Ayvalık

Kaldığımız Ortunç’tan Ayvalık merkeze gelmek 25-30 dakika sürüyor. Bu kalışımızda Ayvalık’a da çok fazla zaman ayıramadık. Sadece bir akşamüzeri gidebildik. Şeytan Sofrası, Sarımsaklı Plajı göremediğimiz yerler. Artık bir dahaki sefere diyoruz…

Az görmüş olsak da Ayvalık’ı, tekrar gitmeyi isteyecek kadar sevmemizde en büyük etken, hiç şüphesiz, yukarda söz ettiğim yakın arkadaşım oldu. Buluşma noktamızdan başlayarak, birlikte yürüdüğümüz sokakları, yemek yediğimiz restoranı kapsayan seçimleri ile bize “hızlandırılmış bir Ayvalık kursu” vermiş gibi oldu. Bunların üstüne bir de tabii ki, yenilenmiş eski bir Rum evi olan kendi evinin olağanüstü manzarasının tadını, buz gibi soğutulmuş bir şişe Prosecco’nun eşliğinde çıkarmış olmamız var… İnce bir zevkle döşenmiş, yüz küsur yıllık bu ev, çarşı içinden çıkılan bir yamaçta, oldukça dik bir sokağın köşesinde yer alıyor. Küçük bir de bahçesi var. Çok güzel…

Ayvalık, Osmanlı dönemindeki özel statüsü ile de ilginç bir yerleşim merkezi. Bugüne kadar bilmediğim bu statü, bir özerklik statüsü. Ana hatları ile; Türklerin Ayvalık merkezde oturmalarının yasaklanması, müstakil bir idare ile yönetilmesi, kaymakamın Türk olmasına karşın halk tarafından seçilmesi ve görevine son verilebilmesi, askeri komutanların Ayvalık’ta kalamaması, aşar vergisinden muaf olunması gibi konuları kapsayan bu statünün ortaya çıkışı konusunda değişik kaynaklarda, değişik yorumlar okudum. Bir yaklaşım, bu statünün Küçük Kaynarca Anlaşması’nın doğal bir sonucu olduğunu belirtirken, bazı kaynaklar da bunun, daha sonra Sadrazam olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın yöre halkına bir vefa borcu olarak kabul edildiğini söylüyor. Buna göre, 1770 yılında Çeşme’de Ruslarla yapılan savaşta gemisi yanan Hasan Paşayı Ayvalık halkı ve Papaz İkonomos bir hafta boyunca ağırlamışlar ve Çanakkale’de bulunan Osmanlı donanmasına yetişmesini sağlamışlar. Bu nedenle, daha sonra Sadrazam olan Hasan Paşa, Ayvalık’a özerklik statüsü vermiş.

Agios Yorgi- Çınarlı Cami

Doğrusu, buluşma yeri olarak Ayvalık Gücü 1 adını duyunca yadırgamadım desem, yalan olur. Mekanın adı, kafamda bir yere oturtabileceğim herhangi bir çağırışım yapmadı bir türlü. Gidince gördük ki, burası tipik bir taşra sahil kasabası çay bahçesi. Ayvalık Gücü 1 olunca, bir de Ayvalık Gücü 2 varmış haliyle. İnsanlar, denizden gelen esintide oturmuşlar, akşamüzeri çaylarını yudumluyor, sohbet ediyorlar. Stres yok, heyecan yok. Sakin, dingin ve mutlu gözüküyorlar… Sanki, aynı Türkiye’de yaşamıyoruz. Çoğunluğu yerli halk. Kimi bizim gibi birkaç günlüğüne gelmiş kişiler. Kimi de, büyük şehir stresinden kaçıp, Ayvalık’a yerleşmiş eski beyaz yakalılar olsa gerek. Çünkü, diğer sahil kasaba ve kentlerine olduğu gibi, buraya da son yıllarda epeyce insanın yerleştiğini duydum.

Ayvalık’ın ara sokakları da, Cunda’da olduğu gibi, çok güzel binalar, evlerle dolu. Büyük çoğunluğunda, Mübadele sonrası ataları buraya yerleştirilen yerli halk oturuyor. Bir kısmı harap, yıkılmak üzere. Bazıları da restorasyon ile kurtarılmışlar. Ev, küçük otel, dükkan olarak kullanılıyorlar. Daha yapılacak çok iş var ama, yapılanlar insana umut veriyor…

Agios Yannis- Saatli Cami

Umut veren, takdir edilecek yerlerden biri de Taksiyarhis Kilisesi. Osmanlı döneminde 20.000 civarında Rum nüfusu olan Ayvalık’ta birkaç tane büyük kilise varmış. Bunlardan, Agios Yannis (Saatli Cami) ve Agios Yorgi (Çınarlı Cami) gibi bazıları camiye çevrilmiş. Gayet bakımlı durumdalar. Küçükken, Yunanistan’da gördüğüm ahıra çevrilmiş Osmanlı camilerini hatırlayınca bu kiliseleri böyle görmek beni mutlu etti. 1844 yılında yapılmış olan Taksiyarhis Kilisesi ise, yine harap bir durumda iken, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ettirilerek, 2013 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Şu anda ayakta olan çoğu kilise gibi, Taksiyarhis Kilisesi de üst üste birkaç kez yapılmış. İlk kilisenin tarihi, 15. yüzyıl olarak belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi’ne vardığımızda, müzenin kapanmasına birkaç dakika vardı. Yine de, görevliler bizi kırmadı ve hızlıca da olsa, içeriye girip, bakmamıza izin verdiler. Görebildiğim kadarı ile, güzel bir çalışma yapılmış. Kilisede zaman zaman konserler verilmesine de izin veriliyormuş. Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA) düzenlediği resitaller ve Ayvalık AIMA Müzik Festivali kapsamındaki konserler bunlardan bazıları. 18-21 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilen olan 2017 festivalinin konserleri de yine Taksiyarhis Kilisesi’nde yapıldı.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Günün kapanışını ise, yine arkadaşımın önerisi ile, Romen bir hanımın işlettiği Aybalık’ta yaptık. Sahil boyunca giden Atatürk Bulvarına bakan, üst katta, küçük bir yer burası. Öyle şatafatı olmayan ama, iyi yemek yenebilecek bir restoran. Yine, sıcak ot, Saganaki vb yerel mezelerin üstüne yediğimiz sardalye çok lezzetliydi. Mevsimine denk gelmek lazım.

Cunda (Alibey) Adası

Cunda, epeydir eşten dosttan methini duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Sonunda, sosyal medyada gördüğüm birbirinden güzel fotoğraflar o kadar aklımı çeldi ki, bu yaz yolumuzu mutlaka oraya düşürmeye karar verdim.

Ada olmasına rağmen, Cunda’ya Ayvalık’tan kara yoluyla geçilebiliyor. Cunda’nın kara ile bağlantısı iki aşamalı. Önce, 1817 tarihinde yapılmış bir dolgu yol ile Lale Adasına, oradan da 1964 yılında yapılmış bir köprü ile Cunda’ya geçiliyor. Bu ikinci köprünün yanındaki “Türkiye’nin İlk Boğaz Köprüsü” tabelası, geçerken insanı gülümsetiyor. Belli ki, adalılar için bu önemli bir övünç kaynağı.

Cunda’nın resmi adı Alibey Adası. Günlük dilde pek kullanılmasa da, adaya bu isim Cumhuriyetin ilanından sonra, Yunan işgaline karşı ilk direnişi Ayvalık’ta gösteren Yarbay Ali’nin (Çetinkaya) anısına verilmiş. O zamana kadar ağırlıklı olarak Rum olan Cunda halkı, 1923-1924 yıllarında Büyük Mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmiş. Buna karşın, Girit, Rumeli ve Midilli’den gelen Türkler de Ayvalık ve Cunda’ya yerleştirilmişler. Bir bölümü 1944’teki depremden, bir bölümü de ilgisizlik ve bakımsızlıktan harabeye dönmüş binaların önemli bir kısmı son yıllarda, gelişen turizm faaliyetlerine paralel olarak, restore edilmiş. Sokak aralarında insanın bakmaya doyamadığı evler, binalar var. Bunların bazıları küçük butik otel, dükkan veya restoran olarak kullanılıyor.

Biz Cunda’da, ada merkezine yaklaşık on dakika uzaklıktaki Ortunç Otel’de üç gece konakladık ve çok memnun kaldık. Kırk yıl kadar önce, Devlet Opera ve Balesinde sanatçı olan Necla-Orhan Tunç çiftinin kurduğu otel günümüzde, oğulları tarafından işletiliyor. Duyduğumuza göre çeşitli çevreci gruplar tarafından zaman zaman dava edilen tesiste ben açıkçası doğaya zarar verecek bir işletme anlayışı ve mimari göremedim. Bana kalırsa, aksine, günümüzde bir turizm işletmesinin karşılaması gereken her türlü ihtiyaç, çevreye son derece saygılı bir şekilde, ince bir mimari ve estetik zevkle karşılanıyor burada.

Ortunç Otel’in ucuz bir otel olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor. Cunda’da kalabileceğiniz çok daha ekonomik seçenekler mutlaka vardır. Ancak, eğer genel olarak, ödediğiniz bedeli aldığınız karşılıkla ölçme gibi bir yaklaşımınız varsa, Ortunç’tan memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Hizmet kalitesinin dışında, benim için en akılda kalan noktalar ortamın sessizliği, sakinliği ve insanın içini dolduran huzur duygusu oldu. On iki yaşından küçük çocukların alınmaması bu noktada önemli bir faktör sanırım. Onun yanında, çalınan müziğin türü ve ses yüksekliği üzerinde de düşünülmüş, belli ki. Hafiften gelen güzel bir caz ya da “lounge” müziği…

Ortunç

Ortunç’ta kaldığımız sürece, sabahları balkonda karşımızdaki irili ufaklı adaları, ufuktaki sıradağları seyretmek çok keyifli idi. Sessizlik, kuş sesleri, arada kulağıma gelen personelin alçak sesle konuşmaları, hepsi çok huzur verici idi. Ha, bir de, zeytin ağaçlarını budayarak, yuvarlak şekil veren bahçıvanın makasından çıkan “kıt kıt” sesler…

Sadece bir akşam otelde yemek yedik. Yemek kalitesi büyük şehirlerin birinci sınıf restoranlarında yiyebileceğiniz kalitede ve fiyattaydı. Şarap listesinde kaliteli yerli ve yabancı marka seçenekler mevcut. Yemek sonrası, iskeleye yakın burundaki şezlonglara uzanıp, yıldızları seyretmek çok güzeldi. Yazın İstanbul dışına, özellikle güneye gidince, en çok yapmak istediğim şeylerden biri yıldızları seyretmek… Büyük şehirlerde, yoğun ışık ve kirlilik nedeniyle, ne yazık ki iyi göremiyoruz artık onları. Eğer keyfinize keyif katmak isterseniz, bardan birer Mojito da alabilirsiniz…

Cunda’da gezilip, görülecek yerler de olduğu için, zamanımızı deniz ve gezme arasında paylaştırmaya çalıştık. Deniz çok güzel, temiz ama, epeyce de soğuktu. Belki biraz da henüz Haziran ortası bile olmamasından kaynaklanıyordu. Temmuz- Ağustos’ta girmek daha kolay olabilir.

Cunda’da belli başlı yerleri bir akşamüzeri gezmek mümkün. Ortunç’tan ada merkezine gelirken önce Agios Yannis Kilisesi’ne gidilebilir. Burası, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden hemen önce, Edremitli iki keşiş tarafından kurulmuş eski bir manastırın şapeli. Çok güzel manzarası olan bir tepenin üzerinde yer alıyor. Bu manzara nedeniyle, ada halkı arasında buraya Aşıklar Tepesi de denirmiş. Şapelin batı tarafında, büyük olasılıkla manastırın un ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir değirmen var. Agios Yannis manastırının kütüphanesi 1835 yılından itibaren zenginleşmeye başlamış ve ünlü olmuş. Ancak, 1924’de yapılan nüfus mübadelesinden sonra kilise de, manastır da kullanılmaz olmuş ve harabeye dönmüş. Ta ki, 2007 yılında tamamlanan bir restorasyon ile, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından bir kitaplık haline getirilene kadar. Bu şirin şapelin içinde şu anda Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı bulunuyor. Muhtar Kent, 2000’li yılların başında ölen anne ve babasının 300’den fazla kitabını buraya bağışlamış. Ben şahsen, bir iki tane eski ve önemli kitabı saymazsak, koleksiyonu çok değerli bulmadım açıkçası. Öyle zannediyorum ki, Necdet Kent gibi önemli bir diplomatın çok daha geniş ve kıymetli bir kitap koleksiyonu vardı. Bende daha çok, sanki kitaplar aile üyeleri tarafından iyice seçilip, alındıktan sonra, kalanlar buraya bağışlanmış gibi bir izlenim oldu. Yine de böyle bir kitaplığın adaya kazandırılmış olması önemli tabii ki.

 Agios Yannis Kilisesi Sevim-Necdet Kent Kitaplığı

Kitaplığı gezdikten sonra, dışardaki kafede oturmak ve tatlı bir esintinin eşliğinde, soğuk bir limonata yudumlayarak, manzaranın keyfini çıkarmak çok güzeldi… Karşınızda yine irili ufaklı adalar, pırıl pırıl deniz, tepelerde artık kullanılmayan yel değirmenleri ve adanın liman tarafına doğru baktığınızda bütün görkemi ile dikkatinizi çeken Taksiyarhis Kilisesi var.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi, Ayvalık ve Cunda’daki diğer çoğu kilise gibi 19. yüzyılda yapılmış. 1873 yılında, o dönem 8.000-10.000 arasında olan Rum cemaatin ihtiyacını karşılamak üzere, Metropol Kilisesi olarak inşa edilmiş. Ayvalık’ta da bir başka Taksiyarhis Kilisesi var. Her iki kiliseye de, Koruyucu Baş Melekler Cebrail ve Mikhail’e adandıkları için bu isim verilmiş.

 Cunda Taksiyarhis Kilisesi-Rahmi Koç Müzesi

Cunda’daki Taksiyarhis Kilisesi, Rumlardan kalma çok güzel taş evlerin çevrelediği küçük bir meydanda bulunuyor. Bazı evler otel ve pansiyon haline dönüştürülmüş. İlerde çok daha güzel bir hale gelecektir diye düşünüyorum. Kilise yapısı, Neo Klasik üslupta yapılmış, görkemli bir bina. Bölgedeki diğer pek çok yapı gibi, o da Büyük Mübadeleden sonra kaderine terk edilmiş ve giderek, çökme noktasına gelmiş. Ancak, 2011 yılında Vakıflar Meclisinin aldığı bir karar ile burası, müze yapılmak üzere, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfına tahsis edilmiş. Yirmi ay süren bir restorasyondan sonra, üç yıldan beri müze olarak hizmet veriyor. Sergilenen koleksiyon, İstanbul ve Ankara’daki Rahmi Koç Müzelerinin, daha küçük ölçekli bir benzeri. Çeşitli denizcilik aletleri, motorlar, arabalar, sağlık ve eczacılık gereçleri, üst katta çocuk oyuncakları vb var. Kilisede bu tür objelerin sergilenmesi eleştirilere neden olmuş. Bu eleştirileri çok haksız bulmuyorum. İnsan mimari ile, sergilenenleri bağdaştıramıyor. Öte yandan, bunun alternatifinin kilisenin giderek yok olması olduğu düşünüldüğünde şükretmek gerek bence. Kaldı ki, İtalya gibi eski eserlerin çok korunduğu bir ülkede bile kiliseler artık farklı amaçlarla kullanılıyor. En son geçen sene Ostuni’de, arkeoloji müzesine dönüştürülmüş bir kilise gezmiştik örneğin. Ben, Taksiyarhis Kilisesi’ni gezerken, önce sadece kilise binasını inceleyip, sergilenenlere hiç bakmadım. Yapının inceliklerini iyice içime sindirdikten sonra, bu kez yeni baştan, sergilenen objeler için gezdim.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi-
Rahmi Koç Müzesi

Kiliseyi gezdikten sonra sokak aralarında gezmek, yüz küsur yıl önce adadaki yaşantıyı hayal edebilmek açısından çok güzel oluyor. İnsan, ayağa kaldırılmış evlere sevinip, hayranlıkla bakarken, harap durumda olanlara üzülüyor…

Sahilde pek çok lokanta var. Ayvalık ve Cunda’nın mutfağı gerçekten çok güzelmiş. Ben buralara gelene kadar, bu yöreyi de mutfak olarak genel Ege Mutfağına katıyordum kafamda. İşte, bildiğimiz otlar vesaire. Ama hiç de öyle değilmiş. En büyük şansımız, bu konuda Ayvalık’ta evi olan yakın bir arkadaşımdan tüyolar alabilmemizdi. Yine onun önerisi ile sahildeki Deniz Restoran’da yemek yedik. Bu yöreye özgü, çıtır çıtır kızarmış Papalina (minik sardalyelerden yapıldığı için mevsimin uygun olması lazım), dev boyutta peynir kızartması Saganaki, sıcak ot (muhteşem), baby kalamar, kabak çiçeği dolması, Kidonya (şarapta kum midyesi) çok lezzetli ve doyurucu idi. Yine de, yan taraftaki meşhur Taş Kahve’de birer dondurma ve kahve için yer açabildik midemizde. Sakızlı, karadut ve karamel üçlemesinin tadı damağımda kaldı. Bir karamelli dondurma düşkünü olarak, karamelliyi özellikle başarılı buldum.

Taş Kahve

Yaz Rotası (2017)

Profesyonel yaşam insanı bütün bir yıl, irili ufaklı tatillere doğru koşmaya itiyor. Özlemle bekliyor, gün sayıyorsunuz. Sonra, o hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan tatiller göz açıp, kapayıncaya kadar geçiyor. Son birkaç gün içinize düşen “işe geri dönme” sıkıntısı da cabası. Tabii bu, şanslı olup da, tatiliniz süresince çağımızın en büyük esaret cihazı olan cep telefonunuz aracılığıyla işten, bazen defalarca, aranmadığınız sürece… Ne yazık ki, bazı kapasitesiz yöneticiler bunu özellikle yapmaktan zevk alırlar. Ya da, sanki tatil yasal hakkınız değilmiş gibi, dönüşünüzde kendilerince tatilinizi burnunuzdan fitil fitil getirirler..

Tatil günleri sınırlı olunca, insan ister istemez gideceği yere en hızlı şekilde varmayı ve yollarda gereksiz zaman harcamamayı hedefliyor. O nedenle, uzun yıllardan beri yaz tatillerinde eğer güneye gidilecekse, uçak ile seyahat etmeyi ve genelde tek bir yere gitmeyi tercih ediyordum. Yaşamın farklı evreleri insana farklı tatil modelleri empoze ediyor. Küçük çocuğunuz varken tercih sebebi olan büyük ve yarım/tam pansiyon turizm işletmeleri daha sonra sizin için cazibesini yitiriyor.

Bu yaz, uzun yıllardan beri yapmadığımız şekilde bir tatil yapmak istedik. Hem uçak yerine araba ile gidelim, hem de yol boyu, seçtiğimiz birkaç yerde kalalım dedik.

İşte 2017 yaz rotamız:

CundaAyvalık
Sığacık
Datça
Bozburun
Şirince