Datça

Datça… Otuz küsur yıldan beri dönüp, dönüp gittiğimiz, gitmekten keyif aldığımız, sevdiğimiz ikinci evimiz. 1983’ten beri Datça Aktur’da evimiz var. İlk gitmeye başladığımızda yol çok dar, virajlı ve kötü idi. Yol kenarlarında korkuluk da olmadığı için, karşıdan her araba geldiğinde, insanın bir gözü yandaki uçurumda, yüreği ağzına gelirdi. Hiç unutmuyorum, bir keresinde otobüsle gidiyordum ve en önde oturuyordum. Marmaris- Datça arası o meşhur yola girince yanımdaki hanım dualar okumaya başladı. Datça’ya ilk olarak gidiyormuş. Neredeyse doksan derece açısı olan ve ayrıca bir de yokuş olan bir dönemeçte, otobüsün ön tarafı yoldan uçuruma doğru taşınca (ya da en önde olduğumuz için öyleymiş gibi görününce) kadıncağızın feryatları iyice yükseldi. Şimdi, yeni yolun yanında zaman zaman görünen bu eski yolu her gördüğümde, “İnsanlarda hiç akıl yok mu? Buralara gelip, yazlık almışlar” deyişi aklıma gelir, gülümserim.

Datça Aktur

Datça’nın yolunun bozuk ve zor olması, bu yörenin uzun yıllar korunmasını sağladı. Bodrum’da olduğu gibi talana uğramasını önledi. Bir de hemen hemen hiç trafik kazası olmazdı. Epeyce ağaç katliamı yapılarak, açılan yeni yol sonrası, ölümlü kazalar duyulur oldu. Öte yandan, yol eski haliyle de kalamazdı.

Datça Aktur’dan Simi Manzarası

Datça yıllar içinde epeyce gelişti. İlk yıllarda şehir merkezi hem çok küçük, hem de yol, iz olmayan, toz toprak içinde bir yerdi. Şimdi, her gittiğimde belediyenin yeni şeyler yaptığını (hepsi olumlu olmasa da), yolların ve kaldırımların düzenlendiğini görüyorum. Datça merkez bana hiçbir zaman sevimli gelmemiştir. Özellikle, karşıda görünen Simi adasının sevimliliği ile karşılaştırıldığında çok çirkin bence. Ama, en azından, şimdi daha bakımlı.

Sahil Lokantaları-Datça

Datça’ya ilk gitmeye başladığımız yıllar ile şimdi arasındaki bir diğer fark, İtalyan turistlere artık rastlanmıyor olması. Nedendir bilemiyorum, o zamanlar Ağustos ayında Datça civarında çok sayıda İtalyan turiste rastlanırdı. Özellikle, Aktur’un Camping’inde karavanlı veya çadırlı aileler kamp yaparlardı. Sonraki yıllarda, bu giderek azaldı ve öyle sanıyorum ki, bu tarafların İtalyanlar arasındaki popülaritesi azaldı.

Datça’nın esas otantik kısmı Eski Datça mahallesi. Deniz kenarında olmayan bu mahallede eski, taştan yapılma Datça evleri var. Eski Datça’yı ilk görüşüm de herhalde otuz küsur yıl önce idi. O zaman Can Yücel henüz oraya yerleşmemişti. Popüler değildi. Az sayıda taş ev alınıp, yenilenmişti ama, evlerin çoğunluğu yıkık, döküktü. Şimdi, yenilenmiş çok sayıda evleri, taş döşeli sokakları, begonvilleri ve de kedileri ile çok sevimli bir yer olmuş. Çok sayıda cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı açılmış. Ne yazık ki, bu sene gittiğimiz her yerde hissettiğim bir durgunluk vardı burada da. Dilerim, yazın ilerleyen aylarında turizm açısından canlanır.

Eski Datça

Eski Datça’ya geldiğinizde, arabanızı park ettiğiniz meydanda hemen, Can Yücel’in de oturup, yerli halk ile sohbet etmeyi, vakit geçirmeyi sevdiği Orhan’ın Kahvesi’ni görüyorsunuz. Zaten çok büyük bir yer olmadığı için sokaklarda dolaşmak fazla vakit almıyor. Çok güzel küçük, taş bir cami var ama, ne kapısında, ne de internette ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı ile ilgili bir bilgi bulamadım.

Eski Datça

Kimi sanatsal, sevimli şeylerin satıldığı dükkanlar var Eski Datça’da. Dükkan sahipleri daha çok, büyük şehirlerden kafa dinlemek için buralara göç etmiş insanlara benziyorlar. Kavuştukları rahatlık ve huzur, konuşmalarına, tavırlarına ve gülüşlerine yansımış…

Eski Datça

Sıcakta serinlemek için, Can Yücel Sokağı’daki Agapi’de oturduk. Burası Can Yücel’in evinin tam yanında bir Cafe-Bar-Restoran. İçinde ailesi oturduğu için, Can Yücel’in evi gezilmiyor. Sadece, ölüm yıldönümü olan 12 Ağustos’ta gezmek isteyenleri buyur ediyorlarmış. Agapi’nin sokaktan biraz yukarda bir bahçesi var. Ağaçların altında limonata içmek keyifli idi. Geceleri ambiyansı daha da hoştur, eminim.

Eski Datça

Culinarium, Datça’da gitmekten özellikle hoşlandığım bir yer. Burası, uzun yıllar Almanya’da restoran işletmiş bir Türk olan Faruk Dinç ve Alman eşi Ulrike Dinç’e ait bir restoran. Birkaç yıl önce, ilk gitme teşebbüsümüz çok umut verici olmamıştı. İnternetteki bazı değerlendirmeleri okuyunca, bizim ilk deneyimimiz aklıma geliyor ister, istemez.

Rezervasyonumuz olmadan gitmiş, kapıda ve alt katta kimsenin olmadığını görünce, içeri girip, arkada görünen liman manzarasına bakmak için ilerlemiştik. O zamanlar yerleri, liman tarafında, teknelerin hemen üstüne bakan bir yerdeydi. Üst katta da terasları vardı. Birden arkamızdan gelen güçlü ve aksi bir erkek sesiyle irkilmiştik. Neredeyse dışarı atıldık diyebilirim. Buna rağmen, Culinarium’a tekrar, bu kez rezervasyonlu gitme isteğim kaybolmadı. Bir şekilde, burada iyi yemek yenebileceğini hissettim sanırım. Yanılmamışım… Sonraki gidişlerimizde yemeklerden çok memnun kaldık. Gerçekten damak zevkine hitap eden, gourmet yemekler hepsi. Zaten, sahibi de müşteri ilişkilerinde çok kuvvetli olmadığının farkında olmalı ki, kendisi mutfakta çalışıyor, eşi Ulrike ise servis yapıyor.

Bu sene, Culinarium’u geçen sene bıraktığımız yerde bulamadık. Eski mal sahipleri olan Datça Belediyesi ile olan ihtilaflarından bıkıp, kendilerine ait bir arsada yaptırdıkları yeni yerlerine taşınmışlar. Yeni Culinarium, eski mekanlarına yürüyerek 5-6 dakika mesafede, Kargı’ya giden yolun üzerindeki Migros Jet’e gelmeden sapılan 64. Sokakta. Alttaki iki kat restoran, ara katta üç tane otel odaları var, en üstte de kendileri yaşıyorlar. Restoranın ikinci katından güzel bir manzara var ama, ne yazık ki, eskisi gibi bir terasları yok. Müdavimlerinin bu sokak arası yerlerinde de peşlerini bırakmayıp, gelmelerini diliyorum…

Culinarium-Datça

Bizi sıcak bir şekilde karşılayan Ulrike hanım, gece boyunca servis yaparken de sohbete devam etti. Yemekler ise, yine muhteşemdi… Önden, balık ve karides ile doldurulmuş kabak çiçeği dolması ve mavi yengeç yedik. Mavi yengeci özel olarak Dalyan’dan getirtiyorlarmış. Yengecin eti kabuğundan çıkarılıp, küçük küçük doğranmış sebze ile pişirilmiş ve tekrar kabuğa doldurulmuş. Yanında, yine yengeç kullanılarak yapılmış bisque (koyu kıvamda bir tür çorba) ile servis ediliyor. Ana yemek olarak hardal ve tarhun soslu bonfile, ardından bademli parfé nefisti…

Mavi Yengeç-Culinarium, Datça

Datça’da kalışımız sırasında bir gün de Palamutbükü’ne gittik. Bunca yıldan beri, gitmeyi hep bir sonraki yıla ertelediğimiz Palamutbükü’nü görmek nihayet kısmet oldu. Aktur’dan bir saat kadar uzaklıkta. Sahil yolundan giderken manzarayı seyretmeye doyamadım. Yüksek yarların dibinde, birbiri ardına gelen koylar ve turkuaz deniz… Hayran hayran bakarken, bir yandan da, “Neden buralar da Amalfi sahilleri gibi, Positano gibi ünlü olmasın?” diye düşünmeden edemedim. Yanıtı var elbette…

Palamutbükü-Datça

Buralar turizmden daha fazla pay almayı hak ediyor ama, bir yandan da insan el değmemiş olmasına şükrediyor. Ülkemizde turizm adına inşa edilen otel felaketlerini düşününce, böyle kalması daha iyi. Sadece bazı yerler, biraz daha az derme çatma olsa yeter. Palamutbükü’deki Otel Mavi Beyaz bu anlamda hoşuma giden bir işletme oldu. Biz, Mavi Beyaz’da kalmadık. Sadece plajından yararlandık ve a la carte restoranı Deli Zeytin’de akşam yemeği yedik. Bir dahaki sefere birkaç gece kalmak isterim bu güzel ve sevimli otelde.

Otel Mavi Beyaz-Palamutbükü, Datça

Mavi Beyaz, bende iyi yönetilen bir işletme izlenimi bıraktı. Otelde kalmadığım için konaklama konusunda bir yorumda bulunamayacağım ama, plaj ve restoranında dikkatli, titiz bir servis veriliyor. Plajı gayet düzenli ve temiz. Deniz, tek kelime ile, muhteşem… Turkuaz renkli sularda yüzmeye doyamıyor insan.

Otel Mavi Beyaz-Palamutbükü, Datça

Otelin restoranı Deli Zeytin, koya bakan bir terasta. Sanırım, otel müşterileri daha çok yarım veya tam pansiyon kaldıkları için, masa sayısı çok fazla değil. Onlar ayrı bir yerde yemek yiyorlar. Yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Önden şakşuka ve Girit ezmesi, bol Akdeniz salata ve ardından, güveçte dil balığı.

Sığacık

Ayvalık’tan Sığacık’a gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Bunda, öteden beri (çevre yolu yapıldıktan sonra bile) bir türlü çözemediğim İzmir civarı Karayolları tabela sistemi ve Google Maps’in çeşitli azizliklerinin epeyce payı oldu. Sonunda, saat 4 civarı Sığacık’a vardık. Çok sıcak bir gündü. Haziran ortası için normalin çok üstünde bir sıcaklık vardı.

Sığacık Yavaş Şehir

Sığacık da, yıllardan beri hakkında okuduğum ve gitmek istediğim, merak ettiğim bir yerdi. Bir mahalle olarak bağlı olduğu Seferihisar’a otuz küsur yıl önce gitmiştim. Fazla gelişmemiş, sıcaktan kavrulan bir yer olarak hatırlıyorum. Sonraları, uluslararası “yavaş şehir” (cittaslow) ağına katılması ile dikkatimi çekmişti. Cittaslow 1999 yılında, Toskana’nın şirin kasabalarından Greve in Chianti’nin Belediye Başkanı tarafından başlatılmış bir hareket. Temel olarak, çağımızın baş döndürücü temposuna inat, insanların keyif ve huzurla yaşayabilecekleri ortamlar yaratarak, yaşam standartlarını yükseltmeyi ve sağlıklı ürünler tüketmelerini (slow food) hedefliyor. Günümüzde bu ağ, yirminin üzerinde ülkenin, kriterleri sağlayabilen şehirlerini kapsıyor. İşte Seferihisar-Sığacık da bunlardan biri.

Sığacık, nahiye, köy gibi evrelerden geçtikten sonra, 1963 yılından itibaren Seferihisar’ın bir mahallesi olmuş. Bölge, M.Ö. 2.000’li yıllardan başlayarak, pek çok medeniyet görmüş. Lidya, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Aydınoğulları, Timur İmparatorluğu, Osmanlı yönetimlerinde yaşamış. Son olarak, 11 Eylül 1922’ye kadar, üç yıl Yunan işgali altında kalmış.

Sığacık Kalesi

Yaptığım ön araştırmadan sonra, Sığacık’ta Kale içinde kalmanın daha ilginç olacağı sonucuna varmıştım. Doğru da hissetmişim. Kale bölgesinin dışı çok ilgi çekici gelmedi bana. Özellikle, yapılan marina buradan çok şey götürmüş bence. Yine bildiğimiz, toprakla doldurularak, denizden çalınan büyük bir alan ve tekneler, tekneler… Esas “yavaş şehir” bölgesi de Kale içi zaten.

Sığacık Kalesi

Sığacık Kalesi, deniz kenarında yapılmış, çok yüksek duvarları olmayan bir kale. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile, 1521-1522 yıllarında, Rodos kuşatmasına hazırlık olması ve bir tür ikmal noktası görevi görmesi için yapılmış. Kale içindeki daracık sokaklardaki evler de alçak, bahçeli evler. İnsanlar kapı önlerinde kendi ürettikleri mandalinalı lokum, baklava vb yiyecekler satıyorlar. Bir de Pazar sabahları pazar var burada. O zaman daha büyük çaplı bir organizasyonla, herkes kapısının önüne masalar çıkarıp, daha çeşitli ürün satıyor. Reçeller, börekler, sıkılmış meyve suları. Bunların arasında özellikle karadut suyu çok güzeldi. Kaldığımız otelin çaprazındaki tezgahtan sadece içmekle kalmayıp, bir litrelik şişe ile de aldık karadut suyundan. Sıcakta çok iyi geldi doğrusu.

Kaldığımız otelin adı Gardenya Otel’di. 2016 Eylül ayında açılmış, yeni bir işletme. Otelin binası, geleneksel taş bir yapı. Konum olarak, kale girişine yakın ancak, arabanızı burada bırakamıyorsunuz. Eşyalarınızı indirip, hemen kale dışındaki park yerlerine park etmeniz gerekiyor. Bu küçük butik otelin her köşesi zevkle döşenmiş. Benim için en önemlisi, otelin aslının web sitesindeki fotoğraflarla birebir örtüşmesi. Çünkü, biliyorsunuz, bu yönde çeşitli aldatmacalar, hileler olabiliyor. Bunun sonucunda hayal kırıklıkları yaşanabiliyor. Otelin müdürü Cengiz bey ve iki hanım personel, insanı sıkmayacak bir kibarlıktalar. Sizi evinizde hissettiriyorlar. Akşam saat 10’da personel gittiği için, size dış kapının da anahtarını veriyorlar. Ancak acil bir durum için Cengiz beye her an ulaşmanız mümkün.

Sabah kahvaltısı ise tek kelime ile muhteşem… Ayrıca, bitirmesi zor bir bollukta… Çeşit, çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, bal, kaymak, domates, salatalık, biber, İzmir’e özgü boyoz, simit, istediğiniz şekilde yumurta…Kaldığımız sürece, başka yerde kalıp, buraya özel olarak kahvaltıya gelenler de çoktu. Gardenya Otel’in, aynı sokakta, biraz ilerde bir kardeş oteli de var. Dantel Otel. Burayı görmedim ancak, Cengiz bey burayı, odaları daha müsait olduğu için, daha çok çocuklu ailelere önerdiklerini belirtti.

Gardenya Otel

Sığacık’ta kaldığımız sürece biz denize girmek yerine, çevreyi gezmeyi tercih ettik. Henüz Haziran ortası idi ve önümüzde deniz tatili yapabileceğimiz epeyce gün vardı. Denize girmek için, Teos antik kentine giderken yolda gördüğümüz, bir sonraki koydaki plaja gitmek mümkün. Araba ile birkaç dakika. Deniz uzaktan çok güzel görünüyordu. Aslında, Sığacık’ta, kaleden çıkıp, sağa doğru yürüdüğünüz zaman da, çok güzel, bakir bir koy var ama, nedendir bilinmez, kullanılmıyor. Herhangi bir tesis de yok. Belediyenin bir projesi olduğunu söylediler ama, henüz bir faaliyet yok. Aslında, Seferihisar Belediye Başkanı burada çok güzel şeyler yapmış. Kale içindeki evlere badana, panjur, sokak lambası ve benzeri konularda epeyce standart getirmiş. Bu açıdan takdir edilmesi gerekir. Öte yandan, halkın bilinçlenmesi için de daha yol alınması gerekiyor gibi görünüyor. Arka taraflarda hala mezbelelik yerler, atılmış eski eşyalar ile dolu arsalar var.

Sığacık’ın merkezinde çok fazla gezilecek, görülecek yer yok. Yat limanının dışında sıralanmış cafe ve çay bahçeleri var. Buradaki dondurmacı Edem’in yüzde yüz keçi sütünden yapılmış Maraş Dondurmasından söz etmeden edemeyeceğim. Benim denediğim çeşitler sakızlı, karamel ve portakallı idi ve Cunda’daki Taş Kahve’ninkinden de güzeldi. İlk akşam yemeğimizi sahildeki Burç Restoran’da yedik. Herhalde, Ayvalık ve Cunda’nın müthiş yemekleri üzerine, fazla etkileyici gelmedi. Kötü de sayılmazdı. Ama, suyun hemen kıyısında oturduğumuz için, esintili bir noktada olması çok iyi geldi.

Dionysos Tapınağı-Teos

Teos antik kenti Sığacık’a araba ile 9-10 dakika mesafede. İlk kazılar 19. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar tarafından başlatılmış. Günümüzde kazılar, Seferihisar Belediyesi ve yakınlarda yapılan bir otelin sponsorluğunda yürütülüyormuş. Biz gezerken bir faaliyet varmış gibi görünmüyordu ama, kentin etrafı çevrilmiş, güzel bir giriş, depo binaları ve tertemiz tutulan tuvaletler yapılmış. Bunların ötesinde, Akropol alanı hariç, diğer taraflarda, tüm görülecek yerlere rahatça yürümenizi sağlayacak, parke taşlarla döşeli bir yürüyüş yolu yapılmış. Ara ara, ağaç altlarına, dinlenebileceğiniz banklar konmuş. Ayrıca, bol miktarda zeytin ve nar ağacı olması da çok güzel.

Teos’da toplam üç saat kaldık. Aslında hava, antik kent gezmek için oldukça sıcaktı. Bu tür geziler için benim tercihim Nisan- Mayıs ayları ve Sonbaharın yağışsız, güneşli günleri ama, buraya kadar gelmişken, görmemezlik etmeyelim dedik. Teos’da şu anda çıkarılmış eserler tarih olarak M.Ö. üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Bunların arasında en önemlisi, antik dünyada söz konusu tanrıya adanmış en büyük tapınak olan, Dionysos tapınağı. Dionysos, Teos kentinin koruyucu tanrısı. Her yıl onun adına yapılan festival kent için daima çok önemli olmuş. Teos’un bir diğer önemli özelliği, M.Ö. üçüncü yüzyılın sonunda burada, tarihte ilk olarak, bir tiyatro sanatçıları birliğinin oluşturulmuş olması. Hem festival zamanı, hem de onun dışında temsiller veren bu birliğin üyelerine şehirde özel bir statü tanınmış. Kentin tiyatrosu maalesef çok iyi durumda değil. Ancak, Ekrem Akurgal hocanın kitabındaki tavsiyeye uyarak, yukarı tırmanmanıza değiyor. Tiyatronun üst tarafındaki basamaklar neredeyse tamamen yok olduğu için, sıcakta yukarı çıkmak epeyce zorlayıcı. Çıktığınız zaman gördüğünüz manzara ise, şahane… Aşağıda tiyatro alanı, karşınızda zeytin ağaçları, deniz ve adalar…

Tiyatro-Teos

Teos antik kentinde, çok iyi durumda olmasalar da, görebileceğiniz agora tapınağı, meclis, odeon, akropol, kuzey tarafta uzaktan görebileceğiniz ve Türkler tarafından 15. yüzyılda yapılmış kalenin kalıntıları var.

Gezdiğimiz ikinci antik kent Erythrai idi. Burası, Sığacık’a bir saat kadar uzaklıkta, Çeşme’nin yaklaşık 20 kilometre kuzey-doğusunda yer alan Ildırı köyündeki bir kent. Erythrai’nın büyük ölçüde üstüne kurulmuş olan Ildırı, televizyon dizisi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile Türkiye’de bilinirliği artmış, şirin bir köy. Kıyısında irili ufaklı adaları, yemyeşil yamaçları ve deniz kenarındaki tekneleri ile çok pitoresk bir yer. Erythrai’nın görebileceğiniz kalıntıları köyün üst kısmında, tepede bulunuyor. Kent alanına, ören yerinin hemen dışındaki, manzarası güzel ve bol esintili Agora Cafe’nin karşısından giriyorsunuz. Prof. Ekrem Akurgal’ın da bir dönem kazı yaptığı bu antik kent, günümüzde maalesef çok iyi durumda değil. Bulunan önemli eserler İzmir Arkeoloji Müzesine götürülmüş. İyi ki de öyle yapılmış çünkü, düzgün bir girişi ve bekçisi olmayan bir yer. Burada da, eğer biraz tırmanmayı göze alırsanız, Teos’daki tiyatronun tepesinde olduğu gibi, muhteşem manzaraları ile Athena tapınağının temelini ve Matrone kilisesinin kalıntılarını, ayrıca tiyatroyu görebilirsiniz.

Ildırı

Erythrai’yı gezdikten sonra Agora Cafe’de soluklanmak, eğer akşamüzeri ise, gün batımını izlemek insana çok iyi gelebilir. Biz, gün boyu bir şey yemediğimiz için, önce sahildeki Ali’nin Yeri’nde akşam yemeği yedik ve gün batımı için tekrar Agora Cafe’ye çıktık. Ne yazık ki, şansımız yaver gitmedi. Hava çok puslu olduğu için gün batımının tadını çıkaramadık.

Sığacık çevresinde gidilebilecek pek çok köy var. Örneğin, son zamanlarda yazılı medyada ve İz TV’de bahsi geçen, bir köylü kadınımızın ev duvarlarını resimlerle süslediği Türkmen köyü Germiyan ve Osmanlı zamanında Özbekistan’dan gelenlerin yerleştiği balıkçı köyü Özbek. Benim ilginç bulduğum köy ise, bir Alevi köyü olan Bademler köyü. Bademler’in en önemli özelliği, köy halkının tiyatroya olan düşkünlüğü. Köyde bir tiyatro binası var ve düzenli olarak verilen temsillerde oynayanlar köyün ahalisi. Sanki, çok da uzaklarında olmayan Teos halkının tiyatro tutkusu binlerce yıl sonra bu köyde yaşıyor gibi…

Bademler köyünde bir de müze var. Burası, Efes antik kentinin yedi yıl müze müdürlüğünü de yapmış olan, arkeolog Musa Baran’ın evi. Köy meydanına bakan bu 100 yıllık evde zamanında Cevat Şakir, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar konuk olarak kalmışlar. Evin esas eski olan bölümünde bir köy evi düzeni sergileniyor. Diğer tarafta ise, Musa Baran’ın çalışma odası ve bir oyuncak koleksiyonu var. Bu ilginç bölümde Musa Baran, günümüzde kullanılan bazı oyuncakların ve oynanan oyunların antik çağlarda da var olduğunu göstermiş. Eski eserlerin üzerindeki kabartma ve resimlerden yola çıkarak, topaç çevirmek, uçurtma uçurmak gibi oyunların antik çağlardaki varlığını sergilemiş.

Bademler köyüne ziyaretimizi, müzenin karşı köşesindeki gözlemecide noktaladık. Birkaç kadın tarafından işletilen bu yerde, leziz gözlemelerimizi yiyip, güzel demlenmiş çayımızı içerken köy meydanını izlemek çok keyifli idi. Meydana açılan sokakta pazar kurulmuştu. Satıcı köylüler keyifle, neşe ile konuşup, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve ılıktı…

Sığacık civarı ile ilgili son yazmak istediğim yer, otel müdürümüz Cengiz beyin tavsiyesi ile gittiğimiz, Artemis Restoran. Google Maps’in azizliğine uğrayıp, uzun, çok bozuk ve karanlıkta zaman zaman korkutucu olan bir yoldan gittiğimiz bu restoran, aslında ana yoldan gidilince çok uzak değil. Karanlıkta etrafı tam görememiş olsam da, restoran ilk bakışta salaş bir kır lokantası görünümünde idi. Hava serin olduğu için içerde oturduk. Güzel havalar için dışarıda bir çok masa vardı. Buranın özelliği, enginarın akla hayale gelmeyecek her türlü yemeğinin yapılıyor olması. Bazıları çok lezzetli. Biz, enginar tarator, çiğ enginar salatası, enginar kızartma, enginarlı börek, enginar güveç ve enginar tatlısı yedik. Karanfil de koydukları tatlıyı ben çok beğendim.

Artemis Restoran
Enginar Tatlısı

Ayvalık

Kaldığımız Ortunç’tan Ayvalık merkeze gelmek 25-30 dakika sürüyor. Bu kalışımızda Ayvalık’a da çok fazla zaman ayıramadık. Sadece bir akşamüzeri gidebildik. Şeytan Sofrası, Sarımsaklı Plajı göremediğimiz yerler. Artık bir dahaki sefere diyoruz…

Az görmüş olsak da Ayvalık’ı, tekrar gitmeyi isteyecek kadar sevmemizde en büyük etken, hiç şüphesiz, yukarda söz ettiğim yakın arkadaşım oldu. Buluşma noktamızdan başlayarak, birlikte yürüdüğümüz sokakları, yemek yediğimiz restoranı kapsayan seçimleri ile bize “hızlandırılmış bir Ayvalık kursu” vermiş gibi oldu. Bunların üstüne bir de tabii ki, yenilenmiş eski bir Rum evi olan kendi evinin olağanüstü manzarasının tadını, buz gibi soğutulmuş bir şişe Prosecco’nun eşliğinde çıkarmış olmamız var… İnce bir zevkle döşenmiş, yüz küsur yıllık bu ev, çarşı içinden çıkılan bir yamaçta, oldukça dik bir sokağın köşesinde yer alıyor. Küçük bir de bahçesi var. Çok güzel…

Ayvalık, Osmanlı dönemindeki özel statüsü ile de ilginç bir yerleşim merkezi. Bugüne kadar bilmediğim bu statü, bir özerklik statüsü. Ana hatları ile; Türklerin Ayvalık merkezde oturmalarının yasaklanması, müstakil bir idare ile yönetilmesi, kaymakamın Türk olmasına karşın halk tarafından seçilmesi ve görevine son verilebilmesi, askeri komutanların Ayvalık’ta kalamaması, aşar vergisinden muaf olunması gibi konuları kapsayan bu statünün ortaya çıkışı konusunda değişik kaynaklarda, değişik yorumlar okudum. Bir yaklaşım, bu statünün Küçük Kaynarca Anlaşması’nın doğal bir sonucu olduğunu belirtirken, bazı kaynaklar da bunun, daha sonra Sadrazam olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın yöre halkına bir vefa borcu olarak kabul edildiğini söylüyor. Buna göre, 1770 yılında Çeşme’de Ruslarla yapılan savaşta gemisi yanan Hasan Paşayı Ayvalık halkı ve Papaz İkonomos bir hafta boyunca ağırlamışlar ve Çanakkale’de bulunan Osmanlı donanmasına yetişmesini sağlamışlar. Bu nedenle, daha sonra Sadrazam olan Hasan Paşa, Ayvalık’a özerklik statüsü vermiş.

Agios Yorgi- Çınarlı Cami

Doğrusu, buluşma yeri olarak Ayvalık Gücü 1 adını duyunca yadırgamadım desem, yalan olur. Mekanın adı, kafamda bir yere oturtabileceğim herhangi bir çağırışım yapmadı bir türlü. Gidince gördük ki, burası tipik bir taşra sahil kasabası çay bahçesi. Ayvalık Gücü 1 olunca, bir de Ayvalık Gücü 2 varmış haliyle. İnsanlar, denizden gelen esintide oturmuşlar, akşamüzeri çaylarını yudumluyor, sohbet ediyorlar. Stres yok, heyecan yok. Sakin, dingin ve mutlu gözüküyorlar… Sanki, aynı Türkiye’de yaşamıyoruz. Çoğunluğu yerli halk. Kimi bizim gibi birkaç günlüğüne gelmiş kişiler. Kimi de, büyük şehir stresinden kaçıp, Ayvalık’a yerleşmiş eski beyaz yakalılar olsa gerek. Çünkü, diğer sahil kasaba ve kentlerine olduğu gibi, buraya da son yıllarda epeyce insanın yerleştiğini duydum.

Ayvalık’ın ara sokakları da, Cunda’da olduğu gibi, çok güzel binalar, evlerle dolu. Büyük çoğunluğunda, Mübadele sonrası ataları buraya yerleştirilen yerli halk oturuyor. Bir kısmı harap, yıkılmak üzere. Bazıları da restorasyon ile kurtarılmışlar. Ev, küçük otel, dükkan olarak kullanılıyorlar. Daha yapılacak çok iş var ama, yapılanlar insana umut veriyor…

Agios Yannis- Saatli Cami

Umut veren, takdir edilecek yerlerden biri de Taksiyarhis Kilisesi. Osmanlı döneminde 20.000 civarında Rum nüfusu olan Ayvalık’ta birkaç tane büyük kilise varmış. Bunlardan, Agios Yannis (Saatli Cami) ve Agios Yorgi (Çınarlı Cami) gibi bazıları camiye çevrilmiş. Gayet bakımlı durumdalar. Küçükken, Yunanistan’da gördüğüm ahıra çevrilmiş Osmanlı camilerini hatırlayınca bu kiliseleri böyle görmek beni mutlu etti. 1844 yılında yapılmış olan Taksiyarhis Kilisesi ise, yine harap bir durumda iken, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ettirilerek, 2013 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Şu anda ayakta olan çoğu kilise gibi, Taksiyarhis Kilisesi de üst üste birkaç kez yapılmış. İlk kilisenin tarihi, 15. yüzyıl olarak belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi’ne vardığımızda, müzenin kapanmasına birkaç dakika vardı. Yine de, görevliler bizi kırmadı ve hızlıca da olsa, içeriye girip, bakmamıza izin verdiler. Görebildiğim kadarı ile, güzel bir çalışma yapılmış. Kilisede zaman zaman konserler verilmesine de izin veriliyormuş. Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA) düzenlediği resitaller ve Ayvalık AIMA Müzik Festivali kapsamındaki konserler bunlardan bazıları. 18-21 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilen olan 2017 festivalinin konserleri de yine Taksiyarhis Kilisesi’nde yapıldı.

Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi

Günün kapanışını ise, yine arkadaşımın önerisi ile, Romen bir hanımın işlettiği Aybalık’ta yaptık. Sahil boyunca giden Atatürk Bulvarına bakan, üst katta, küçük bir yer burası. Öyle şatafatı olmayan ama, iyi yemek yenebilecek bir restoran. Yine, sıcak ot, Saganaki vb yerel mezelerin üstüne yediğimiz sardalye çok lezzetliydi. Mevsimine denk gelmek lazım.

Cunda (Alibey) Adası

Cunda, epeydir eşten dosttan methini duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Sonunda, sosyal medyada gördüğüm birbirinden güzel fotoğraflar o kadar aklımı çeldi ki, bu yaz yolumuzu mutlaka oraya düşürmeye karar verdim.

Ada olmasına rağmen, Cunda’ya Ayvalık’tan kara yoluyla geçilebiliyor. Cunda’nın kara ile bağlantısı iki aşamalı. Önce, 1817 tarihinde yapılmış bir dolgu yol ile Lale Adasına, oradan da 1964 yılında yapılmış bir köprü ile Cunda’ya geçiliyor. Bu ikinci köprünün yanındaki “Türkiye’nin İlk Boğaz Köprüsü” tabelası, geçerken insanı gülümsetiyor. Belli ki, adalılar için bu önemli bir övünç kaynağı.

Cunda’nın resmi adı Alibey Adası. Günlük dilde pek kullanılmasa da, adaya bu isim Cumhuriyetin ilanından sonra, Yunan işgaline karşı ilk direnişi Ayvalık’ta gösteren Yarbay Ali’nin (Çetinkaya) anısına verilmiş. O zamana kadar ağırlıklı olarak Rum olan Cunda halkı, 1923-1924 yıllarında Büyük Mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmiş. Buna karşın, Girit, Rumeli ve Midilli’den gelen Türkler de Ayvalık ve Cunda’ya yerleştirilmişler. Bir bölümü 1944’teki depremden, bir bölümü de ilgisizlik ve bakımsızlıktan harabeye dönmüş binaların önemli bir kısmı son yıllarda, gelişen turizm faaliyetlerine paralel olarak, restore edilmiş. Sokak aralarında insanın bakmaya doyamadığı evler, binalar var. Bunların bazıları küçük butik otel, dükkan veya restoran olarak kullanılıyor.

Biz Cunda’da, ada merkezine yaklaşık on dakika uzaklıktaki Ortunç Otel’de üç gece konakladık ve çok memnun kaldık. Kırk yıl kadar önce, Devlet Opera ve Balesinde sanatçı olan Necla-Orhan Tunç çiftinin kurduğu otel günümüzde, oğulları tarafından işletiliyor. Duyduğumuza göre çeşitli çevreci gruplar tarafından zaman zaman dava edilen tesiste ben açıkçası doğaya zarar verecek bir işletme anlayışı ve mimari göremedim. Bana kalırsa, aksine, günümüzde bir turizm işletmesinin karşılaması gereken her türlü ihtiyaç, çevreye son derece saygılı bir şekilde, ince bir mimari ve estetik zevkle karşılanıyor burada.

Ortunç Otel’in ucuz bir otel olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor. Cunda’da kalabileceğiniz çok daha ekonomik seçenekler mutlaka vardır. Ancak, eğer genel olarak, ödediğiniz bedeli aldığınız karşılıkla ölçme gibi bir yaklaşımınız varsa, Ortunç’tan memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Hizmet kalitesinin dışında, benim için en akılda kalan noktalar ortamın sessizliği, sakinliği ve insanın içini dolduran huzur duygusu oldu. On iki yaşından küçük çocukların alınmaması bu noktada önemli bir faktör sanırım. Onun yanında, çalınan müziğin türü ve ses yüksekliği üzerinde de düşünülmüş, belli ki. Hafiften gelen güzel bir caz ya da “lounge” müziği…

Ortunç

Ortunç’ta kaldığımız sürece, sabahları balkonda karşımızdaki irili ufaklı adaları, ufuktaki sıradağları seyretmek çok keyifli idi. Sessizlik, kuş sesleri, arada kulağıma gelen personelin alçak sesle konuşmaları, hepsi çok huzur verici idi. Ha, bir de, zeytin ağaçlarını budayarak, yuvarlak şekil veren bahçıvanın makasından çıkan “kıt kıt” sesler…

Sadece bir akşam otelde yemek yedik. Yemek kalitesi büyük şehirlerin birinci sınıf restoranlarında yiyebileceğiniz kalitede ve fiyattaydı. Şarap listesinde kaliteli yerli ve yabancı marka seçenekler mevcut. Yemek sonrası, iskeleye yakın burundaki şezlonglara uzanıp, yıldızları seyretmek çok güzeldi. Yazın İstanbul dışına, özellikle güneye gidince, en çok yapmak istediğim şeylerden biri yıldızları seyretmek… Büyük şehirlerde, yoğun ışık ve kirlilik nedeniyle, ne yazık ki iyi göremiyoruz artık onları. Eğer keyfinize keyif katmak isterseniz, bardan birer Mojito da alabilirsiniz…

Cunda’da gezilip, görülecek yerler de olduğu için, zamanımızı deniz ve gezme arasında paylaştırmaya çalıştık. Deniz çok güzel, temiz ama, epeyce de soğuktu. Belki biraz da henüz Haziran ortası bile olmamasından kaynaklanıyordu. Temmuz- Ağustos’ta girmek daha kolay olabilir.

Cunda’da belli başlı yerleri bir akşamüzeri gezmek mümkün. Ortunç’tan ada merkezine gelirken önce Agios Yannis Kilisesi’ne gidilebilir. Burası, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden hemen önce, Edremitli iki keşiş tarafından kurulmuş eski bir manastırın şapeli. Çok güzel manzarası olan bir tepenin üzerinde yer alıyor. Bu manzara nedeniyle, ada halkı arasında buraya Aşıklar Tepesi de denirmiş. Şapelin batı tarafında, büyük olasılıkla manastırın un ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir değirmen var. Agios Yannis manastırının kütüphanesi 1835 yılından itibaren zenginleşmeye başlamış ve ünlü olmuş. Ancak, 1924’de yapılan nüfus mübadelesinden sonra kilise de, manastır da kullanılmaz olmuş ve harabeye dönmüş. Ta ki, 2007 yılında tamamlanan bir restorasyon ile, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından bir kitaplık haline getirilene kadar. Bu şirin şapelin içinde şu anda Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı bulunuyor. Muhtar Kent, 2000’li yılların başında ölen anne ve babasının 300’den fazla kitabını buraya bağışlamış. Ben şahsen, bir iki tane eski ve önemli kitabı saymazsak, koleksiyonu çok değerli bulmadım açıkçası. Öyle zannediyorum ki, Necdet Kent gibi önemli bir diplomatın çok daha geniş ve kıymetli bir kitap koleksiyonu vardı. Bende daha çok, sanki kitaplar aile üyeleri tarafından iyice seçilip, alındıktan sonra, kalanlar buraya bağışlanmış gibi bir izlenim oldu. Yine de böyle bir kitaplığın adaya kazandırılmış olması önemli tabii ki.

 Agios Yannis Kilisesi Sevim-Necdet Kent Kitaplığı

Kitaplığı gezdikten sonra, dışardaki kafede oturmak ve tatlı bir esintinin eşliğinde, soğuk bir limonata yudumlayarak, manzaranın keyfini çıkarmak çok güzeldi… Karşınızda yine irili ufaklı adalar, pırıl pırıl deniz, tepelerde artık kullanılmayan yel değirmenleri ve adanın liman tarafına doğru baktığınızda bütün görkemi ile dikkatinizi çeken Taksiyarhis Kilisesi var.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi

Taksiyarhis Kilisesi, Ayvalık ve Cunda’daki diğer çoğu kilise gibi 19. yüzyılda yapılmış. 1873 yılında, o dönem 8.000-10.000 arasında olan Rum cemaatin ihtiyacını karşılamak üzere, Metropol Kilisesi olarak inşa edilmiş. Ayvalık’ta da bir başka Taksiyarhis Kilisesi var. Her iki kiliseye de, Koruyucu Baş Melekler Cebrail ve Mikhail’e adandıkları için bu isim verilmiş.

 Cunda Taksiyarhis Kilisesi-Rahmi Koç Müzesi

Cunda’daki Taksiyarhis Kilisesi, Rumlardan kalma çok güzel taş evlerin çevrelediği küçük bir meydanda bulunuyor. Bazı evler otel ve pansiyon haline dönüştürülmüş. İlerde çok daha güzel bir hale gelecektir diye düşünüyorum. Kilise yapısı, Neo Klasik üslupta yapılmış, görkemli bir bina. Bölgedeki diğer pek çok yapı gibi, o da Büyük Mübadeleden sonra kaderine terk edilmiş ve giderek, çökme noktasına gelmiş. Ancak, 2011 yılında Vakıflar Meclisinin aldığı bir karar ile burası, müze yapılmak üzere, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfına tahsis edilmiş. Yirmi ay süren bir restorasyondan sonra, üç yıldan beri müze olarak hizmet veriyor. Sergilenen koleksiyon, İstanbul ve Ankara’daki Rahmi Koç Müzelerinin, daha küçük ölçekli bir benzeri. Çeşitli denizcilik aletleri, motorlar, arabalar, sağlık ve eczacılık gereçleri, üst katta çocuk oyuncakları vb var. Kilisede bu tür objelerin sergilenmesi eleştirilere neden olmuş. Bu eleştirileri çok haksız bulmuyorum. İnsan mimari ile, sergilenenleri bağdaştıramıyor. Öte yandan, bunun alternatifinin kilisenin giderek yok olması olduğu düşünüldüğünde şükretmek gerek bence. Kaldı ki, İtalya gibi eski eserlerin çok korunduğu bir ülkede bile kiliseler artık farklı amaçlarla kullanılıyor. En son geçen sene Ostuni’de, arkeoloji müzesine dönüştürülmüş bir kilise gezmiştik örneğin. Ben, Taksiyarhis Kilisesi’ni gezerken, önce sadece kilise binasını inceleyip, sergilenenlere hiç bakmadım. Yapının inceliklerini iyice içime sindirdikten sonra, bu kez yeni baştan, sergilenen objeler için gezdim.

Cunda Taksiyarhis Kilisesi-
Rahmi Koç Müzesi

Kiliseyi gezdikten sonra sokak aralarında gezmek, yüz küsur yıl önce adadaki yaşantıyı hayal edebilmek açısından çok güzel oluyor. İnsan, ayağa kaldırılmış evlere sevinip, hayranlıkla bakarken, harap durumda olanlara üzülüyor…

Sahilde pek çok lokanta var. Ayvalık ve Cunda’nın mutfağı gerçekten çok güzelmiş. Ben buralara gelene kadar, bu yöreyi de mutfak olarak genel Ege Mutfağına katıyordum kafamda. İşte, bildiğimiz otlar vesaire. Ama hiç de öyle değilmiş. En büyük şansımız, bu konuda Ayvalık’ta evi olan yakın bir arkadaşımdan tüyolar alabilmemizdi. Yine onun önerisi ile sahildeki Deniz Restoran’da yemek yedik. Bu yöreye özgü, çıtır çıtır kızarmış Papalina (minik sardalyelerden yapıldığı için mevsimin uygun olması lazım), dev boyutta peynir kızartması Saganaki, sıcak ot (muhteşem), baby kalamar, kabak çiçeği dolması, Kidonya (şarapta kum midyesi) çok lezzetli ve doyurucu idi. Yine de, yan taraftaki meşhur Taş Kahve’de birer dondurma ve kahve için yer açabildik midemizde. Sakızlı, karadut ve karamel üçlemesinin tadı damağımda kaldı. Bir karamelli dondurma düşkünü olarak, karamelliyi özellikle başarılı buldum.

Taş Kahve

Yaz Rotası (2017)

Profesyonel yaşam insanı bütün bir yıl, irili ufaklı tatillere doğru koşmaya itiyor. Özlemle bekliyor, gün sayıyorsunuz. Sonra, o hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan tatiller göz açıp, kapayıncaya kadar geçiyor. Son birkaç gün içinize düşen “işe geri dönme” sıkıntısı da cabası. Tabii bu, şanslı olup da, tatiliniz süresince çağımızın en büyük esaret cihazı olan cep telefonunuz aracılığıyla işten, bazen defalarca, aranmadığınız sürece… Ne yazık ki, bazı kapasitesiz yöneticiler bunu özellikle yapmaktan zevk alırlar. Ya da, sanki tatil yasal hakkınız değilmiş gibi, dönüşünüzde kendilerince tatilinizi burnunuzdan fitil fitil getirirler..

Tatil günleri sınırlı olunca, insan ister istemez gideceği yere en hızlı şekilde varmayı ve yollarda gereksiz zaman harcamamayı hedefliyor. O nedenle, uzun yıllardan beri yaz tatillerinde eğer güneye gidilecekse, uçak ile seyahat etmeyi ve genelde tek bir yere gitmeyi tercih ediyordum. Yaşamın farklı evreleri insana farklı tatil modelleri empoze ediyor. Küçük çocuğunuz varken tercih sebebi olan büyük ve yarım/tam pansiyon turizm işletmeleri daha sonra sizin için cazibesini yitiriyor.

Bu yaz, uzun yıllardan beri yapmadığımız şekilde bir tatil yapmak istedik. Hem uçak yerine araba ile gidelim, hem de yol boyu, seçtiğimiz birkaç yerde kalalım dedik.

İşte 2017 yaz rotamız:

CundaAyvalık
Sığacık
Datça
Bozburun
Şirince