıkan Merdivenler

Casa Mila, iki ayrı avlusu olan, çok modern bir bina. Gaudi, apartman sakinlerini düşünerek, binanın altına bir park alanı yapmış. Ama, aradan geçen yirmi yılda atlı arabaların yerini motorlu arabaların alması nedeniyle, Palau Güell’deki gibi bir ahır ve atlı arabaların çekildiği bir mekan yerine, otomobiller için bir garaj yapmış. Bina, Gaudi’nin tüm eserlerinde olduğu gibi, doğal gün ışığından maksimum derecede yararlanılabilecek şekilde tasarlanmış. Hem ortadaki avlulara hem de dışarıya cephesi olacak şekilde yerleştirilmiş daireler son derece aydınlık. Bazı bölgeleri, adeta bir ışık seli içinde.

Örnek Dairede Yemek Odası
Mutfak
Ütü Odası

Binanın dördüncü katındaki temsili daire sayesinde, 1900’lerin başında, Barselonalı zengin bir burjuva ailenin yaşadığı tipik bir daireyi görebiliyorsunuz. Salon, yemek odası, yatak odaları, hizmetçi odası, ütü odası, banyolar, hepsi dönemin mobilyaları ile döşenmişler. Apartmanda, üç tane merdiven ve iki tane asansör buluyor.

Yatak Odası
Banyo

Casa Mila’nın dış cephesindeki, dalgayı andıran hareketlilik, yapıya çok modern bir hava veriyor. Ayrıca balkon demiri görevini gören süslemeler, çağdaş bir geri dönüşüm anlayışı ile, kullanılmış araba lastiklerinden yapılmış. Ancak, binadaki asıl şaşırtıcı unsurlar, sizi üst katlarda bekliyor. Öncelikle, tavan arasında görülen kemerler silsilesi insanı büyülüyor. Buradaki 270 kemer, bir üst kattaki terası da ayakta tutuyor. Apartman dairelerinin çamaşır yıkama alanı olarak planlanmış tavan arası, terastaki bacalar yardımı ile, aynı zamanda binanın havalandırmasının da düzenlendiği bir alan.

Tavan Arası

Star Wars’u Andıran Çatı

Binanın dış cephesi gibi dalgalı bir zemini olan terastaki, uzay yaratıkları benzeri, dikitler çok çarpıcı. Bunların çok az sayıda olan birkaç tanesi süsleme amacıyla yapılmış. Kalanlar ise, ya ısıtma sisteminin ya da havalandırmanın bacaları. Sanırım, gençler için binanın en ilgi çekici yeri, tepedeki bu teras. Çünkü, dışarı adımınızı atar atmaz, kendinizi Star Wars filmlerindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.

Bacalar

İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Gaudi, Casa Mila ile, çağının çok ötesinde bir apartman yaratmış. Öte yandan, bu dönemde kendini artan bir şekilde dine vermeye başlamış. Aklı fikri Sagrada Familia’nın yapımına hız vermekte imiş. Bu nedenle, aslında bu binayı epeyce bir ısrardan sonra, biraz da gönülsüzce yaptığı söyleniyor. Yapımı sırasında, hem mal sahibi ile hem de Barselona Şehir Konseyi ile ihtilafa düşmüş. Hatta Pere Mila ile mahkemelik olmuş. Davayı kazanınca, aldığı tazminatı bir manastıra bağışlamış. Casa Mila, 1984’ten beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.

Gaudi’nin Tasarımı Yer Karoları. Passeig de Gràcia Caddesinin de Kaldırımları Aynı Desenli Karolar İle Kaplı
Gaudi’nin Tasarımı Sandalyeler
Casa Mila (La Pedrera) Maketi

Casa Mila ve Parc Güell’i gezdiğimiz gün, son olarak, Gaudi’nin bir başka şaheserini de gezdik. Barselona’da bir haftadan fazla kaldığımıza göre, Gaudi’nin yaptığı evler içinde çok özel bir yeri olan Casa Batlló’yu görmeden gitmek olmazdı…

Casa Batlló
Giriş
Ana Merdiven
Trabzan Başı Detayı
Arka Merdivenler

Casa Batlló da, Casa Mila gibi, Passeig de Gràcia caddesinde, 43 numaralı bina. Bir önceki yazımda bahsettiğim, Modernista mimar Josep Puig i Cadafalch’ın eseri, Casa Amatller’in tam yanındaki bina. Ancak, Casa Batlló çevredeki yapıların hiçbirine benzemeyen, çok faklı bir apartman. Dış yüzeyindeki renkli, kırık seramik kaplama kimilerince bir ejderhanın pullarına benzetiliyor. Salvadar Dali gibi, kimileri de bunun deniz dalgalarını sembolize ettiğini düşünüyor. Yekpare demirden yapılmış balkonlar genellikle maskelere, çatının pullu ve kavisli yapısı ejderhaya, önündeki haç da, Aziz George’un ejderhaya sapladığı kılıca benzetiliyor. Yine ejderha benzetmesini benimseyenler, zemin kattaki kemerleri ejderhanın bacakları olarak tarif ediyorlar. Tüm bu yorumlar sadece birer tahmin çünkü, Gaudi bu konuda hiçbir zaman bir açıklamada bulunmamış. Her ne olursa olsun, bina son derece değişik ve büyüleyici. Üstelik, gündüz ayrı gece ayrı güzel…

Casa Batllo Gece de Çok Etkileyici…

Batllo Ailesinin Dairesinden Şömine ve Kapı Detayı

Passeig de Gràcia’ya Bakan Salondaki Pencere Vitrayları ve Tavan Detayı İnsana Suyun Altındaymış Hissi Veriyor…

Başta, mülk sahibi Josep Batlló i Casanovas Gaudi’den, burada önceden var olan bir binayı tamamen yıkıp, yeniden yapmasını istemiş. Ancak Gaudi kendisini, binayı yıkmadan yenileme konusunda ikna etmiş. Bina, 1904-1906 yılları arasında yenilenmiş. Cephesi ve çatısı dışında, binanın içi, apartman daireleri yeniden düzenlenmiş. Günümüzde hala çalışmakta olan asansör eklenmiş. İçeride, bazı noktalarda gerçekten suyun altındaymışsınız hissi veren büyülü bir hava yaratılmış. Ailenin oturduğu birinci kattaki dairenin, ana caddeye bakan salonu özellikle çok güzel. Arka taraftaki teras ise, bir bahçe büyüklüğünde.

Arka Salon ve Teras

Gaudi, Casa Batlló’yu yaparken en ince ayrıntıya kadar düşünmüş. Kapı ve pencere çerçeveleri, kulplar, lambalar ve aplikler bile, özel olarak tasarlanmış. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin farklı anatomilerini dikkate alarak sandalyeler ve farklı mobilyalar yaptırmış.

Daire Kapıları

Oda Kapısı ve Pencere Tasarımı
Gaudi’nin Aplikleri

Ben, kendi adıma, Casa Batlló’yu gezerken büyülendim… Burada yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüp, durdum. Yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bu bina öylesine çağdaş ve modern ki, insan günümüzde burada rahatlıkla yaşayabileceğini düşünüyor. Bir de, hem estetik güzellik hem fonksiyonellik, insanın gözüne sokulmadan sağlanmış. Gaudi’nin her zaman yaptığı gibi…

Apartmanın, Üst Katlara Çıktıkça Koyulaşan, Mavi Renkli Seramik Kaplı Aydınlığı

Gaudi’nin Barselona ve civarındaki eserleri, benim bu yazıda yazdıklarımla sınırlı değil. Şehrin içinde bile görmeye vakit bulamadığımız, Casa Vincens ve Casa Calvet gibi yaptığı evler var. Onları da artık, bir sonraki sefer görürüz dedik…

Pencerelerdeki Havalandırma Kapakları
Casa Batllo’nun Bacaları

Yurtdışına gidince, sadece müze geziyoruz sanılmasın. Yabancı bir ülke ya da şehri tanımak için, gündelik hayatın içine karışıp, insanları gözlemlemek de gerekiyor. Güzel bir kafede yorgunluk atmak, pazarları dolaşmak, şehrin yerlilerinin tercih ettiği yeme içme yerlerine gitmek bunun için ideal.

Casa Batllo’dan sonra, biraz dinlenmek iyi olur diye düşündük. Otele dönmek için Plaça de Catalunya’dan geçerken, köşedeki Cafe Zurich’de bir kahve içelim dedik. Daha önce, buranın bir zamanlar ünlü bir yer olduğunu, yazarların, sanatçıların, entelektüellerin buluşma yeri olduğunu okumuştum. Bu ne kadar zaman önceydi, bilemiyorum ama, şu anda hiçbir özelliği kalmamış görünüyor. Bir kere aşırı kalabalık. Garsonlar ise, aşırı yavaş ve bıkkın. Sanırım burası da, Paris’teki benzer kafelerin akıbetine uğramış. Şehrin kültürel panoramasında sadece bir anı olarak kalmış.

Son olarak, Eixample semtinde çok memnun kaldığımız iki restorandan söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, yaklaşık bir seneden beri Barselona’da oturan ve genç bir çift olan dostlarımızın bizi götürdüğü bir tapas bar. Çeşitli kaynaklardan, tapas konusunda bir efsane olarak kabul edildiğini öğrendiğim Ciutat Comtal’ın şöhretinin, hak edilmiş olduğuna şahitlik yapabilirim. Yediğimiz çeşit çeşit, leziz tapasların içinde, özellikle yengeçli ve kaz ciğerli olanların tadı damağımda kaldı doğrusu. Önden içtiğimiz bir sürahi sangria, ardından zevkle yudumladığımız kaliteli şaraplar ve keyifli sohbetimiz eşliğinde, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık.

Ciutat Comtal ile ilgili önemli bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Burası, rezervasyon almayan bir işletme. O nedenle, bizim yaptığımız gibi, İspanyol ölçülerine göre akşam yemeği için erken bir saatte orada olmanızı öneririm. Bu da, yedi buçuk ile sekiz arası bir saat demektir. Buna rağmen, boş bir masa için, yine de barda beklemek durumunda kalabilirsiniz. Hiç dert etmeyin ve sangrianızı yudumlamaya başlayın…

İkinci restoran, Vinoteca Torres, Casa Batlló’ya yürüyerek dört dakika mesafede. Passeig de Gràcia 78 numarada. Burayı da, yemek zevki ve kültürüne çok güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Ucuz sayılmayacak bir restoran ancak, gerek yemekler gerekse servis açısından pişman olunmayacak ciddiyette bir işletme. Torres ailesi kuşaklar boyunca şarap üretimi ile uğraşmış bir aile imiş. Benim düşünceme göre, zorlu bir süreç gerektiren şarap üretimindeki titizliği, restoran işletmeciliğinde de, aynen uyguluyorlar.

Biz, Vinoteca Torres’e oldukça geç bir saatte gittik. Öncesinde, Montjuic’te bulunan Sihirli Çeşme’deki (Font Magica) ışık ve müzik gösterisini izlemeye gitmiştik. Rezervasyonumuz vardı. Önce bize, ön taraftaki uzun ve yüksek masaları önerdiler. Ama biz, arkada tarafta ve yukardaki beyaz örtülü masalardan bir tanesini tercih ettik. Bizimle ilgilenen genç kız, şarap ve yemek önerilerinde son derece başarılı idi. Antre olarak, ançüez ve escalope carpaccio; ana yemek olarak cannelloni ve filet mignon çok lezzetli idi. Tatlı olarak, yine garsonumuzun önerisi üzerine yediğimiz, çikolatalı tatlı ve dondurmadan çok memnun kaldık.

Barselona’da sürdüğümüz izler bu kadar değil… Bir sonraki yazımda, farklı bir iz üzerinde olacağız…

________________________________
(*)- Sagrada Familia’ya, Barselona üzerine yazdığım ilk yazıda ayrıntılı olarak yer verdiğim için, bu yazımda tekrar değinmedim. Bakınız: Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (2): Modernista Akımının İzinde…

Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.

Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.

Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.

1888 Dünya Fuarı İçin, Mimar Josep Vilaseca i Casanovas Tarafından Tasarlanan, Zafer Takı

Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…

Parc de la Ciutadella’da Gaudi’nin Ejderhaları

Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.

Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…

23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.

Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.

Passeig de Gracia Caddesinde, Barselona’nın Elektrikle Çalışan İlk Sokak Lambaları

Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.

Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…

Kaldırımlardaki ‘Modernism Rotası’ İşaretleri

1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.

Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.

Casa Lleo Morera

Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…

Casa Lleo Morera

Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.

Palau de la Musica Catalana

Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.

Palau de la Musica Catalana

Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.

Aziz George Heykeli-Palau de la Musica Catalana

Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.

Fuaye-Palau de la Musica Catalana

‘Ağaçlı Balkon’-Palau de la Musica Catalana

Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.

Salon ve Camdan Ters Kubbe-Palau de la Musica Catalana

Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.

Josep Anselm Clave’nin Heykeli-Palau de la Musica Catalana
Üstte:Valkyries Canlandırması Altta: Beethoven’in Büstü

Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…

Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…

Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.

(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)

O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.

Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.

Hasta Kabul Bölümü-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi
Yer Altı Tünelleri-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…

Posta Kutusu-Casa de l’Ardiaca

Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.

Casa Marti

Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.

El Quatre Gats

Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.

Picasso’nun El Quatre Gats İçin Yaptığı Afişin Aslı-Picasso Müzesi

Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.

Beklerken (Margot), Picasso-Picasso Müzesi

1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.

Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…

Story Kafe

Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.

Casa Amatller

Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.

Palau Nacional ve Font Magica

Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.

Font Magica ve Cadafalch’ın Sütunları

Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.

Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.

Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.

Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.

Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…

Columbus Anıtı-Plaça del Portal de la Pau

Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…

Hotel 1898

Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.

Hotel 1898

Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.

Hotel 1898

Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.

Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Kristof Kolomb’u Kabul Ettikleri Salon-Museu d’Historia de Barcelona

Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.

Eixample

Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.

Sagrada Familia

Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.

Sagrada Familia

Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.

Gaudi’nin Mezarı-Sagrada Familia’nın Kripti

1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.

Gaudi’nin Sagrada Famila’nın Girişinde Kara ve Deniz Yönlerini Göstermek İçin Kullandığı Deniz ve Kara Kaplumbağaları

Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.

Sonsuzluk Ağacı-Sagrada Familia

Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.

Tutku Cephesi-Sagrada Familia
Judas’ın Öpüşü ve Sihirli Kare

Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.

Sağda, Çarmıhını Taşıyan İsa. Solda, İsa’nın Yüzünü Baş Örtüsü ile Silen Veronica. Elinde Tuttuğu Örtüsüne İsa’nın Sureti Çıkmış
Tutku Cephesinden Detay-Sagrada Familia

Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…

Çarmıktan İndirilen İsa’nın Nicodemus (Sağda Üstte)Tarafından ‘Yağlanması’. Subirachs, Nicodemus Olarak Kendisini, İsa’nın Başını Tutan Kişi Olarak İse Gaudi’yi Yapmış

Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…

Sagrada Familia’nın İçi

Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.

Sagrada Familia’nın İçi
Sagrada Familia’nın İçi-Zafer Kapısı ve Üzerinde Barselona’nın Koruyucusu Aziz George

Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.

Aşağıdan Görülemeyecek Yükseklikte Ayrıntılar

Kuleden Aşağı İnilen Merdivenler…

Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.

Gaudi’nin İşçi Çocukları İçin Yaptığı Okul (1908-1909)
Üst Sıra: 20.Yüzyıl Başlarında Okul Alt Sıra:Okulun Eskisi Gibi Yenilenen İçi

Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.

İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.

İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.

Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…

Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.

Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.

Sıcak Çikolataya Batırarak Yenen Churros (Xurros)

İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…

Matera… Bir Zamanların Hayalet Şehri…

Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.

Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.

Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…

Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.

Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.

Matera’nın Sasso Barisano Bölgesi ve Tepede Duomo

Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.

Sasso Caveoso Bölgesi

Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.

Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.

Üstte Alberobello, Altta Harran Evleri ve İçleri

Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.

Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,

– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.

Otelimizi söyleyince,

– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.

O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.

Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.

Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…

San Pietro Caveoso Kilisesi

Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.

Matera Kanyonu

Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.

Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.

O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.

Ristorante Gatta Buia

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.

Otelimiz Palazzo Viceconte

Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.

Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.

Matera Katedrali-Duomo

Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.

Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.

Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.

Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.

Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).

Duomo ve İçi
Anlaşılan Son Günlerde Günah Çıkarmaya Pek Gelen Yok…

Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.

Duomo’da Bizans Kalıntıları ve Freskleri

Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.

San Pietro Caveoso Kilisesi ve İçi

Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.

San Giovanni in Monterrone Kilisesi
Alt Sıradaki Evin Ahırının Kilisenin Tabanından Görünüşü
Madonna de Idris Kilisesi
Kilisenin Dış Duvarına Adak İçin Oyulmuş Delikler
Kilisenin Önündeki Mezarlık

Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.

Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,

– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.

– İtalyan değiliz, dedim.

Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,

– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.

O da İtalyan olmadığını söyleyince,

– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.

Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.

Vico Solitario Mağara Evi

Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.

At, Keçi, Koyun ve Tavuklarla Birlikte Ortalama 8 Kişinin Yaşadığı Bu Evde 1956’ya Kadar Oturulmuş

Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.

Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.

Mutfak

Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.

Su İçin Kar Biriktirilen Sarnıç

Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.

İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,

– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…

Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci Kiliseleri
Papazların Şarap Yapmak İçin Üzümleri Çiğnedikleri Küvet. Çıkan Su Yandaki Deliklerden Dışarı Akarmış

Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.

Madonna del Carmine Kilisesi

Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.

El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.

Geleneksel Düdük ‘Cuccu’

Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…

Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…

San Giovanni Battista Kilisesi
San Biagio Kilisesi
San Pietro Barisano Kilisesi
Sant’Agostino Manastırı

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…

Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…

———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Kibyra

Sagalassos ve Kibyra gezimizde pazar sabahı, beklediğimizden güzel bir güne açtık gözlerimizi. Hava durumu tahminleri o gün için günlerden beri yağış veriyordu ama, sabahın erken saatlerinde öyle bir tehlike yoktu henüz. Sagalassos Lodge & Spa Hotel’deki odamızın penceresinden baktığımda, Ağlasun’un bir bölümünün doğmakta olan güneş ile aydınlanmış olduğunu, hala alacakaranlıkta olan diğer kısmının üzerinden ise, yavaş yavaş bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu gördüm. Çok güzel bir manzara idi… Bir de o sessizlik… Büyük şehirlerde böylesi bir sessizliği yaşamanın ne kadar imkansız olduğunu düşündüm. Günün en sessiz olması gereken saatlerinde bile kulağa gelen, uykumuzda alttan alta bizi yoran sesleri… Acı bir fren sesi, kesilen elektrik nedeniyle devreye giren jeneratörlerin sesi, aniden feryada başlayıp, sizi yatağınızda hoplatan araba alarmları, komşu dairelerden birinde yorgun düşüp, kanepe üzerinde uyuya kalmış bir beyaz yakalının karşısındaki televizyondan yükselen ses gibi…

Güzel ve sıkı bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Programa göre, önce Burdur Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Bir önceki gün Sagalassos’ta kopyalarını gördüğümüz, Kuzeybatı Heroon’una ve Antoninler Çeşmesi’ne ait kabartma ve heykellerin asıllarını gördük. Bunların yanında daha pek çok eser vardı. Rehberimizin belirttiği gibi, önce antik kenti görüp, daha sonra müzeyi gezmek daha etkili. Böylelikle, müzede gördüğünüz eserleri, hayalinizde gerçek konumlarında canlandırmanız çok daha kolay oluyor.

Müzede, Kibyra’ya da ait az sayıda eser bulunuyor. Bu azlığın, Kibyra’nın, henüz çalışmaların devam ettiği bir kazı alanı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Şehir, tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Bir de, bildiğim kadarı ile, genel olarak, hakkında yayın yapılmamış arkeolojik buluntular sergilenmiyorlar. Ancak, girişte sergilenen iki eser grubu, Kibyra’da ne kadar müthiş şeylerin bulunmuş olabileceğini veya henüz toprak altında beklediğini düşünmemize yetiyor.

Dövüşen Gladyatörler. Gladyatörler Mezarlığı Heroon’undan Kabartma-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kibyra, Burdur’un merkezine yaklaşık 110 kilometre mesafede, Gölhisar ilçesinin batısında, üç tepe üzerine kurulmuş bir kent. Antik kentten, Gölhisar gölü ve Koçaş dağını içine alan müthiş bir manzara var. Zamanında, kentteki evler, birbirlerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmışlar.

Kibyra’dan Manzara

Kibyra’nın, antik dönemde tam olarak hangi bölgeye ait olduğu söylenemiyor. Ancak, dört bölgeyi (Frigya, Karya, Likya ve Pisidya) birbirine bağlayan ticaret yollarının tam kavşağında olduğu biliniyor. Bu nedenle, tüccar bir millet oldukları belirtiliyor. Tarihteki ilk coğrafyacı ve filozof, Amasyalı Strabon’a (M.Ö. 63-21) göre, Kibyralılar Lidya kökenliler. Daha sonra, Helenistik dönemin (M.Ö. 323-30) başında Milas ve Termessos’tan buralara göç eden Pisidyalılarla karışıyorlar ve Kibyra bu şekilde kuruluyor. Kibyra’nın kelime anlamı da tam olarak bilinmemekle beraber, Luvi dilinden geldiği düşünülüyor. Strabon’a göre Kibyralılar, ticarette usta olmalarının yanında, at yetiştiriciliği, dericilik, demircilik ve çömlekçilikte de ileri gitmişler. Bir de, çok savaşçılarmış.

Kentin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney Anayollarının Kesiştiği Kavşak

Arkeolojik bulgulara dayanılarak, kentin ilk yerleşim alanının, günümüzde kazılmakta olan Kibyra’ya 18 kilometre mesafedeki Uylupınar’da olduğu ve daha sonra (M.Ö. 4.-3. yüzyıllarda) buraya taşındığı belirtiliyor.

Stadyuma Kadar Giden Merasim Yolu

Kibyra , II. Eumenes (M.Ö. 197-159) döneminde Bergama Krallığının bir parçası oluyor. Daha sonra, M.Ö. 2. yüzyılda, bölgedeki Boubon, Balbura ve Oinoanda kent devletleri ile bir araya gelerek, bir tetrapolis, yani dörtlü bir birlik ya da federasyon kuruyor. Kibyra liderliğindeki federasyon, bir süre bölgede söz sahibi oluyor. Roma ile müttefiklik konumu kazanıyor. Ancak, M.Ö. 84-83 yıllarında, Romalı general Murena bu ittifakı dağıtarak, bölgeyi Roma’ya bağlıyor.

2016 yılında Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’ne giren Kibyra’da ilk incelemeler, on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz T.A.B. Spratt ve E. Forbes tarafından yapılmış. Daha sonra, Burdur Arkeoloji Müzesi, 1988-1989 yıllarında odeon’da ve şehrin güneyindeki mezarlarda, 2001-2002 yıllarında ise, nekropol(mezarlık) ve ana caddede kazılar yürütmüş. Bu aralıklı kazılardan sonra, ilk sistematik kazılar 2006 yılında Burdur Arkeoloji Müzesi ve Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından, birlikte yapılmaya başlanmış. 2010 yılında, kazılar tamamen üniversiteye devredilmiş. Şehirde günümüze kadar stadyum, odeon, agora, Roma hamamı ve nekropol kazılmış durumda. Halen çıkarılan tüm eserler, Roma dönemine aitler. Hristiyanlık dönemine ait izlere henüz rastlanmamış.

Gladyatörler Nekropolünde Bulunan Steller (M.S.2.-3.yy.)-Burdur Arkeoloji Müzesi

En parlak dönemlerini M.S. birinci ve üçüncü yüzyıllar arasında yaşayan Kibyra, tarihte iki tane çok büyük deprem geçirmiş. Bunlardan ilki olan M.S. 23 yılındaki depremin ardından, İmparator Tiberius şehre beş yıl vergi muafiyeti tanımış. Ayrıca, para yardımı da yapılmış. Şehir yeniden inşa edilmiş. Ancak, M.S. 417’de yaşanan ikinci büyük deprem, şehri tamamen yok etmiş. Bir daha kendini toparlayamayan kent, 8. yüzyılda tamamen terk edilmiş ve kalan halk, günümüzün Gölhisar’ına yerleşmiş.

Daha önce belirttiğim gibi, Kibyra şu anda tam anlamıyla halka açık bir ören yeri olmayıp, hala kazı alanı statüsünde olduğu için, kente düzgün bir girişten girilmiyor. Tel örgülerin arasındaki bir boşluktan giriliyor. Ancak, kent sahipsiz değil. Grup gezisi için önceden izin alınması gerekiyor ve her an yanınıza kadar gelmeseler de, sizi uzaktan izleyen bekçiler var. Etrafta yerli halktan da bazı gençler ve çocuklar gördük. Büyük olasılıkla, pazar eğlencesi olarak, kenti ziyarete gelenleri izlemeye gelmişlerdi. Tepelerden dolayı göremediğimiz köylerini ana yola bağlayan yol Kibyra’dan geçtiği için, buralara fazlası ile aşinalar zaten.

Alt Agora

Kibyra’ya gelene kadar, doğrusu tam olarak ne ile karşılaşacağımı hayal edemedim. Gördüklerimiz karşısında ise, büyülendim diyebilirim. Çünkü burası, kazı faaliyetleri tamamlanmış ya da yavaşlatılmış pek çok kentten çok daha fazla yeryüzüne çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış esere sahip bir yer. Kazılar tamamlandığında, çok ünlü ve meraklıları için çekim kuvveti yüksek bir antik kent olacağına dair hiç şüphem yok.

Üst Agora
Aynı Zamanda Zengin Kibyralıların Vakit Geçirdiği Alan Olan Üst Agorada Taşlarla Oynanan Bir Oyun

Kibyra’ya girdikten sonra ilk olarak alt agorayı ve ardından, lüks tüketim ürünlerinin satıldığı, üst agorayı gezdik. Henüz tamamı ortaya çıkarılmamış olan üst agora yolu, sağlı sollu, yükseklikleri 18 metre olan sütunların ve iki tarafta sıralı dükkanların olduğu bir yolmuş. Bu yolun, toprak altında 600 metrelik daha bir kısmı olduğu belirtiliyor.

Üst Agora

Ana yolun bir noktasında latrina var. Yani, Efes’de de gördüğümüz umumi tuvaletler. Ancak, burada ortaya çıkarıldığı haliyle latrina’nın, Efes’teki gibi oturma bölümlerini değil, onların altındaki kanalizasyon bölümünü görüyorsunuz. Bu da, tuvalet sisteminin nasıl çalıştığını anlamak açısından son derece ilginç. İki bin küsur yıllık bir antik şehirde yapılmış kanalizasyon sistemine insanın hayranlık duymaması mümkün değil. Kentin ayrıca, çevredeki su kaynaklarından su getiren bir de temiz su sistemi bulunuyor.

Latrina’nın Altındaki Kanalizasyon Sistemi
Efes Antik Kentinde Latrina

M.S. 2. yüzyıla tarihlenen kent tiyatrosu tahminlere göre 5000 kişilik, görkemli bir yapı. Üstelik, henüz tamamı ortaya çıkarılmamış. Bizim üzerinde durup, tiyatroya baktığımız nokta, sahne kısmının ikinci katına denk geliyormuş.

Tiyatronun Sahneden Görünüşü

Bir diğer etkileyici yapı, çok amaçlı salon da diyebileceğimiz, hem Bouleuterion(kent meclisi) hem de Odeon(konser salonu) olarak kullanılan yapı. Burası, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. M.S. 5. yüzyılda yenilenmiş. Zamanında üstü kapalı olan yapı, 3600 kişilik kapasitesi ile, ülkemizde antik çağlardan kalmış bu tür yapıların en büyüğü olarak niteleniyormuş. Yapının ön tarafı ve orkestra bölümünün tabanı ince çakıl taşları ile kapatılmış. Bunun nedeni, altta bulunan çok değerli mozaikler olması imiş. Mozaiklerin üzerine koruyucu örtüler, onların üstüne de çakıl dökülmüş. Şu anda gösterilmemelerinin nedeni yine bilimsel çalışma ve yayınların tamamlanmamış olması. Süreç tamamlandıktan sonra, son yıllarda mozaikleri çıkarıldıkları mekanlarda sergileme anlayışına uygun olarak, üzerleri açılacakmış. Bu yapılırken, hem doğal şartlardan etkilenmemeleri hem de insanlara üzerinde yürüme olanağı sağlamak için, üzerleri şeffaf bir tabaka ile örtülecekmiş.

Bouleuterion-Odeon
Bouleuterion’da Medusa Mozaiğinin Üzeri Örtülü Olarak Tutulduğu Orkestra Bölümü

Bouleuterion’un orkestra bölümünde bulunan Medusa başı mozaiği arkeoloji dünyasında epeyce ses getiren bir buluş olmuş. Milliyet gazetesinde (05/07/2012) okuduğum Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru’nun açıklamasına göre, mozaik kırmızı, yeşil, mavi, gri ve beyaz renklerde, üzerleri damarlı mermer plakalardan yapılmış. Antik dünyada sıkça kullanılan Medusa figürünün, ince ve renkli mermer plakalarından yapılmış tasvirine ilk olarak burada rastlanmış.

Bouleuterion’daki Medusa Mozaiği
Kaynak: Milliyet Gazetesi (05/07/2012)

Aynı yapının ön tarafındaki 560 metrekarelik mozaik ise, geometrik desenli on beş ayrı panodan oluşuyormuş. Üzerindeki yazıttan, M.S. 249-253 yılları arasında, Kibyralı iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmış.

Hamamın Külhan Bölümü

Kent meclisi bouleuterion’un ön tarafında, Geç Roma Dönemine ait (M.S. 6.-7. yy.) bir hamam bulunmuş. Burada da, seramikten yapılmış, temiz ve kirli su giderlerini görmek mümkün. Hamamı gezerken insan, kent meclisinde oturumlara katılan üyelerin daha sonra, buraya gelerek, yıkandıklarını ve soğukluk bölümünde dinlenirken, kulis faaliyetlerine ve kendi aralarında tartışmaya devam ettiklerini düşünüyor…

Stadyum

Şehre girerken sol tarafta olan, ama bizim en sona bıraktığımız önemli yapı ise, stadyum. Yaklaşık 200 metre boyunda, 12-13 bin kişi kapasiteli stadyum oldukça iyi durumda. Beni, Afrodisias’ın 30 bin kişi kapasiteli ve neredeyse sapasağlam stadyumu kadar etkilemese de, burada böyle bir yapı ile karşılaşmak beklenmedik bir şey. Ayrıca, stadyumun coğrafi topoğrafya ile uyumu da dikkate değer. Stadyumun uzun yanlarından biri yamaca yaslandırılmış ve karşısındaki kenar, ova manzarasını engellememesi için, daha alçak olarak inşa edilmiş.

Stadyum

Stadyumda koşu, uzun atlama ve gülle, cirit ve disk atmayı kapsayan pentatlon karşılaşmalarının yanında, yaygın olarak gladyatör dövüşleri yapılmakta imiş. Stadyumdan çıkarılıp, Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen kabartmalar bunun en güzel kanıtı. Hem gladyatörlerin birbirleriyle hem de hayvanlarla dövüşmelerinin sergilendiği bu kabartmalarda, vahşi hayvanların yakalanmasından, gladyatörlerin çalışma, hazırlanma ve dövüşmelerine kadar tüm süreç çok güzel bir şekilde canlandırılmış. Müzede ayrıca, gladyatörlerin mezarlığındaki Heroon’da(1) yer alan, dövüş sahneleri kabartmaları da çok etkileyici.

Stadyumda Bulunan Kabartmalar-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hafta sonu gezimizde son durağımız, son günlerde yapılan televizyon yayınları sonucu popülerleşen Salda Gölü oldu. Burası, Burdur’un Yeşilova ilçesine altı kilometre uzaklıkta, tektonik oluşum ile ortaya çıkmış bir göl. Hava kapalı olduğu için gerçek rengini tam olarak görememekle beraber, insan daha açık havada suyun nasıl bir tonda olduğunu tahmin edebiliyor. Turkuaza yakın suyu ve çevresindeki beyaz renkli kumsalı nedeniyle buralara Türkiye’nin Maldivleri denmeye başlanmış. Duyunca komiğime giden bu tabiri bir de gölün kıyısında tabelada görünce iyice gülmem geldi doğrusu… Maldivlere hiç gitmedim. Bilmiyorum. Ama, gördüğüm Maldiv fotoğrafları ile Salda Gölünün etrafındaki zevksizliğin uzaktan yakından alakası olmadığı belli. Türkiye’nin en geri bölgelerindeki turistik yerlerden daha geri ve sakil bir görüntü. Kafasına göre yerlerde bazlama açan, çay demleyen, balçık gibi kumda ayakkabılarınızın kirlenmemesi için galoş satmaya çalışan köylüler. Üstelik, kıyıda gördüğümüz, çamura saplanıp, kalmış galoşların ilerde yaratacağı çevre kirliliği düşüncesi gerçekten içimi daralttı. İnsan bazen, acaba ülkemizdeki güzellikler hiç duyurulmasa, el değmemiş şekilde kalsa daha mı iyi olur diye düşünmeden edemiyor…

Salda Gölü

____________________________________________________________

(1)- Gladyatörleri onurlandırmak ve anmak için yapılmış anıt.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Sagalassos

Antik kentlere öteden beri ilgi duyarım. Sanırım bu merakımda en önemli etken babam oldu. Kendisinin de özel ilgi alanlarından biriydi çünkü. Küçük yaşlarımdan itibaren, yurt içinde ve yurt dışında bizi arkeolojik sit alanlarına götürdüğünü hatırlıyorum. Arkeoloji alanında, daha sonra bana verdiği çok sayıda değerli kitabı vardı. O zamanlar, özellikle rehberli turlar pek olmadığı için, bir çok yeri bu kitaplarla adım adım keşfetmiştik. Bunların arasında bir Termessos gezimiz vardır örneğin, hala unutamadığım. Ormanın sessizliğinde, elimizde kitap, bir kısmı ağaçlardan görünmeyen eserleri teker teker, büyük bir heyecanla bulmuştuk. Hele, tiyatroya ulaştıktan sonra, çok aşağılardaki deniz manzarasını görünce nefesimiz kesilmişti. O an duyduğum keşfetme hazzını ve hayranlık duygusunu hala hatırlarım. İnanılmaz bir manzara idi.

Öyle denk geldiği için, birkaç kere arkeolojik yerleri yazın sıcağında gezmiş olsam da, bana göre bunun için ideal zaman ilkbahar veya sonbahar aylarıdır. Yağışsız, güneşli ama, ne çok sıcak ne de çok soğuk olmayan bir hava bu tür yerleri gezmek için en iyisi. Biz de, yağış olmamasını dileyerek, bu güzel mart ayı günlerini değerlendirelim istedik ve geçtiğimiz hafta sonu iki antik kent gezdik. Bunlardan ilki olan Sagalassos’un varlığını en az kırk yıldan beri biliyordum ama gezmemiştim. Bir dönem çok sık gittiğimiz Isparta-Burdur anayolu üzerinde, paslı bir Sagalassos tabelası vardı. Tabela, ağaçların arasına doğru giden, toprak bir yolu işaret ediyordu ve insana hiç güven vermiyordu. Sagalassos ismi, her nedense, çok komiğimize gider, her geçişte babamla gülerdik…

Gezdiğimiz ikinci kent olan Kibyra’nın ise, varlığından bile haberdar değildim. Zaten, burada 2006 yılında başlanan kazılar halen devam ediyor ve kent şu anda hala bir kazı alanı durumunda. Henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Ama, bu haliyle bile çok ilginç. Çalışmalar tamamlanınca, büyük olasılıkla adından çok söz edilen bir antik şehir olacak.

Yazımın makul bir uzunluğu aşmaması için, önce Sagalassos’u, bir sonraki yazımda ise, Kibyra’yı anlatacağım. Amacım, her ikisi de harikulade olan bu antik kentleri biraz olsun tanıtıp, merak uyandırabilmek. Zira, iki kent de ziyaret edilmeyi ve daha çok duyurulmayı hak ediyor.

Gezimiz için, İstanbul’dan Antalya’ya uçtuk. Cumartesi sabahının erken saatlerindeki İç Hatlar Terminali’nin kalabalığı bende, sanki Türkiye’de artık kimse yerinde oturmuyormuş, herkes hareket halindeymiş izlenimi yarattı. Bebekli genç anneler, yaşlı çiftler, gençler, çoluk çocuk, bir sürü insan Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmak üzere terminaldeydiler. Gürültü, patırtı, koşturmaca… Ortalık biraz eski zamanların şehirlerarası otobüs terminallerini andırıyordu.

Bir saati biraz aşan bir yolculuktan sonra Antalya’ya indik. Sagalassos’u görmek için Ağlasun’a doğru yola çıkmadan önce, Antalya Havaalanına yaklaşık 15-20 dakikalık uzaklıktaki Kurşunlu Şelalesi’ne gittik. Kurşunlu, Düden ve Manavgat ile birlikte, Antalya’nın en önemli şelalelerinden birisi. Geçmişte her üçüne de gitmiştim. Maalesef, Kurşunlu’da da gördüğümüz gibi, Antalya ve civarının hızlı yapılaşması ve artan seracılık nedeniyle doğal su kaynaklarının olumsuz etkilenmesi, söz konusu şelalelerin akan sularının azalmasına yol açmış. Hatta söylendiğine göre, bazı yıllar durum o kadar acıklı bir hal almış ki, doğal su akışı yeterli olmayınca, Kurşunlu’ya yönlendirilen taşıma su ile buranın turistik olmaya devam etmesine çalışılmış.

Kurşunlu Şelalesi’ne vardığımızda vakit bir Cumartesi sabahı için henüz erkendi. Buna rağmen, hafta sonunda bir nefes almak isteyen bazı Antalyalılar, piknik için tam donanımlı bir şekilde, çoktan gelmişlerdi. Bir de Arap turistler vardı. Müşteri gezdirmek için bir köşede bekleyen deve ve sahibi, bir başka dönemeçte ellerinde papağanlarla duran iki adam daha çok bu turistlerle ilgiliydiler. Biz onları, onlar da bizi görmezden geldik. Papağanların şelale ile ve Türkiye ile alakasını çıkaramadım ama, duyduğuma göre, onlarla fotoğraf çektirmek için 20 Euro vermeniz gerekiyormuş.

Kurşunlu Şelalesi-Antalya

Bir kanyonda yer alan şelale, on sekiz metre yükseklikten dökülüp, daha küçük çaplı çağlayanlarla da küçük göletleri birbirine bağlıyor. Çevrede ağırlıklı olarak kızıl çam ağaçları bulunuyor. Bunun yanında, barındırdığı hayvan ve diğer bitki türlerinin önemi nedeniyle, şelale çevresindeki yeşil alanın 394 hektarlık kısmı 1991 yılında Tabiat Parkı haline getirilmiş.

Yeşilliklerin içinde hoş bir görünümü olsa da, azalan suyu nedeniyle şelalenin hali beni üzdü. Ülkemizde, bütünsel bir yaklaşım olmaksızın ve çoğu kez uzmanların uyarılarına kulak asmadan, neredeyse inadına yapılan uygulama ve yatırımlar maalesef doğal kaynaklarımız açısından hep pahalıya patlıyor. Geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıyor.

Yola koyulup, Ağlasun’a doğru giderken etraftaki manzara çok keyifli idi. Bu bölgede kıştan çoktan çıkmış olan doğa, insanoğlunun talanından kurtulabildiği ölçüde coşmuştu. Yol kenarlarında açmış sarı çiçekler, yemyeşil tarlalar, çiçek açmış meyve ağaçları, henüz belli belirsiz yeşillenmiş kavak ağaçları ile çevre çok güzeldi. 20-25 sene önce iş için bu bölgeye, tam da yılın bu zamanlarında, çok gelirdim. O zaman da çok keyif alırdım. Şehir hayatından bunalanlar için buralar ilkbaharda birebir.

Ağlasun, Batı Torosların yeşil bir vadisinde küçük bir yerleşim yeri. Denizden yüksekliği 1.200 metre civarında. Sagalassos antik kenti ise, Ağlasun’a 7 kilometre mesafede, yaklaşık 1.500 metre yükseklikte bulunuyor. Antalya’dan bu yöne doğru giderken, Isparta-Burdur il sınırında yer alan Karacaören Barajı’nın yanından geçiyorsunuz.

Karacaören Baraj Gölü ve Balık Çiftlikleri

1989 yılında, Aksu Çayının üzerine yapılmış olan bu baraj, hem Süleyman Demirel’in, yapımını sağladığı için, en gurur duyduğu barajlardan birisi olmuş hem de inşaat teknolojisi açısından literatüre geçmiş. Barajın yapı itibari ile özel olduğunu insan, inşaat mühendisi olmasa da, gözle görebiliyor. Benim şahsen bu güne kadar gördüğüm hiç bir baraja benzemiyor. Tarımsal sulama, elektrik enerjisi üretimi ve taşkın kontrolü için yapılmış barajın etrafı çamlarla kaplı ve yeşillik. Baraj gölünde kültür balıkçılığı da yapılıyor. Yazın Antalya’ya göre serin olması ve su sporları olanakları nedeniyle, hem konaklamak hem de günübirlik ziyaret için, çokça rağbet gören bir yermiş.

Aksu ırmağı, bu bölgede çağlar boyu önemli olmuş. Günümüzün Antalya-Isparta karayolu da Aksu ırmağının yatağını izliyor. Antik çağlarda adı Kestros olan bu ırmak, Sagalassos gibi Toros dağlarında bulunan antik yerleşim yerlerinin denize ulaşımlarını sağlamış. Kullanılan karayolu ise, günümüzde Anadolu’daki pek çok yol gibi antik çağlarda var olan bir yolun, Via Sebaste’nin üstüne yapılmış.

Coğrafi koşulların bölgelerin ve ülkelerin tarihinde önemli rol oynamaları bir sır değil elbet. Ama nedense, benim bunu en çok hissettiğim bölge burası oldu. Belki doğru ve iyi anlatıldığı içindir, bilemiyorum. Antalya ve çevresinde yaşam çok eski zamanlarda başlamış. Örneğin, Karain Mağarası’ndaki buluntular, kıyı bölgesinde Buzul Çağı’ndan beri insan yaşamı olduğunu gösteriyor. M.Ö. 9.500-10.000 civarı kıyılarda yaşayan insan toplulukları, buzulların erimeye başlaması ile birlikte, Aksu ırmağının yatağını izleyerek, yukarılara, su kaynaklarının olduğu yerlere doğru çıkmaya başlıyorlar. Bu göç sırasında ulaştıkları Burdur ovası çok verimli ve tarıma elverişli bir bölge olduğu için buralara yerleşiyorlar. Daha M.Ö 6.500 yıllarında bölgede tarım başlıyor. Burdur yakınlarındaki Hacılar buna bir örnek. Yerleşik düzene geçiş ile birlikte korunma ve savunma gereksinimi de ortaya çıkıyor. Kimi topluluklar bunun için yerleşim yerlerinin etrafına surlar yaparken, kimi topluluklar da Sagalassos gibi yükseklerde olup, hem su kaynakları açısından zengin hem de korunaklı yerleri tercih ediyorlar. Tarım ve ticaretteki gelişim süreci M.Ö. 2.300-2.200 yıllarında duraklamaya girdiği sırada, Anadolu’ya Hititler ve Luviler gibi Hint-Avrupa kökenli kavimler yerleşmeye başlıyorlar.

Neolitik Döneme Ait Hacılar ve Yarımhöyük Buluntuları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hititler döneminde, bölgenin en önemli etnik grubu olarak, Luviler’den söz ediliyor. Antik çağlarda Pisidya olarak adlandırılan bu bölgede yaşayanların kökeninin, M.Ö. 2.000’li yıllardan beri bölgede yaşamış olan Luviler olduğu düşünülüyor.

Pisidya Bölgesi, günümüzün Isparta ve Burdur illerinin tamamı ile Antalya’nın kuzey bölümünü kapsıyor. Zamanında, kuzey ve kuzeybatısında Frigya, doğusunda Likya, güneyinde Pamfilya, güneydoğusunda ise Kilikya bulunuyormuş. Tarihte yazılı olarak Pisidyalılardan ilk söz eden, M.Ö. beşinci yüzyılın sonlarında, Yunanlı Ksenofon oluyor. Daha sonra gelen Yunanlı ve Romalı tarihçiler de bu halkı, zeytincilik, şarapçılık ve tarımda ileri ama, her şeyden önemlisi, çok savaşçı bir halk olarak tanımlıyorlar. M.Ö. 650-600 yıllarından itibaren paralı asker olarak başka milletler için savaşmaya başlayan Pisidyalılar, M.Ö. 546 yılında Anadolu’ya giren Persler için de savaşıyorlar. Persler adına Yunanlılara karşı savaşmaları, onları aynı zamanda Helen kültürü ile temas haline getiriyor. Öyle ki, M.Ö. 330 yılında Büyük İskender buraları fethettiği zaman, onları zaten ‘Helenleşmiş’ olarak buluyor. Daha sonra Bergama Krallığına geçen bölge, Bergama Kralı 3. Attolos’un varisi olmadığı için, vasiyeti üzerine Romalılara geçiyor. Böylece burada, halk olarak Pisidyalı, kültür olarak Yunan, yönetim olarak ise Romalı bir yapı ortaya çıkıyor. Roma dönemine kadar Pisidyalılar kendilerine özgü bir dil ve yazı kullanıyorlar. Bazı mezar anıtları ve steller üzerinde görülen bu dil günümüzde henüz tam olarak çözülememiş.

Pisidya için düşüş, milattan sonra altıncı ve yedinci yüzyılların başlarında yaşanan iki büyük deprem ile M.S. 541-542 yıllarında yaşanan büyük bir veba salgını ile başlıyor. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesi ile önemini kaybediyor. Bölge, 11. yüzyılda, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir parçası haline geliyor. Moğolların Selçukluları yok etmesinden sonra ise, Pisidya bölgesinde Hamitoğulları Beyliği kuruluyor. Bu beylik daha sonra, Pamfilya ve Likya’ya doğru genişleyerek, bugünkü Antalya’yı da içine alıyor. 1391 yılında Yıldırım Beyazıt buraları Osmanlı topraklarına katıyor.

Ağlasun

Milattan sonra ikinci yüzyılda, Roma İmparatoru Adrianus tarafından Pisidya’nın başkenti ilan edilen Sagalassos, Ağlasun’un kuzeyindeki tepede yer alıyor. Antik kente ulaşmak için Ağlasun’un içinden geçmeniz gerekiyor. Burası, hiç beklemediğim kadar bakımlı ve temiz, bir o kadar da şirin bir yerleşim yeri olarak karşımıza çıktı. Parke taşlarla yapılmış sokaklar ve kaldırımlar dikkatimi çekti. Anadolu’daki çoğu yerleşim yerinin başına gelen, göç nedeniyle nüfusun azalması ve yaşlanması sorununa Ağlasun’da çok akıllıca bir çözüm bulunmuş. Buraya yapılan, Burdur’daki Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’ne bağlı, Meslek Yüksek Okulu sayesinde Ağlasun’a canlılık kazandırılmış. Yerli halk için de önemli bir gelir kaynağı yaratılmış.

Ağlasun’da kaldığımız otelimizi ben bir vahaya benzettim. Önceden methini duymuş olsam da, sunduğu konfor, hizmet kalitesi ve işletme anlayışı ile Sagalassos Lodge & Spa Hotel benim için gerçekten hoş bir sürpriz oldu. Sagalassos’a gitmek isteyen herkese, Burdur’da kalmak yerine, burada kalmalarını gönül rahatlığı ile önerebilirim. Böylece, bu güzel işletmeye destek de olunur.

Yerleşim bölgesinden biraz yukarda olan otelin odalarından görünen manzara çok güzeldi. Yeşil tarlalar, çiçek açmış ağaçlar, kavaklar ve kırmızı kiremit çatıları ile şirin, tek katlı veya iki katlı evler… Bir de, büyük şehirlerde unuttuğumuz o sessizlik ve sakinlik…

Odalarımıza yerleştikten sonra, görmek için sabırsızlandığımız Sagalassos’a gitmeden önce, otelde öğlen yemeği yedik. Hepsi çok lezzetli olan yöresel yemekler büyük bir özen ile hazırlanmıştı. Akşam yemeği ve ertesi sabah yaptığımız kahvaltı da aynı şekilde, çok güzel ve doyurucuydu.

Otelden Sagalassos antik kentine gidiş, araç ile çok kısa sürüyor. Her kentin en çok reklamı yapılan, en çok fotoğrafı yayınlanan belli bir bölümü olduğu için, Sagalassos ile de ilgili en çok Antoninler Çeşmesi görsellerini görmüştüm. Bu nedenle, bu muhteşem yapıyı görmek için sabırsızlanıyordum. Oraya varınca da, gözlerim hemen onu aradı ama, onu görmemize daha vardı… Sagalassos, sadece Antoninler Çeşmesinden ibaret değildi. Başka görülecek pek çok ilginç eser olduğunu, son derece bilgili ve donanımlı rehberimizin açıklamaları ve gezerken izlediği parkur sayesinde öğrendik. Antik kentleri iyi bir kitap ile gezmek de mümkün tabii ama, bunun için hem daha çok vakit harcamanız gerekiyor hem de bilgi kısıtlı kalabiliyor. İşini ciddiye alan rehberler çok farklı kaynakları okuyup, bilgi sahibi oldukları için, daha etraflı bilgi sahibi oluyorsunuz.

Sagalassos’tan Ağlasun Manzarası

Gezmeye başladığımızda çevrede, yerli halktan veya civar yerleşim yerlerinden gelmiş çocuklu aileler ve gençler olduğunu gördüm. Hepsi kalıntıları, konulmuş tabelaları bile okumadan, öylesine geziyorlardı. Önce bu durumu yadırgasam da, daha sonra bunun bir aşama olabileceğini, buraya gelecek kadar merak ettiklerine göre, ilerde belki daha çok bilgi edinme ihtiyacı da duyabileceklerini düşündüm.

Sagalassos’ta ilk kazılar 19. yüzyıl sonlarında yapılmış ve bu konuda bir eser de yayınlanmış. Daha sonra, uzun süre hemen hemen hiç bir şey yapılmamış. 1983 yılında, İskoçyalı arkeolog Stephen Mitchell ve asistanı, Belçikalı Marc Waelkens, buraya gelmiş. 1990 yılından itibaren kazı yönetimi tamamen Prof. Marc Waelkens’e geçmiş. 28 yıldan beri Salagassos’u kazan Waelkens, bu sürede Türkçe de öğrenmiş ve Ağlasunlularla dost olmuş.

Sagalassos’ta, antik kentlere özgü dört giriş (doğu-batı, kuzey-güney) yerine, üç yönden giriş bulunuyor çünkü, kentin kuzey tarafında dağ var. Kent, aşağıdaki ova çok uzaklara kadar görülebilecek şekilde, yukarıya, dağın yamacına yapılmış. Bu şekilde doğal bir savunma da sağlanmış.

Kent Konağı (M.S. 1.-5.yy)

Girişte ilk olarak, Roma döneminde (M.S. 1.-2. yy) yapılmış sarayların veya kent konaklarının kalıntılarını gördük. Bunlar, taban alanı 400 metre kare olan, tipik Roma konakları planında yapılmışlar. Ortada bir avlu ve yağmur sularının toplanması için alçak, üstündeki çatıda açıklık olan bir havuz ile, bunun etrafına sıralanmış salonları ve odaları olan yapılar. Kanalizasyon sistemi de olan bu birkaç katlı konaklara, Geç Helenistik Dönemde (M.Ö. 50-25) yapılmış çeşmeden su getirilmiş.

Geç Helenistik Çeşme (M.Ö. 50-25 yy.)

Konakların içinde ortaya en çok çıkarılmış olup, Kent Konağı olarak adlandırılan yapı, bu evlerin zamanında nasıl olduklarını gözümüzde canlandırmak için iyi bir örnek. Burada, M.S. 1. yüzyılda var olan bir konut, birkaç asır boyunca genişletilerek, son halini M.S. 5. yüzyılda almış. Zaman içinde, çepeçevre teraslar, avlular, hamam ve servis alanları eklenerek, büyütülmüş.

Kentin tiyatrosu, aşağıya doğru bakıldığında görünen manzarası ile birlikte oldukça etkileyici. M.Ö. 200’lü yıllarda burada bir tiyatro olduğu tespit edilmişse de, günümüzde görülen Greko-Romen tarzdaki tiyatro, çok daha sonra, M.S. 2 ile 4. yüzyıllar arasında yapılmış. Altı-yedi bin kişilik nüfusa sahip olduğu tahmin edilen Sagalassos’da tiyatronun dokuz bin kişilik olmasının nedeninin, kente Dionysos şenlikleri için her yıl gelen hacılar olduğu düşünülüyor. Tiyatroda bir dönem gladyatör dövüşleri yapılmışsa da, Hristiyanlığın kabulü nedeniyle bu çok uzun sürmemiş.

Tiyatro (M.S. 2.-4.yy)

Tiyatroya yakın bir alanda, henüz tamamen kazılmamış olan Çömlekçiler Mahallesi var. Buranın, altı hektarlık bir alana kurulmuş seramik atölyelerinden meydana geldiği düşünülüyor. Faaliyet dönemi M.S. 1.-3. yüzyıllar arası. Seramik, bu yörede M.Ö. 6.500 yıllarından beri var olan bir zanaat. Giderek artan seramik yapımı, Pisidyalılar zamanında o kadar gelişiyor ki, terra sigillata adıyla Salagassos’da üretilen yüksek kaliteli ürünler, Aksu ırmağı yoluyla Perge ve Side’ye ulaştırılarak, Tunus’a, Mısır’a ve tüm Akdeniz’e ihraç ediliyor. Hatta, Moritanya’da bile Salagassos seramiklerine rastlanıyor. Yapılan ticaretin sonucu olarak, sadece ürünler değil, Pisidya paraları da Akdeniz’e yayılıyor (1).

Tahrip Edilen Mozaik Taban ve Fay Hattı Kırığı-Neon Kütüphanesi (M.S. 2.-4.yy)

Rehberimizin kapısını, arkeolojik sit alanı yönetiminden aldığı anahtarla açtığı Neon Kütüphanesi, Sagalassoslu zenginlerin kentte yaptırdığı anıtlardan birisi. Kütüphane, kentin Roma vatandaşlığı elde etmiş Neon ailesinden, Titus Flavius Severianus Neon adlı kişi tarafından, M.S. 120’li yıllarda, babası için yaptırılmış. Zamanında iki katlı olan bina, birkaç kez onarılmış ve değiştirilmiş. Yer döşemesini kaplayan siyah beyaz mozaik M.S. 4. yüzyılın ortalarında yapılmış. Ancak, mozaiğin ortasındaki panelde resmedilmiş olan Truva Savaşı destanından sahne, Hristiyanlığın kabulünden sonra tahrip edilmiş. Mozaik tabandaki çatlaklar ise, Sagalassos’tan geçen fay hattının M.S. 610’da yol açtığı depremden dolayı olmuş.

Kuzeybatı Heroon’u (M.Ö.10-M.S.10)

Kuzeybatı Heroon’u olarak adlandırılan yapı, uzaktan fark edilen ve göz alan bir eser. Heroon’lar, kentin hayırsever ileri gelenlerini onurlandırmak ve anmak üzere yapılan anıtlarmış. Bazılarının içinde o kişinin mezarı da olabiliyormuş. Sagalassos’da bu tür pek çok anıt yapılmış. Kuzeybatı Heroon’unun kimin için yapıldığı tam olarak anlaşılamamış. Ancak, girişte bulunan bir heykel başı nedeniyle, buranın genç birisi için yapıldığı düşünülüyormuş. Yapımı, M.Ö. 10 ile M.S. 10 arasında tarihleniyor.

Kuzeybatı Heroon’unda Bulunan Heykel Başı-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kuzeybatı Heroon’u, 2000-2010 yılları arasında, özgün taşlar kullanılarak ayağa kaldırılmış. Taş işçiliği olarak gerçekten etkileyici olan bu kule benzeri yapıtın üstünde, aşağı yukarı 1.20 metre yüksekliği olan bir friz yer alıyor. Orijinali Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu frizde, on dört tane kız kabartması var. En baştaki kızın elinde bir kitara bulunuyor, diğer kızlar da birbirlerinin şallarını tutuyorlar. Bu canlandırmanın Dionysos kültünü simgeliyor olması sebebi ile, bu Heroon’un Dionysos şenliklerini finanse eden bir kişi için yapıldığı tahmin ediliyor.

Kuzeybatı Heroon’u Frizinin Orijinal Kabartmaları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Yavaş yavaş Yukarı Agora’ya doğru giderken, heyecanım artıyordu çünkü Antoninler Çeşmesi’ne yaklaştığımızı biliyordum. Ama, ondan önce göreceğimiz birkaç yer daha vardı.

Nekropol (Mezarlık)

Kent meclisi binası olan Bouleuterion, Yukarı Agora’nın batı tarafında bulunuyor. Burası, M.Ö. 100’den hemen sonra yapılmış. Kireçtaşından binada 220 meclis üyesi için oturma yeri bulunuyor. Sagalassos’lular, M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren, seçilmiş vekillerin olduğu, Antik Yunan’daki site devletleri tarzı, bir demokrasi ile yönetilmişler. Romalıların hakimiyeti ile birlikte, demokrasi terk edilerek, kuvvetli ve zengin birkaç ailenin ön plana çıktığı, oligarşik bir yapıya geçilmiş. M.S. 200’den itibaren, Bouleuterion terk edilmiş ve meclis, yeni biten Odeon’da toplanmaya başlamış.

Odeon

Yukarı Agora, Helenistik dönemde kentin politik merkezi imiş. Bir köşesinde Kent Meclisi’nin de bulunduğu bu meydanda, elit sınıfın erkekleri toplanıp, fikir alış verişinde bulunurlarmış. İmparator Augustus zamanında meydan düzenlenip, taş ile kaplanmış. Üç tarafı, üstleri kapalı ve sütunlu kaldırımlar (portico) ile çevrilmiş. Meydanın dört tarafına 14 metre uzunluğunda sütunlar yerleştirilip, meydan düzenlemesi için bağış yapan dört kişinin bronz heykelleri konmuş.

Yukarı Agora
Macellum (Lüks Ürünler Pazarı). Yukarı Agora’nın Güneyinde (M.S.190)
Yukarı Agora, Antoninler Çeşmesi ve Macellum’un Tahmini Görünümü

Roma İmparatorluğu yönetimi, eyaletlerindeki kentlerde zengin ailelerin kentin imarına katkıda bulunmalarını bekler, bunun karşılığında da bu aileleri, Roma vatandaşlığı vererek, ödüllendirirmiş. Roma vatandaşı olmak önemli bir prestij olduğu için aileler kenti donatmak konusunda birbirleri ile yarışırlarmış. İşte, Sagalassos kentinin ve Yukarı Agora’nın başlıca çekim merkezi olan, olağanüstü güzellikteki, Antoninler Çeşmesi de bu şekilde yapılmış.

Antoninler Çeşmesi (M.S.160-180)
Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri-Burdur Arkeoloji Müzesi
Dionysos ve Satyr. Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri (M.S.160-180)-Burdur Arkeoloji Müzesi
Nemesis-Burdur Arkeoloji Müzesi

Görkemli çeşme, M.S. 160-180 yılları arasında yapılmış. Daha önce burada, İmparator Augustus zamanından kalma bir başka çeşme bulunuyormuş. Meydanın kuzey kısmını kaplayan çeşmenin boyu 28 metre, yüksekliği ise 9 metre. Suyun, ortadaki nişteki 4.5 metrelik yükseklikten dökülüp, ön taraftaki havuza dolması planlanmış. Çeşmenin ön yüzünde, iki başta iki tane çıkık ve dört tane arada olmak üzere, toplam altı tane podyum (edikula) bulunuyor. 1998-2010 yılları arasında yapılan restorasyon ve ayağa kaldırma çalışmalarından sonra, bu podyumlarda yer alan heykellerin hepsi Burdur Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış. Antik kentte görülenler bu heykellerin kopyası. Heykel ve süslemelerin ana teması, (tiyatro maskeleri, asma yaprakları ve üzümlerle simgelenen) şarap ve keyif tanrısı Diyonisos ve su. Heykellerden biri olan Nemesis heykelinin buraya, M.S. 4.-5.yüzyılda tiyatrodan getirildiği tahmin ediliyor. Nemesis heykeli dışındaki tüm heykeller, Hristiyanlığa geçişten sonra kırılıp, çeşmenin havuzuna atılmış. Dokunulmayan, adalet ve kader tanrıçası Nemesis heykeli ise, yedinci yüzyıl başındaki bir deprem sırasında yıkılmış.

İmparatorluk Hamamı (M.S. 120-165). İki Katlı ve 5000 m2 Olan Bina, Zamanında Sagalassos’un En Büyük Binası İmiş.

Hamamın Soğukluk Salonu da Denilen, İmparator Salonunda Bulunmuş İmparator Heykellerine Ait Parçalar-Burdur Arkeoloji Müzesi
Hadrian Çeşmesi (M.S.129-132)
Görkemli Ana Cadde (M.S. 1.yy.lın ilk yarısı)

Sagalassos’da gezilip, görülecek eserler bir hayli fazla. Arkeolojiye olan merakınızın derecesine göre seçeceğiniz parkurlar, 1 ile 3 saat arasında bir zamanınızı alabilir. Burayı gezdikten sonra, çağdaş müzecilik anlayışına göre, gerçekten çok başarılı bir şekilde düzenlenmiş olan Burdur Arkeoloji Müzesi’ni de gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Antik kente ait pek çok eserin asıllarını göreceğiniz müzeyi, bizim yaptığımız gibi sona bırakmak, Sagalassos gezinizi çok daha etkileyici yapacaktır. Bunun yanında, müzenin ikinci katında sergilenen, Hacılar ve Yarımhöyük gibi, prehistorik yerleşim yerlerine ait buluntular, tüm bu bölgenin yaklaşık 10.000 senelik tarihine ışık tutmaktadır.

Burdur Arkeoloji Müzesi. Öndeki Bina, Pirkulzade Kütüphanesi (1240)

____________________________________________________________

(1)- Kendilerine tanınan özel hak sayesinde, Pisidya’lılar Roma’ya bağlandıktan sonra da kendi paralarını basmaya devam ediyorlar.

Kızıl Şehir Bologna

2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesinde yaptığımız gezinin son durağı Bologna idi. Gezinin başlangıç noktası da burasıydı aslında. Uçak ile Bologna’ya uçmuştuk ama, şehre hiç girmeden, havaalanında araba kiralayıp Modena’ya gitmiştik. Bologna’yı en sona bırakmıştık. Son yıllarda yaptığımız gezilerde yaşadığımız havaalanına yetişme maceraları rotamızı bu şekilde çizmemizde birincil etken olmuştu.

Bologna’ya gelirken, yol boyunca, Ravenna’da o sabah gezdiğimiz Sant’Apollinare in Classe bazilikasının göz kamaştırıcı mozaikleri capcanlı bir şekilde belleğimde bana eşlik etti. Böylesi bir güzelliğin yok olmanın eşiğinden dönmüş olması her aklıma geldiğinde ürperdim.

Bologna’ya akşam üzeri, saat dört buçuk civarında vardık. Doğruca, otelimiz Hotel Royal Carlton’a gidip, yerleştik. Otel binası dışardan, hardal rengi sarısı boyalı, oldukça iddiasız bir yapıydı. İçerisi ise, başarılı bir şekilde, on dokuzuncu yüzyıl tarzında döşenmişti. İnsanı hemen sarıp, sarmalayan bir havası vardı. Niyetimiz akşam yemeğine kadar dinlenmekti. Günler geçtikçe üzerimize düşen yorgunluk, gezinin sonuna doğru artık bizi zorlamaya başlamıştı.

Bologna, 2016 yılı verilerine göre 400.000’nin biraz altında nüfusu ile, Emilia-Romagna bölgesinin baş şehri. Zaten, geniş caddeleri ve büyük yapıları ile, gezi boyunca gittiğimiz her yerden daha büyük bir şehir olduğu hemen anlaşılıyordu. Kırmızı ya da sarı boyalı evleri, tuğladan yapılma görkemli binaları, kuleleri ve nerdeyse tüm binaların önündeki üstü kapalı ve sütunlu kaldırımları (portico) ile kendine has bir havası vardı. Başka şehirlerde kısmi olarak yapılmış portico’lar görmüş olsam da, Bologna gibi neredeyse şehrin tamamının üstü kapalı kaldırımlı olduğu bir başka yer görmemiştim. Gerçekten de Bologna, toplam uzunluğu yaklaşık 40 kilometre olan portico’ları ile bu konuda dünyada tekmiş. Söz konusu kaldırımlar, estetik olmanın yanında, bir o kadar kullanışlılar. İnsanın, yazın sıcaktan, kışın yağmur ve kardan etkilenmeden neredeyse tüm şehri gezmesi mümkün. Portico’lar, Orta Çağ’dan itibaren yapılmaya başlanmışlar. 1288 yılına gelindiğinde, şehir yönetimi bu konuda bir standart da getirmiş. Örneğin, gerektiğinde atlıların da rahatça gezinebilmeleri için asgari yükseklik (yaklaşık 2,7 metre) şartı konmuş.

Bologna şehrinin tarih boyunca sahip olduğu çeşitli lakaplardan birisi La Rossa olmuş. Yani, kırmızı ya da kızıl. Bu lakap sadece şehrin kırmızı tuğladan yapılmış, Orta Çağdan kalma binalarından dolayı verilmemiş. Bologna aynı zamanda, tarihsel olarak İtalyan komünist geleneğinin güçlü olduğu bir kent. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, İtalya’da Nazilere karşı en güçlü direniş ve partizan mücadelesi, Bologna ile birlikte, tüm Emilia-Romagna bölgesinde yapılmış. Gittiğimiz tüm şehirlerde bu mücadeleye katılanların isim ve fotoğraflarının yer aldığı anıtlara veya köşelere rastladık. Komünist partinin (PCI) 1991 yılında dağılmasından sonra da sol entelektüeller şehirde bu muhalif damarı canlı tutmuşlar.

Bologna’ya gelişimiz bir Cumartesi gününe rastlamıştı. Akşam yemeğine giderken sokaklar inanılmaz kalabalıktı. Ayrıca, en basit büfesinden daha yerleşik ve köklü lokantalarına kadar tüm yeme içme yerleri kaldırımlara masalar koymuştu. Bazı sokaklar trafiğe bile kapatılmış, masalar yollara yayılmıştı. Sanki oturacak tek bir sandalye yoktu. Her yer tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta, eski şehir merkezinin planını hiç anlayamadım . Her şey çok karışık geldi bana. Anca ertesi gün, bu kalabalıktan eser kalmayınca, yürüdüğümüz yerlerin konumu kafamda tam olarak şekillendi.

Bir de, kalabalığın yaş ortalaması dikkatimi çekti. Bu gezide gittiğimiz her yerden daha çok genç insan vardı etrafta. Diğer gittiğimiz şehirlerde de üniversiteler vardı ama, sokaklarda bu kadar çok genç insan görmemiştik. Bologna Üniversitesi, bölgenin en eski, köklü ve kalabalık üniversitesi. 1088 yılında kurulmuş. Batı Avrupa’nın en eski birkaç üniversitesinden biri ve çeşitli yerleşkelere dağılmış olarak, 79.000 civarında öğrencisi var.

Google Maps’in yardımıyla insan ve masa-sandalye kalabalığının arasından yolumuzu bulmaya çalıştık. Giderken biraz da endişelendim doğrusu çünkü, gitmeye niyet ettiğimiz restoranda yer ayırtmamıştık. Drogheria della Rosa hem internette kendi yaptığım araştırmalarda dikkatimi çekmişti hem de güvendiğim bir arkadaşım, oğlunun deneyimine dayanarak, önermişti.

Drogheria della Rosa

Drogheria della Rosa, diğer restoranlar gibi, önündeki portico’ya da masalar çıkarmıştı. Buna karşın, restoranın konumu, içinden geçtiğimiz hengameye göre, şehrin daha sakin bir noktasındaydı. Dışardaki tüm masalar boştu. Masaların düzeniyle ilgilenen ve çok da sempatik görünmeyen genç kıza iki kişilik bir masa rica ettiğimizi söyledim. Dışarda, iki küçük masanın dışında yerlerinin olmadığını, tüm masaların rezerve edildiğini söyledi. Daha uygun olduğunu düşündüğümüz bir tanesini seçtik ve oturduk. Birkaç dakika sonra, diğer masalar yavaş yavaş dolmaya başladı. Bu arada, oldukça kısa boylu bir adamın içerden çıkıp, masaları dolaşmaya başladığını fark ettim. Belli ki, restoranın sahibi idi. Her masada en az bir iki dakika duruyor, sohbet ediyor, “Hoş geldiniz”, diyordu. Bazı masalarda daha çok vakit geçiriyordu. Ya eşi dostu ya da buranın müdavimi olmalıydılar. Derken, sıra bizim masaya geldi…

Drogheria della Rosa’nın Sahibi Emanuele Addone

Ona, yabancı olduğumuzu söyledim.

– Ahh ! Bu hiç önemli değil, dedi gülerek. Çok sempatikti.

– Ben de burada yabancıyım. Aslen Matera’lıyım, dedi.

Demek ki, güneyden, Basilicata bölgesinden kuzeye göç edenlerdendi. Matera… 2016 yılında Puglia bölgesine yaptığımız gezide kaldığımız gizemli ve ilginç şehir… Kapadokya’ya ne kadar benziyordu. Orası hakkında da yazmalıyım diye geçirdim aklımdan. O ise, devam etti,

– Büyükbabam da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir yabancı gibi buralara gelmiş ve düşmanla çarpışmış. Daha sonra babam da Almanya’ya yabancı işçi olarak çalışmaya gitmiş. Hepimiz zaten bir yerlere yabancıyız. Hiç önemli değil yabancı olmanız…

Bu girişten sonra, bizim nereden geldiğimizi sordu. Ben, İstanbul dedikten sonra olanlar oldu… Gözleri parladı. Henüz müşterilerin gelmediği arka masadan bir sandalye çekip, yanımıza oturdu. Bu noktadan sonra, konuşmasına İngilizce olarak devam etti.

Emanuele Addone’nin gösterdiği tepkiye alışkın olmamız gerekirdi aslında. Bugüne kadar yurtdışında hangi ülkeye gittiysem ve İstanbul’dan geldiğimi söylediysem, benzer bir tepki ile karşılaştım. Konuştuğum kişiler İstanbul’u görmüş olsunlar ya da olmasınlar, aynı hayranlık ve hayret ifadesi… Daha birkaç gün önce de, San Marino’da Torre Guaita’yı gezerken, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenen görevliler dakikalarca birbirlerine, “İstanbul’dan geliyorlarmış, İstanbul’dan geliyorlarmış”, dememişler miydi ? Bu hiç şaşmadı şimdiye kadar. Aynı tepkiyi Türkiye’den geliyorum deyince gördüğümü söyleyemem. İşte ben de, İstanbul’un “marka değerinin” daha yüksek olduğunu keşfettiğimden beri, daima İstanbul’dan geldiğimizi söylüyorum…

Henüz hayatında İstanbul’a gelmemiş olan Emanuele’nin tepkisinde bir başka hayranlık daha vardı. O da, İstanbul hayranlığının üstünde, gerçek bir Atatürk aşığı olmasıydı… Atatürk hakkında bildiklerini anlatırken, tarihte onun gibisi olmadığını tekrarlarken, heyecanı da gittikçe artıyordu. Bir ara bana,

– Ah, o ne büyük adammış… Siz Türk kadınları ne kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız? Onun sayesinde siz, Fransız kadınlarından da, İtalyan kadınlarından da daha önce seçme seçilme hakkına sahip oldunuz, dedi.

Türkiye’de kadınlar ilk olarak 1930’da belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandılar. Daha sonra, 1933’te köylerde muhtarlık ve köy heyetine seçme ve seçilme hakkına sahip oldular. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı ise, 1934 yılında verildi. Yani, Fransa’dan on yıl, İtalya’dan on bir yıl önce…

Emanuele, vitrininin ortasında boş duran bir yeri göstererek, burada çok güzel bir Atatürk resminin durduğunu ama, yakın zamanda çalındığını söyledi. Belli ki, çok üzülmüştü. Söz verdiğim üzere, döndükten sonra kendisine Noel hediyesi olarak güzel bir Atatürk fotoğrafı gönderdim. Yine, aynı vitrinde asılı duran Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe atkılarının arasına koysun diye… Dilerim, sağlam olarak eline geçmiş, üzüntüsü hafiflemiştir.

Emanuele’nin Boş Kalan Vitrini

Drogheria della Rosa’da yediğimiz yemekler, bu gezi boyunca yediğimiz en iyi yemeklerdi diyebilirim. Bir kere burada standart bir menü yok. Emanuele masaları tek tek geziyor ve size o akşam ne vereceğini söylüyor. Her tabak için iki, bilemediniz üç seçenek oluyor. Biz, başlangıç olarak lasagna ve kabak çiçeği soslu tortellini yedik. Enfesti. İkinci tabak olarak yediğim osso buco sanırım şimdiye kadar yediğim en yumuşak osso buco idi. Ağızda dağılıyordu. Yanındaki sebzeleri ile birlikte muhteşemdi. Mascarpone peyniri ile yapılmış tatlı da aynı şekilde, çok lezizdi.

Emanuele gece boyunca, tüm masalara yaptığı gibi, bizim masaya geldi gitti. Esprileri ve ufak iltifatları ile bizi neşelendirdi. Bir keresinde elimi öptü. Ayrılırken kırmızı bir gül verdi. Ne de olsa, restoranın adında gül vardı! Bir de yanağını uzattı, öpmem için. Ben, “Türk usulü iki yanaktan öpülür,” deyince fırsatı kaçırmadı ve “İtalya’da ise böyle öpülür,” diyerek, her bir yanağımdan birkaç kere öptü…

Bologna, zengin ve leziz mutfağı ile köklü bir yemek kültürü olan bir şehir. Bu nedenle, tarihte lakaplarından biri de La Grassa (şişman) olmuş. Yediğimiz çeşitli yemekler bu şöhreti haksız çıkarmadı. Bir sonraki akşam gittiğimiz Diana isimli restorandan da çok memnun kaldık. Bu kez risk almadık ve önceden yer ayırttık. Normal şnitzelin üstüne domuz pastırması ve peynir konarak hazırlanmış Cotoletto Bolognese ve yine Bologna’ya özgü, içinde pirinç ve badem olan tart, Torta di Riso nefisti.

Bologna usulü yemeklerden söz etmişken, Bolognese Sosu’na ve Spaghetti Bolognese’ye değinmeden edemeyeceğim. Eğer Bologna’ya gidip, Spaghetti Bolognese ararsanız, bu boşuna bir uğraş olacaktır. Geleneklere bağlı restoranların hiç birinde bu isimde bir tabak göremeyeceksiniz. Belki turistlerin suyuna giden bazı turistik işletmelerde olabilir. Öncelikle, yavaş ateşte pişen ve içinde kıyma, soğan, havuç, domuz pastırması, süt ve şarap olan sosa burada (ve tüm Emilia-Romagna bölgesinde) Ragu deniyor. İkincisi, bu bölgede spaghetti değil, kurdele benzeri, daha yassı ve geniş olan tagliatelle kullanılıyor. Dolayısı ile, Bologna’nın yerel yemeği olarak peşine düşmeniz gereken Tagliatelle al Ragu olmalı. Geleneksel Bologna yemeği olmadığı halde tüm dünyaya, yanlış bir şekilde, Spaghetti Bolognese’nin yayılmasına, İkinci Dünya Savaşında Emilia-Romagna bölgesinde savaştıktan sonra ülkelerine geri dönen Britanyalı ve Amerikalı askerlerin sebep olduğu düşünülüyor. Buna göre, evlerine döndüklerinde, tadı damaklarında kalan bu sosu, akıllarında kaldığı kadarı ile anlatıyorlar. Ancak ortaya, kıymalı olsa da, domates sosu ağır basan bir sos çıkıyor. Ülkelerinde tagliatelle olmadığı için de, onun yerine spaghetti kullanılıyor ve dünyaya Spaghetti Bolognese olarak yayılıyor.

Ertesi gün hava kapalı ve ilk başta yağmurluydu ama, biz sokağa çıktığımızda durmuştu. Şans eseri, gün boyu da yağmura yakalanmadık. Gerçi insan, Ekim ayında Avrupa’ya yolculuk yapıyorsa, her türlü havada gezmeye kendini hazırlamalı.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Sokaklarda Pazar günlerine özgü bir tenhalık ve rehavet vardı. Bir gece öncesinin kalabalığı ve keşmekeşinden eser yoktu. Trafiğe kapatılmış olan sokaklar temizlenmiş ve araba geçişine açılmıştı. Esasen, sokaklarda pek fazla İtalyan da yoktu. Sadece mecburen çalışan görevliler, polisler ve yerli halktan tek tük insan. Bir çekim merkeziymiş gibi Il Duomo’ya, yani Basilica di San Petronio’ya doğru giden kalabalık, bizim gibi yabancılardan oluşuyordu.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Bologna, tarihi çok eskiye giden bir şehir. Milattan önce 6. yüzyılda Etrüskler burada Felsina adını verdikleri bir şehir kurmuşlar. Coğrafi konumu nedeniyle, sonraki yüzyıllarda pek çok istila görmüş bir şehir aynı zamanda. Sırasıyla, Galyalılar, Romalılar, Vizigotlar, Hunlar, Gotlar ve Lombardiyalılar şehirde hüküm sürmüşler. 12. yüzyıla gelindiğinde, Bologna bağımsız bir şehir devleti olmuş. Bu dönemde, şehrin zengin aileleri kudretlerini göstermek ve bir iz bırakmak amacıyla, kuleler yaptırmaya başlamışlar. Bir zamanlar toplam 180 tane olan bu kulelerden günümüzde 15 tane kalmış. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Porta Ravegnana meydanındaki, birbirine doğru eğrilmiş iki kule. Bologna’nın sembolü sayılan Le Due Torri (İki Kule), neredeyse 900 yıldan beri ayakta. Daha uzun olan Torre degli Asinelli’nin yaklaşık 98 metre yüksekliği var. İsteyenler bu kuleye çıkabiliyorlar. Tahta bir merdivenle çıkıldığı söylenen kuleye çıkışın çok kolay olmadığı söyleniyor. Şu anda, olması gerekenden 1,3 metre eğik olan bu kuleyle ilgili üniversite öğrencileri bir de batıl inanç geliştirmişler. Rivayete göre, üniversite bölgesinde yer alan bu kuleye tırmanan öğrenciler, hiçbir zaman mezun olamıyorlarmış! İkinci ve daha kısa olan Torre Garisenda’ya ise çıkmak yasak çünkü, kule tehlikeli bir şekilde, normal dikey ekseninden 3,2 metre yamulmuş vaziyette. Her geziden geriye ufak tefek pişmanlıklar kalır. Keşke hiç gidip, vakit kaybetmeseydik diye düşünülen yerler ya da yapılamayan şeyler için hayıflanmalar… Bologna’da kaldığımız sürede yolumuz sık sık bu iki kuleye çıkmış olsa da, her nasılsa, ikisinin aynı kadrajda olduğu bir fotoğraf çekmemişiz.

Torre degli Asinelli

Bologna’nın kuleleri ile ilgili ilginç bir ayrıntı ise, ileri gelen aileler tarafından yaptırılan ve ailelerin adıyla anılan bu kulelere belli durumlarda kat çıkılması, belli durumlarda ise katların yıkılması. Ailenin ticari, politik veya askeri bir başarı elde etmesi durumunda kuleye kat çıkılırken, bir başarısızlık veya yenilgi durumunda bir kat yıkılıyormuş.

Dört yüzyıl kadar bağımsız bir devlet olan Bologna, 16. yüzyılda Papalığın eline geçiyor. 18. yüzyılın sonunda Napolyon ordularının işgaline uğruyor. Avrupa’da Napolyon rüzgarı durulduktan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçası oluyor. Nihayet, 1860 yılında, Garibaldi’nin önderliğinde kurulan birleşik İtalya’ya katılıyor.

“Bologna Tarihi Müzesi” (Museo della Storia di Bologna), şehrin tarihi hakkında bir fikir edinmek için çok yararlı. Müzenin bulunduğu bina, Palazzo Pepoli (Pepoli Sarayı), bağımsız Bologna devletinin ilk yönetici ailelerinden Pepoli ailesine aitmiş. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı dışardan ufak bir kaleyi andırıyor. Gerçekten de eskiden etrafında, korunma amaçlı, su dolu bir hendek ve yukarı çekilerek kapatılabilen köprüleri varmış. Yapı, 14. ve 18. yüzyıllar arasında yapılan sayısız ilaveler ve değişikliklerle giderek büyütülmüş. 2003 yılında bir kent müzesine dönüştürülmeye karar verilmiş ve 2012 yılındaki açılışına kadar restorasyon ve çalışmalar sürmüş. Müze, tarihi bir yapının genel havası bozulmadan modern bir müzenin yaratılmasına iyi bir örnek. Özellikle, orijinal binanın ana avlusuna denk gelen müze girişindeki dev cam ve çelikten yapılma konstrüksiyon, katlara ve müzenin farklı bölümlerine giriş ve geçiş açısından çok başarılı. Belli bölümlerinde teknolojik yeniliklerden faydalanılmış 35 tane kronolojik temalı salon sayesinde, 2500 yıllık Bologna tarihine kuş bakışı bir göz gezdirebiliyorsunuz. Ancak, bu kadar emek verilmiş müzenin önemli bir eksiği var. O da, açıklamaların sadece İtalyanca olmaları. Doğrusu, son yıllarda bu konuda çok atılım gösteren, çocukluğumun aksine, artık sıradan insanların bile oldukça iyi İngilizce konuşabildiği İtalya’da böyle bir şeyin olmasına aklım ermedi. İtalya’da son yıllarda gittiğimiz çok daha küçük yerlerdeki müze ve kiliselerde bile İngilizce açıklamalar varken, bu kadar iyi bir müzede böyle bir eksikliğin olmasını anlayamadım. Dilerim, bu eksiklik de ilerde giderilir.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Bologna’nın Il Duomo’su, yani San Petronio Bazilikası, neredeyse tüm yolların çıktığı Piazza Maggiore meydanında. Bu meydanda, dünyanın beşinci büyük kilisesi olduğu söylenen San Petronio’nun dışında, Rönesans döneminden kalma saraylar da bulunuyor. Örneğin, meydanın batı tarafındaki Palazzo Comunale, şehir meclisinin 1336 yılından beri toplandığı bir saray. İkinci katında, Şehir Sanat Galerisi bulunuyor. Binanın dış yüzeyinde ise, İkinci Dünya Savaşında Alman işgaline karşı mücadele vermiş yüzlerce direnişçinin fotoğrafları ve isimleri var. Pek çoğu tam da bu noktada öldürülmüşler…

Il Duomo- Basilica di San Petronio

San Petronio’nun yapımına 1390 yılında başlanmış. Hala da bitmiş görünmüyor. Başlangıçta, bazilikanın Vatikan’daki Aziz Peter kilisesinden daha büyük olması planlanmış. Ama tabii ki, böylesi bir cüretkarlığa göz yumulmamış. 1561 yılında Papa IV. Pius, kilisenin doğu tarafına yeni bir üniversite yaptırma bahanesi ile, inşaatın daha fazla büyümesine engel olmuş. Bazilikanın yan sokağından bakınca, yarım kalmış, tuhaf bir apsisin izlerini görmek mümkün.

Capella dei Tre Magi- Basilica di San Petronio

Bazilikanın içinde, iki tane önemli görülecek şey var. Bunlardan ilki, Capella dei Tre Magi (Üç Kahin Şapeli). Üç duvarı tavana kadar duvar freskleri ile bezenmiş bu şapele girmek için ayrı bir ücret ödemek gerekiyor. Önü bir parmaklıkla kapatılmış. Yukarda kalan bazı bölümleri dışarıdan görmek mümkün ama, içeriye girmeden bu şahane eserin tadına varamıyorsunuz.

Meryem Ana’nın Taç Giymesi ve Cehennem Tasviri (Yukardan Aşağıya Doğru)- Capella dei Tre Magi

Şapele giriş bileti ve audio rehber alınan gişede genç bir kız duruyordu. İşlemleri yaparken, bize nereden geldiğimizi sordu. Ben de, her zamanki gibi,

– İstanbul, dedim.

İşte yine büyülü söz etkisini gösterdi… Kız birden canlandı. Birkaç yıl önce İstanbul’a gittiğini ve unutamadığını söyledi. Ben, bir mütevazilik gösterisi olarak, güzel ama, zor bir şehir olduğunu söyledim. O,

– Olsun… Çok, çok güzel…, dedi.

O an başka bir dünyaya gitmiş gibiydi. Şapelde epeyce vakit geçirip, çıkarken kulaklıkları teslim etmeye gittik. Bu kez,

– Biliyor musunuz? İstanbul’da kaldığım sırada hava hep bugünkü gibi kapalı ve yağmurluydu. O eski şehir tarafı, tarihi yarımada çok gizemli, çok güzeldi… Siz içerdeyken bunları düşündüm, dedi.

Üç Kahin Kral Hikayesi- Capella dei Tre Magi

Tre Magi Şapeli gerçekten çok güzel. Duvar freskleri, zengin bir ailenin siparişi üzerine, 15. yüzyılda Modena’lı sanatçı, Giovanni da Modena tarafından yapılmış. Soldaki duvarda, Meryem Ana’nın taç giymesi ve cehennem resmedilmiş. Özellikle, Dante’nin tasvirinden esinlenilerek yapılmış olan cehennem çok etkileyici. Sağdaki duvarda, İsa’nın doğumundan sonra ziyarete gelen üç kahin kral hikayesi görülüyor. Arka duvarda ise, Bologna şehrinin koruyucu Azizi, San Petronio’nun hayatından kesitler var.

Dante’nin İlahi Komedya’daki Tasvirinden Esinlenilerek Yapılan Cehennem- Capella dei Tre Magi

San Petronio Bazilikasındaki ikinci önemli eser, aynı zamanda bir güneş saati olan, yerdeki dev meridyen çizgisi. Bazilikanın doğu kanadında, 67,7 metre boyunca uzanıyor. 1656 yılında, astronomlar Gian Cassini ve Domenico Guglielmi tarafından yapılmış. Bu aynı zamanda, dünyanın kapalı alandaki en uzun meridyen çizgisi olarak belirtiliyor kaynaklarda. Dünyanın çevresinin 1/600,000’nine karşılık geliyormuş. Yerden 27 metre yükseklikteki bir delikten içeri süzülen güneş ışını aracılığıyla günlerin, mevsimlerin geçişi ve diğer daha özel astronomik olaylar günümüze kadar incelenmiş. Örneğin, Jülyen takvimindeki tutarsızlık ve “artık yılların” keşfi bu meridyen sayesinde olmuş.

67,7 Metre Uzunluğundaki Meridyen Çizgisi- Basilica di San Petronio

Yerdeki meridyeni görür görmez, aklıma Umberto Eco’nun Foucault’un Sarkacı kitabı geldi. Eco’nun, 1851 yılında Fransız fizikçi Foucault’un, Paris’teki Pantheon’un meridyen salonunda, halkın huzurunda yaptığı deney aracılığıyla dünyanın döndüğünü kanıtlaması ile harmanladığı gizemli olay örgüsüne sahip romanı… Ne de olsa, Umberto Eco da Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi idi…

San Petronio Bazilikası, tarihte önemli bir olaya da ev sahipliği yapmış. 24 Şubat 1530’da Papa VII. Clement, V. Charles’ın tacını burada takarak, onu Kutsal Roma İmparatoru ilan etmiş. Taç giyme töreni için binlerce insan Bologna’ya akın etmiş. Bologna o zamanlar, Papalık açısından, Roma’dan sonra ikinci önemli şehir imiş.

Bazilikanın bulunduğu Piazza Maggiore’ye komşu olan Piazza Nettuno (Neptün Meydanı) adını, meydanın ortasındaki Neptün heykelli çeşmeden alıyor. Bu heykel 1566 yılında Giambologna isimli sanatçı tarafından yapılmış. Ancak, restorasyonda olduğu için, bu eseri görmek mümkün olmadı. Üstü kapatılmıştı. Buna karşın, meydan canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş görünüyordu. Gezinen, etraftaki tarihi binaları inceleyen, sokak çalgıcılarını dinlemek için kümelenen insanlar ile meydan yaz aylarını aratmıyordu. Hep söylerim, İtalya’da turizm mevsimi diye bir şey yoktur. Bu ülkede turizm on iki aydır.

Yedi Kiliseler ve Çevresindeki Tezgahlar- Abbazia di San Stefano

Bologna’ya gelenlerin sıklıkla gittiği bir diğer tarihi yer, Aziz Stefano Manastırı (Abbazia di San Stefano). Halk arasında “Yedi Kiliseler” deniyormuş ama, halen sadece dört tanesi sağlam ve gezilebiliyor. Google Maps aracılığıyla burayı bulunca, bir gece önce önünden defalarca geçtiğimizi fark ettim. O kalabalık ve Cumartesi gecesi düzeni içerisinde hiç anlamamışım. Şimdi ise, çevresinde tamamen başka bir düzen vardı. İtalya’daki pek çok şehirde Pazar sabahları olduğu gibi burada, daha çok antika eşyalar için olmak üzere, sokak tezgahları açılmıştı. Bazı tezgahlarda, egzotik ülkelerden getirilmiş objeler ve el sanatları vardı. Bunun yanında, eski kitap, plak ve her türlü eski eşya da görülüyordu. Bir derya yani… İnsan burada en az bir yarım gün geçirebilirdi…

Yedi Kiliseler ve Çevresindeki Tezgahlar- Abbazia di San Stefano

San Stefano Manastırı, labirent benzeri yapısıyla, ilginç bir binalar kümesi. Barındırdığı binalar yapım yılları açısından değişik yüzyıllara yayılıyor. Manastıra, 11. yüzyıldan kalma Chiesa del Crocefisso kilisesinden giriliyor. Burada aynı zamanda, Bologna’nın koruyucu azizi San Petronio’nun kemikleri de bulunuyor. İkinci kilise olan Chiesa del Santo Sepolcro’nun, yapısından anlaşılacağı üzere, aslen bir vaftizhane olduğu düşünülüyor. Üçüncü kilisede (Chiesa della Trinita) ufak bir müze var. Dördüncü kilise olan Santi Vitali e Agricola’nın ise, Bologna’nın en eski kilisesi olduğu söyleniyor. Yapımında kullanılmış, antik Roma dönemine ait bina ve süsleme parçaları açıkça görülebiliyor.

San Stefano Manastırı (Yedi Kiliseler)

Biz gezerken, avlu bölümünde üst katlardan inen papazlar oldu. Kiliseler daha çok bir müze havasında olsa da, demek ki üst katlar hala kullanılıyordu. İtalya’da artık sokaklarda geleneksel kıyafetleri içinde çok daha az papaz ve rahibe görüyorsunuz. Bu bence oldukça çarpıcı bir değişim. 1960’ların sonlarında, sokaklarda nereye baksanız gruplar halinde gezen papazlar veya rahibeler görürdünüz. Büyük olasılıkla, artık sokakta normal giyiniyorlar diye düşünüyorum.

Bologna’ya gelmişseniz, dondurma yemeden ayrılmanız yazık olur. Şehir ve bölge dondurma konusunda oldukça iddialı. Öyle ki, yarım saat mesafedeki Anzola dell’Emilia’da bir Dondurma Üniversitesi (Gelato University) bile var! Biz de günün yorgunluğunu bir dondurma ile atalım dedik. Önerilen birkaç dondurmacı arasından Il Gelatauro’yu seçtik. Uzun bir yürüyüş ve labirent gibi yollarda birkaç kayboluştan sonra dondurmacıyı bulduk. Burası, tam bir mahalle dondurmacısı görünümünde. Dar ve uzun dükkanın sağ taraftaki duvar kenarına ufak, kare masalar sıralanmış. Daha çok, çocuklu anneler vardı. Tabii ki, biraz gürültü, patırtı da… Anneler, koşturan daha büyük çocukları zapt etmeye, ağlayan bebeklerini susturmaya çalışıyorlardı. Babalar muhtemelen evde maç seyrediyorlardır diye düşündüm. Tüm bu kargaşa karşısında başta biraz karışık duyguların pençesine düşsem de, dondurmanın lezzeti her şeyi sildi. Benim yediğim balkabağı ve zencefil, fıstık ve fındık topları çok lezzetliydi.

Ertesi gün, uçak saatine kadar olan vaktimizde, bir başka ünlü dondurmacıya, La Sorbetteria Castiglione’ye gittik. Burası, daha modern ve turistlerin daha çok olduğu bir yer ama, bence lezzet olarak Il Gelatauro’nun eline su dökemez. Dondurmalarının tadını kesinlikle kötü bulmadım ama, daha sıradan geldi bana. Il Gelatauro favorim oldu. Şehirdeki diğer ünlü dondurmacıları deneme fırsatımız olmadı ama, özellikle balkabaklı ve zencefilli dondurmanın tadı damağımda kaldı…

San Pietro Katedrali

Bologna’dan ayrılacağımız gün, uçak saatine kadar epeyce vaktimiz vardı. Hava, bir önceki günün aksine, çok güzel, temiz ve güneşliydi. Kendimizi sokaklara atıp, telaşsız gezinmeye, kendimizi strese sokmadan şehrin tadını çıkarmaya karar verdik. Bir tek, günlerdir ana caddede önünden geçip, durduğumuz ve büyüklüğü le dikkatimizi çeken Aziz Peter Katedraline (Cattedrale di San Pietro) kısa süreliğine girip, çıktık. On birinci yüzyıldan beri burada bir kilisenin var olduğu bilinmesine rağmen, o yapıdan günümüze bir şey kalmamış. Şu anda ayakta olan katedral ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Önemi, Bologna başpiskoposluğunun bu katedralde olmasından kaynaklanıyormuş.

San Pietro Katedrali

İtalya’da kısa sürede hiçbir şehrin her köşesini keşfetmeniz zaten mümkün değil. Onun için, zamanınıza göre birkaç yeri seçmeniz, kalan zamanda da biraz ortamın tadını çıkarmanız, keyif yapmanız daha güzel kanımca. Biz de öyle yaptık. Aynı zamanda eski Yahudi gettosu olan, üniversite bölgesinin dar sokaklarında, portico’larında gezindik. Bir cafede açık havada oturup, şarabımızı yudumladık. Güneşin kemiklerimizi ısıtmasından kaynaklanan rehavetle, kısa bir süre, sanki hep burada kalacakmışız duygusuna kapıldık…

Torre degli Asinelli

——————————————————
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Ravenna… Nefes Kesen Mozaikler Şehri…

Sonbahar Rotası (2017) yazımda belirttiğim gibi, Emilia-Romagna gezimizi planlarken ana hedefim Ravenna idi… Orasıydı en çok görmek istediğim yer… Gerçi, tarih ve sanata meraklıysanız, İtalya’nın hiçbir şehri sizi hayal kırıklığına uğratmaz. Buna dağ başındaki yerleşim yerleri de dahildir. Ama Ravenna’nın çok özel olduğunu biliyordum…

Ravenna’yı ilk olarak, bundan 10-11 sene önce, eşi heykeltıraş olan bir Amerikalı hanımdan duymuştum. Ünlü Bizans mozaiklerini görmek için Ravenna’ya gideceklerini söylemişti. O yılların internet olanakları ile araştırınca, bu mozaiklerden birkaç tanesinin fotoğrafını görmüş ve hayran olmuştum. Ravenna’ya gidince, gördüğüm resimlerin “buzulun ucu” bile olmadığına ve aslında hiçbir fotoğrafın bu mozaiklerin gerçek büyüsünü yansıtmayı başaramadığına kanaat getirdim. O kadar güzellerdi ki… Üstelik, şehrin çeşitli yapılarında bulunan mozaikler sadece Bizans dönemine de ait değillerdi. Romalılar, Ostrogotlar ve Bizanslılar mozaiklerle kalıcı izler bırakmışlardı bu şehirde.

San Marino ile Ravenna’nın arası yaklaşık 80 kilometre. Otelimiz, Hotel NH Ravenna’ya giriş yaptığımızda saat 13:30’du. Bir saat içinde yerleşip, kendimizi sokaklara attık. Kalacağımız yeri seçerken yine önceliğimiz, gezmek istediğimiz yerlere yakınlıktı. Otel odamıza bırakılmış Ravenna ile ilgili kitap ise bu şehri gezerken çok iyi bir kaynak oldu bizim için.

Ravenna’nın nüfusu yaklaşık 160.000. Bu küçük şehirdeki tarihi eserlerin sekiz tanesi Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Halen tüm Türkiye’nin Dünya Mirası Listesine girmiş 15 tarihi eseri veya mekanı bulunuyor.

Tarihte Ravenna’ya ilk yerleşenler, günümüzden 3000 yıl önce Yunanistan’dan buralara gelen Grekler olmuş. O dönemde, Venedik gibi, lagünlerin arasında bir çok adadan oluşan bu bölgede bir koloni kurmuşlar. Çeşitli buluntulardan, daha sonra Etrüsklerin de Ravenna’da yerleştikleri anlaşılıyor. Şehir ilk olarak İ.Ö. ikinci yüzyılda Roma İmparatorluğuna, “müttefik” statüsü, ile bağlanmış. Bu statü belli oranda bir özerklik
sağlasa da, bu dönemde ortada yer alan en büyük adacıkta büyük bir Roma kalesi yapılmış. Sonunda Ravenna, İ.Ö. 89 yılında tam olarak Roma İmparatorluğunun bir parçası olmuş. Aşırı büyüme sonucu yönetimi çok zorlaşan Roma İmparatorluğu bölündükten sonra, İmparator Honorius İ.S. 402 yılında Batı Roma İmparatorluğunun başkentini Ravenna’ya taşımış. Batı Roma İmparatorluğunun 476 yılında Cermen Kralı Odoacer tarafından yıkılmasına kadar Ravenna başkent olarak kalmış. Kent daha sonra, Ostrogotların, Bizanslıların, Lombardiyalıların, Fransızların, Saxonların, Venediklilerin ve Papalığın yönetimine geçmiş. Her dönem şehirde kendi tarihi izlerini bırakmış. 1861’de Ravenna, yapılan plebisit ile, İtalya birliğine katılmış.

Ravenna’da kaldığımız iki gün boyunca Unesco Dünya Mirası Listesine giren sekiz tarihi eseri ve ilaveten birkaç önemli yeri daha görmeyi başardık. Bunda, görülecek çoğu yerin birbirine yakın ve (bir tanesi hariç) yürüyerek erişilebilir olmalarının payı büyüktü. Aşağıda kısa bilgiler vereceğim bu eserlerin sıralaması tarihsel kronolojiye değil, bizim geziş sıramıza göre olacak.

Il Battistero degli Ariani (Aryan Vaftizhanesi)

Il Battistero degli Ariani (Aryan Vaftizhanesi), altıncı yüzyılın ilk yarısında, Ostrogot Kralı Teodorik tarafından yaptırılmış. Kral Teodorik yönetimi sırasında, Ostrogotların parçası oldukları Hristiyanlığın Aryan mezhebi ile Katolik inancının uyum içinde bir arada varlıklarını sürdürmelerine olanak sağlamış. Burası aynı zamanda, İtalya’da sadece Aryanlar için inşa edilmiş tek vaftizhane imiş.

Tavan Mozaikleri- Il Battistero degli Ariani (Aryan Vaftizhanesi)

Yapı dışardan, tuğla ile yapılmış sekizgen bir bina görünümünde. Yapılan kazı çalışmaları buranın bir zamanlar arka taraftaki Spirito Santo kilisesinin bir parçası olduğunu ortaya çıkarmış. İçindeki mozaikler gayet iyi korunmuş.

Mozaiklerden Detaylar- Il Battistero degli Ariani (Aryan Vaftizhanesi)

Ravenna, 526 yılında Ostrogot Kralı Teodorik’in ölümünden sonra Bizanslıların saldırılarına uğramış. Bu dönemde, İtalya’daki Ostrogotların izini silmek için sayısız katliam yapılmış ve bu döneme ait eserlerin bir kısmı yıkılmış. Sonunda, Bizans İmparatoru Jüstinyen 554 yılında Ravenna’yı, bir valilik olarak, Bizans’a bağlamış.

La Basilica di San Vitale (San Vitale Bazilikası)

Ravenna’daki en muhteşem eserlerden biri olan La Basilica di San Vitale ( San Vitale Bazilikası), İmparator Jüstinyen’in isteği üzerine yapılmış. 548 yılında, Başpiskopos Maximian tarafından takdis edilerek açılmış. Bazilika tamamlandığı zaman İmparator Jüstinyen, on bir sene önce (532-537) biten İstanbul’daki Aya Sofya’nın hamisi olarak zaten sanat tarihine adını yazdırmış. Ancak, Ravenna’daki San Vitale Bazilikası da sekizgen planı, haşmetli sütunlarla yaratılan büyüklük hissi ve tabii ki, bakmaya doyamayacağınız mozaikleri ile ona bir başka şöhret sağlamış…

La Basilica di San Vitale (San Vitale Bazilikası)

San Vitale Bazilikasının ana bölümüne gelince bir an için nutkum tutuldu diyebilirim. Altın yaldızın hakim olduğu mozaikler tüm duvarları, sütun başlarını ve sütunları kaplıyor. İncil’den sahnelerin, on iki havarilerin, İmparator Jüstinyen ve eşi İmparatoriçe Teodora’nın resmedildiği bölümlerin haricinde kalan küçücük boşluklar bile çeşitli bitki ve hayvan resimleri ile donatılmış. Gerçekten göz kamaştırıcı… Bu bölümün girişi diyebileceğimiz büyük kemerin ortasında İsa, iki yanında on iki havariler ve ilaveten iki aziz resmedilmiş. İncil’den değişik sahnelerin resmedildiği yan duvarlarda, iki tane büyük resim göz alıyor. Bunlardan sağ tarafta olanında İmparator Jüstinyen’i, imparatorluk rengi olan morlar içinde ve beraberindeki maiyeti ile birlikte görüyoruz. Elinde tuttuğu tepside kutsal ekmek var. Tam karşı duvarda ise İmparatoriçe Teodora, elinde kutsal şarap kadehi ve nedimeleri ile birlikte yürüyor. Apsisdeki (mihrap) resimde, İsa alışık olmadığımız şekilde, genç ve sakalsız olarak resmedilmiş. İki yanında iki melek, Aziz Vitale ve elindeki Bazilika’yı Tanrı’ya sunan Ravenna Piskoposu görülüyor. Ayaklarının altında, ikisi Fırat ve Dicle olmak üzere, dört nehir akıyor.

San Vitale Mozaikleri

San Vitale Bazilikasının içinde ayrıca, bazı Ravenna Piskoposlarının lahitleri ve eski yer mozaikleri var. Bazilika çeşitli tarihlerde yenilenmiş ve ilaveler yapılmış. Şapellerden birinin freskleri Serafino Barozzi, Ubaldo Gandolfi ve Jacopo Guarana tarafından 18. yüzyılda yapılmış.

İmparator Jüstinyen ve Maiyeti- San Vitale
İmparatoriçe Teodora ve Nedimeleri- San Vitale
18. Yüzyıl Freskleri- San Vitale

Bazilikanın bahçesinde, Unesco Dünya Mirası kapsamında olan bir başka tarihi eser daha bulunuyor. Galla Placidia’nın Mozolesi. Ancak burası Bizans değil, Roma döneminden kalma bir eser. Batı Roma İmparatorluğunun başkentini Ravenna’ya taşıyan İmparator Honorius ölünce, yerine üvey kız kardeşi Galla Placidia geçiyor ve ülkeyi, henüz çok küçük olan oğlu Valentinian adına yönetiyor.

Il Mausoleo di Galla Placidia (Galla Placidia’nın Mozolesi)

Beşinci yüzyılda yapılmış olan bu yapı, kırmızı tuğladan dış duvarları ile uzaktan son derece sade görünüyor. Haç şeklindeki binanın çarpıcı kısmı içerisi. Kaymaktaşı kaplı pencerelerden içeri süzülen gün ışığında mozaiklerle kaplı kubbe ve kemerler çok güzel. Buradaki mozaikler, Grek ve Roma kökenli, erken Hristiyanlık dönemi eserleri olarak kabul ediliyor.

Il Mausoleo di Galla Placidia (Galla Placidia’nın Mozolesinin İçi)

Galla Placidia mozoleyi kendisi, eşi üçüncü Constantius ve erkek kardeşi İmparator Honorius için yaptırmış. Söylendiğine göre, dini inancı çok kuvvetli olan Galla Placidia, Ravenna ve çevresinde bulunan yüzün üzerinde pagan tapınağının üzerine kiliseler yaptırmış.

Beşinci yüzyılda, Galla Placidia’nın ve oğlu III. Valentinian’ın döneminde yapılan Neon Vaftizhanesi adını Piskopos Neon’dan almış bir yapı. Bu sekizgen yapının içi de mozaiklerle kaplı. Tavandaki resmin ortadaki büyük vaftiz havuzundaki suya aksetmesi ile, vaftiz edilen kişinin İsa ile beraber suya girmiş izlenimi uyandırması hedeflenmiş.

Il Battistero Neoniano (Neon Vaftizhanesi)

Aziz Andrea Kilisesi’sini bulmak için epeyce uğraştık. Sonunda, değişik kişilere birkaç kere sorduktan sonra, bu kilisenin aslında tamamının ayakta olmadığını ve sadece kurtarılabilmiş bölümlerinin, şehir katedrali Il Duomo’nun arka tarafındaki, Başpiskoposluk Müzesi’nin birinci katında sergilendiğini öğrendik. Bu oldukça küçük kilise, kaynaklarda erken Hristiyanlık dönemine ait güzel bir örnek olarak belirtiliyor. Kilise, İ.S. 494-519 yılları arasında yapılmış. Bu dönem Ravenna, Ostrogot kralı Teodorik’in yönetiminde olmasına rağmen, kilise şehirdeki Katolik papazlar için yapılmış. Ostrogotlar Hristiyanlığın Aryan mezhebine bağlı olmalarına rağmen, yönetimleri sırasında Katoliklerin inançlarına karışmamışlar. Aziz Andrea kilisesi, önce Hz. İsa’ya adanmışsa da daha sonra, ismi değiştirilerek, kemikleri altıncı yüzyılın ortalarında İstanbul’dan Ravenna’ya getirilen Aziz Andrea’ya adanmış.

La Cappella di Sant’Andrea (Aziz Andrea Şapeli)
Not: Fotoğraf çekimine izin verilmediği için resimler Ravenna Tourism sitesinden alınmıştır.

Ravenna’daki ilk yarım günümüzde son gittiğimiz yer, Floransalı ünlü ozan ve politikacı Dante’nin mezarı oldu. 1265 yılında Floransa’da doğan Dante, ömrünün sonuna doğru politik nedenlerden ötürü kovulunca şehri terk etmek zorunda kalmış. Önce, bir süre Verona’da yaşamış. Daha sonra, o sıralarda Ravenna’yı yönetmekte olan Da Polenta ailesinin daveti üzerine Ravenna’ya gelmiş ve 1321 yılında ölene kadar burada kalmış. Cenaze töreni, mezarının bulunduğu yapının arkasında bulunan Fransisken kilisesi Basilico di San Francesco’da yapılmış ve buranın kriptine (bodrumuna) gömülmüş. Bugün mezarının bulunduğu neoklasik yapı ise, 1781 yılında Kardinal Gonzaga tarafından, mimar Camillo Morigia’ya yaptırılmış. Floransalılar Dante’yi kovmuş olmanın utancı içinde, kendilerini af ettirmek için, o zamandan beri her yıl mozolenin içinde yanan kandilin yağını Floransa’dan gönderiyorlarmış.

Dante’nin Mezarı ve Yağı Her Yıl Floransa’dan Gelen Kandil

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Dante’nin kemiklerine zarar gelmemesi için kemikleri çıkarılıp, bazilikanın bahçesindeki bitkilerin arasına gömülmüş. Savaş sona erince, tekrar mezarına konmuş.

Basilico di San Francesco (Aziz Fransis Bazilikası) ve 23 Mart 1944-19 Aralık 1945 Tarihleri Arasında Dante’nin Kemiklerinin Saklandığı Yer.

Uzun Emilia-Romagna gezimizde günler geçtikçe yorgunluğumuz artmaya başladı, doğal olarak. Ama her gezide olduğu gibi, canımızı dişimize takıp, devam ettik. Ravenna’da daha görülecek çok güzel yerler vardı…

Il Duomo ve Ravenna Sokakları

Ertesi gün ilk olarak, Ostrogot kralı Teodorik’in Mozolesi’ne gittik. Burası otelimize 14-15 dakikalık bir yürüme mesafesindeydi. Oraya yürürken, Venediklilerin inşa ettiği Brancaleone Kalesi’nin önünden geçtik. Venedikliler, 1441-1509 yılları arasında Ravenna’da hüküm sürmüşler. Bu sürede, sahip oldukları mükemmel mühendislik bilgilerini kullanarak, çevredeki bataklıkları kurutmuş ve yaptıkları kanallar ile durgun suların denize akmasını sağlamışlar. 1457 yılında yapılan bu kalın duvarlı kale günümüzde, yaz aylarında “Ravenna Festivali”nin de yapıldığı büyük bir park. Birkaç asırlık ağaçların altında çimenler var. Biz içinden geçerken, bu sessiz ve huzurlu ortamın tadını oyun oynayan çocuklar ve anneleri çıkarıyorlardı.

Venediklilerin Yaptırdığı Brancaleone Kalesi

Teodorik’in Mozolesi yeşilliklerin ortasında, etkileyici bir yapı. Ancak etkileyici olması, kentteki diğer Unesco Dünya Mirası Listesindeki eserler gibi muhteşem mozaiklere sahip olmasından dolayı değil. Aksine, son derece sade. On metre çapında, 230 ton yekpare taştan kubbesi Istria’da yapılıp, deniz yoluyla buraya getirilmiş ve çevresindeki on iki adet tutamak kullanılarak, binanın tepesine yerleştirilmiş. Bu tutamakların her birinde on iki havarilerden birinin adı yazılı. Milattan sonra 520 yılında yapılmış olan mozolenin inşaatında hiç harç kullanılmamış. Mozolenin içi de dışı gibi sade. Ortada, üstü açık ve küvet şeklinde, kırmızı mermerden yapılmış bir lahit var.

Il Mausoleo di Teodorico (Ostrogot Kralı Teodorik’in Mozolesi)

Binanın kubbesindeki bir çatlak, asırlar içinde Kral Teodorik’in ölümü ile ilgili bir efsanenin oluşmasına ve yayılmasına neden olmuş. Efsaneye göre, Kral Teodorik’e yıldırım çarpmasından dolayı öleceği malum olmuş. Kaderini alt etmek isteyen Teodorik, kendisi için bu yıkılmaz yeri yaptırmış ve yağmurlu günlerde buraya kapanmaya başlamış. Ancak, Teodorik kaderinden kaçamamış. Yağmurlu bir günde, Teodorik ortadaki küvette yıkanırken düşen bir yıldırım kubbeyi çatlatmış ve ölmesine neden olmuş. Ölür ölmez gökten inen siyah bir at onu alıp, Etna yanardağının kraterine götürüp, atmış…

Mozolenin İçi

O gün ikinci olarak gittiğimiz yer, La Basilica di Sant’Apollinare Nuovo (Yeni Aziz Apollinare Bazilikası) oldu. Burası, beşinci yüzyılın sonunda Kral Teodorik tarafından, bitişiğindeki sarayı için, bir saray kilisesi olarak yaptırılmış. Dikdörtgen şeklindeki bazilikanın iki uzun duvarı boyunca yapılmış olan mozaikler, iki farklı dönemi yansıtmaları açısından çok ilginç. Üst iki sırada, Roma etkisindeki Ostrogot dönemi mozaiklerini, alt sırada ise, elli yıl sonra Bizanslılar tarafından yapılmış mozaikleri görüyorsunuz. Ostrogot mozaikleri resmettikleri sahneler açısından daha gerçekçi bir tarza sahipken, Bizans mozaikleri daha oryantal ve soyut.

La Basilica di Sant’Apollinare Nuovo (Yeni Aziz Apollinare Bazilikası)

Buradan sonra gittiğimiz yer, Santa Eufemia kilisesi idi. On sekizinci yüzyılda, daha eski bir kilisenin üstüne yapılan bu kilisenin çok fazla bir özelliği yok. Ancak günümüzdeki önemi, bodrum katında barındırdığı Domus dei Tappeti di Pietra (Taştan Halılar Evi) müzesinden kaynaklanıyor. 90’lı yıllarda burada bir yeraltı garajı yapılmak istenirken, İ.S. 6. yüzyıldan kalma bir Bizans sarayının on dört odası bulunmuş. Müzede, odaların her birinin tabanındaki mozaikler sergileniyor. Doğrusu ben, Ravenna’ya adım attığımızdan beri sokaklarda sık sık gördüğümüz müzenin reklamını yapan afişlerden dolayı, daha çarpıcı mozaikler bekliyordum. Biraz hayal kırıklığına uğradım. Bir de sanırım, Türkiye’deki Antakya Mozaik Müzesi ve Gaziantep’teki Zeugma Müzesi’nden sonra insanın bu konuda beklentisi epeyce yüksek oluyor.

Santa Eufemia

Domus dei Tappeti di Pietra (Taştan Halılar Evi)

Öğle yemeği molasını, Ravenna’nın Venedik döneminden kalma Piazza del Popolo meydanında verdik. Burası, o dönemden kalma binaları ve her birinin üzerinde şehrin koruyucu azizleri San Vitale ve San Apollinare’nin bulunduğu iki ayrı dikilitaşı ile, gerçekten de insana hafif bir Venedik’teymiş hissi veriyor. Meydan konum olarak, eski Roma dönemi şehrinin kurulduğu iki büyük adanın ortasında yer alıyor. Venedikliler buraları kurutarak, kara parçası haline getirmişler.

Piazza del Popolo

Biz yemek yerken birden meydana, Orta Çağ kıyafetleri içinde, bir grup insan girdi. Ortalarına aldıkları siyah beyaz kıyafetli bir kişinin etrafında şarkı söyleyip, dans ederek ilerliyorlardı. Ne olduğunu tam olarak anlamadım ama, bir an için çağlar öncesine gitmiş gibi olmak hoştu. Meydanın ortalarında bir binaya girip, gözden kayboldular.

Ravenna Sokakları

Ravenna’da maalesef aklımı başımdan alacak bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Bunda en büyük etkenin, görmek istediğimiz her yeri görmeye çalışırken üstümüze çöken yorgunluk olduğunu düşünüyorum. Akşam için otelden önerdikleri Osteria Felice de bizi çok fazla tatmin etmedi. Yemekler kötü olmasa da, keyif alamadık açıkçası. Ancak, gün içinde biraz soluklanmak için oturduğumuz bir pastanede yediğimiz badem, limon ve vanilyalı Torta della Nonna (büyükanne turtası) çok, çok güzeldi…

Ravenna’da Sokak Tabelaları

Günün sonunda, bir gün önce gezmeyi ertelediğimiz, Museo Nazionale di Ravenna‘ya (Ravenna Ulusal Müzesi) gittik. Burası, San Vitale Bazilikası’nın bahçesinde bulunuyor. Müzenin binası, beşinci ve altıncı yüzyıllarda yapılmış bir Benediktin manastırı. Arkeolojik eserler, erken Hristiyan ve Bizans eserleri, mezar taşları, ikonalar, fildişi parçalar, Rönesans döneminden bronz heykeller, seramik eşyalar, freskler ve silahlardan oluşan geniş koleksiyonu 18.yüzyılda keşişler toplamaya başlamışlar. Bu kadar eser çokluğu arasında, sanırım çöken yorgunluğun da etkisi ile, bir süre sonra kafam hiç bir şey almaz oldu.

Museo Nazionale di Ravenna (Ravenna Ulusal Müzesi)

Ravenna’dan unutamayacağım bir anı, sokakta rastladığımız bir müzisyen oldu. Sokak aralarında dolaşırken, kulağımıza gelen güzel bir müziği izledik ve ufak bir meydana geldik. Siyah takım elbise ve rugan ayakkabılar giymiş bir müzisyen, meydanın ortasında oturmuş, viyolonsel çalıyordu. (Ben çello yerine viyolonsel demeyi tercih ediyorum.) İnsanın içine işleyen, çok dokunaklı parçalar… Kısa sürede etrafında bir kalabalık oluştu. Herkes yerinde çakılmış kalmıştı. Müziğin beni çok etkilemesinin bir nedeni de bana babamı hatırlatmış olmasıydı… Bir gün önce onun üçüncü ölüm yıldönümü idi…

Babam, Cumhuriyetimizin ilk kuşağının diğer bireyleri gibi aydınlık bir Türkiye’de büyümüş. Çorum Halkevinde viyolonsel çalmayı öğrenmiş. Kendisi hem klasik batı müziği notalarını, hem de klasik Türk müziği notalarını bilir, her iki türden de müthiş zevk alırdı. Her türlü müzik aletini çalmaya merakı vardı. Kırklı yaşlarında klasik gitar, altmışlı yaşlarında ut dersleri almıştı. Nur içinde yatsın…

Kimse müziğin büyüsünden kurtulmak istemiyordu. Müzisyen kendisi de çalarken kendinden geçiyor gibiydi. Bir İtalyan kadın yanıma yanaşıp, “Galiba gözleri görmüyor,” dedi. Oradan ayrılamayacağımızı anlayınca, hemen oradaki bir kafeye oturup, kahvemizi içerken dinlemeye devam ettik. Bir süre sonra, müzisyen konserine son verdi. Selam verip, toparlandı. Viyolonselini kutusuna koyup, omuzuna astı ve uzaklaştı…

Ravenna’dan ayrılıp, Bologna’ya gitme günümüz gelmişti. Ama ayrılmadan önce, görmek istediğimiz bir yer daha kalmıştı. Ravenna’nın Unesco Dünya Mirası Listesine girmiş eserlerinin sonuncusu olan Sant’Apollinare in Classe Bazilikası. Burası, diğer eserler gibi şehrin merkezinde değil. Araba ile 15 dakika mesafede idi.

La Basilica di Sant’Apollinare in Classe

Sant’Apollinare in Classe Bazilikası, yemyeşil çayırların ortasında, müthiş bir bazilika. 549 yılında, Classe şehrinin duvarlarının dışında yapılmış. Eşsiz mozaikleri, mükemmel ışık ile mekan uyumu ve dev sütunları olan etkileyici bir yapı. Ancak insanı, daha içeri girmeden, dışardan bakınca da çok çarpıyor. Ravenna’ya has silindir şeklindeki çan kulesi ve görkemli yapısı ile çok güzel…

La Basilica di Sant’Apollinare in Classe

İçerisi ise, kelimelerle anlatması zor bir güzellikte… Bu güzelliğin tadını çıkarabilmek için insanın bir süre oturup, gördüklerini hazmetmeye çalışması gerekiyor. Özellikle apsis kısmındaki mozaikler, Bizans sanatının belki de en muhteşem örnekleri. Ortada yer alan haçın üstünde değerli taşlar ve inciler var. Haç, 99 yıldızın bulunduğu mavi bir gökyüzünde bulunuyor. Tam ortada yer alan İsa’nın resminin etrafı da yine incilerle çevrelenmiş. Daha yukarda görünen el ise, Tanrı’yı simgeliyor. Bu kısımda, resimlerin dışında Grekçe ve Latince sembol ve yazılar da var. Örneğin, haçın yatay ekseninin bir ucunda Alfa, diğer ucunda Omega işareti var. Bu İsa’nın, “Ben Alfa ve Omega’yım, Başlangıç ve Son” sözünü temsil ediyormuş. Altta yazılı SALUS MUNDI ise Dünyanın Kurtuluşu demek.

La Basilica di Sant’Apollinare in Classe

Sant’Apollinare in Classe Bazilikası gibi bir dünya mirasının bir de insanı derinden etkileyen bir kurtarılma hikayesi var. Olay, İkinci Dünya Savaşı sırasında olmuş. Böyle bir güzelliğin yok olma tehlikesi geçirdiğini düşünmek bile insanın yüreğini daraltıyor…

La Basilica di Sant’Apollinare in Classe

Bu mucizevi kurtarılışın kahramanı, 1897 yılında Belçika’da Rus anne babadan doğan Vladimir Peniakoff. 1914 yılında Almanların Belçika’yı işgalinden sonra ailesi ile birlikte İngiltere’ye göç eden Peniakoff, İkinci Dünya Savaşı çıkınca, gönüllü olarak orduya yazılmış. Yarbay rütbesi ile görev aldığı orduda kendisine “Popski” takma adı takılmış. 1944 yılında İngiliz birlikleri ile İtalya’da iken, Classe’nin etrafındaki ormanlarda, İtalyan partizanlarla birlikte Almanlara karşı savaşıyormuş. Bu sırada, Almanların çan kulesini gözetleme noktası olarak kullandıklarından şüphelenen İngiliz birliklerinin, Sant’Apollinare in Classe Bazilikasını bombalayacaklarını öğrenmiş. Bir tarih ve sanat aşığı olan ve bazilikanın değerini bilen Popski, bombardımanı 24 saat erteletmiş ve iki partizanı, keşif yapmaları için göndermiş. Gerçekten de, yapılan keşfin sonunda, Almanların burayı boşaltmış oldukları görülmüş. Bazilika, İngilizler tarafından bombalanmaktan böylelikle kurtulmuş. Yarbay Popski’ye duyulan gönül borcunun ifadesi olan plaketi bazilikanın önündeki bölümde görünce içim titredi. Bir de son yıllarda, Afganistan’da, Orta Doğu’da yok olan, bombalanan eserleri düşündüm…

Yarbay Popski ve Teşekkür Plaketi

Bir Mikro Devlet: San Marino

2017 Sonbaharında yaptığımız İtalya gezimizin üçüncü durağı, dünyada en küçük beşinci, Avrupa’da ise üçüncü devlet olan San Marino idi. 61 kilometre kare yüz ölçümü, 2016 verilerine göre 33.000 civarında nüfusu olan San Marino, aynı zamanda dünyanın en yüksek kişi başına geliri olan ülkelerinden biri. Çeşitli kaynaklara bakıldığında, kişi başına gelirin 60.000 dolar civarında olduğu görülüyor.

Parma’dan üç saatlik bir araba yolculuğu ile geldiğimiz San Marino’ya vardığımızı, sadece yol kenarındaki “Hoş Geldiniz” tabelasından anladık. Onun dışında sınırı belli eden herhangi bir giriş kapısı veya kontrol noktası bulunmuyor. Yalnız, yol kalitesi, düzen ve temizlik insanın hemen dikkatini çekiyor.

San Marino, aynı zamanda dünyanın en eski cumhuriyetlerinden birisi. Milattan sonra 301 yılından beri bağımsız ve demokratik bir ülke. Genel inanışa göre, San Marino bu tarihte Dalmaçya kıyılarından buraya bir grup Hristiyan ile birlikte kaçan Aziz Marinus tarafından kurulmuş. Bu küçük ülke, neredeyse inanılması zor bir şekilde, Napolyon’un İtalya’yı istilasından da, İtalya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısındaki birleşme sürecinden de, bağımsızlığını koruyarak çıkmış. San Marino’dan çok daha güçlü, Genova ve Venedik gibi, devletler birleşmenin lideri Giuseppe Garibaldi önderliğindeki orduya boyun eğerken, San Marino varlığını eskisi gibi sürdürmeyi başarmış. Tarihi kayıtlara göre, bu sonuncu durumda bir vefa borcu söz konusu olmuş. İtalya’nın uzun ve çetin birleşme sürecinin bir noktasında, Garibaldi ve yakın çevresi birleşme karşıtı güçlerden kaçmak zorunda kalıp, San Marino’ya sığınmışlar. Bunun karşılığında, birleşmeden sonra San Marino’ya dokunulmamış ve 1862’de imzalanan bir anlaşma ile, San Marino bağımsız varlığını sürdürmeye devam etmiş.

San Marino’da, her yıl gelen üç milyon civarında turistin çoğunlukla yaptığı gibi, başkent olan ve aynı adı taşıyan, Citta di San Marino’da (San Marino Şehri) kaldık. Burası, oldukça düz toprakların ortasında yükselen, 750 metre yüksekliğindeki Monte Titano dağının tepesinde yer alan bir şehir. 2008 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Orta Çağ’dan kalma kaleleri, burçları, evleri ve parke taşlı sokakları ile zamanda durmuş izlenimi veriyor insana.

Monte Titano’ya geniş ve güzel bir yoldan çıkılıyor. Ancak, şehre vardığınız zaman arabanızı surların dışındaki otoparklara park etmeniz gerekiyor. Bu, dar yerlere park edebilme yeteneğinizi gerçekten sınayabileceğiniz bir deneyim, inanın bana…

Otelimiz Hotel Cesare, surlardan içeri girer girmez sol tarafta idi. Yerli halktan konuştuğumuz birkaç kişi San Marino şehrinde kalınacak en iyi otel olarak ifade etti burayı. Bir kere, muhteşem bir manzarası var. Başka odaları bilmiyorum ama, bizim kaldığımız, üçüncü kattaki 305 numaralı odanın iki tarafında, L şeklinde yer alan büyük pencerelerden hem ikinci kale olarak adlandırılan Torre Cesta’yı hem de aşağıdaki ovayı görmek mümkün. Özellikle sabah erken saatlerde, henüz sis tam kalkmamışken, kendinizi uçakta gibi hissediyorsunuz.

Otel Odamızdan Torre Cesta Manzarası. Sol Tarafta La Fratta

Otelin karşısında La Fratta isimli bir pizzacı var. Odun ateşinde, nefis pizza yapıyorlar. Şehri gezmeye çıkmadan önce burada, Emilia-Romagna bölgesinin spumante (kabarcıklı) beyaz şarabı eşliğinde pizza yedik. Aylardan Ekim olması nedeniyle yaz aylarında olduğu gibi kalabalık yoktu etrafta. Yine de, biraz aşağıda kalan sokaktan, farklı diller konuşan insan toplulukları geçiyordu. Arkamızdaki masaya ise, Balkan ülkelerinden geldiklerini düşündüğüm, kalabalık bir erkek grubu gelip, oturdu. Hava, güneşli ve ılıktı. Sonbaharın o çok sevdiğim günlerinden biri…

Torre Cesta

Torre Cesta’ya gitmek için biraz tırmanmak gerekiyor. 13. yüzyılda yapılmış olan bu kalenin dört salonunda, Orta Çağdan itibaren kullanılan çeşitli silahlar ve zırhlar sergileniyor. Havanın açık olduğu günlerde buradan Adriyatik Denizini ve kıyısındaki Rimini şehrini görmek mümkünmüş. Hava puslu olduğu için biz göremedik ama, bir başka muhteşem manzara ile karşılaştık. Öyle sanıyorum ki, birinci kale olarak da adlandırılan Torre Guaita’yı uzaktan en etkileyici şekilde görebileceğiniz nokta burası. Sipsivri bir kayadan yükselen kale, Orta Çağda geçen masalları çağrıştırıyor. Buradan aynı zamanda, Titano dağının Adriyatik yönündeki, nerdeyse duvar gibi düz ve sarp tarafını da görmek mümkün. Belli ki, bu coğrafi yapı şehri çağlar boyunca deniz tarafından gelecek saldırılara karşı korumuş.

İkinci Kale Torre Cesta’da Sergilenen Silahlar ve Zırhlar

İlk günümüzde, uzaktan gördüğümüz Torre Guaita’ya da gitmek istedik ama, oraya vardığımızda kapanmıştı. Üstelik, oraya çıkmak için de epeyce dik bir yokuş çıkmıştık… Eğer San Marino’ya günü birlik değil de, bir veya iki günlüğüne gittiyseniz, müzeler için TuttoSanMarino kartı almak en iyisi. İkinci kalenin bilet gişesindeki kibar hanımın bize önerdiği bu kart ile iki kaleyi, Parlamento’yu ve Devlet Müzesi’ni gezebiliyorsunuz. İki kalenin dışında, Montale isminde bir üçüncü kale daha var ama, o daha çok küçük bir gözetleme kulesi gibi ve gezilmiyor.

Torre Guaita

Torre Guaita, San Marino’nun en eski ve en büyük kalesi. On birinci yüzyılda yapılmış ve daha sonra birkaç kere yenilenmiş. 1975 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Girişte, sol tarafta kalenin koruyucusu Azize Barbara’ya adanmış ufak bir kilise var. Burçlara ve kalenin yüksek kulesine çıkan dik merdivenleri çıkmayı göze alanların ödülü, yine doyumsuz bir manzara…

Torre Guaita’dan Manzara…
Torre Guaita Azize Barbara Kilisesi

San Marino çok bakımlı ve temiz. İnsanlar son derece kibar. İtalyanların genel kibarlıklarından da öte bir incelikleri var sanki. Müzelerde, restoranlarda, alış veriş yaptığımız dükkanlarda çok zarif insanlarla karşılaştık. İstanbul’dan geliyor olmamızı ise, hep büyük bir hayranlık ve ilgi ile karşıladılar. İstanbul’a ya gittiklerini ya da gitme hayalleri olduğunu söyleyen çok insan oldu.

San Marino Sokakları

Demokrasi ve cumhuriyet yönetiminin nimetlerini çok eskiden fark etmiş olan San Marinolular, sanki güç sahibi insan ruhunun nasıl bozulup, kötüleşmeye açık olduğunu da erken keşfetmişler. Bu nedenle, kurdukları düzende yönetim hiçbir zaman tek bir kişinin elinde olmuyor. Halk tarafından beş yılda bir seçilen 60 kişilik meclis, her altı ayda bir ülkeyi yönetmek için iki kişiyi devlet başkanı olarak seçiyor. Böylece, yönetim hiçbir zaman tek kişinin elinde ve uzun süreli olmuyor. Toplantı olmadığı zaman gezmeye açık olan parlamento binasının meclis salonunda, iki cumhurbaşkanının koltukları yan yana duruyor.

San Marino Parlamentosunda Meclis Salonu

Tarih boyunca özgürlük ve bağımsızlığına düşkün bir ülke olan San Marino’nun Parlamento binası, Piazza della Liberta’da (Özgürlük Meydanı) yer alıyor. Üç tarafı binalarla çevrili bu meydanın ortasında ise Özgürlük Heykeli bulunuyor. Bir akşam, meydana bakan restoranda yemek yerken, Parlamento binasının önünde toplanmış bir kalabalık olduğunu gördük. Binanın tüm ışıkları yanıyordu ve kapının önünde geleneksel kıyafetlerini giymiş, tüylü şapkalı görevliler vardı. Arada bir, toplanmış kalabalıktan yükselen sesler duyuluyordu. Ne olduğunu garsonumuza sorduğumuzda bizi gülümseyerek yanıtladı ve “bir hükümet krizi var da…” dedi.

Parlamento Binası ve Özgürlük Heykeli

San Marino Devlet Müzesi, ülkenin kendisi gibi ufak bir müze. Ancak, birkaç katlı bu müzeyi baştan sona gezdiğinizde ülkenin, İ.Ö. 3000 yılından itibaren geçirdiği Bronz ve Demir çağlarını, Roma, Gotlar ve Orta Çağ dönemleri ile Yakın Çağ tarihi hakkında bir fikir ediniyorsunuz.

Ristorante Bolognese

Gezmeye vakit bulabildiğimiz son yer, Aziz Francis Kilisesi ve Sanat Galerisi oldu. Ama öncesinde, kilisenin hemen dibinde gördüğümüz şirin, Ristorante Bolognese’de yemek yiyelim dedik. Restoranın sahibi, işini zevkle yapan bir adamdı. Ailece çalışıyorlardı. Oğul da müşterilerle ilgileniyordu ama o, babası kadar neşeli görünmüyordu. Güzel bir yemeğin üstüne istediğimiz kahve ile birlikte, baba ikram olarak ufak bir şişe getirip, bıraktı masaya. Kare şeklindeki şişenin içinde fıstık yeşili bir likör vardı. O kadar hoşumuza gitti ki, ikişer kadeh içtik. Bir yandan da ne olduğunu merak ettik. Daha önce hiç içmediğim bir likördü. Masayı toplamaya gelen restoran sahibinden bunun, şam fıstığından yapılan Pistacchio olduğunu öğrendik. San Marino’ya mı özgü olduğunu sorduğumda ise, aslında Ravenna’dan olduğunu söyledi. Eh, bir sonraki durağımız nasıl olsa Ravenna idi. O nedenle, San Marino’da birkaç yerde bu likörü görsek de, yerinden alırız diyerek, almadık. Keşke alsaydık… Zira, Ravenna’da epeyce aramamıza rağmen, bulamadık. Dönüşte Bologna havaalanında bulduğumuz Pistacchio’nun ise ne rengi aynı ne de tadı bizim içtiğimiz gibi güzel çıktı…

Aziz Francis Kilisesi

1361’de yapılmış olan Aziz Francis kilisesi, tüm Fransisken kiliseler gibi, sade bir kilise. Tahta haç on dördüncü yüzyıldan kalma. Duvar resimleri ise, on beşinci yüzyılın başlarında, Ferraralı Antonio Alberti tarafından yapılmış. Kilisenin içi, on sekizinci yüzyılda önemli ölçüde değiştirilmiş. 1966 yılında, kilisenin manastır kısmı bir sanat galerisine dönüştürülmüş. Burada, sanatsal değeri olan kutsal eşyalar, tablolar ve heykeller sergileniyor.

San Marino’nun tarihi binalarının altında çok sayıda küçük dükkan var. Buralarda zarif takılar, yün eşarp ve atkılar, her türlü deri eşya bulmak mümkün. Bir de, hiçbir anlam veremediğimiz, silah satan dükkanlar var. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile tarafsızlığını korumuş bir ülkede bu kadar çok silah satan dükkan görmek insanı şaşırtıyor. Gümrüksüz ülke konumunda olması nedeniyle, turistler için cazip oluyor herhalde.

Sanayi, Zanaat, Ticaret ve Çalışma Bakanlıkları

Bir gün önce, geçerken vitrinde gördüğüm güzel kemerler nedeniyle dükkanlardan birine girdik. Satış elemanı olan orta boylu, biraz çelimsiz genç kız bizimle ilgilenirken, tezgahın diğer ucundaki sarışın kadın, Amerikan aksanı ile telefonda İngilizce konuşuyordu. Bir süre sonra telefonu kapattı ve o da yanımıza geldi. Dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu sempatik kadın ile laf lafı açtı. Sadece güzel bir timsah derisi kemer almakla kalmadık, San Marino’ya on yaşında iken Amerika’dan geldiğini de öğrendik. Aslen San Marinolu olan ailesi, zamanında Detroit’e göç etmiş. Ancak, muhtemelen Detroit’in 1960’lardan itibaren yaşadığı ekonomik çöküntü nedeniyle, San Marino’ya geri dönmüşler. Çok okuyanın mı yoksa, çok gezenin mi çok bildiğine dair klasik bir soru vardır. Bence, ne biri ne de diğeri tek başına yeterli. Ama doğrusu, San Marinoluların bir dönem Detroit’in en önemli azınlık grubunu oluşturdukları bilgisini, gezerek öğrendiklerim hanesine yazmalıyım.

İstanbul’da Noel Kutlamaları 24/12/2017

Noel, bilindiği üzere, Hristiyanların Hz. İsa’nın doğumunu kutladıkları bayramdır. Hristiyan mezheplerin çoğu kutlamaları 24 Aralık veya 25 Aralık’ta yapar. Bazı mezheplerde kutlamalar 26 Aralık’ta da sürer. Katolikler ve Protestanlar dini törenlerini 24 Aralık günü yaparken, Ortodoksların bir bölümü 25 Aralık günü yaparlar. Ermeni ve Rus Ortodoksları ise, Jülyen takvimi gereği, Noel’i 6 Ocak’ta kutlarlar.

Esasen, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmemektedir. Bazı teologlar, belli kaynaklara dayanarak, aslında Ekim ayında doğmuş olması gerektiğini bile söylemişlerdir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında olmuş. Pagan Roma’da gün ışığının en az süreli, gecenin en uzun olduğu 21 Aralık gününden sonra, “güneşi tekrar çağırma” bayramı olarak kutlanan 24-25 Aralık günlerinin yerine Noel kutlamalarının konması, Hristiyanlık öncesinin bu adetinin unutturulup, bir anlamda, yeni inancın zaferini simgelemek için yapılmış. Tarih boyunca tapınakların yerine kilise, kiliselerin yerine cami yapılması da, yine aynı siyasi mesajı içermiş hep. Sadece takvim tarihi olarak değil, çam ağacı ve Noel Baba gibi Noel ile ilişkilendirilen simgeler de köken olarak, pagan adetlerin ve ticari amaçların birleşimi ile ortaya çıkmışlar.

Noel’in benim için anlamı ise, özlenen bir çocukluk dönemine duyulan nostaljidir… Ağacıyla, süsleriyle, ilahileriyle yaratılan neşe atmosferini sevmemdir… Bugünkü ben olmama pek çok yönden katkısı olan Yvette’i ve onunla çocukken geçirdiğim Noel’leri anmaktır… Noel zamanı, gece yarısı ayini için Yvette’in beni uyandırışını, soğuk ve karlı havada yürüyerek kiliseye gidişimizi hatırlamamdır…

İstanbul hiç şüphesiz, kadim olarak tanımlanan şehirlerin başında gelir. Bu sebeple, farklı dini inançların, kültür ve etnik kökenlilerin bir arada yaşıyor olması da doğal. Neredeyse altı yüz yıldan beri Müslümanların yönetiminde olsa da, diğer semavi dinlerin cemaatleri ve ibadethaneleri bu şehirde varlıklarını sürdürüyor. Dönem dönem gördükleri siyasi baskılar ve müdahaleler artsa da, talan ve göçe zorlamalarla sayıları azalsa da…

Bu yıl, 24 Aralık günü katıldığımız “İstanbul’da Noel” gezi turu ile hem İstanbul’da varlıklarından bile haberdar olmadığımız pek çok kiliseyi görme hem de Hristiyanlığın farklı mezheplerinin Noel kutlamalarını izleme fırsatımız oldu. On iki saat süren geziyi, daha önce çok başarılı bir Kadıköy- Moda turuna katıldığımız turizm şirketi düzenlemişti. Doğrusu, 160 kişinin katıldığı bu turu çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdiler. Yaptıkları zaman düzenlemesi sonucunda, dörde ayırdıkları katılımcı grupları, Noel yemeği ve en sondaki gece yarısı ayini hariç, hiçbir zaman birbiriyle çakışmadı. Her grubun başındaki rehber, yardımcı personel ve şoför gayet uyumlu çalışarak, programın sorunsuz tamamlanmasını sağladı.

Tur kapsamında ilk gittiğimiz yer, Fener Rum Patrikhanesi ve Aya Yorgi Kilisesi oldu. Buraya, nerdeyse 20 yıl önce, bir pazar sabahı gitmiştim. Ancak, Pazar ayini yapıldığı için içeriyi tam anlamıyla gezememiştim. Bu sefer, öğleden sonra gittiğimiz için Pazar ayini bitmişti. Rum Ortodoksların Noel ayini 25 Aralık’ta yapıldığı için de cemaat yoktu. Daha çok, Müslümanlar tarafından da peygamber kabul edilen Hz. İsa’nın doğumu nedeniyle adak adamaya, mum yakmaya gelmiş, türbanlı veya başı açık Müslüman vatandaşlarımız vardı. Söz konusu olay, benim bu topraklara dair en çok sevdiğim şeylerden birisidir. Osmanlı döneminde daha çok olmak üzere, tepedeki yöneticiler ne politika güderlerse gütsünler, farklı inançlara sahip sıradan insanlarımız birbirlerinin dini figürlerine, bayramlarına ve ritüellerine saygı göstermiş, türbelerine, yatırlarına adak adamışlar. Birkaç yıl önce gittiğim İstanbul’daki Ayın Biri Kilisesi‘nde, papaz efendiden anahtar alıp, dilek dilemeye gelen kalabalık kadın topluluğu ağırlıklı olarak dindar, Müslüman kadınlardan oluşmuştu. Selçuk’taki Meryem Ana’nın evinde de durum farklı değildi.

Patrikhanenin Hiç Açılmayan Giriş Kapısı ve Avlusu

Fener Rum Patrikhanesi, günümüzde bulunduğu yere 1602 yılında taşınmış. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden o tarihe kadar, Patrikhane birkaç kere yer değiştirmek zorunda kalmış. Bu mahalle aslen Bizans aristokrasisinin oturduğu bir mahalle imiş ve İstanbul düştükten sonra, Fatih’in ordusuna birkaç gün daha direnebilmiş. Patrikhane buraya gelmeden önce de burada, ahşaptan yapılma bir Aya Yorgi kilisesi varmış. Pek çok kere yeniden yapım, bakım ve onarımdan geçen Patrikhane günümüzdeki görüntüsüne 1800’lü yıllarda kavuşmuş. Yol seviyesinden bir merdivenle çıkılan Patrikhane avlusuna giren üç kapı bulunuyor. Ancak tam karşıda bulunan büyük kapı, 1821 yılından beri kapalı tutuluyor. Bunun sebebi, Patrik V. Grigorios ve üç metropolitin, Mora ayaklanmasını destekledikleri gerekçesi ile, Sultan II. Mahmut tarafından burada astırılmaları. Rivayet odur ki, bu olaydan sonra Patrikhane bu kapıyı, İstanbul tekrar bir Rum şehri olana kadar kapamaya karar vermiş.

Fener Rum Patrikhanesi, Aya Yorgi Kilisesi

Soldaki kapıdan girilen Patrikhane avlusunda, sol tarafta Aya Yorgi kilisesi, karşıda ve sağ tarafta ise Patrikhane’ye ait ofis ve rezidans binaları bulunuyor. Kilisenin kendisi, üç nefli (birbirinden sütunlarla ayrılmış üç bölümlü), bazilika tarzında bir yapı. Osmanlı yönetimi, Sultan II. Beyazıt’tan itibaren kiliselere kubbe yapımını yasakladığı için, Aya Yorgi’nin de kubbesi bulunmuyor. Söz konusu yasaklama 1890’lara kadar devam etmiş.

Aya Yorgi’nin İçi, İkonostasion, İsa’nın Gerildiği Çarmıhın Parçası ve Mozaik Bir İkona

Bazilikanın içinde ilk göze çarpan, tam karşıdaki, ahşaptan yapılma ikonostasion oluyor. İkonostasion, Ortodoks kiliselerinde cemaatin bulunduğu bölüm ile, din görevlisinin dini töreni yaptığı bölümü birbirinden ayıran duvara verilen isim. Katolik ve Protestan kiliselerinde dini ayin cemaatin önünde yapıldığı için böyle bir duvar bulunmuyor. Aya Yorgi’nin ikonostasionu, 19. yy başlarında, ince bir işçilik ile yapılmış. Yapımında iki usta, kimi rivayete göre kırk, kimine göre on beş yıl çalışmışlar. Her halükarda, çok el emeği ve göz nuru ile yapılmış olduğu belli.

Üç Azizenin Tabutları

Bunun dışında Aya Yorgi kilisesinde, İstanbul’un çeşitli kiliselerinden buraya getirilmiş mozaik ikonalar, tarihleri 11 ve 12. yüzyıllara kadar giden ahşap ikonalar, İsa’nın gerildiği çarmıhın bir parçası olduğu iddia edilen bir ahşap sütun, bir tanesi gümüş olmak üzere, üç azizenin tabutları ve dini önem atfedilen çeşitli eşyalar bulunuyor.

Gittiğimiz ikinci kilise olan, Karaköy’deki Aya Panteleymon kilisesini ben, ilk olarak otuz sene önce görmüştüm. Henüz İstanbul içi turların yeni başladığı dönemde, Murat Belge götürmüştü oraya bizi. O zaman, pis, bakımsız ve izbe bir hanın tepesindeki bu küçük kilise bizi çok şaşırtmıştı. İçeri girdiğimizde Pazar ayininin henüz bitmiş olduğunu, havada hala buhurdanlardan yayılan dumanın ve tütsü kokusunun olduğunu hatırlıyorum yıllar öncesinden. Aradan geçen yıllar içinde binanın dışında fazla bir gelişme olmamış. Hatta, dış cepheden dökülen taşların yarattığı tehlike nedeniyle, ahşaptan bir sundurma inşa edilmiş. Ancak, binanın içi epeyce elden geçmiş, badana yapılmış. Öyle görünüyor ki, düzenli bir temizlik de yapılmaya başlanmış.

Aya Panteleymon Rus Kilisesi

Aya Panteleymon, Karaköy’de bulunan apartman kiliselerden birisi. Yakınındaki benzer kiliseler Aya İlia ve Aya Andrea gibi, 1870’lerde Ruslar tarafından inşa edilmiş. Binalar, o dönemde Aynaroz veya Kudüs’e giden Rus hacıların konaklayabilmesi için yapılmış hanlar aslında. Kiliseler, hacıların konaklama sırasında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için binaların tepesine yapılmış. 1917 Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya’nın yıkılmasından sonra İstanbul’a kaçan Beyaz Rusların bir bölümü de bu hanlarda kalmışlar. Bu kişilerin büyük bir kısmı daha sonra, Paris’e, Avrupa’nın diğer kentlerine ve Amerika’ya göç etmiş. Bir kısmı da Beyoğlu’na taşınmış. Günümüzde Aya Panteleymon’un cemaati hala bu Beyaz Rusların soyundan gelenlerden oluşuyor. Rus aksanıyla Türkçe konuşan kilisenin görevli kadınları da tip olarak ırklarının tüm özelliklerini taşıyorlar. Kızgın bir şekilde kadınların başlarını örtmelerini ve fotoğraf çekilmemesini söyleyen yaşlı görevli ise, sadece masmavi gözleri ve keskin yüz hatları ile değil, sert mizacı ile de Rus olduğunu belli ediyor…

Karaköy’deki Rus Apartman Kiliselerinin Dışardan Görünümü

Bir sonraki durağımız, Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin Kilisesi idi. Yüksek duvarların arkasındaki Ermeni Katolik Patrikhanesi, bir zamanlar genelevleri ile ünlü Abanoz sokağın bir üst sokağında bulunuyor. 1960 devriminden sonra buralar temizlenmiş ve adı da Halas olarak değiştirilmiş.

Surp Azvazazin Kilisesi

Demir bir kapıdan girdiğimiz Patrikhanenin lacivert üniformalı, kravatlı görevlileri bizi çok sıcak bir şekilde karşıladılar ve buyur ettiler. Öteden beri sadece Gregoryen olduklarını düşündüğüm Ermeni yurttaşlarımızın, bir kısmının Katolik, bir kısmının da Protestan olduklarını bu gezi sırasında öğrendim. Aslen Gregoryen olan Ermeni yurttaşlarımızın bir kısmı, 16. yüzyılda bir yandan Fransız misyonerlerin etkisi ile, diğer yandan da, Kapitülasyonlar çerçevesinde Katolik Fransızlara tanınan imtiyazları görüp, kendilerinin de Katolikliğe geçmelerinin ticaret açısından iyi olacağını düşünmelerinden dolayı mezhep değiştirmişler. Daha sonra, bir kısım Ermeni de, bu sefer Amerikalı Protestan misyonerlerin etkisi ile, 19. yüzyılda Protestan olmuşlar.

Surp Azvazazin Kilisesinin İçi

Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin kilisesinin bulunduğu geniş arazi, 1838 yılında zengin Bilezikciyan ailesi tarafından hibe edilmiş. 1863’e kadar burası Ruhban Okulu olarak kullanılmış. 1864 yılında padişahtan alınan bir ferman ve yine zengin bir aile olan Mısırlıyan’ların maddi desteği ile, okulun yerine Patrikhane ve kilise yapılmış. 1870 büyük Beyoğlu yangınında hasar görmüş ve daha sonra onarılmış.

Surp Azvazazin Kilisesinin İçi

Tek nefli, geniş bir kilise olan Surp Azvazazin kilisesi, ışıl ışıl kristal şamdanların altında ferah ve güzeldi. Altar kısmına çıkan basamakların sol tarafında, Noel için hazırlanmış ve mor ışıklarla süslenmiş bir İsa’nın doğum sahnesi canlandırması vardı.

Kilisenin sol duvarında, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi, İmparatoriçe Eugenie’nin hediye ettiği, goblen bir tablo asılı duruyor. Padişah Abdülaziz’in 1867 yılında Avrupa’ya yaptığı ziyaret sırasında tanıştığı İmparatoriçe Eugenie, iki yıl sonra, Süveş Kanalının açılışı için Mısır’a giderken altı gün İstanbul’da kalmış. İşte bu kalış sırasında İmparatoriçe, Surp Azvazazin kilisesini de ziyaret etmiş ve bu tabloyu hediye olarak getirmiş.

İmparatoriçe Eugenie’nin Hediye Ettiği Goblen Tablo

Balık Pazarı’ına epeydir gitmemiştim. Burası, Çiçek Pasajı’nın yanından inen Sahne sokağın üzerine sıralanmış dükkanlardan oluşuyor. Yan sokaklara da taşmış dükkanlar var. Bir zamanlar yılda birkaç kere gittiğim pazar, bu sefer epeyce değişmiş göründü bana. Bir kere, sanki balıkçılar ve sayıları en az onlar kadar olan baharatçılar oldukça azalmış. Onun yerine kalitesiz, sözde turistik, ıvır zıvır satan tezgahlar türemiş. Bir de, sokağın üstüne dükkan sahiplerinin gerdiği tenteler yok artık. Bunların kaldırılması konusunda esnaf ile belediyenin arasındaki tartışmalar haberlere epeyce yansımıştı. Ne yalan söyleyeyim, bu hali daha iyi olmuş. Eski hali bence son derece iç kapayıcı idi. Şimdi gökyüzünü görebiliyor olmak bana iyi geldi.

Ermeni Gregoryen Üç Horan Kilisesi

Balık Pazarı’nın aşağı yukarı ortalarında bulunan Ermeni Gregoryen Üç Horan Kilisesi daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Çiçek Pasajı tarafından aşağı doğru inerken sağ kolda olan kilisenin avlusuna yüksek, demir bir kapıdan giriliyor.

Surp Agop’un Mezarı

Üç Horan Kilisesi’nin yerinde 16. yüzyılın sonundan beri bir kilise olduğu tahmin ediliyor. Mimarı Garabet Balyan olan günümüzdeki kilise, 1838 yılında ibadete açılıyor. Ondan önce yapılan yapılar birkaç kere yangın geçiriyor. Kilisenin avlusunda bir okul ve ofisler de bulunuyor. Ayrıca, arka bahçede Surp (Aziz) Agop’un mezarını da görmek mümkün. Aslında, eskiden kilisenin arazisi çok daha büyükmüş. 1896 yılında şekerci aile Tokatlıyan’lar bir bölümünü satın alarak, bir zamanların meşhur Tokatlıyan Oteli’ni yapmışlar.

Üç Horan Kilisesinin İçi

Cephesinin erken Rönesans dönemini andırdığı söylenen kilise, üç nefli, büyükçe bir kilise. Altara uzanan iki uzun duvarın üst kısmında, karşılıklı olarak on iki havarinin resimleri var. Onlara ilaveten, iki tane de Ermeni Gregoryenlere ait azizin resmi bulunuyor.

On İki Havarinin ve İki Ermeni Azizin Resimleri

Gezinin bu noktasında tam, artık biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünürken, Beyoğlu’nun tarihi ve ünlü Pano Şaraphanesi’nde bir sıcak şarap molası verdik. Doğrusu, soğuk havada çok iyi gitti. Sıcak şarabı öteden beri severim. İçindeki çeşitli meyveler, tarçın ve karanfil ile birlikte kış mevsimine çok yakıştırdığım bir içkidir. Kış aylarında evde de yaparım. Dışarda genellikle ucuz markalarla yapılan sıcak şarabı Pano’da Sevilen şaraplarından yapmışlardı. Meyvesi, baharatları yerindeydi. Kuru kayısı ve grisini ile servis yaptıkları sıcak şarabı yudumlarken, bir yandan da keyifle etrafı inceledim. Günümüzde, açık ya da örtülü olarak bu tür yerlere uygulanan baskıları düşününce, insan buranın ayakta kalabilmesine hem şaşıyor hem de şükrediyor.

Tarihi Pano Şaraphanesi

Tarihi Pano Şaraphanesi, 1898 yılında, Samatya’lı bir Rum olan Panayot Papadulos tarafından açılmış. Mürefte’den getirttiği şarapları mahzenindeki dev fıçılarda depolarmış. Pano’nun müdavimleri daima çok renkli insanlar olmuş. Kadın, erkek, zengin, fakir, herkesin gidip, kesesine göre şarap içtiği bir mekanmış. Günümüzde de o özelliği devam ediyor gibi… Kimi önündeki tek bir kadehle baş başa… Kimi eşi dostuyla, mükellef peynir ve meyve tabakları eşliğinde yudumluyor şarabını…

Sıcak Şarap Kadehlere Özenle Konuyor…

Sıcak şaraplarımızı içip, dinlendikten sonra , Pano’ya çok uzak olmayan, Parmakkapı’daki Keldani Katolik Kilisesi‘ne gittik. Rehberimizin verdiği bilgiye göre, Keldaniler de, Süryaniler gibi, Mezopotamya ve Asur uygarlığı kökenli bir toplulukmuş. Güney Mezopotamya’dan göç ederek, Irak’a yerleşmişler. Beşinci yüzyılda Nasturi tarikatını seçtikleri için aforoz edilmişler. 16. yüzyılda ise, Gregoryen Ermenilerin bir bölümü gibi, ticaret yapmak ve zengin olmak açısından avantajlı olacağını düşünerek, Katolik olmaya karar vermişler. Papa da bu taleplerini kabul etmiş.

Keldani Katolik Kilisesi

Kilisenin kendisi oldukça ufak. Biz gittiğimizde burası da, altarın sol tarafına kurulmuş İsa’nın doğum tasviri ve çam ağacı ile birlikte, Noel için hazırdı.

Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi’ne vardığımızda hava kararmak üzereydi artık ve dışarıya ilahi sesleri geliyordu. O sırada kilisede İstanbul’daki İranlı Protestan göçmenlerin Noel ayini olduğunu söylediler. İçeri girer girmez, “Hoş gelmişsiniz, hoş gelmişsiniz” diyerek bizi sıcak bir şekilde karşılayan, kadınlı, erkekli görevliler, boş kalan yerlere oturmamızı da sağladılar. Noel için süslenmiş kilise doluydu. Takım elbise ve kravatlı erkekler, şık hanımlar ve çocuklar vardı. Bayramlık kıyafetleri ile altarın önüne dizilmiş çocuk korosu, öğretmenlerinin yönetiminde, neşe içinde Farsça Noel şarkıları söylüyorlardı. Bu benim için çok beklenmedik bir sürpriz oldu. Hayatımda ilk olarak, Farsça yapılan bir Noel konseri izledim. Doğrusu, İran’da Protestanların olduğundan bile haberdar değildim.

Programımız nedeniyle, konserin sonrasındaki ayine kalamadık. Ayrılırken de bizi yine, içten ve sıcak bir şekilde uğurladılar. Teşekkür edip, mutlu Noel’ler diledim. Kimi elimi sıktı, kimi iyilik dolu bakışlarla gözlerimin içine bakıp, koluma dokundu…

Farşça Noel Şarkıları Söyleyen İranlı Çocuklar…

Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi, bitişiğindeki Alman Kilisesi gibi, 1840’ların başında yapılmaya başlanıyor ve 1846’da ibadete açılıyor. Yine rehberimizin söylediğine göre, “bozuk Gotik” tarzdaki yapının mimarı Stefan İzmirliyan. Kilise, 1907 yılında tekrar elden geçiriliyor.

Beyoğlu Saint Antoine Kilisesi

Beyoğlu Saint Antoine kilisesi, her Noel’de olduğu gibi, tıklım tıklım doluydu. Belki cemaatten çok, diğer dinlerden meraklılar vardı etrafta. Bahçede ve içerde yapılmış ışıklı İsa’nın doğumu kompozisyonları ve Noel süsleri gerçekten çok güzel ve göz alıcıydı. İnsanlar, bu süslemelerin önünde fotoğraf çektirebilmek için birbirlerini yiyorlardı adeta.

Saint Antoine Kilisesinin Avlusundaki Süslemeler

İstanbul doğumlu, İtalyan mimar Giulio Mongeri’nin eseri olan Saint Antoine kilisesi 1912 yılında ibadete açılmış. Daha önce burada, zamanının ünlü Concordia gazinosu varmış. Büyüklüğü ve Noel’deki gece yarısı ayininin popülerliği nedeniyle, ben de pek çok insan gibi, Saint Antoine kilisesinin İstanbul’daki en önemli Katolik kilise olduğunu düşünürdüm hep. Oysa, bu gezide öğrendim ki, bu bilinirlik kilisenin biraz çok yol üstünde olmasından ve kapılarının her daim açık olmasından kaynaklanıyor. Vatikan açısından, İstanbul’un en önemli ibadethanesi Saint Antoine değil, katedral mertebesi verilmiş olan Saint Esprit imiş. Nitekim, 2014 yılında İstanbul’u ziyaret eden Papa Franciscus da, Saint Antoine’da değil, Elmadağ’daki Dame de Sion lisesinin avlusunda yer alan Saint Esprit katedralinde bir ayin yönetmiş. İstanbul’daki Vatikan Büyükelçiliği de, Saint Esprit katedralinin arkasındaki Papa Roncalli sokağında bulunuyor.

Saint Antoine Kilisesinin İçindeki Noel Süslemeleri

Gezimizin kapsamındaki Noel Yemeğinden önce, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Latin Katolik Santa Maria Draperis Kilisesi’ni ziyaret ettik. Burası, hemen cadde seviyesindeki demir parmaklıklı kapısından aşağı doğru inen merdivenleri ve uzaktan görünen, altın yaldızlı Meryem Ana mozaiği ile her zaman önünden geçtiğimiz bir kilise ama, daha önce içine hiç girmemiştim. Tek nefli bir bazilika tarzında yapılmış olan bu Fransisken kilise, bir çok yangın geçirdikten sonra, 1904 yılında Abdülhamit’in verdiği özel izin ile, günümüzdeki şekliyle ibadete açılmış. İstiklal Caddesi’ndeki giriş kapısının üstündeki plakette, Bizans İmparatoru olarak belirtilmiş Abdülhamit’in, dönemin Belediye Başkanı Rıdvan Paşa’nın ve mimar Semprini’nin isimlerini okumak mümkün. Kilisenin apsisindeki Meryem Ana tablosu 1678 yılındaki yangından kurtarılmış. Biz kiliseden ayrılırken, gece yarısı Noel ayininden önce yapılacak konser için prova yapılıyordu.

Latin Katolik Santa Maria Draperis Kilisesi

Noel Yemeği olarak planlanmış akşam yemeğimizi, Boğaz, Anadolu yakası ve Haliç’e nazır şahane manzaralı Mükellef’te yedik. Şef Arda Türkmen’e ait olan Karaköy’deki bu restorana, ilk olarak birkaç hafta önce gitmiştim. Ama bu sefer, Yılbaşı ağacı ve masa süsleri ile bambaşka bir atmosferi vardı. Menüde Noel ile ilişkilendirebildiğim tabaklar sadece fırınlanmış hindi, kestaneli iç pilav ve elmalı strudel olsa da, yediğimiz her şey çok lezizdi.

Yemekte iki saat kadar vakit geçirip, biraz da dinlendikten sonra, günün son durağı olan Elmadağ’daki Saint Esprit Katedrali’ne doğru, otobüs ile yola çıktık. Buraya, Noel konseri ve gece yarısında yapılan Noel ayinini izlemek için gittik. Ama ondan önce, bizim için özel olarak açılan, katedralin kript’ni (bodrum katını) ziyaret ettik…

Saint Esprit Katedrali
Papa XV. Benedictus’un Heykeli

1846 yılında ibadete açılan Saint Esprit, o dönem Papa’nın temsilcisi olan Monsenyör Hillereau tarafından, ünlü mimar Fossati’ye yaptırılmış. 1876 yılında Vatikan tarafından “Katedral” vasfı verilmiş. Barok tarzda, üç nefli bazilika görünümünde olan katedrale giriş, Notre Dame de Sion Lisesi’nin kapısından yapılıyor. Avluda, sol tarafta, Papa XV. Benedictus’un büyük bir mermer heykeli var.

Saint Esprit Katedralinin İçi

Katedral inşa edilirken, bodrumda yer alan kript’te bir yeraltı mezarlığı da yapılmış. 1927 yılına kadar definlerin devam ettiği söylenen bu mezarlıkta, buranın kurucusu Monsenyör Hillereau başta olmak üzere, cemaatten tanınmış ailelerin mezarları bulunuyor. Bu mezarların içinde, benim gün boyu merak ettiğim mezar ise, II. Mahmut tarafından 1828 yılında, Muzika-yı Hümayun bünyesindeki Osmanlı bandolarının başına eğitmen olarak getirilen Donizetti Paşa’nınki idi.

Donizetti Paşa ve Ailesinin Kabri

Ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi olan (Giuseppe) Donizetti Paşa, 1856’da ölene kadar, 28 yıl Osmanlı Sarayında müzisyen olarak hizmette bulunmuş. Saint Esprit katedralinin bodrumundaki kabrinde sadece kendisi değil, torunları da dahil olmak üzere, diğer aile fertleri de yatıyor.

Saint Esprit Katedrali’nde önce, org ve koro ile bir Noel konseri verildi. İlahiler ve Noel şarkıları söylendi. Ardından, gece yarısı başlayan Noel ayini için, Papa’nın İstanbul’daki temsilcisi, Meksika’lı Monsenyör Gonzalez, mumlar taşıyan papazların ortasında, elinde küçük İsa’nın bir heykeli ile birlikte salona girdi.

Saint Esprit Katedrali Noel Ayini

Töreni bir süre izledik ama, en sondaki komünyon bölümüne kadar kalmadık. On iki saatin sonunda epeyce yorulmuştuk artık. Katedralin avlusundan caddeye çıktığımızda, yanan ışıldakları ile kapıda bekleyen polis arabaları ve polisler hala oradaydılar. Çok kısa bir an, karşılıklı bakıştık…

Gün çok uzun olmuştu ama, yeni şeyler görmenin ve öğrenmenin keyfi ile geçmişti. Bir kez daha, İstanbul’un ne mucizevi bir şehir olduğunu, keşfedilecek daha ne çok yeri ve hikayesi olduğunu düşündüm…