Eminim, başlığı gören çoğu kişinin ilk aklına gelen 24 Kasım 2005-26 Mart 2006 tarihleri arasında İstanbul’daki Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso İstanbul’da sergisi olacaktır. Hatırlarsanız, o zaman adeta yer yerinden oynamış, sergiyi gezmek için Doğu illerimizden bile otobüslerle vatandaşlarımız İstanbul’a akın etmişti. Serginin önemi büyüktü. Türkiye’de ilk olarak sanat tarihinin büyük sanatçılarından birisinin, üstelik geniş kapsamlı, bir sergisi düzenlenmişti. Uzun kuyruklar bize vız gelmiş, sergiyi yarı inanamamazlık yarı çocuksu bir sevinçle gezmiştik. Öte yandan, kanımca serginin bu kadar ilgi görmesinde bir diğer etmen daha vardı. Serginin İstanbul’da olması…
İstanbul, neredeyse 100 yıldır ülkenin başkenti değil. Buna karşın,
pek çok alanda merkez olma niteliğini hala sürdürüyor. Sanat ve kültür de
bunların arasında. Dünya çapında festivaller, sergiler ve konserlerle bu
iddiasını fazlasıyla hak ediyor. Öte yandan, sanat ve kültür alanında ülke
genelinde de artık geçmiş yıllarla karşılaştırılamayacak ölçüde kaliteli
projeler gerçekleştiriliyor. Ne var ki, İstanbul dışında olmaları sebebiyle
gerekenden çok daha az ilgi görüyorlar. Medyada daha az yer bulabiliyorlar.
Genel olarak, bitmesine az süre kalan ya da geçmiş sergiler
hakkında yazmıyorum. İlgi duyabilecek insanlara gezmeleri için haber vermek
açısından geç olduğunu düşünüyorum. Ancak şimdi, Yılbaşı için gittiğimiz
İzmir’de tesadüfen, kapanmasına birkaç gün kala, gezdiğimiz bir sergi için bu
kuralımı bozuyorum. Çünkü, 18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında,
İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde yer alan Picasso: Gösteri Sanatı
sergisinin, geride kalmış olsa da, insanların haberdar olması gereken bir proje
olduğunu düşünüyorum. Bu muhteşem serginin yeteri kadar ilgi görmemiş olması
açıkçası beni çok üzdü. Bu da en az Sabancı Müzesi’ndeki sergi kadar, başka
şehirlerden akın akın gidilecek bir sergi idi. Ama işte, yukarda belirttiğim
gibi, sergi yerinin İstanbul yerine İzmir’de olması kanımca bunun başlıca nedeni.
Araştırınca, sergi hakkında basında yer almış birkaç kısa yazı buldum. Ancak,
bunların önemli bir kısmı yerel gazeteler. Büyük gazetelerde ise, bazı köşe
yazarları yazılarında birkaç satır ile geçiştirmişler. Öyle anlaşılıyor ki,
basılı ve görsel basınımız sergiyi Türkiye genelinde tanıtımını yapmaya değer
görmemiş. Madem ki İstanbul’da değil, o zaman o kadar da önemli olmasa gerekir
düşüncesi ile…
Sergi hakkında en kapsamlı yazı, 21 Eylül 2019 tarihli
Hürriyet Cumartesi ekinde Aynur Tarhan tarafından yazılmış. Yazar, “Yaşasın
İzmir, Yaşasın Picasso!” başlıklı yazısında şu satırlarla biz İstanbullu
sanatseverlerin benmerkezciliğini ne güzel ifade etmiş. “Sevgili İstanbullular,
sergilerinize, bienalinize geliyoruz, seviyoruz. Ama artık sizi sadece
Çeşme’ye, Alaçatı’ya değil, şehrimizin sanatına, sanatçısına da bekliyoruz”.
Genelleme yapmam doğru olmaz. Eminim, hem bu sergiden hem de İzmir’in diğer
etkinliklerinden haberdar olan, giden İstanbullular vardır. Ben sadece kendi adıma
bu zarif sitemden dolayı utandım. Sergiden daha önce haberim olmadığı için
üzüldüm. Ama neyse ki, kapanmasına birkaç gün kala, tamamen şans eseri, gezebildim.
Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Paris-Picasso Ulusal Müzesi’nin
2017-2019 yılları arasında gerçekleştirdiği “Picasso-Mediterranee”
isimli projenin bir parçası olarak düzenlenmiş. Çok yönlü ve çok disiplinli kültürel
bir program çerçevesinde, temel olarak Picasso ve Akdeniz arasındaki zengin
bağa dikkat çekilmesi amaçlanmış. İki yıl boyunca düzenlenen sergiler,
sempozyumlar ve toplantılar ile yeni araştırma alanları oluşturulmaya
çalışılmış. Bu arada, Akdeniz’in çeşitli kentleri arasında bir yakınlaşma da
hedeflenmiş. Dokuz ülkeden yetmişin üzerinde kurumun desteği ile, çeşitli
Akdeniz şehirlerinde kırk beşin üzerinde sergi düzenlenmiş. Projede Türkiye’yi
temsil eden tek kurum Arkas Sanat Merkezi (ASM) olmuş ve böylece, projenin
kapanış sergisi olan bu muhteşem sergiye de ev sahipliği yapmış. Serginin özellikle,
ücretsiz olduğunun da altını çizmek isterim. Arkas Sanat Merkezi’nin, 13
Şubat-28 Temmuz 2019 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlediği “Arkas Koleksiyonu’nda
Post-Empresyonizm” sergisi de ücretsizdi. MSGÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat
Merkezi’nde açılan sergide yer alan inanılmaz tabloların yanında (doğrusu bu
sergiye kadar, ülkemizde bu tür değerli tabloları içeren bir koleksiyon
olduğunu hayal bile etmemiştim), halka bu hizmetin ücretsiz sunulmasını da çok
takdir etmiştim. Sonradan öğrendim ki, kuruluşundan beri düzenlenen sergilerin
ve diğer uluslararası projeler çerçevesindeki etkinliklerin ücretsiz olması
ASM’nin misyonunun bir parçası.
ASM, İzmir’deki tarihi Fransa Konsolosluğu binasının deniz
tarafında bulunuyor. Bu görkemli bina, 1906 yılında mimar Emmanuel Pontremoli
tarafından inşa edilmiş. Binanın bir özelliği, İzmir’in 1922 yangınından
kurtulan nadir binalardan birisi olması. Ancak bina yıllar içinde epeyce
yıpranmış. Arkas Holding’in 2010 yılında üstlendiği restorasyondan sonra hak
ettiği ihtişamlı haline dönmüş. Bunun karşılığında Fransız Hükümeti tarafından
20 yıllığına Arkas Holding’e tahsis edilmiş. Kasım 2011 tarihinden beri Arkas
Sanat Merkezi olarak kullanılıyor.
Sergi, adının da ima ettiği üzere, Picasso’nun gösteri
sanatı için veya ondan etkilenerek yarattığı eserleri kapsıyordu. Eserlerin
tamamına yakını Paris’teki Picasso Müzesi’ne (Musee National Picasso-Paris)
aitti. Özel koleksiyonlardan ödünç alınmış az sayıda eser de vardı. Paris’teki Picasso
Müzesi’ni 1990 yılının Mart ayında gezmiştim. O günden beri aklımdan çıkmadı. O
kadar etkilenmiştim ki, her nedense, Barcelona’daki o koskocaman Picasso Müzesi
bile bana aynı heyecanı ve tadı vermemişti. Paris’te kaldığım on günün bir
gününü bu müzede geçirmiş, sadece eserleri değil, Picasso’nun Fransız Komünist
Partisi üye kartı gibi kişisel eşyalarını da dikkatle incelemiştim. Ancak, o
kadar vakit geçirmeme karşın, eserlere bu sergide sunulan perspektiften
baktığımı hatırlamıyorum. İşte burada küratörlerin hakkını vermek gerektiğini
düşünüyorum. Kimi zaman farklı müze ve koleksiyonlardan eserler toplayarak,
kimi zaman da belli bir müzeden seçtikleri eserleri bir araya getirerek
dikkatimizi özel bir temaya çekebiliyorlar. Öyle ki, biz o müzede saatlerimizi
geçirmiş olsak da, o perspektifi yakalayamayabiliyoruz. Bu nedenle, söz konusu
serginin küratörü Jean Luc Macso’yu çok başarılı buldum. Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Picasso’nun
yaşamı boyunca gösteri sanatına duyduğu ilginin etrafında kurgulanmış bir sergi
idi. Küratör tarafından seçilen tablolar, maketler, eskizler, incelemeler,
fotoğraflar, filmler, kostümler, heykeller, videolar ve belgeler bu tema
etrafında seçilmişlerdi. Picasso, tüm sanat hayatı boyunca tiyatro, boğa
güreşi, bale, dans ve bizzat kendisini konu alan mizansenlerle gösteri
dünyasına olan ilgisini her zaman canlı tutmuş.
Picasso’nun gösteri dünyasına olan ilgisi, sekiz yaşından
itibaren gitmeye başladığı boğa güreşleri (corrida) ile başlamış ve giderek bir
tutku haline gelmiş. Öyle ki, yıllar sonra Güney Fransa’ya yerleştiği zaman,
ünlü matador Luis Miguel Dominguin’i izlemek için özel olarak Arles kentine
gidermiş. Bu onun için adeta bir ritüel haline gelmiş. Picasso için boğa
güreşleri hem hayat koşusunun hem de dünya ile olan kavganın sembolü olmuş. Çok
etkilendiği boğa güreşlerini ışık-gölge, iyi-kötü, eril-dişil gibi
karşıtlıkların modeli olarak sanatına yansıtmış. Boğa ve at temasını aynı
zamanda insan ilişkilerinin, mağdur ile celladın, şiddet ve zulmün kendi
aralarındaki ilişkisinin sembolü olarak görmüş. Boğa güreşi bir yandan da onun
için, çarmıha gerilme ile de ilişkilendirdiği, bir kurban ritüeli olmuş. Boğa
ve Minotaur
(kafası boğa bedeni insan olan varlık) gibi figürler, 1937 yılında yaptığı La
Guernica’da olduğu gibi, defalarca eserlerinin merkezinde yer almış.
Gösteri sanatlarından sirk dünyası da Picasso için hep ilgi
çekici olmuş. Bu ilgi, sanatçının 1904 yılında Paris’e yerleşmesi ile başlamış.
O dönem Picasso’nun atölyesi, daha sonra çok ünlenecek Modigliani, Kees
Van Dongen, Max Jacob gibi sanatçıların da atölyelerinin bulunduğu, Montmartre’daki
ünlü Bateau
Lavoir binasında imiş. Yakınlardaki Medrano Sirki,
Picasso’nun vakit geçirmekten hoşlandığı favori mekanlardan birisi olmuş.
Soytarı figürleri 1905 yılından itibaren sanatçının resim, çizim ve
gravürlerinde görülmeye başlanmış. Picasso, sirk temalı çalışmalarında,
gösterinin kendisinden ziyade, soytarıların günlük yaşamlarını ve kulisteki
hallerini yansıtmayı tercih etmiş.
Picasso’nun, bir sanatçı olarak, sahne dünyasına gerçek adım
atması Sergei Diaghilev’in kurduğu ünlü Ballets Russes için
kostüm ve sahne tasarımları yapmaya başlaması ile olmuş. Sanatçı bundan sonra,
sahnenin büyülü dünyası için, kübizm akımının etkisinde pek çok sahne dekoru,
kostüm ve sahne perdesi tasarlamış. Picasso Ballets Russes için ilk olarak, tek
perdelik realist bale olarak tanımlanan, Parade balesi için çalışmış.
Diaghilev bu bale ile Ballets Russes’e modern bir soluk getirmek istemiş. Bu
amaçla efsanevi kişileri bir araya getirmiş. Kurgu, film yönetmeni, şair ve
roman yazarı Jean Cocteau tarafından yapılmış. Leonid Massine hem koreografiyi yapmış hem de balede Çinli
hokkabaz rolünde oynamış. Müzik Erik Satie tarafından bestelenmiş.
Dekor, kostüm ve sahne önü perdesi Pablo Picasso tarafından tasarlanmış. Eser
ilk olarak, 18 Mayıs 1917 tarihinde Paris’teki Theatre deChatelet’de
sahnelenmiş.
Sergide benim en hoşuma giden bölüm, Picasso’nun Tricorne
balesi için yaptığı çalışmalar oldu. Yine bir Ballets Russes prodüksiyonu olan
bu tek perdelik bale, klasik müzik severlerin aşina olduğu ve sevdiği bir
müziği olmasına karşın, klasik bir bale olmaktan ziyade, İspanyol dans
tekniklerini içeren bir gösteri imiş. Pedro de Alarcon’nun El
Sombrero de Tres Picos (Üç Köşeli Şapka) romanından uyarlanmış konusu
Picasso’ya çok cazip gelmiş olmalı. Boğa güreşi temasının hakim olmasının
yanında, konunun Picasso’nun memleketi olan Endülüs’te geçiyor olması sanırım
sanatçının işini daha büyük bir şevkle yapmasına neden olmuş. Ayrıca işin
içinde bir aşk hikayesi olması ve otorite ile alay etme fırsatı da cabası.
Picasso’nun tasarladığı rengarenk kostümler göz kamaştırıyordu.
Tricorne balesi için Diaghilev 1916 yılında besteci Manuel
de Falla’ya beste siparişinde bulunmuş. Bestecinin Üç Köşeli Şapka süitini
günümüzde de zevkle dinliyoruz. Koreografiyi Leonid Massine’in, dekor, kostüm
ve sahne önü perdesini Picasso’nun tasarladığı eser ilk olarak 22 Temmuz 1919
tarihinde Londra’daki Alhambra Theatre’da sahnelenmiş.
Ballets Russes tarafından ilk olarak 15 Mayıs 1920 tarihinde
Paris Operası’nda sahnelenen Pulcinella balesi Picasso’nun bu
topluluk ile yaptığı bir başka işbirliği olmuş. Müziği Igor Stravinsky’e ait
olan balede ayrıca, Giovanni Pergolesi ve döneminin başka İtalyan bestecilerinin
eserlerinden uyarlamalar da kullanılmış. 1700’lü yıllara tarihlenen bir Napoli
kökenli tiyatro oyunundan esinlenilen balede baş karakter Pulcinella,
Picasso’nun özgün tasarımlı kostümleri ile sahnede hayat bulmuş. İtalyan Commedia
dell’Arte gösterilerinin başlıca karakteri olan, sırtında kamburu ve
kanca burnu ile karakterize edilen Pucinella’yı temel alan bir bale yaratma
fikri, Picasso, Stravinski ve Massine’in yaptıkları bir Napoli gezisi
sırasında, koreograf Massine’in aklına gelmiş. Bu fikir Picasso’ya da çok cazip
gelmiş olmalı zira, Pulcinella figürü sıklıkla Arlecchino (soytarı)
figürü ile özdeşleştirilmiş. Arlecchino ise, Picasso’nun hep ilgisini çeken bir
figür olmuş.
Picasso, Arlecchino karakterine 1901 yılından itibaren ilgi
duymuş ve yaşamının sonuna kadar, aralıklarla da olsa, resmetmeye devam etmiş.
Zaman zaman unutsa da, sonra tekrar bu karakteri canlandırmış. Bir Commedia
dell’Arte karakteri olan Arlecchino onun için, belirsizlik, karmaşa, yalnızlık
ve melankoli imgesi olarak bir tür kendi yansımasının betimi olmuş. Arlecchino
(ve Pulcinella gibi onunla özdeşleştirilen Pedrolino), Picasso’nun sanat
yaşamında Mavi Dönem’den, sirkleri sıklıkla ziyaret ettiği 1929 yılı
sonuna kadar olan süre sırasında önemli bir rol oynamış. 1924-1929 yılları
arasında sanatçı pek çok kez oğlu Paul’ü Arlecchino ve Pedrolino olarak
resmettiği eserler üretmiş. Bu karakterler 1961 yılında heykel olarak, 1969’dan
itibaren de bir grup resim ve çizim olarak sanatçının yaratılarına geri
dönmüşler.
Picasso’nun Diaghilev ile işbirliği, Cuadro Flamenco ve Mercure
gösterileri ile devam etmiş. 17 Mayıs 1921 tarihinde Paris’te sahnelenen Cuadro
Flamenco için Manuel de Falla geleneksel Endülüs müzik parçalarını aranje
etmiş. 15 Haziran 1924 tarihinde sahnelenen ve üç tabloluk “plastik poz”
gösterisi olarak tanımlanan Mercure’ün müziğini Erik Satie bestelemiş. Ancak,
Mercure gösterisi maalesef bir skandalla sonuçlanmış. Kendileri ile alay
edildiğini düşünen Parisliler gösteriyi ıslıklarla protesto etmişler.
Yaşamı boyunca Picasso’yu etkilemiş birçok sanatçı ve aydın olmuş.
Bunlardan bazıları gösteri sanatı ile ilişkili kişilermiş. Oyun yazarı,
besteci, koreograf, dansçı, fotoğraf sanatçısı pek çok kişi onun özel hayatında
ve sanatında iz bırakmışlar. Serginin Picasso’nun Galaksisi olarak
adlandırılan bölümünde, sanatçının bu
kişiler ile ilgili yaptığı çalışmalar sergilenmişti. Bu bölümde, fotoğraf
sanatçısı sevgilisi Dora Maar’ı resmettiği Mavi Şapkalı Kadın Portresi serginin
en ilgi çeken eserlerinden biriydi.
Her ne kadar sergi kapanalı neredeyse üç ay olsa da, bu yazı
ile iki şey amaçlıyorum. Birincisi, hep birlikte İzmir’deki Arkas Sanat
Merkezi’ni daha yakından izlememiz. Faaliyetlerinin Türkiye çapında bir ilgiyi
hak ettiğini düşünüyorum. İkincisi ise, henüz Paris’teki muhteşem Picasso
Müzesi’ni gezmemiş olanlara bir tadımlık sunmak. Doğrusu bu sergiden sonra
benim içimde Paris’teki müzeyi de tekrar görmek için büyük bir istek doğdu.
Farklı bir perspektifle yeniden gezmek için.
Milano ile ilgili önceki yazılarımdan birinde, Ekim 2019’da neden Milano’ya gitmeyi seçtiğimizi daha sonra yazacağımı belirtmiştim. Doğal olarak, her gezinin bir çıkış noktası oluyor. Sanırım, bu herkes için böyle. Duyulan bir merak, özel bir ilgi ya da önceden gidip de, insanın unutamadığı bir özellik nedeniyle yeniden görme isteği. Önceki gidiş ya da gidişlerinizde görmeye fırsat bulamadığınız ama hala aklınızdan çıkmayan yerler. Hepsi olabilir.
Yolculuktan aylar önce, İtalya’da bu kez nereye
gideceğimiz konusunda araştırma yaparken, operaya gidebileceğimiz bir şehre
gitmenin çok güzel olacağını düşündüm. Ekim ayı İtalya’da opera için iyi bir
mevsim değil. Özellikle, yazın opera sahnelenen Roma, Verona
gibi kentlerde Ekim ayı bir ara verme dönemi oluyor. Bu gibi şehirlerde
sezon epeyce geç başlıyor. Ama La Scala’nın öyle olmayabileceğini
düşünerek, bir şansımı deneyeyim dedim ve programa baktım. Ne büyük sürpriz!
Bizim İtalya gezimiz için planladığımız günlere denk gelen bir tarihte
sahnelenecek bir opera vardı. Hem de bir Gala! Handel’in Giulio
Cesare inEgitto (Jül Sezar Mısır’da) adlı eseri. Üstelik, başrolde ünlü
mezzo-soprano Cecilia Bartoli ile… İnanması zor bir şans diye düşündüm.
Handel’in bu eserini bilmiyordum ama konçerto ve süitlerini çok severim. O
nedenle, eser konusunda tereddüt etmedim. Bartoli’yi de, kimilerinin yorucu ve
sıkıcı bulmasına karşın, çok severim. Kendisini bir kere İstanbul Festivali
sırasında Aya İrini’de izlemiştim. Albümleri de bana daima keyif
vermiştir.
Böylece, 2019 sonbaharında nereye gideceğimiz
belli oldu. Milano’ya gidecektik. Uçak ve otel rezervasyonundan önce, La Scala’ya
biletlerimizi aldık. En son 21 yıl önce, 1998 yılında, gittiğim bu operanın
birkaç mabedinden birine gidecek olmamız beni çok heyecanlandırdı.
Operayı sevmem çocukluk yıllarıma dayanır. Birkaç yıl önce yayınladığım La Diva Turca isimli yazımda (söz konusu yazıya erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz) opera sevgimin henüz çocukken Roma’da babamın götürdüğü operalar ile başladığını yazmıştım. Öyle ki, kışın Teatro dell’Opera di Roma ya da yazın Terme di Caracalla’daki açık hava temsillerine gitmediğimiz zamanlar, evdeki opera plaklarını libretto’larından takip ederek dinlerdim.
O zamanlar, kışın operaya gitmek öyle sıradan
bir olay değildi ve beni temsiller kadar, ortam da çok etkilerdi. Uzun olmasa
bile, daima çok şık gece giysileri içinde kadınlar ve smokin ya da koyu renk
takım elbiseleri içinde erkekler. En az onlar kadar kibar görevliler. Kristal
avizelerin altın rengi süslemelere yansıyan ışıltısı. Kibar selamlaşmalar,
terbiyeli kahkahalar. Yazları gittiğimiz Terme di Caracalla’da durum farklıydı.
M.S. 3. yüzyıldan kalma bu Roma hamamında sergilenen temsillerde, yazlık
sinemalar gibi olmasa da, doğal olarak daha rahat bir ortam olurdu.
1998 yılında, bir arkadaşımla La Scala’da Giacomo Puccini’nin Manon Lescaut operasını izlemiştim. Milano’ya iş için gitmiştik. O zamanlar henüz önceden internetten bilet almak gibi bir olanak olmadığı için, ancak Milano’ya gidince bilet olup olmadığını soruşturabildik. Tabii ki, tüm biletler aylar önce satılmıştı. Ama, kaldığımız Hotel dei Cavalieri bu gibi durumlar için belli ki önlemini almıştı. Bilgi almaya çalıştığımız resepsiyondaki görevli,
– Bayanlar, biliyorsunuz, La Scala’nın biletleri aylar önce satıldı. Ancak, arzu ederseniz, biz size bilet sağlayabiliriz , demişti.
Böylece, normal fiyatın iki katını vererek, o akşam Manon Lescaut’ya gitmeyi başarmıştık. La Scala’nın kapısından girer girmez çocukluğuma geri dönmüştüm. Jilet gibi ütülü üniforması içindeki kibar bir görevli bizi karşılamış ve,
– Güzel bayanlar, La Scala’ya şeref verdiniz,
diyerek, türlü iltifatlarla yerimize kadar götürmüştü. Hemen hemen her kadına benzer iltifatlar yapıldığını tahmin etsek de, doğrusu söyledikleri kulağımıza, tarzı gönlümüze çok hoş gelmişti…
Yerimiz gerçekten mükemmeldi. Hiç unutmuyorum, ilk kattaki,
sahnenin tam karşısında yer alan en iyi localardan birinde, öndeki iki sandalyeye
oturduk. Aşağıda parterre ve yukarda
localar şık insanlarla doluydu. Bir grup Japon erkek, smokinlerinin içinde
hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Turistik ya da iş gezisi, her ne sebeple
Milano’ya gelmişlerse, smokinlerini getirmeyi unutmamışlardı. Kısacası bana
göre ortam, opera sanatına yaraşır bir haldeydi. Tıpkı çocukluk anılarımda
olduğu gibi…
Sonraki yıllarda, Avrupa’ya gidişlerimde eğer denk gelen bir
opera temsili varsa hep gitmeye gayret ettim. Zaman içinde, giyim kuşam ve
opera izleme adabı açısından kalitesi düşen seyirci beni üzmeye başladı.
2013’te, Viyana Staatsoper’deki ortam beni eski güzel günlere götürse
de, hemen arkasından gittiğim Prag ve Berlin’de hayal
kırıklığına uğramıştım. Ama İtalya farklıydı. Bir süredir İtalya’da operaya
gitmiyor olsam da, buna yürekten inanıyordum. Kapıcısından, duvarcısına kadar
herkesin opera sevdiğini bildiğim İtalya’da, operanın anavatanında durum farklı
olmalıydı.
İşte bu düşünce ve duygularla, 18 Ekim 2019 akşamı için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Yaz ortasında La Scala’dan bir e-mail geldi. Üzülerek, Cecilia Bartoli’nin sahne alamayacağını bildiriyorlardı. Kleopatra rolünü Bartoli yerine, Avusturalya asıllı Amerikalı soprano Daniellede Niese oynayacakmış. Düş kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Danielle de Niese’i tanımıyordum. Ama, programda daha önce dikkatimi çekmemiş olan, Sezar rolündeki Bejun Mehta’yı biraz araştırınca, La Scala’da güzel bir akşam geçireceğimize dair inancım geri geldi. Babası ünlü şef Zubin Mehta’nın kuzeni olan Bejun Mehta günümüzde dünyanın en iyi birkaç kontrtenorlarından birisi sayılıyormuş. Aldığı birçok ödül ve Grammy, Laurence Olivier gibi ödüllere adaylıkları var. Benim kafamı kurcalayan konu, sadece onun bir kontrtenor olarak Sezar rolünü oynayacak olması oldu. Bilindiği üzere, tıpkı geçmişte kastrato’ların yapabildiği gibi, kontrtenorlar da kadın sesi çıkarabiliyorlar. Handel de, zamanında kastratolar için birçok eser bestelemiş. Ancak bunlar, o dönem kadın sesinin Papa tarafından yasaklanmış olması nedeniyle, genelde kadın rolleri için sahneye çıkıyorlarmış. (Kastratolar ve tarihte en ünlülerinden biri sayılan Farinelli hakkındaki SanatAşkına… başlıklı yazıma erişmek için linke tıklayabilirsiniz). Bu nedenle, Sezar gibi güçlü bir tarihi kişiliğin bir kontrtenor tarafından canlandırılması bana çelişkili geldi. Ancak, belirttiğim gibi, üzerinde fazla durmadım.
Milano’da kaldığımız otel, yürüyerek La Scala’ya en fazla beş dakikalık bir mesafede idi. Çok merkezi bir konumda olması nedeniyle de, günde en az bir iki kere önünden geçiyorduk. Temsil akşamının gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Bu arada, aralarla birlikte, 3 saat 43 dakika süreceği belirtilen temsil öncesinde bir şeyler yemek gerekecekti. Onun için de, La Scala’nın fuayesinde bulunan, Il Marchesino’da önceden yer ayırttık. 1998 yılında, arkadaşımla önceden değil, sonradan yemek yemeği tercih etmiştik ve temsilin sonunda yakınlardaki bir bara girmiştik. İçerisi oldukça karanlık ve çalan müzik, birkaç dakika önce bize keyif veren müzik ile alakası olmayan, yüksek perdeden bir günümüz müziği idi. Bizi kapıda karşılayan görevli, kıyafetlerimize bakarak,
– Sanırım siz La Scala’dan geliyorsunuz, demişti.
Öyle olduğunu söyleyince,
– O zaman, yan taraftaki restoran daha çok hoşunuza gidecektir,
diyerek, bizi başka bir işletmeye yönlendirmişti. Gerçekten
de gittiğimiz restoranın klasik tarzdaki dekorasyonu ve çalınan klasik müzik
ile, operada geçirdiğimiz büyülü saatlerin etkisi yemek boyunca devam etmişti…
Il Marchesino, kırmızı kadife ile kaplı koltuk ve
sandalyelerine karşın modern tarzda döşenmiş bir restoran. Doğrusu, La
Scala’nın çatısı altında daha farklı bir tarz bekliyordum. Tüm masalar, bizim
gibi temsile gelenlerle doluydu. Sanırım, benim moralim yavaş yavaş bu yemek
sırasında bozulmaya başladı. Bizim yaşımızda veya yaşları biraz daha fazla olan
çiftler, eski günlerde olduğu gibi, son derece özenli giyinmişlerdi. Hanımlar
gece elbiseleri, erkekler smokin ya da koyu renk takım elbiseleri ile mutlaka
kravatlı veya papyonlu. Öte yandan, gözüme çarpan o diğer korkunç kıyafetler de
neydi? Sokakta köpeğini gezdirmekten geliyormuş gibi giyinmiş kadınlar, kanvas,
hatta jean pantolon giymiş erkekler. Bu doğru olamazdı. Bu insanlar bizimle temsile
girecek olamazlardı. Sahnede bir kere görme fırsatı bulabildiğim ve zarafetine
hayran olduğum, 25 sene prima donna
olarak burada sahneye çıkmış olan Leyla Gencer’in La Scala’sı bu hale
gelmiş olamazdı. 1998 yılında, değil bu kadar döküntü kıyafetlerle, kravatsız
olarak gelenler kapıdan çevriliyordu.
Karışık duygular içinde yemeğimizi yedik. Servis hızlı,
yemekler lezzetli idi. İtalya’da her bölgenin, şehrin kendine has bir yemeği
vardır. Milano’nunki nedir derseniz, hiç şüphesiz, başta Risotto alla Milanese
(Milano usulü risotto) gelir. Avrupa’ya Araplar tarafından getirildiği
düşünülen pirinç, İtalya’da ilk olarak Sicilya’ya 13. yüzyılda gelmiş. Buradan
Napoli’ye, oradan da, Milano’lu Sforza ailesinin Napoli Krallığı ile olan bağı
nedeniyle, Lombardiya bölgesine gelmiş. Günümüzde, ülkenin en geniş pirinç
tarlaları burada bulunuyor. Tüm İtalya’da pirinçten yapılan risotto çeşitleri
ile Milano usulü olanı ayıran en önemli özellik ise, burada safranın en önemli
malzeme olması. Böylelikle, Milano usulü risotto’nun hoş, sarı bir rengi
oluyor. Il Marchesino’da yediğimizin ilave özelliği ise, üstündeki eritilmiş
altındı. Altının yemeklerde kullanıldığını biliyordum ama, daha önce hiç yememiştim.
Doğrusu, çok lezzetli idi. Bir kadeh güzel şarap eşliğinde, güzel bir yemek
oldu.
Derken, temsil vakti geldi… Hesabı ödeyip, kalktık.
Kapıda düzeni sağlamaya çalışan bir iki görevli dışında
etrafta personel görünmüyor. Nerede o yıllar önce iltifatlarla bizi karşılayıp
locamıza götüren kibar görevliler? Bir itiş kakış. Sırtında koca sırt çantası
ile gelenler. La Scala’ya yakıştıramadığım kılık kıyafette insanlar. Evet,
artık iyice ikna oldum. Operanın bu son kalelerinden biri de seyircisindeki
sakilliğe ve kılıksızlığa yenik düşmüş. Belli ki para kazanma kaygısı ile,
artık kapıdan kimseyi kıyafetinden ötürü geri çevirmiyorlar. Kimi seyirciler
de, bir opera akşamı için giyimlerine en ufak özeni göstermeyi düşünmüyorlar.
Dünya nasıl bu kadar sakil, zevksiz ve banal bir hal aldı? Biliyorum, imkanı
kısıtlı olmayanlar gitmesin mi denilebilir. Ama, en azından temiz ve düzgün
ütülü giyinmek mümkün diye düşünüyorum. Benim düşünceme göre, La Scala’ya
gitmek artık bazı insanlar için, Milano’ya gitmişken şöyle bir Duomo’yu gezmek
gibi bir şey haline gelmiş. Milano’ya gidince, yapılacaklar listesindeki
maddelerden biri olmuş. La Scala yönetimi de artık bundan rahatsız olmamaya
karar vermiş. Yeter ki gelir olsun. Onlar da kendi açılarından haklı olabilir.
Azalan eski opera severler nedeniyle ayakta kalmaya çalışıyorlar belki de.
Kalabalığın içinde zar zor yerimizi bulduk. İkinci kattaki
12 numaralı locanın en öndeki iki sandalyesine oturduk. Bir süre sonra,
nasılsa, bir görevli Uzakdoğulu bir çifti de bizim locaya getirdi. Bu sayede,
görevlinin anahtarla açtığı 12 numaralı locanın vestiyerine pelerinimi
asabildim. Artık, temsil başlayana kadar biraz etrafı inceleyebilirdim.
Söylememe gerek yok, La Scala’nın içi çok güzeldir. Tam adı Teatro alla Scala olan opera binasının yapımına, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın himayelerinde, 1776 yılında başlanmış. O zamana kadar opera binası olarak Teatro Ducale kullanılıyormuş. Ducale o yıl yanınca, yeni bir opera binasının yapımı için hemen harekete geçilmiş. İnşaat, eski binadaki loca sahiplerinden toplanan paralarla finanse edilmiş. Mimarı Giuseppe Piermarini olan La Scala’nın adı, burada daha önce bulunan ve opera binası için yıkılan, 1381 yılında yapılmış, Santa Maria della Scala kilisesinden geliyor. Zamanında bu kilise, Dük Bernabo Visconti’nin eşi için yapılmış. 1778 yılında tamamlanan opera binasında ilk temsil, Antonio Salieri’nin L’Europa riconosciuta isimli eseri olmuş. Bundan sonra La Scala, İtalyan operasının ünlü bestecileri Rossini (1792-1868), Gaetano Donizetti (1797-1848), Verdi (1813-1901) ve Bellini’nin (1801-1835) eserlerinin sergilendiği başlıca mekanlardan biri olmuş. Ünlü şef Arturo Toscanini’nin (1867-1957) yönetime gelmesinden sonra, o zamana kadar İtalyan opera severlerin az tanıdığı, Richard Wagner’in de eserleri sahnelenmeye başlanmış. Renata Tebaldi, MariaCallas, Leyla Gencer gibi operanın Diva’ları, Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev gibi balenin unutulmazları burada sahneye çıkmışlar.
La Scala, Milano’nun 1943 yılındaki bombalanması sırasında
yerle bir olmuş ve üç yıl sonra yeniden inşa edilmiş. En son 2002 yılında
tekrar restorasyona girmiş ve 2004 yılında perdelerini yeniden açmış. Ancak,
belki yakınlarda yeniden bir elden geçmesi gerekebilir. Örneğin, bizim locanın
duvarında kocaman bir göçük vardı. Bunu kimin nasıl yaptığını bilemiyorum ama,
düşmüş olduğuna kanat getirdiğim izleyici kalitesinden dolayı pek şaşırdığımı
da söyleyemeyeceğim.
Nihayet, temsil saati geldi ve perde açıldı… Bundan sonrası,
benim için önce bir şok, sonra hayretle karışık derin bir hayal kırıklığı ve
yürek daralması ile geçti diyebilirim. Karşılaşacağımız durum ile ilgili daha
önce en ufak bir ipucu fark etmemiştik. Belki, operayı sahneye koyan Robert
Carsen’ı ve dekor ve kostümleri tasarlayan Gideon Davey’i bilenler,
hatta sevenler, koşa koşa gelmiş olabilirler. Araştırdığım kadarı ile son
yıllarda dünyanın belli başlı operaları ile çalışmış olan bu ikiliyi şahsen
ben, kara listeme almış bulunuyorum. Bundan böyle, bu ikilinin yer aldığı
hiçbir projeyi görme arzum yok. Bana göre bir maskaralık olan bu denemeler,
aynı zamanda opera sanatına bir hakaret. Değişen zamandı, zevklerdi, gençleri
operaya çekme çabasıydı… Kim ne derse desin, ben askeri kamuflaj kıyafetleri
içinde bir Sezar ve Romalı askerler izlemenin zevkini anlayabilmiş değilim.
Sanatta çağa uygun, yeni şeyler elbette denenir. Denenmelidir de. Ama, bu
Handel ya da diğer klasik bestecilerin eserleri katledilerek yapılmamalı. Çok
isteniyorsa, çağdaş besteciler yeni besteler yapabilirler. Hatta benim önerim,
atonal denen o zevksiz formda yapmaları en iyisi olur…
Evet, perde açıldı ve salonda bir dalgalanma oldu. İlk anda
kamuflaj kıyafetlerinin yarattığı şoku, giderek dozu artan başka şoklar izledi.
Sahneye çıkarılan bir askeri cip ve daha sonraki perdelerde, muhtemelen
sponsorluk alınarak, çıkarılan bir Mercedes araba. (Aklıma, çocukluğumda Terme
di Caracalla’da izlediğim Aida operasında sahneye dört nala çıkan dört atlı zafer
arabası, filler ve develer geldi.) Tayyör giymiş Kleopatra, üzerinde kocaman FENDI yazan torbalarla
Romalıların Mısırlılara hediyeler sunması (büyük olasılıkla bir sponsorluk
daha), petrol boru hatları ve en sonunda i-phone ile hep beraber çekilen
selfie… Hepsi, korkunç bir kabus gibi üstümüze çöktü. Bu saçmalığı bir şekilde
protesto etmek, kabullenmediğimizi belli etmek
gerektiğini düşündüm. İlk aklıma gelen, alkışlamamak oldu. Sanırım, pek
çok kişi benim yaşadığım çelişkiyi yaşadı. Önemli aryaların sonrasında ve perde
aralarında alkışlar başlarda çok cılız oldu. Sonra, bunun da sanatçılara bir
haksızlık olacağını düşündüm. Çünkü, onların icraatlarında herhangi bir falso
yoktu. Bu duygular içinde geceyi tamamladık.
Daha önce Türkiye’de de, modern bir anlayışla sahne tasarımı
ve kostümleri yapılmış klasik opera ve baleler görmüştüm. Doğal olarak, hiç
hoşlanmamış, hatta kızmıştım. Bir ihtimal, kaynak sıkıntısına bağlamıştım. O
tür nedenler de etkili olabilir ama, sanki bizde de yurtdışındaki gibi bir “çağdaşlaşma” çabası bu. Bir tür,
“onlar yapıyor, biz de
yapalım” hali.
Belli ki, artık opera sanatı için bir çağ kapanıyor. Seyircisi, kurumları ve hatta icracıları için durum bu. Geçmişin hiçbir Diva’sının bu tür saçmalıklara tahammül edeceğini düşünmüyorum. Ne Leyla Gencer’in ne Maria Callas’ın böyle bir rejiyi kabul edeceğini zannetmiyorum. Cecilia Bartoli’nin de bu tür bir projede yer almak isteyeceğinden emin değilim. Eğer vaz geçme nedeni buyduysa, hiç şaşırmam.
Aslında, fazla söze gerek yok. Her şey La Scala’nın, 2008
yılında Leyla Gencer’in ölümü üzerine yayınladığı mesajda çok güzel bir şekilde
ifade edilmiş…
“Leyla Gencer ile birlikte, yalnızca onun tiyatrosu ve ikinci evi olan La Scala değil, operanın kendisi de geri gelmez ihtişamlı yıllara veda ediyor.”
Ekim ayında İtalya’ya gidiyorsanız, dikkatli olmasınız. Özellikle yolculuk, İtalya’nın güneyine ise. Türkiye’nin güney sahillerinde Ekim ayında rahatlıkla denize girildiği için insan, İtalya’da da durumun aynı olduğunu düşünebilir. Oysa, işin doğrusu hiç de öyle değil. 2016 yılında bunu bizzat yaşadık. Coğrafi olarak çizmenin topuk kısmına denk gelen Puglia’da, Ekim ortasında bırakın denize girmeyi, sere serpe gezmek için bile hava oldukça serindi. Sahildeki tüm yerleşim yerleri boşalmış, plajlar kapanmıştı. Bunu haritaya bakınca da anlamak mümkün. Her iki ülkeyi gösteren bir haritaya bakarsanız, güney İtalya’nın bizim Akdeniz sahillerimizden epeyce kuzeyde olduğunu görebilirsiniz. O geziden sonra, her yıl Ekim ayında yaptığımız İtalya gezilerinde hep tedbirli olduk. Hele kuzeye doğru çıktıkça, o mevsimde havanın epeyce serin olabileceğini biliyorduk artık.
Milano’ya indiğimiz gün hava oldukça kapalı ve yağışlıydı.
Sonraki iki gün daha şanslıydık. Güneş açtı. Arada hava kapasa da, en azından
yağış yoktu. Son günümüzde, Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek için, Pinacoteca
Ambrosiana’ya gittiğimizde, yine kapalı, yağışlı ve epeyce kasvetli bir
hava vardı. Daha önce belirttiğim gibi, Milano meraklısı için sayısız gizli
hazine barındıran bir şehir. Biz de, günlük programımızı hava durumuna uydurarak,
dolu dolu bir dört gün geçirdik.
Milano, sadece bir finans, endüstri ve moda şehri değil
demiştim. Burası aynı zamanda, zengin bir sanatsal ve kültürel geçmişi olan bir
şehir. İlk bakışta öyle görünmese de, tarihi çok eskilere giden, coğrafi konumu
nedeniyle birçok milletin gelip geçtiği ve izler bıraktığı bir yerleşim yeri.
Milano hem Napolyon’un 1805 yılında Duomo’da taç giydiği şehir hem de,
güçlü sendikalara ve sosyalist harekete rağmen,
Mussolini faşizminin 1919’da doğduğu ve onun 26 Nisan 1945
yılında Piazzale Loreto’da asılmasıyla son bulduğu yer.
Milano’nun da içinde bulunduğu bölgede (Lombardiya), M.Ö.
3000-2000 yılları arasında Liguryalılar yaşamış. Daha sonra
buralara Hint-Avrupa halkları yerleşmiş. Göller bölgesinde yapılan
arkeolojik kazılardan, M.Ö. 9. ve 6. yüzyıllar arasında buralarda Keltlerin,
5. yüzyılda ise Etrüsklerin yaşadıkları anlaşılmış. Şehir, 4. yüzyılın
başlarında Galyalı kabileler tarafından kurulmuş.
M.Ö. 222 yılında Milano, Po vadisi ve bölgenin o zamanki
diğer şehirleri ile birlikte, Romalıların eline geçmiş. Çok geçmeden, önemli
bir ticaret merkezi haline gelmiş ve zamanla imparatorluğun içinde politik ve
yönetimsel bir bağımsızlık kazanmış. M.S. 286 yılında, Roma İmparatorluğu Batı
ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, Batı Roma İmparatorluğunun başşehri olmuş.
İmparator
Maximianus burada oturmaya başlamış. Böylelikle şehir, batıda Roma’dan
sonra en önemli şehir haline gelmiş. İmparator Konstantin 313 yılında,
Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiğini Milano Fermanı ile ilan
edince, şehir aynı zamanda önemli bir dini merkez haline de gelmiş.
Günümüzde, Milano’da Romalıların izleri o kadar az ki, insan
buranın bir zamanlar imparatorluğun önemli bir şehri olduğuna inanamıyor.
Örneğin, bir zamanlar kuzey- güney yönünde 470 metre uzunluğunda ve 80 metre
eninde olduğu belirtilen hipodromdan geriye kalanlar yok denecek kadar az. Bu
kalıntıları görmek için Via Circo’yu (Circo Sokağı) arayıp
bulduk. Kalıntılar, İstanbul’daki Hipodromdan geriye kalanlardan bile
azdı. Yapının önemli bölümü, çevresindeki
modern binaların içinde kalmış. Küçük bir kısmı görülen duvar, binanın
temelinin ufak bir bölümü. Romalıların Mediolanum (Milano) Circo’su
(Hipodromu), 3. yüzyılın sonlarında, İmparator Maximianus’un isteği üzerine
yapılmış. Aynı dönemde, şehir duvarları büyütülmüş ve İstanbul’da olduğu gibi,
içinden hipodroma doğrudan geçiş olan, bir İmparatorluk Sarayı yapılmış. Orta
Çağ boyunca yavaş yavaş yok olmaya başlayan yapı, daha sonra tamamen ortadan
kalkmış. Bulunduğu sokağın adının çağlar boyunca Via Circo olarak kalması, 1930’larda
bir ipucu olarak değerlendirilmiş ve yapılan kazı ile günümüzde görülen
kalıntılar ortaya çıkarılmış.
İki gün sonra, Pinacoteca Ambrosiana’dan dönerken,
yolumuz yine Via Circo’ya düştü. Yağışlı ve kapalı havada, sokak boyunca bu kez
daha uzun yürüdük. Belli noktalarda kavis yaparak dönen sokağın şekli, büyük
olasılıkla, zaman içinde eski hipodromun yapısına göre şekillenmişti. Sokağın
bir yerinde, hem dinlenmek hem de bir şeyler yemek için, kafe tarzı bir yere
girdik. Günlerden Cumartesi, hava iç karartıcı idi. İçerisi, son derece sade,
basit ama belli bir tarzı olan eşyalarla döşenmişti. Duvarlarda, canlı
renklerde ilginç afişler vardı. Burası, tam bir mahalle mekanı idi. Zaman zaman
mahalleliler içeri giriyor, sahibi ile üç beş laflarken, bir kadeh bir şey içip
kalkıyordu. Kafenin sahibi, kravatı ve yeleği ile, tertemiz giyimli, kibar bir
adamdı. Lezzetli birer tost yerken ve kahve içerken, tüm bu insanların böylesi
iç karartıcı bir günde bile ne kadar yaşam dolu, neşeli ve birbirlerine karşı
nazik olduklarını gözlemledim.
Ambrosiana Sanat Galerisinden bir önceki yazımda, burada bulunan Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unu anlatırken, söz etmiştim. Galerinin kütüphanesi, Bibliotheca Amrosiana’nın yanında bulunan, 1030 yılında yapılmış San Sepolcro Kilisesi, şehrin Roma dönemindeki Forum alanı üzerine yapılmış. Kilisenin kriptinin zemini bu Forum’dan kalan orijinal taşlardan meydana geliyor. Kilise, 1928 yılından itibaren Ambrosiana Kütüphanesi’nin mülkiyetine geçmiş. Ancak, orayı gezmek için ayrı bir biletiniz olması gerekiyor. Via S. Vittore al Teatro 14 adresindeki Ticaret Odası’nın altında bulunan ve randevu ile gezilebilen, M.S. 1. yüzyıldan kalma tiyatro kalıntıları ve Arkeoloji Müzesi’nin içindeki M.S. 1.-3. yüzyıllardan kalma ev kalıntıları, şehirdeki diğer az sayıda Roma dönemi eserleri arasında bulunuyor.
Bu oldukça gizli saklı kalmış Roma dönemi eserlerinin
yanında, şehrin içinde o döneme ait en göz önünde olan kalıntılar, San
Lorenzo alle Colonne kilisesinin önündeki 16 adet sütun. M.S. 2. ve 3.
yüzyıl arasına tarihlenen bu sütunlar, şimdi bulundukları yere 4. yüzyılda,
kilise yapıldığı zaman, yerleştirilmişler. Kilisenin kendisi, Milano’nun en
eski kiliselerinden biri. Daha önce burada bulunan bir Roma tapınağının üzerine
yapılmış. Kilisenin, Romalıların Hristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk
kiliselerden olduğu düşünülüyor. Yuvarlak formdaki yapının inşaatında tapınağın,
yakınlardaki Romalılardan kalma yapıların ve amfi-tiyatronun taşları bol
miktarda kullanılmış. San Lorenzo alle Colonne, geçirdiği sayısız yangından
sonra, 11. ile 12. yüzyıllarda ve 1573 yılında, belirtilmeyen bir sebepten
ötürü kubbesi yıkılınca, birkaç kez yeniden inşa edilmiş.
Kilisenin önündeki meydanda İmparator Konstantin’in
bronz bir heykeli var. Bu bir kopya. Heykelin aslı, Roma’daki San
Giovanni in Laterano kilisesinde. Roma İmparatoru I. Konstantin, Hristiyanlığı kabul ederek devletin resmi dini
ilan etmesi nedeniyle, Batılı Hristiyanlar için çok önemli.
Milano’nun erken Hristiyanlık dönemi kiliselerinden bir
diğeri, ünlü Sant’Ambrogio (Aziz Ambros) Kilisesi. Buranın önemli
olmasının ve en az Duomo kadar çok gezeni olmasının birkaç nedeni var. Öncelikle,
Milano’nun koruyucu Azizi Sant’Ambrogio tarafından yaptırılmış olması ve
Ambrogio’nun da burada gömülü olması. Biliyorsunuz, İtalya’da her şehrin bir
koruyucu azizi vardır. Bazılarında birden fazladır. Milano’da yaşamış olan
Piskopos Ambrogio da, sapkın kabul edilen Aryan inanca karşı verdiği mücadele
nedeniyle, daha sonra Azizlik mertebesine yükseltilmiş.
Ambrogio’nun 339 ya da 340 yıllarında doğduğu tahmin
ediliyor. Kendisi, babası gibi, Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yönetici olmak
üzere yetiştirilmiş. 370 yılında, Milano ve çevresindeki bölgeye vali olarak
atanmış. Bu dönemde, çıkan dini bir kriz nedeniyle, başta kendisi istemese de, 374
yılında, oy birliği ile Piskopos seçilmiş. Dönemin diğer Piskoposları gibi, hem
asker hem din adamı kimliğini birlikte yürütmüş. En büyük mücadelesi Aryan
inanca karşı olmuş. 4. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan ve 325 yılında toplanan İznik
Konsili tarafından aforoz edilen rahip Arius’un takipçileri olan
Aryanlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ve İsa’nın tanrısal olduğunu
reddetmekteydiler.
Sant’Ambrogio Kilisesi, 379-386 yılları arasında yapılmış.
Kilisenin bulunduğu alan daha önce, pagan Romalılar tarafından öldürülen ilk
Hristiyanların mezarlığı imiş. Yapı, sonraki yüzyıllarda Benediktin rahipleri
tarafından genişletilmiş. Çeşitli ilaveler yapılmaya devam edilmiş. 1196
yılında kubbesi yıkılınca, tekrar yapılmış. 1492 yılında Sforza ailesi, dönemin
ünlü sanatçısı ve mimarı Bramante’ye manastır ve yemekhane bölümünü
yeniden inşa ettirmişler. Maalesef, Sant’Ambrogio Kilisesi de Milano’nun 1943
yılında maruz kaldığı yoğun bombardımandan ağır hasar alan yapılardan birisi
olmuş.
Kapalı bir havada ve yağmur altında avluya adım atınca
oldukça etkilendim. Puslu havada, revaklı avlu, tam karşıdaki kilise ve çan
kulesi çok gizemli görünüyordu. Aklıma, bu tip yerlere her gittiğimde olduğu
gibi, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabı geldi… Kilise
birkaç kere yeniden inşa edilmiş olsa da, 4. yüzyıldan kalan izler az değil.
Avlunun duvarlarında, eski mezarlığa ait mezar taşları, yazıtlar ve freskler
var. 11. yüzyıldan kalma sütun başlıklarında ilginç kabartmalar göze çarpıyor.
Bunların bir kısmında İncil’den sahneler, bir kısmında fantastik hayvanlar,
ejderhalar var.
Kapısından içeri girince, erken dönem kiliselerinin çoğunun
sahip olduğu sade bir görkemle karşılaşıyor insan. Buna bir de, Ave
Maria’yı söyleyen etkileyici bir soprano sesi eklenince, her şeyden
önce, sıralardan birine oturup, hem kendimi müziğin keyfine bırakmak hem de
etrafımı doya doya incelemek istedim. Sanıyorum o gün özel bir hazırlık vardı.
Bazı görevliler altarın etrafına
özenle çiçek sepetleri yerleştiriyorlardı. Sağ tarafta, bir oda orkestrası ve
bir soprano prova yapıyorlardı. Schubert’in bestesini tekrar tekrar
seslendirdiler. Ben her seferinde keyifle dinlesem de, belli ki onların memnun
olmadıkları noktalar vardı. Hep beraber, yapabileceklerinin en iyisini
yaptıklarına ikna olana kadar çalışacaklardı.
Sant’Ambrogio’nun apsisinde
4.ile 8. yüzyıllar arasında yapılmış bir mozaik var. Tahta oturmuş İsa ve Aziz
Ambrogio’nun hayatından sahnelerin canlandırıldığı mozaiğin bir bölümü, İkinci
Dünya Savaşı sırasındaki bombalarda tahrip olmuş. Bu kısımlar yeniden yapılmış.
Apsisin önündeki Altın Altar, 9. yüzyılda yapılmış. Değerli taşlarla da bezenmiş
altarın ön tarafında İsa’nın, arka tarafında Aziz Ambrogio’nun hayatından
sahneler bulunuyor. Venedik’teki San Marco Bazilikasının Altın Altar’ından
400 yıl kadar önce yapılmış. Sant’Ambrogio’nunkini görmek için Venedik’te
olduğu gibi ayrıca bir ücret ödemeniz gerekmiyor ama, buradakini de ancak
uzaktan görebiliyorsunuz. Altın Altar’ın üstünü örten (ciborium veya baldachin
ismi verilen) sayvan, 10. yüzyılda yapılmış ama, kullanılan dört sütun Roma
döneminden kalma.
Kilisenin Aziz Ambrogio döneminden kalma en nadide parçası,
altarın sol tarafındaki StilichoLahiti. 385 yılında
yapılmış lahitin üzerindeki kabartmaların Piskopos Ambrogio tarafından bizzat
önerildiği söyleniyor. Farklı kaynaklar lahitte yatan kişi konusunda farklı
bilgiler veriyor. Ancak, kesin olarak belirtilen, lahitte yatan kişinin, Roma
İmparatoru Honorius’un bir generali olan Stilicho olmadığı. Bu ismin lahite,
18. yüzyılda yanlışlıkla verildiği düşünülüyor.
Milano, 402 yılında başkent olma niteliğini kaybediyor. 452
yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından talan ediliyor ve
şehir, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda düşüşe geçiyor. Germanik kabilelerin ve
özellikle, Gotların Bizanslıları yenmesi sonucu, Gotların istilasına uğruyor.
Şehir nerdeyse tamamen yakılıp, yıkılıyor. 569 yılında Lombardiyalıların, eline
geçiyor ve 774 yılında Frenklerin bütün Kuzey İtalya’yı
istilalarına kadar onların yönetiminde kalıyor. Bundan sonra şehir oldukça
karışık dönemler geçiriyor. Bir ara Milano yine piskopos generaller tarafından
yönetiliyor. Daha sonra, şehrin ileri gelen aileleri arasında şiddetli bir güç mücadelesi
başlıyor.
1277 yılında Visconti ailesinin yönetimi ele
geçirmesi ile Milano’da yeni bir dönem başlıyor. Visconti’ler bir yandan
dönemin en iyi sanatçı ve mimarlarını şehre davet ederek Milano’yu saraylar ve
yeni binalar ile donatırken, yayılmacı bir politika ile, bir süre sonra tüm
Kuzey İtalya’yı kontrolleri altına alıyorlar. Hatta, Toskana’nın bir bölümü de
onların etki alanına giriyor. Visconti
ailesinin döneminde, Castello’nun ve Duomo’nun yapımlarına da
başlanıyor.
Visconti ailesinin bir erkek varisleri olmaması nedeniyle, 1447 yılında hanedanlıkları sona eriyor. Ancak, evlilik yoluyla yönetim ünlü Sforza ailesine geçiyor. Sforza’lar, yayılmacı bir politika yerine, Milano’yu ihya etmeyi tercih ediyorlar. Sforza ailesi yönetiminde geçen 50 yıl boyunca Milano, tarihindeki en zengin ve görkemli dönemini yaşıyor. Özellikle, Il Moro olarak tanınan Ludovico Sforza, 1480 yılından itibaren, Leonardo da Vinci ve Bramante gibi sanatçıları himayesine alarak, sanat ve mimarlık tarihine eşsiz eserler kazandırıyor. Leonardo da Vinci’nin Milano’da bıraktığı izler konusunda daha ayrıntılı bilgi için, linklere tıklayarak Milano (1) ve Milan (2) yazılarımı okuyabilirsiniz. Burada sadece bir parantez açıp, Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları ne kadar etkilediğini açıkça görebileceğiniz bir kiliseden söz etmek istiyorum.
İtalya’da, ünlü olanların dışında, dışardan görünümleri çok
da etkileyici olmayan birçok kilisenin önünden geçersiniz. Zaten adım başı
kilise var diye düşünebilirsiniz. Ben de bir kilisenin önünden geçerken aynı
şeyi düşünmüştüm. Leonardo’nun evini ve üzüm bağını görmeye gidiyorduk.
Tesadüfe bakın ki, daha sonra Santa Maria delle Grazie kilisesine,
Leonardo’nun Son Akşam Yemeği isimli duvar resmini görmeye giderken rehber,
programda olmadığı halde, bizi bu kiliseye soktu. Amacı, Leonardo’nun
kendisinden sonra gelen sanatçıların üzerindeki etkisini göstermekti. İçeri
girer girmez neye uğradığımı şaşırdım diyebilirim. Çünkü, hiç beklemediğim bir
görüntü ile karşılaştım.
Dışardan sıradan görünen San Maurizio Kilisesi’nin içi girer girmez insanı çarpıyor. Kilisenin
her yeri, capcanlı renklerle yapılmış fresklerle kaplı. Sahneler, doğal olarak
İsa’nın yaşamı ve Hristiyanlıkla ilgili. 1518 yılında, yani Leonardo Fransa’da
ölmeden bir sene önce takdis edilerek açılan Aziz Maurizio Kilisesi, aslında
zamanında Milano’nun kadınlar için en önemli Benediktin manastırı olan Maggiore
Manastırının bir parçası. O nedenle, tam adı Chiesa di San Maurizio al
Monastero Maggiore. Manastır kısmında günümüzde Milano Arkeoloji Müzesi
bulunuyor.
1503 yılında yapımına başlanan kilise, 15 senede bitirilmiş. Kilisenin içindeki fresklerin çoğu Bernardino Luini ve oğulları tarafından, 1530’lu yıllarda yapılmış. Başka Lombardiyalı sanatçıların da eserleri var. Kilise, ikiye bölünmüş olarak inşa edilmiş. Altarın arka tarafında, tam tavana kadar çıkmayan yüksek bir duvar var. Ön taraf normal kilise. Duvarın arkasında ise, büyük bir salon var. Rahibelerin ön taraftaki halka açık ayine katılmaları yasak olduğu için, onlar rahibin yönettiği ayini duvarın arkasından dinliyorlarmış. 1794 yılına kadar, rahibelerin bu duvarın önüne geçmeleri kesin olarak yasakmış. Bu nedenle rahibeler, ayin sonunda papazın inananlara dağıttığı kutsal ekmeği de, duvardaki kapaklı küçük bir delikten alıyorlarmış. Asırlar önce olsa da, hemcinslerinin gördüğü bu ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insanın içini yakıyor.
Yukarda belirttiğim gibi, Milano’nun görkemli kalesini ilk
olarak Visconti ailesi yaptırıyor. 1360-1370 yıllarında inşa edilen kale, ilk
başta tamamen askeri amaçlar için düşünülüyor. O dönemde Porta Giovia Kalesi adı veriliyor. Şehrin ortasında, yüksek
kuleleri ve askeri talim alanına benzeyen birinci avlusu ile kalenin verdiği
izlenim halen de bir askeri garnizon havasında. Oysa, burası daha sonra, ikinci
Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza zamanında, bir Dukalık Sarayına
çevriliyor. Kaleye yaptırılan ilave binalar ve salonlar, aralarında Leonardo da
Vinci’nin de olduğu, zamanın en iyi sanatçılarına süslettiriliyor. (Daha fazla
bilgi için Milano (2) yazıma bakınız) kalenin ismi de bu dönemde değiştiriliyor
ve Castello
Sforzesco adını alıyor.
Sforzesco Kalesi’nde günümüzde 6-7 tane müze var. Birinci
avluyu, el yazma kitapların ve bir zamanlar hazine dairesine girişin bulunduğu
salonu ücretsiz gezebilirsiniz. Ne kadar zamanınız olduğuna ve ilgi alanınıza
bağlı olarak, diğer müzelerden bir seçki yapabilirsiniz. Michelangelo’nun Pieta
Rondanini adı verilen son heykel çalışmasını ve Antik Sanatlar
Müzesi’nin sekiz numaralı salonu olan, Leonardo da Vinci’nin boyadığı, Sala
delle Asse’yi görmenizi öneririm.
Sanırım, Milano’ya gelip de Duomo’yu gezmeyen ya da en
azından önündeki meydandan geçmeyen yoktur. Milano’ya gittiğinizin en büyük
kanıtı, arkanıza Duomo’yu alıp çektireceğiniz bir fotoğraftır. Selfie
demiyorum çünkü Duomo’yu layıkıyla bir selfie’ye sığdırmak gerçekten zor. Burası,
45 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden birisi.
Kapladığı alan 11.700 metrekare. Kapasitesi 40.000 kişi. Hem devasa bir
büyüklükte hem de bir biblo görünümünde. Katedralin bulunduğu alanda daha önce,
Santa
Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San
Giovanni alle Fonti vaftizhanesi bulunuyormuş.
Doumo’yu gezmek için önceden internetten aldığımız bilet,
katedrale girişi, çatıdaki terası ve katedralin müzesini kapsıyordu. Bilet 72
saat geçerliydi. Bu, bizim için büyük bir şans oldu. Katedrali ve müzeyi kapalı
ve yağışlı havada gezmenin hiçbir sakıncası yok. Ama, terasa güneşli bir havada
çıkmak gerek. Hem Milano’yu yukardan seyredebilmek hem de çatıdaki sayısız
heykelin yarattığı o büyülü havayı hakkıyla soluyabilmek için. Duomo’yu
gezdiğimiz gün yağmurlu bir gündü. Terasa iki gün sonra, güneş açtığı zaman
çıktık. İyi ki de öyle yapmışız. Terasın bir bölümü, sürdürülen restorasyon
nedeniyle kapalıydı ama, ona rağmen, çıktığımıza değdi. Pırıl pırıl bir güneşin
altında, sayısız heykelin arasında, nereye bakacağımızı şaşırarak dolaştık. Aşağıdan
görülmesi imkansız detaylara bu kadar önem verilmesi inanılır gibi değildi.
Doumo’nun yapımına 1386 yılında, zamanın Milano Dükü, Gian Galeazzo Visconti’nin
isteği üzerine başlanmış. Dük, gücünün simgesi olmasını istediği katedralin
yapımı için Almanya, Fransa ve Lombardiya’nın her köşesinden sanatçılar ve
mimarlar çağırmış. O sıralar, mimari olarak Gotik katedrallerin en gözde olduğu
dönem olması, Duomo’nun mimarisine de yansımış. 1390 yılında, katedralin yapımı
için kaynak sağlamak amacıyla, büyük bir jübile yapılmış ve halktan bağış
toplanmış. Bağış yapamayanlardan işgücü olarak katkıda bulunmaları istenmiş.
Katedralin yapımında kullanılan pembemsi mermerler, Alplerin eteklerindeki Ossolo vadisinin bir parçası olan Candoglia’dan getirilmiş. Taşıma için, bir önceki yazımda sözünü ettiğim kanallar (Navigli) kullanılmış ve Dükün özel emri ile, mermerler vergiden muaf tutulmuş. Duomo 1418 yılında takdis edilerek açılmış olsa da, aslında yapımı 500 yıldan fazla sürmüş. 26 Mayıs 1805’te Napolyon, Fransa İmparatoru olmasının yanında, İtalya Kralı olarak taç giymeden hemen önce, Duomo’nun ön cephesini tamamlamak için çalışmalar hızlandırılmış ama, katedral yine de tam olarak bitmemiş. Yapının tamamlanması, 1965 yılını bulmuş. 20. yüzyıl boyunca yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, günümüzde Duomo’nun altında bulunan Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesinin kalıntıları ortaya çıkarılmış. Katedrali gezdiğiniz zaman, 2012 yılında halka açılan bu bölümü de görmeniz mümkün.
İçerde öncelikle, vitraylar çok güzel. İçlerinde en eski
olanı (sağ tarafta beşinci), 1470-1475 yılları arasına tarihleniyor. En yenisi
ise, 1988 yılında yapılmış. Diğerleri 19. yüzyıldan kalma. Ağırlıklı olarak,
İncil’den sahneler var. Vitrayların dışında, bir de dev boyutlarda tablolar
var. Bir başka dikkat çekici eser, 1562 yılında İtalyan heykeltıraş Marco
d’Agrate (1504-1574) tarafından yapılmış olan Aziz Bartalomeo heykeli.
İsa’nın 12 Havarilerinden biri olan Aziz Bartalomeo, Hristiyanlığı yaymaya
çalıştığı için yakalanmış. Başı kesilerek öldürülmeden önce, canlı canlı derisi
yüzülmüş. Heykel onun derisi yüzülmüş halini canlandırıyor.
Katedral olur da, kutsal bir emanet olmadan olur mu? Tabii ki, Duomo’da da var. Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz. Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir çivinin saklandığı söyleniyor. 1461 yılından beri Duomo’da olduğu ve önceleri, Duomo’ya yer açmak için yıkılan, Orta Çağ kilisesi Santa Maria Maggiore’de saklandığı belirtiliyor. Rivayete göre, İmparator Konstantin’in annesi Aziz Helena tarafından bulunup oğluna verilmiş. Çivi daha sonra, Milano’nun koruyucu Azizi, Sant’Ambrogio’ya bağışlanmış. Belirtildiğine göre, her yıl 14 Eylül günü Milano Piskoposu, Nivola adı verilen, bulut şeklinde özel bir asansörle yukarı çıkarak büyük bir haçın ortasına yerleştirilmiş çiviyi, haçla beraber aşağı indirerek halka gösteriyormuş.
Duomo’ya girmeden veya çıktıktan sonra, beş bronz kapıyı da
incelemenizi öneririm. Kapılar, çok eski görünmelerine karşın aslında nispeten
yeniler. İçlerinde en eski olan ana kapı, Ludovico Pogliaghi tarafından
yapılmış ve 1909 yılında katedrale yerleştirilmiş. Diğerleri daha sonra
yapılmış. İçlerinde en yenisi 1965 yılında yapılmış. Kapılarda, Meryem Ana’nın
ve Aziz Ambrogio’nun hayatlarından sahnelerin dışında, Milano’nun tarihi ve
katedralin yapımı ile ilgili sahneler var.
Duomo’nun müzesi, katedralden çıktıktan sonra solunuzdaki
sokakta bulunuyor. Burası, şimdiye kadar çeşitli ülkelerin çeşitli şehirlerinde
gördüğüm diğer tüm dini müzeler içinde, en modern ve güzel düzenlenmiş
olanıydı. Müzede dev bir ahşap Duomo maketi var. Ayrıca, katedralin tepesinden
indirilmiş çok sayıda heykel (yerlerine kopyaları konmuş), kapı kabartmalarının
çömlek kalıpları ve benzeri var.
O gün öğlen molamızı, yakınlardaki La Rinascente’nin
tepesinde yedik. La Rinascente, çocukluğumdan beri çok sevdiğim, çok katlı bir
mağaza. İtalya’nın değişik kentlerinde rastlayabileceğiniz, 150 yılı aşkın
mazisi olan bir yer. Buranın en üst katının bir bölümü yiyecek marketi olarak ayrılmış.
İtalya’ya özgü hemen her şeyin en kalitelisini bulabilirsiniz. Her türlü şarap,
en iyisinden balzamik sirke, peynir, makarna, cantucci… Her şey. Teras kısmında
restoranlar var. 21 sene öncesinden, tek bir restoran vardı diye hatırlıyordum
ama, bu sefer baktım yan yana birkaç tane var. Yemekler bir yana, buranın en
sevdiğim yanı, manzarası. Tam Duomo’nun yanında olduğu için, katedralin
tepesindeki heykelleri ve gezen insanları seyrederek yemek yiyorsunuz. Çok
değişik bir deneyim. Öğle arası için İtalyanların çokça geldiği bir yer aynı
zamanda. İster heykelleri seyredin, ister onları gözlemleyin. Ben, masaya ne
yiyeceğimi bilerek oturdum. Yıllar öncesinden damağımda kalan o tadı yine bulur
muyum diye biraz da endişeliydim doğrusu. Hafızam beni yanıltmamış. Zeytin ve
domateslerle süslenmiş levrek yine aynı nefasette idi…
Milano, 1499 yılında Fransızlar tarafından işgal ediliyor ve
bundan sonra, eski politik ve askeri gücünü kaybederek, vasal bir devlet haline
geliyor. Birkaç kere Fransa ve İspanya arasında el değiştiriyor. 1535 yılında II.
Francesco Sforza ölünce, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken (V.
Charles) tarafından bir vali atanarak, imparatorluğun bir parçası haline
getiriliyor. Böylece, Milano’da 1706 yılına kadar sürecek bir İspanyol dönemi
başlıyor. Bu arada, 1630 yılında şehirde büyük bir veba salgını oluyor. İspanyollar
ve Avusturyalılar arasındaki taht savaşı sırasında Milano Avusturyalıların
eline geçiyor ve Avusturya-Macaristanİmparatorluğu’nun bir parçası haline
geliyor. Avusturya-Macaristan hakimiyeti iki kere kesintiye uğrasa da 150 yıla
yakın sürüyor. Kesintilerden ilki, Napolyon’un Milano’yu ele geçirdiği
1796-1814 yılları arasında, ikincisi ise, Cinque Giornate di Milano
(Milano’nun Beş Günü) adı ile anılan beş günlük ayaklanma (18-22 Mart 1848) nedeniyle
oluyor. Bastırılan ayaklanmadan sonra, Avusturyalılar tekrar şehre hakim
oluyorlar. Ancak bundan sonra, Milanolular İtalya’nın birleşmesi ve
bağımsızlığı fikrinin en ateşli taraftarı oluyorlar. 1861’de tamamlanan
birleşmeden sonra, Piemonte ve Sardunya Kralı, Vittorio Emanuele II
bağımsız İtalya’nın ilk kralı oluyor.
Milano’ya gidenlerin, Duomo dışında, en çok fotoğraf
çektirdiği ikinci yer sanırım Galeria Vittorio Emanuele II’dir.
Yeni kurulan krallığın iddialı şehircilik projelerinin bir parçası olan bu
yapı, sıra sıra kafe ve şık dükkanları ile her saat hareketli bir pasaj
aslında. Piazza del Duomo ve Piazza della Scala meydanlarını
birleştirmek üzere tasarlanmış. Bağımsızlıktan birkaç yıl sonra, 1865 yılında
yapımına başlanan Galeria’nın mimarı Giuseppe Mengoni. İki yılda
tamamlanmış ve Kral Vittorio Emanuele II tarafından açılmış.
Galeria’nın en adım atılmaz noktası, iki ana koridorun
birleştiği orta nokta. Burada, pasajı kaplayan cam tavanların birleştiği, 47
metre yükseklikteki, dev cam kubbenin tam altında bulunan Savoy Hanedanının
armasının üzerinde ya da yanında daima inanılmaz bir kalabalık var. O kadar çok
fotoğraf çektirmek isteyen var ki, boş olarak yakalayabilmek için dakikalarca
beklemeniz gerekiyor. İtalya Krallarının
Savoy Hanedanından olması nedeniyle, kırmızı üzerine beyaz bir haç olan bu arma
aynı zamanda, Milano’nun arması sayılıyor. Etrafındaki, kurt (Roma), boğa
(Torino) ve zambak (Floransa) içeren armaların ortasında, İtalya’nın dört
önemli şehrinden biri olan Milano’yu temsil etmiş oluyor. Kafanızı
kaldırdığınız zaman yukarda gördüğünüz mozaiklerin her biri Asya, Afrika,
Avrupa ve Amerika kıtalarını temsil ediyor.
Pasajın içinde, oturup bir aperatif içebileceğiniz ya da
yemek yiyebileceğiniz birkaç kafe var. Ancak, sunduklarının kaliteli olması
yanında, sunum ve servis açısından da klas
bir yer istiyorsanız, Savini’ye gitmenizi öneririm. 1867
yılından beri hizmet veren Savini, pahalı bir yer ancak, kolalı örtüleri,
servis takımları, şık kutular içinde sundukları kurabiyeleri, pastaları ve en
önemlisi, smokin giymiş işinin ehli garsonları ile, sizi başka bir dünyaya
götürecek bir yer. Alt katta bulunan Caffe Savini’de günün yorgunluğunu
atmak için beş çayınızı, kahvenizi veya aperatifinizi içerken, az ötenizdeki
kalabalığı, yüzünüzde bir tebessümle izleyebilirsiniz.
Savini’nin bir de restoranı var ki…. Birkaç yıl önce Positano’da
karşılaştığımız bir garsonun ifadesiyle, “O, başka bir hikaye”… Ristorante
Savini, kafe kısmının üst katında yer alıyor. Karşılanmanızdan,
yerinize oturtulmanıza, yemek ve şarap servisine kadar her şey, yapmacık
olmayan, gerçek bir nezaketle yapılıyor. Galeria Vittorio Emanuele II’nin
açılması ile birlikte kapılarını açan Savini’nin tarihi boyunca pek çok ünlü
konuğu olmuş. Monako Prensi Rainier ve eşi Prenses Grace, Charlie Chaplin,
Frank Sinatra, Ava Gardner bunlardan bazıları. La Scala’ya da yakın olması
nedeniyle, operanın ünlü bestecileri Verdi ve Puccini, efsanevi orkestra şefi
Toscanini ve unutulmaz prima donnaMaria
Callas bu şık restoranın müdavimi olmuşlar. Biz de bir akşam, önceden
ayırttığımız, Maria Callas’ın en sevdiği ve daima oturduğu 7 numaralı masada
oturduk. Burası, geniş penceresinden aşağıdaki Galeria’yı keyifle
seyredebileceğiniz, ana yemek salonundan bir duvar ile ayrılmış, özel bir
masa. Yanınızda başka herhangi bir masa
yok. Kimse sizi görmüyor. Ancak, sanmayın ki, burada unutuluyorsunuz. Gece
boyunca hizmet veren kibar garson sizi özenle uzaktan ve rahatsız etmeden
izliyor. Doğru zamanda yanınıza gelip, leziz yemekleri, uzun şarap listesinden
seçeceğiniz şarabınızı servis yapıyor ve sonra yine görünmez oluyor. Evet, Savini pahalı bir restoran. Bu doğru.
Ama, unutmayacağım restoranlardan biri.
Milano’da kaldığımız süre içinde gittiğimiz diğer
restoranlar, İstanbul’da iki kez açılıp yürütülemeyen Bice, Carlton Hotel
Baglioni’nin içindeki Il Baretto ve Valentino Vintage oldu.
Üçünün de yemekleri çok güzeldi. Zaten, turist kapanı yerlere gitmediğiniz
sürece, bana göre, İtalya’da kötü yemek yemeniz zor. Bice’de bizim masaya bakan
garson Carlo, İtalya’da doğmuş, ikinci kuşak, genç bir Nijeryalı idi. Gayet
güzel İtalyanca ve İngilizce konuşan Carlo çok zeki, çok okuyan, meraklı, öte
yandan köklerini de unutmamış birisi idi. Onunla sohbet etmekten zevk aldık. Yoğun
göç alan tüm ülkelerde olduğu gibi, İtalya da son elli yılda etnik doku olarak çok
değişti. Il Baretto, çok şık bir restorandı. Diğer masalarda çoğunlukla, şık
İtalyan çiftler ve aileler vardı. Bir iki masadaki Amerikalılar da Avrupa
kültürüne ve giyim kuşamına ayak uydurmuş görünüyorlardı. Ortam hoştu. Ancak
burada, garsonların biraz abartılı bulduğum ilgisi oldukça bunaltıcı idi.
Masamıza bakan bakmayan, her garsonun ikide birde gelip her şeyin yolunda olup
olmadığını sorması bir süre sonra bizi sıkmaya başladı. Son gece gittiğimiz
Valentino Vintage, 17. Yüzyıldan kalma bir sarayın giriş katında yer alıyordu.
Adını aldığı Rodolfo Valentino’nun film afişleri ile süslenmiş duvarları, sütunları
ve Belle
Epoque dönemini anımsatan dekorasyonu ile pek hoş bir atmosferi vardı.
Bir opera sever olarak, Milano’ya gelip de La
Scala’ya gitmemek olmazdı. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere
tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden
kullanılamazlar.
Milano’da Leonardo da Vinci’den izler arayışımız Son Akşam Yemeği ile bitmedi. Bu şaheser beni ne kadar etkilemiş olsa da, henüz görmeden beni son derece heyecanlandıran başka bıraktığı şeyler de var büyük ustanın bu şehirde. Birinci yazımda belirttiğim gibi Milano, arayıp bulmaya hevesli ziyaretçiler için inanılmaz hazinelerle dolu bir şehir…
Castello Sforzesco
(Sforza Kalesi), Milano’da gezilecek önemli yerlerden birisi. Bu dev kale, ilk
olarak 1360-1370 tarihleri arasında o dönem şehrin yönetimini elinde bulunduran
Visconti
ailesi tarafından, askeri amaçlar için yaptırılmış. Milano’nun evlilik yoluyla Sforza
ailesine geçmesinden bir süre sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza (1444-1476)
buranın aynı zamanda Dukalık Sarayı olarak kullanılmasına karar verince, kaleye
ilave binalar ve ekler yapılmış. Buna karşın, gidenlerin görebileceği gibi,
kale askeri bir yapı görünümünü sonuna kadar korumuş. Sforza ailesinin
ikametgahı olduktan sonra, o güne kadar Porta Giovia Kalesi olarak anılan
yapının adı da Sforza Kalesi olarak değiştirilmiş.
Günümüzde Sforza Kalesi’nde birkaç tane görülesi müze var. Bunlar,
Antik
Sanat Müzesi, Resim Müzesi (13.-18.yüzyıllara ait
1500’ün üstünde eser bulunuyor), Müzik Aletleri Müzesi, Mısır
Müzesi, Milano Arkeoloji Müzesi, Uygulamalı Sanatlar Koleksiyonu, Antika
Mobilyave Ahşap Heykeller Müzesi. Ayırabildiğiniz süreye ve ilgi
alanınıza göre içlerinden bir seçim yapabilir ya da, eğer vaktiniz varsa,
hepsini birkaç güne yayarak gezebilirsiniz. Biz, zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle,
özellikle görmek istediğimiz iki esere nokta atışı yaptık. Bunlardan ilki
Leonardo da Vinci’ye aitti. Gerçek anlamda kapıların kapanmasına bir dakika
kala, koşa koşa bulunduğu salona girdiğimiz ikinci eser ise, Michelangelo’nundu.
Her ne kadar yazımız Leonardo da Vinci üzerine olsa da, Michelangelo’nun Sforza
Kalesi’ndeki Pieta (Merhamet) Rondanini heykelinden de söz etmeden
geçemeyeceğim.
Rondanini ismini, uzun yıllar kaybolduktan sonra, Romalı
koleksiyoner Marki Giuseppe Rondinini’nin evinde tekrar ortaya çıktığı için
alan bu Merhamet heykelinin en önemli özelliği, Michelangelo’nun son ve
yarım kalmış eseri olması. Heykelin bulunduğu bina, Milano’nun İspanyol işgali
sırasında kalenin içine yapılmış olan, Ospedale Spagnolo (İspanyol
Hastanesi). Burası 1500’lü yılların ikinci yarısında, o dönem kale içine
konuşlanan İspanyol garnizonunun askerleri için inşa edilmiş.
1564 yılında ölen Michelangelo, ölümünden birkaç gün
öncesine kadar Pieta Rondanini heykeli üzerinde çalışmayı sürdürmüş. Uzmanlar,
Meryem Ana’nın yüzünün ve İsa’nın soldaki kolunun açısından dolayı sanatçının
heykelin nasıl olacağı konusunda birkaç kere fikir değiştirdiğini düşünüyorlar.
Sanatçının ölümünden sonra, bitiremediği heykeli Roma’daki evinden kaybolmuş ve
uzun yıllar boyunca bulunamamış. Ta ki, Marki Rondanini’nin koleksiyonunda
olduğu anlaşılana kadar. Sayısız el değiştirmeden sonra heykel, 1952 yılında,
Milano Belediyesi tarafından satın alınmış ve 1956’dan itibaren Sforza
Kalesi’nde sergilenmeye başlanmış.
Michelangelo’nun, Vatikan’daki Merhamet heykelinin aksine,
Meryem’in İsa’yı haçtan indirildikten sonra yatay değil, dikey bir şekilde kucaklamasını canlandırmayı düşündüğü bu heykel,
tamamlanmış olmamasına rağmen insana dokunan bir güzelliğe sahip. Bir annenin
çocuğuna ya da insanın insana duyduğu sevgi ve merhamet ifadesini bu
kucaklamada insan hissedebiliyor. Yarım kalmış figürlerin mermer bloktan
kurtulmak istermiş gibi halleri insanı ayrıca hüzünlendiriyor.
Şimdi biz yine Leonardo ustaya geri dönelim…
Birinci yazımda belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci
1480’lerin ortasından itibaren Ludovico Sforza’nın himaye ettiği ve
saygı duyduğu bir sanatçı oluyor. Bundan sonra el üstünde tutuluyor. Dük için
gerek askeri savunma gerekse mühendislik alanında birçok proje
gerçekleştiriyor. Sanat eserleri üretmeye devam ediyor. Bir yandan da, merak
duyduğu her konu üzerinde düşünmeyi, araştırmayı ve deney yapmayı sürdürüyor. İnsan
vücuduna duyduğu sonsuz meraktan dolayı, geceler boyunca kestiği kadavralar
üzerinde çalışıyor.
Sforza Kalesi askeri bir kaleden Milano Dukalık Sarayı’na
çevrilince, rezidans bölümüne birçok ilave odalar ve salonlar yapılıyor.
Özellikle, davetleri ile ünlü Sforza ailesi için konukların ağırlandığı ya da
toplantıların yapıldığı salonların fresklerle donatılması önem kazanıyor. Bunun
için dönemin sanatçılarına siparişler veriliyor. Kimi odaların duvarlarına
nelerin resmedileceği bazen Galeazzo Maria Sforza tarafından tasarlanıyor.
Kalenin bu şekilde dönüştürülmesi ve süslenmesi, kendisinden sonra Milano’yu
yöneten Ludovico Sforza zamanında da devam ediyor. Ludovico, Leonardo’dan
salonların birinin tavanını ve duvarlarını dekore etmesini istiyor.
Leonardo da Vinci’nin Sforza Kalesi’nde boyadığı oda,
önceleri Kule Odası olarak anılıyorken, daha sonra Sala delle Asse (Ahşap
Plakalar Salonu) olarak adlandırılmış.
Çünkü, belgelere dayanılarak, bir zamanlar salondaki duvarların alt kısımlarının
ahşap ile kaplı olduğu düşünülüyormuş. Günümüzde burası, Antik Sanat Müzesi’nin
sekizinci salonu oluyor.
Leonardo’nun hem fresk
hem tempera tekniklerini karışık
olarak kullandığı belirtilen söz konusu salonun özelliği, büyük ustanın burada
müthiş bir göz yanılsaması (trompe l’oeil)
yaratarak, insana dışarıda dut ağaçlarından oluşturulmuş bir çardağın
altındaymış hissi vermesi. Kökleri duvarlardaki kayaların arasından çıkan 18
adet dut ağacının yukarıya doğru yükselen dalları bir pergolaya sarılarak tavanda
sık yapraklardan oluşmuş bir yeşillik meydana getiriyorlar. Günümüzde,
Leonardo’nun resmettiği bu pergolanın üç boyutlu ahşap bir canlandırmasını
kalenin avlusunda görebiliyorsunuz.
Çeşitli kaynaklara dayanılarak, Leonardo’nun Sala delle
Asse’yi 1498 yılında yaptığı
belirtiliyor. Dut ağaçları imgesinin kullanılmasının ise Sforza’ların ipek
üretimine verdikleri önemden kaynaklandığı düşünülüyor. İpek böceklerinin besin
kaynağı olması sebebiyle, daha 1479 yılında, Galeazzo Maria Sforza bir ferman
yayınlayarak her toprak sahibinin yaklaşık her 654 metrekare arazisi için beş
adet dut ağacı dikmesini emretmiş. Kendisinden sonra gelen Ludovico Sforza da
birçok dutluk yaptırmış. Genelde takma adının siyah saçları ve koyu teni
nedeniyle Il Moro (İngilizce the Moor, Arap) olduğu söylense de, bazıları
Ludovico’ya bu ismin takılma sebebinin, Lombardiya lehçesinde dut anlamına
gelen “moron” kelimesi olduğunu iddia ediyorlar.
Sala delle Asse, sonradan Milano’nun maruz kaldığı yabancı
işgalleri döneminde ciddi tahribat görmüş. Duvar resminin üzerine kalın bir
sıva çekilmiş. Kalenin 1893 yılında Milano Belediyesi’ne geçmesi ile birlikte,
restorasyon çalışmaları başlamış. Beyaz sıvanın dikkatlice kaldırılmasından
sonra 1902 yılında ciddi kurtarma çalışmaları başlamış. En son olarak 2011
yılında elden geçen salonda daha önceki restorasyonlarda yanlış yapıldığı
düşünülen müdahaleler düzeltilmiş ve büyük ustanın el yazmalarındaki notlara
dayanılarak çalışmalar yapılmış.
Gruplar halinde alınılan salonda toplam 15 dakika
kalabiliyorsunuz. Bunun ilk birkaç dakikasında kendi kendinize duvarları ve
tavanı incelemenize izin veriliyor. Daha sonra, duvarlara yansıtılan bir
görsel-işitsel sunum ile odanın ve dönemin tarihi anlatılıyor.
Leonardo da Vinci, bir mühendis olarak yaptığı çalışmalarla da Milano’da iz bırakmış. Bunların başında, şehrin kanal ağı üzerinde yaptığı iyileştirme ve çalışmalar geliyor. Milano’da kanal çalışmaları ilk olarak 1177 yılında, Naviglio Grande (Büyük Kanal) ile başlamış. Daha sonra, dört kanal daha yapılmış. Günümüzde bu beş kanaldan sadece 3 tanesi kalmış. Bunlar, şehrin kuzey-doğusundaki Naviglio della Martesana ve güney-batısındaki Naviglio Grande ve Naviglio Pavese. Diğer ikisi 1930’larda doldurulmuşlar. Naviglio Grande ve Naviglio Pavese, günümüzde Navigli olarak adlandırılan semtin omurgasını oluşturuyorlar. İki kanal, Darsena denilen ve eskiden limanın merkezini oluşturan 750 metrelik bir bölgede birleşiyorlar. Şimdi buralar, kafe, restoran, bar ve gece kulüpleri ile birlikte, özellikle gençlerin çok sevdiği, capcanlı bir semt. Belli zamanlarda burada antika pazarı da kuruluyor. Şehir merkezinden yürüyerek o tarafa doğru gittiğinizde, çevrenizin ve gençlerin giderek daha bohem bir tarza büründüğünü görebiliyorsunuz. Şık orta yaş grubu giderek yerini daha rahat giyimli gençlere bırakıyor. Milano’nun ünlü Bocconi Üniversitesi de buraya çok uzak değil.
Kanallar, yapımlarından itibaren taşımacılıkta çok önemli
rol oynamışlar. Öyle ki, Duomo’nun mermerleri bile Alpler
bölgesindeki Maggiore Gölü’nden (Lago Maggiore) şehir merkezine bu su
yolları aracılığı ile taşınmış. Ludovico Sforza döneminde Leonardo da Vinci’nin
geliştirdiği mükemmel kapanlar sayesinde, o dönem için büyük teknolojik sorun
olan, su seviyesindeki farklılıklara çözüm bulunmuş. Böylece, bir kıyı kenti
olmayan ve yakınında büyük bir nehir de bulunmayan Milano, çok önemli bir liman
şehri haline gelmiş. Bu su yolları sayesinde şehre kömür ve tuz gibi temel
maddeler taşınırken, buradan da tekstil ürünleri ve el yapımı Milano’ya özgü
eşyalar gitmiş. Kanalların en etkin kullanıldığı yıllarda toplam uzunlukları
150 kilometreye ulaşmış. Milano tamamen bir kara şehri olmasına karşın, 1953
yılında İtalya’nın 13. büyük limanı ilan edilmiş. Ancak, kara taşımacılığının
önem kazanması ile birlikte, 1979 yılında kanallar taşımacılığa tamamen
kapatılmış.
Biz, Navigli bölgesine güneşli ama biraz serin bir günde
yürüdük. Burası, Duomo meydanından yarım saatlik bir yürüme mesafesinde. Yol
üzerinde, San Lorenzo alle Colonne kilisesini de gezdik. Önünde sıralı
halde kalmış sütunlardan da anlaşılacağı üzere, burası bir Roma tapınağının üstüne
yapılmış. Panteon gibi yuvarlak bir yapısı olan kilisenin içinde, tapınağın sütunlarının kullanıldığını görmek
mümkün.
Kanalların kıyısında biraz yürüdükten sonra, Naviglio Grande’nin kenarında, açık havada masaları olan bir kafede birer kahve içtik. Müdavimleri, salaş hali ve tuvaleti ile, tam bir öğrenci mekanı idi. Çevremizdeki masalarda değişik uluslararası diller konuşan gençlerin olması hoştu.
Leonardo da Vinci’nin geride bıraktıkları içinde benim için
belki de en önemlisini son günümüze bıraktık. Hava kapalı, serin ve yağışlıydı.
Otelde kahvaltımızı yapıp çıktık. Cumartesi sabahı olduğu için yollar epeyce
tenha idi. Bir iki kişi köpeğini gezdiriyordu. Yine yarım saat kadar yürüdükten
sonra, Pinacoteca Ambrosiana’ya vardık.
Kapıdan girerken, dışarda bir yazı gördüm. Kütüphane kısmının Cumartesi günleri kapalı olduğu yazıyordu. Birden içim sızladı. Milano’ya gelip görmeden dönecek miydik? Bilet alırken, teyit etmek için tekrar sordum. Gişedeki kadın kütüphanenin kapalı olduğunu doğruladı. Üzüntüm yüzüme vurmuş olacak ki,
– Ama siz, kütüphanenin eski kısmını görebileceksiniz, dedi.
Ümitlendim,
– O halde Codex Atlanticus’u görebileceğiz…
İtalyancasını söyleyerek yanıtladı,
– Evet, Codice’yi görebileceksiniz.
Yüreğim hafifledi. Nasıl da sevindim… Demek Leonardo da
Vinci’nin el yazmalarını görmek bu kadar önemli imiş benim için…
Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi) ve ona
bağlı olan Bibliotheca Ambrosiana (Ambrosiana Kütüphanesi), 17. yüzyılda Kardinal
Federico Borromeo tarafından, büyük bir kültür projesinin parçası
olarak kurulmuş. Kütüphane 1609 yılında, sanat galerisi 1618 yılında, sanat
akademisi (Accademia del Disegno) 1620 yılında açılmış. Yeni yetişen genç
sanatçılara ilham vermesi için açılan sanat galerisine Kardinal Borromeo, kendi
koleksiyonuna ilaveten, burası için özel olarak satın aldığı eserleri
bağışlamış. Başlangıçtaki bu 172 eserlik koleksiyon, zaman içinde yapılan pek
çok bağış ile büyümüş. Günümüzde, 1600’den fazla eser barındırıyor. Birçok ünlü
ressamın eserlerinin yanında, Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el
yazma koleksiyonu olan, Codex Atlanticus’a sahip olmak, galeri ve kütüphanenin
en büyük gururu.
Pinacoteca Ambrosiana gezmek için uzun zaman
ayırabileceğiniz bir yer. Çocukluğumda Roma’da, benzer müzeleri babamla birkaç
defa ziyaret ederdik. Aynı müzenin her seferinde farklı bir bölümüne gider,
sevdiğimiz eserlerin önünde uzunca vakit geçirir ve eserler hakkında
konuşurduk. Sayılı gün kaldığınız yerlerde bunu yapmak mümkün değil elbet ama,
Milano’ya bir daha gidersem, buraya tekrar gitmek isterim. Galeri ve kütüphane
mimari olarak da çok güzel. Her ikisi de kullanıldıkları amaçlar için özel
olarak yapılmış binalar.
Kütüphane kısmı, Avrupa’daki halka açık ilk kütüphanelerden
biri. 1609 yılında açıldığı zaman bile, ahşap rafları ve okuyucuların soğuktan
üşümemeleri için yapılmış ayak tabureleri ile, bilim ve öğrenme meraklılarına
en iyi hizmetin verilmesi hedeflenmiş. Belirtildiğine göre, günümüzde bu
kütüphanede 750.000’den fazla eser bulunuyormuş. Bunların 36.000 tanesi el
yazması, 2.500 tanesi ise ilk baskı kitaplardanmış. El yazmaların arasında,
Aristo’nun bir kitabı ve Grekçe, Latince ve Arapça eserler varmış. Ama
kütüphanenin en büyük övünç kaynağı, yukarda da belirttiğim gibi, Leonardo da
Vinci’nin Codex Atlanticus’una sahip olmak. Ambrosiana Kütüphanesi, 1.000’den
fazla sayfası olan Codex Atlanticus’u 1637 yılında satın almış. 1796 yılında
Milano’yu işgal eden Napolyon Codex’i Paris’e götürmüş. Milano’lular işgalden
sonra, 1815 yılında, Codex’in sadece bir bölümünü geri alabilmişler.
Leonardo da Vinci, 2 Mayıs 1519’da (23 Nisan 1519 diyen kaynaklar da bulunmaktadır), Fransa’da Amboise yakınlarında bulunan ClouxŞatosu’nda öldüğü zaman, bütün yazılı belgeleri ve entelektüel mirası, aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok daha fazlası olduğu bilinen, sanatçı ve aristokrat Francesco Melzi’ye kalmış. Melzi, Leonardo da Vinci’nin Fransa Kralı I. Francois’nın misafiri olarak yaşadığı şatoda bir süre daha kalmaya devam etmiş. Birkaç ay sonra hocasının tabloları, ahşap ve metal modelleri ve kutular dolusu el yazmaları ile yüklü büyük bir araba ile buradan ayrılmış. 13.000 sayfa kadar olduğu tahmin edilen bu notların çoğu ip ya da kurdelelerle bağlanmış, bir kısmı ise deri kaplı defter ya da dosyalarda bulunuyormuş. Melzi hocasının insanlığa bıraktığı bu mirası, Milano yakınlarındaki Vaprio’da bulunan aile malikanesine taşımış. Hayatının amacı, askeri kuşatmalarda kullanılacak kule tasarımlarından böbreklerin nasıl çalıştığına, kuşların uçuşundan ay üzerindeki kraterlere kadar geniş gözlem, deney ve düşünceleri içeren bu yazmaları tasnif etmek olmuş.
Melzi birkaç yıl sonra evlenmiş ama, Leonardo’nun eserleri
üzerinde çalışmaya devam etmiş. Ancak, iki tane tam zamanlı yardımcısı olmasına
karşın, işin altından kalkamamış. Bu çabanın sonunda sadece, daha sonra Resim
Üzerine Risale (Trattato della Pittura) olarak adlandırılan bir cilt
bir araya getirebilmiş. Bu eser bir süre sonra, bir şekilde Vatikan’ın
kütüphanesine ulaşmış. Eser 1651 yılında, Vatikan tarafından epeyce basitleştirilerek
ve değiştirilerek basılmış.
Francesco Melzi öldükten sonra, oğlu Orazio hiç ilgi
duymadığı bu kağıtları hoyratça toparlayıp malikanenin tavan arasındaki bir
dolaba istiflemiş. Ancak, Orazio’nun elindeki hazinenin değerini anlayan
açıkgöz hocası Lelio Gavardi, onu içlerinden 13 kadar defteri vermesi için ikna
etmiş ve daha sonra bunları zamanın Toskana Grand Düküne satmış. Bundan sonra,
Orazio Melzi’nin elinde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının olduğu haberi her
yere yayılmış. Meraklılar ve “hazine avcıları” Melzi malikanesine akın etmeye
başlamışlar. Hiçbir giden eli boş dönmemiş. Her biri, Leonardo’nun
defterlerinden koparılmış en az birkaç sayfa ile ayrılmış oradan. İşte bu
nedenle, günümüzde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının ancak 7.000 sayfa
kadarının nerede olduğu biliniyor. Bunların çoğunluğu halka açık
koleksiyonlarda. Az bir kısmı ise özel koleksiyoncuların elinde.
Da Vinci’nin el yazmaları Codex kelimesine (aslen, el
yazması kağıt sayfası ya da kitap demek), o sırada sayfalara kim sahipse onun
ismi eklenerek ifade ediliyor. Codex Arundel, Codex Hammer ve benzeri gibi. Codex Atlanticus, adını
hacminin büyük olmasından alıyor. Şu anda yeryüzündeki hiçbir Leonardo da Vinci
Codex’i bu kadar çok yapraktan oluşmuyor. Tam olarak 1119 sayfa olduğu söylenen
Atlanticus’un çoğu yaprağı çift taraflı kullanılmış.
Diğer Codex’ler gibi, Codex Atlanticus da Leonardo da Vinci tarafından bir araya getirilmemiş. 16. yüzyılın sonunda heykeltıraş Pompeo Leoni, Melzi’nin varislerini ikna ederek, sanatçıdan kalan yazılı materyallerin büyük bir bölümünü almış. Elindeki belgeleri iki ana grupta tasnif etmeye çalışmış. Teknik ve bilimsel çizim ve notları ayrı, anatomi ve sanat ile ilgili belgeleri ayrı gruplamış. Bu sınıflamanın ilki günümüzde Codex Atlanticus, ikincisi ise Codex Windsor olarak biliniyor.
Bazı Codex’lerin ilginç hikayeleri de var. Örneğin, İngiliz
Kraliyet ailesinin elinde bulunan ve 600 sayfa olduğu belirtilen Codex Windsor,
birkaç yüzyıl Windsor Şatosu’ndaki bir sandıkta unutulduktan sonra, 18.
yüzyılda tamamen tesadüfen bulunmuş. Codex Windsor’un İngiltere’ye nasıl
geldiği konusunda ise bugüne kadar bir bilgi bulunamamış. Bir de tabii, Bill
Gates’in 1994 yılında satın aldığı Codex Hammer var. Gates, 72 sayfa
için 30,8 milyon dolar ödemiş. Bu durumda, Ambrosiana Kütüphanesi’nin
koleksiyonundaki 1000 sayfadan fazla Codex Atlanticus’un değerini tahmin
edebilirsiniz. Bill Gates, isim kuralını bozarak, daha önce Amerikalı zengin
Armand Hammer’e ait Codex’i kendi soyadıyla isimlendirmemiş. Onun yerine, Codex’in
Hammer’den önceki sahibine atfen Leicester ismini tercih etmiş. Bu nedenle,
günümüzde Bill Gates’in elinde bulunan Leonardo da Vinci’ye ait el yazmalarına Codex
Leicester deniyor.
Leonardo da Vinci’nin not ya da defter tutmaya tam olarak ne
zaman başladığı tespit edilememiş. Ancak, eserlerinin tamamının o öldükten
sonra Melzi’nin toparlayıp malikanesine götürdükleri olmadığı biliniyor.
Uzmanlar, yaşamı boyunca yazdığı bütün yazılı belgelerin 28.000 sayfa kadar
olduğunu tahmin ediyorlar. Bu da, günümüze yazılarının ancak dörtte birinin
ulaştığını gösteriyor. Da Vinci’nin sol eliyle yazı yazdığı ve resim yaptığı
çağdaşları tarafından belirtilmiş. Bu nokta, Leonardo’nun üniversite eğitimi
almadığının da en önemli kanıtı olarak görülmüş. Eğer üniversiteye gidecek
kadar eğitim almış olsaydı, mutlaka sağ elini kullanmaya zorlanacağı
belirtilmiş. Ancak, 11 Nisan 2019 tarihli Independent gazetesinde yayınlanan
bir makaleye göre, bazı notlarından hareketle, Leonardo da Vinci’nin iki eliyle
de yazabildiğine inanılmaya başlanmış. Sağ elini kullanmayı her nasıl öğrenmiş
olursa olsun, sanatçının daha çok sol elini kullandığı düşünülüyor. Bundan da
önemlisi, Leonardo’nun yazısının en önemli özelliği, yazılarını sağdan sola
doğru, harfleri de tersine çevirerek yazması. Öyle ki, yazılarını ancak ayna
tutarak deşifre etmek mümkün. Tüm yazılı metinlerini bu şekilde yazmasının
nedeni olarak, sanatçının fikirlerinin ve çalışmalarının başkaları tarafından
çalınması konusunda aşırı derecede hassas ve şüpheci olması belirtiliyor.
Üstelik, Leonardo ayna yazısı olarak
ifade edilen bu yazıyı kullanmakla da yetinmeyip, metinleri zaman zaman ilave kodlamalar
kullanarak daha da deşifre edilmesi zor hale getirmiş.
Geliş amacımız Leonardo da Vinci olduğu için, vakit darlığından dolayı, sanat galerisinde Caravaggio, Rafael, Brueghel, Titian gibi sanatçıların eserlerini hızla geçtik. Derken, salonların birinde, büyük usta ile karşılaştık. Burada, 8 tanesi Codex Atlanticus’tan olmak üzere, Leonardo da Vinci’nin 15 çizimi ve Leonardesque olarak adlandırılan, ondan etkilenmiş öğrencilerinin ve Lombardiyalı sanatçıların eserleri sergileniyordu. Eserleri inceleyince insan, belirtilen etkiyi hem malzeme hem de figüratif olarak açıkça görebiliyor. Örneğin da Vinci, kırmızı tebeşir ile çizim yapan ilk sanatçı imiş. Daha sonra başka sanatçılar onu izlemişler. Bu etkileşim sadece kullanılan malzeme konusunda da olmamış üstelik. Çizdiği figürler ve konular da kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları etkilemiş. Bu salonda ayrıca bir camekanda, dönemin sanatçılarının kullandığı resim araç gereçleri de sergileniyor. Bunlar, Leonardo da Vinci’nin ve çağdaşlarının yaptıkları çizimlerden yola çıkılarak yapılmış replikalar.
Pinacoteca Ambrosiana’da müzeyi gezme rotası her köşeyi
görebileceğiniz şekilde düzenlenmiş. Leonardo da Vinci ile baştaki bu tadımlık
karşılaşmadan sonra epeyce bir dolandık. Benim kafam ise, sürekli kütüphane kısmını
nasıl bulacağımız konusu ile meşguldü. Bir ara, görüp göreceğimizin bu kadar
olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü, Codex’in tamamını sergilemek mümkün
olmadığı için, belirli aralıklarla sayfaların dönüşümlü olarak
sergilendiklerini biliyordum. Derken, iddiasız görünen bir kapıdan içeri adım
attık ve kendimizi başka bir alemde bulduk…
Neredeyse karanlık denebilecek kadar loş ve yüksek tavana
doğru uzanan dört duvarı boydan boya eski ciltli kitaplarla kaplı bu büyük
salon, Ambrosiana Kütüphanesi idi. Ortam, eski kitap ve ahşap kokuyordu. Önce
kendimi bu kitaplardan alamadım. Sonra, salonu çepeçevre dolanan camekanları
gördüm. Ortada ise, bir camekanda dev bir cilt duruyordu. Codex Atlanticus… Ancak, bu camekandaki cilt
orijinal olmasına rağmen, içindeki sayfalar orijinal değil. Uzmanlar, 1119
sayfalık Codex Atlanticus’un kendi ağırlığı nedeni ile içindeki kağıt
yapraklarına zarar verdiğini keşfetmişler. Bunun üzerine, her bir sayfa
dikkatlice ciltten çıkarılmış ve yerleştirildikleri paspartuların arasında
saklanmaya başlanmış. Ziyaretçilerin Codex Atlanticus’un hacmini
anlayabilmeleri için camekanın içindeki cildin arasına orijinal sayfaların
kopyaları yerleştirilmiş. Bu, Leonardo da Vinci’nin 40 yıllık (1478-1519)
çalışmalarının fiziksel hacmini anlamak açısından çok iyi olmuş.
Codex Atlanticus’un birbirinden ayrılan sayfaları, çeşitli
temalar çerçevesinde, belirli sürelerle sergileniyor. Salonu çevreleyen, esere
zarar vermeyecek şekilde aydınlatılmış, camekanlarda bu dönem için seçilmiş
sayfalar yer alıyordu. Bir süre sonra bunlar kaldırılıp yerlerine başka
sayfalar konacak. Bizim gördüğümüz sayfalarda yer karosu dizaynı olduğu
düşünülen çizimden, anatomik ve mekanik makine çizimlerine kadar çeşitli
çizimler vardı. Bazı sayfalarda çok farklı konularda çizimler ve notlar bir
arada bulunuyor. Ciddi konular üzerine yazılmış notların yanında bir alış veriş
listesi ya da günlük bir not olabiliyor. Tüm bunlar bana Leonardo’nun kafasının
farklı konularda nasıl aynı anda çalışabildiğini düşündürdü. Sayfaların birinde
yer alan bir genç erkek kafası eskizi uzmanlara, bunun Leonardo da Vinci’nin şu
anda Milano’da bulunan tek tablosu olan Bir Müzisyenin Portresi adlı
eserinin bir ön çalışması olduğunu düşündürüyor. Bu tablo Ambrosiana
koleksiyonunda olmasına rağmen, Louvre Müzesi’ndeki özel bir sergi için ödünç
verildiği için, biz göremedik.
Belgelerden biri de, Leonardo da Vinci’nin 1482-1483
yıllarında Milano’ya yeni geldiği zaman yazdığı bir mektubun müsveddesi.
Mektup, Milano Dükü Ludovico Sforza’ya hitaben yazılmış. Kendisine bir hami
arayan Leonardo, Dükün siyasi ve askeri ihtiraslarını bildiği için, ona bir
mühendis olarak nasıl hizmet verebileceğini anlatmış. Sanatsal yeteneklerini
vurgulamak yerine daha çok, geliştirebileceği askeri savaş aletlerinden ve
makinalardan söz etmiş. Mektubun temiz bir kopyasının Ludovico Sforza’ya
gönderilip gönderilmediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak, daha önce belirttiğim
gibi, 1480’lerin ortasında Leonardo, Ludovico Sforza’nın dikkatini çekmeyi
başarıyor.
Tarihte Leonardo da Vinci’nin yazdığı bilinen bir başka
mektup daha var. Batılı kaynaklar, bu mektubun varlığının 1952 yılında Topkapı
Sarayı arşivinde bulunan bir mektup çevirisi ile öğrenildiğini belirtiyorlar.
Mektup 1503 yılı başlarında yazılmış. Bu dönemde Leonardo kendisine, emrinde
çalışabileceği yeni bir işveren aramaktaymış. 1499 yılında Milano’nun
Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra şehri terk etmiş. Bir süre Cesare
Borgia’nın emrinde çalışmış. Ancak süren arayışı, onun Osmanlı padişahı
Sultan
II. Beyazıt’a söz konusu mektubu yazmasına yol açmış. Mektubunda
Leonardo padişaha, onun için inşa edebileceği yel değirmenlerinden, silolardan,
savaş makinalarından ve bir de Haliç’in üstüne inşa edebileceği, Asya’yı
Avrupa’ya bağlayacak, bir köprüden bahsetmiş. Bu başvurudan bir sonuç çıkmamış
ki, Leonardo 1503 yılının Mart ayında Floransa’ya dönmüş. Üç yıl sonra ise
tekrar, bu kez 1506-1513 yılları arasında kalacağı, Milano’ya gitmiş.
Ambrosiana Kütüphanesi’nde uzun süre kaldık. Camekanlarda
sergilenen Leonardo’nun el yazmalarına tekrar tekrar ve uzun uzun baktım.
Yağmurlu ve kapalı Milano havasına tekrar adım atarken, büyük ustanın II.
Beyazıt’a yazdığı mektubu düşündüm. Aynı mektup, babası Fatih Sultan Mehmet’e
yazılmış olsaydı neler olabileceğini hayal etmeye çalıştım. İstanbul’da bir
Leonardo da Vinci…
Bir sonraki yazımda Milano’yu gezmeye devam edeceğiz…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere
tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden
kullanılamazlar.
Her sonbahar yaptığımız İtalya gezimizi bu sene 15-20 Ekim
tarihleri arasında Milano’ya yaptık. Bu yıl neden Milano’yu seçtiğimizi bir başka
yazımda yazacağım. Birçok insanın görülecek pek bir şey yok demesine karşın,
Milano’da görülecek çok şey var. Bu nedenle Milano birden çok yazıyı hak
ediyor. Dolu dolu gezmemize ve 4 gün içinde toplam 47 kilometre yol yürümemize
rağmen, görmek isteyip de vakit bulamadığımız bir sürü yer kaldı.
Milano’yu diğer İtalya şehirlerine kıyasla çekici
bulmayanlar çoktur. Evet, burası bir Roma değildir örneğin. Adım başı
meydanlarında gösterişli heykeller, çeşmeler yoktur. Ancak bu, tarihi eserler
ve güzellikler açısından çorak olmasından dolayı değildir. İtalya’nın kuzeybatısındaki
Lombardiya
bölgesinin başşehri Milano’da zenginlikleri gözler önüne sermek değil, saklı
tutma kültürü vardır. Merak ediyorsanız arar bulursunuz. Gördüklerinize sadece
hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda Milano’nun sadece bir finans, endüstri ve
moda merkezi olduğu klişesinin ne kadar basma kalıp bir değerlendirme olduğunu
da anlarsınız.
Milano, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca pek çok
istilaya uğramış. M.Ö. 3000 yılına kadar giden bu zengin tarihi de bir başka
yazıma bırakıyorum. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetineceğim; Milano’nun
İtalya tarihindeki yeri ve sanata olan katkısı Floransa’dan geride
değildir. Floransa’da Medici ailesi varsa, Milano’da da
ünlü Sforza
ailesi vardır. Sforza’lar da zamanın ünlü düşünür, bilim adamı ve sanatçılarını
şehirlerine davet ederek veya korumaları altına alarak Rönesans’a katkıda
bulunmuşlardır. Bu kişilerin arasında şüphesiz en ünlüsü Leonardo da Vinci’dir. O
hem eşsiz bir sanatçı hem de, giderek kabul gören bir görüşe göre, yorulmak
bilmeyen bir bilim adamıdır. Evet, o aslında Toskanalıdır. Adı üstünde, Floransa’ya
yakın Vinci’dendir. Ama, ömrünün 20 yıla yakın bir dönemini Milano’da
geçirmiştir. O, Floransalı olduğu kadar Milanoludur aynı zamanda…
“Mucizeler yaratmak istiyorum”
Böyle yazmış Leonardo da Vinci üç numaralı defterinde (Quaderni
III). Çok küçük yaşlardan beri doğa ile ilgili her şeye ilgi duymuş. Bu
merakı onun, çok usta olduğu resim sanatında dönemin diğer ünlü sanatçılarından
daha az eser yaratmasına neden olmuş. Çünkü sorgulayıcı aklı onun anatomiden,
mühendisliğe, mimarlığa, perspektife, felsefeye, jeolojiye, hidrolojiye ve
astronomiye kadar her alanda düşünmesine, deney yapmasına ve icatlarda
bulunmasına yol açmış. Geride bıraktığı çizimlerden, yaygın bir görüşe göre ilk
olarak 1608 yılında Hans Lippershey
tarafından icat edildiği kabul edilen teleskopu, ondan 100 yıl önce düşündüğü
anlaşılıyor. Yine benzer bir şekilde, güneşin hareket etmediğini Galileo’dan
çok önce defterine yazmış. O dönemde kafirlik olarak görülmesine ve yasaklanmış
olmasına rağmen, önce domuz ve öküz cesetleri sonra insan kadavraları üzerinde
yaptığı çalışmalar onun optik, insan organlarının işleyişi, kalp ve kan
dolaşımı üzerine önemli ve o güne kadar bilinmeyen keşiflerde bulunmasını
sağlamış. Örneğin, el yazmalarının incelenmesi sonucu bugün artık, kalbin
vücuda kan pompaladığını William Harvey’den önce keşfettiği
de biliniyor. Harvey’in bu buluşu 1616 yılına tarihlenirken, Leonardo’nun bu
konuda çalışmalarına 1507 yılından itibaren başladığı belirtiliyor. Leonardo
ile ilgili bir başka şaşırtıcı bulgu da günümüzden yüzlerce sene önce
kolesterolden söz etmiş olması. Bunlar sadece birkaç örnek. Optik, beyin ve üreme
üzerine daha pek çok yazısı ve çizimleri var. Yazma eserlerinin kabaca sadece dörtte
birinin günümüze ulaştığı (yaklaşık 7000 sayfa) düşünülürse, bizim bilmediğimiz
daha pek çok keşif yapmış olması kuvvetle muhtemel.
Size de olur mu bilmem, belli dönemlerde bazı konulara ya da
kişilere özel bir ilgi duymuşumdur. O zamanlarda ilgilendiğim konu ile ilgili
ne bulursam okurum. Bundan 13-14 sene önce de Leonardo da Vinci ilgi alanıma
girdi. Onun hakkında birçok kitap okudum. Bunların içinde özellikle iki
tanesini çok beğendim. Michael White’ın yazdığı “Leonardo- The First Scientist”
kitabı onun daha çok mühendislik ve fen alanındaki araştırma ve buluşlarına
odaklanırken, kendisi de bir doktor ve akademisyen olan Sherwin B. Nuland’ın “Leonardo
daVinci” kitabında tıp alanındaki çalışmalarına yer verilmiş.
Leonardo da Vinci’ye duyduğum bu ilgi nedeniyle Milano’ya gitmeden önce bu gezimizde onun izini sürmeye karar vermiştim. Sanırım daha önce de bir yerlerde yazmıştım. Gittiğimiz yerleri, ilgi ve merakıma göre, belli bir temaya göre gezmeyi severim. Bazen, Barselona’da olduğu gibi, birden fazla tema da olabilir. O zaman, her bir tema için ayrı bir yazı yazmayı daha uygun buluyorum. Bu düşünceden yola çıkarak, Barselona anılarımı da beş ayrı yazıda toplamıştım.
Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 tarihinde, saat akşam
10:30’da dünyaya gelmiş. Doğum tarihinin bu kadar kesin olarak bilinmesi, gayri
meşru bir bebek olmasına karşın, doğan ilk torunundan son derece gurur duyan
büyükbabası sayesinde olmuş. Babası, Piero da Vinci, ailenin kendisinden önceki
birkaç kuşak erkeklerinin olduğu gibi, notermiş. Çok güzel bir kadın olan
annesi Caterina ise, muhtemelen ailenin hizmetlilerinden birisi olan bir köylü
kızı. Ailenin soyadı, Floransa’ya bağlı Vinci’den olduklarını işaret ediyor
ama, Leonardo’nun oradan çok uzak olmayan Anchiano’da doğduğu düşünülüyor. Kaç
yıl olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmasa da, uzmanlar onun ilk birkaç
yılında annesi ile yaşadığı konusunda hemfikir. Kimi iki yaşına kadar kimi beş
yaşına kadar diyor. Ancak, daha sonra Leonardo babası tarafından kendi evine
alınmış ve nüfusuna geçirilmiş. Annesi köyden bir başkası ile evlendirilmiş. Annesinin
suçu gibi görünmese de, Leonardo annesinin kendisini bıraktığını düşünerek, onu
hayatı boyunca hiç affetmemiş. Aralarında Sigmund Freud da olan bazı
akademisyen ve biyografi yazarları, Leonardo’nun eşcinsel olmasını annesi ile
çok yoğun geçen ilk birkaç yıldan sonra ondan koparılmasına bağlıyorlar. Oysa,
kariyer hedefleri olan babasının annesi ile evlenmesi zaten söz konusu değilmiş.
Daha sonra dört kez evlenen Piero da Vinci’nin yedi tane oğlu daha olmuş.
Yıllar sonra Leonardo, hem babasından kalan miras payı hem de kendisini çok
seven ve çocukken çok ilgilenen amcasının kendisine tamamını bıraktığı mal
varlığı için çok çetin bir hukuksal mücadele vermek zorunda kalmış. 23 Nisan 1519
tarihinde ölmeden önce hazırlattığı vasiyeti ile tüm bu mal varlığını ve
Floransa’daki banka hesabında bulunan yüklü miktardaki parayı yine kardeşlerine
bırakmış.
Leonardo da Vinci’nin döneminde, şayet aristokrat ya da
köylü sınıfına mensup iseniz hiçbir sorun yaratmayan gayri meşru olma durumu,
orta sınıf ve yükselen burjuva sınıfı arasında şiddetle kınanıyormuş. Kimi
Papalar gayri meşru çocuklarını kardinal mertebesine dahi yükseltebilirken ya
da gayri meşru doğan asiller prens bile olabilirken, orta sınıfa doğan bu
çocuklar pek çok haktan mahrum bırakılırlarmış. Bunların başında, üniversiteye
gitme yasağı ve dolayısı ile hukuk, tıp gibi saygın mesleklere girme yasağı
bulunuyormuş. Leonardo da bu yüzden resmi bir eğitim alamamış. O nedenle
yazılarında sıkça kendisinin “okumamış” olduğundan söz ediyormuş. Üniversiteye
gidemeyişine ömrü boyunca üzülen Leonardo, sonsuz merak ve öğrenme arzusunu
kendisi araştırarak, deney yaparak ve okuyarak gidermeye çalışmış. Bazı
kaynaklar onun diğer kardeşleri ile birlikte resmi eğitim aldığını ve
üniversiteye gitmiş olabileceğini söyleseler de, buna itiraz eden uzmanlar var.
Onlara göre, eğer bir eğitim almış olsaydı,
sol eliyle yazıyor olmasının mutlaka düzeltileceğini belirtiyorlar.
Bundan da öte, Leonardo da Vinci’nin klasik dillere (Yunanca ve Latince) çok
hakim olmadığı da biliniyor. Bu dillerde ve Arapça yazılmış eski eserlere
ihtiyaç duyduğu zaman İtalyanca çevirilerini okuduğu söyleniyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen, Leonardo dönemin benzer durumdaki
diğer çocuklarına göre ayrıcalıklı sayılabilir. Babasının evine alınmış olması,
büyükannesi, kendi çocuğu olmayan babasının ilk eşi ve amcası tarafından sevilip
kendisine ilk eğitimin verilmiş olması onun açısından önemli. Ama şüphesiz onun
için en büyük şans, babasının onu 14 yaşında iken Floransa’da büyük bir
atölyesi olan Andrea del Verrocchio ustanın yanına vermiş olması. Verrocchio,
bu genç çocuktaki potansiyeli hemen fark etmiş. Kendisinin de resim ve heykel
dışında çeşitli tasarım , metal eşya ve müzik aletleri üretimi ile ilgilenmesi,
Leonardo’nun atölyedeki diğer genç çıraklarla birlikte özgür bir eğitim
almasını ve yaratma süreçlerine katılmasını mümkün kılmış. Bu dönemde ve tüm
gençliği boyunca, görmeye alışık olduğumuz yaşlılık halinin aksine, genç
sanatçı olağandışı bir güzelliğe sahipmiş. Kendi çağdaşı kaynakların da
doğruladığı bu özelliğinin yanında, o zamanlar giyimine de son derece
düşkünmüş. Sıra dışı kısalıkta tunikler giyer, sakalını uzatırmış. Müziğe son
derece meraklı olan genç Leonardo’nun sesi de çok güzelmiş. Nota okuyabildiği
gibi, defterlerinde görüldüğü üzere, besteler de yapıyor ve lir çalıyormuş.
Bunun yanında, bazı kendi icat ettiği müzik aletlerinin çizimleri de günümüze
ulaşmış.
Leonardo da Vinci’nin on yıldan fazla bir süre
Verrocchio’nun yanında kaldıktan sonra, 1478 yılında bağımsız bir sanatçı
olarak hayata atıldığı düşünülüyor. Dönem, Lorenzo Medici’nin dönemidir.
Bilindiği gibi, Medici ailesi sanatçıların hamisi bir ailedir. Ancak, Lorenzo
Medici entelektüel olmakla beraber, aynı zamanda çok elitist bir insandır. Klasik anlamda bir eğitim almamış olan
Leonardo da Vinci’yi küçük görür. Ondan çok daha az yetenekli sanatçılara kol
kanat gerip siparişler verirken, Leonardo’yu görmezden gelir. Genç sanatçı
bunun üzerine Floransa’dan ayrılmaya karar verir.
Çeşitli kaynaklarda çeşitli konularda farklı bilgiler olsa
da, Leonardo’nun Milano’ya geliş tarihinin 1482 yılı başları olduğu
konusunda fikir birliği bulunuyor.
Kimilerine göre, Lorenzo Medici tarafından Sforza’lara bir jest olarak müzisyen
kimliği ile gönderiliyor. Ancak, bu görüşe katılmayanlar çoğunlukta. Zira,
Leonardo da Vinci ne kadar istemiş olsa da, LudovicoSforza’nın
sarayına hak ettiği şekilde adım atması Milano’ya gelir gelmez gerçekleşmiyor.
Da Vinci Milano’ya geldikten sonra en az iki yıl, herhangi bir hamisi olmadan,
serbest bir sanatçı olarak yaşamak zorunda kalıyor.
Bu dönemde Leonardo, aynı evi paylaştığı sanatçı Preda kardeşlerle iş birliği yapıyor. Bu çerçevede, San Francesco Grande kilisesinin altarı için üçlü bir resim yapmak üzere bir sipariş alıyorlar. Ortalama yetenekleri olan Preda kardeşler Leonardo’nun değerini anlamakta gecikmedikleri için, üçlünün ortasında yer alacak en önemli resmin sorumluluğunu ona veriyorlar. Günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Kayalıklar Bakiresi (Virgin of the Rocks) tablosu bu şekilde yapılmış oluyor. Gerçi tablo, ne renkler ne kompozisyon olarak verilen siparişin şartnamesine uymuyor ama, Leonardo da Vinci özgürce yaptığı bu tablo sayesinde Ludovico Sforza’nın dikkatini çekiyor. Sforza’nın son sevgilisi, güzeller güzeli Cecilia Gallerani’nin tablosunu yapmak üzere bir sipariş almayı başarıyor. 1480’lerin ortalarına denk gelen bu zamandan sonra Leonardo artık Milano’nun saygın bir sanatçısı olarak kabul edilmeye başlanıyor. Sarayın kapıları ona açılırken, Dük için hem çok değer verdiği mimari ve mühendislik projeleri, savaş araçları, makinalar ve Dükün dillere destan davetleri için dev oyuncaklar tasarlıyor hem de bir sanatçı olarak eserler üretiyor. Anatomi çalışmaları ise, tüm zorluklara karşın, hep devam ediyor.
Leonardo da Vinci’nin Milano’da izini sürmeye nereden
başlamalı diye düşündükten sonra, önce kendisine Ludovico Sforza tarafından
1498 yılında hediye edilen evine ve üzüm bağına gitmeye karar verdim. Burası
aynı zamanda, o muhteşem “Son Akşam Yemeği” duvar resminin
bulunduğu Santa Maria delle Grazie kilisesinin karşısında bulunuyor. Kaldığımız
Hotel
Manzoni’den oraya rahat bir yürüyüş ile 35-40 dakikada gittik. Bir
şehri görmek için en iyi yöntem, mümkün olduğunca yürümek. Yol üstünde, daha sonra gezeceğimiz SforzaKalesi’nin
de önünden geçtik.
O zamanlar boş arazi olan bu bölgede Dük kendisine sadık
çevresi için yeni bir yerleşim yeri yaptırmayı düşünüyormuş. Saraya yakın
Attelani ailesi ile birlikte Leonardo’ya da burada bir ev ve üzüm bağı vermiş.
Amacı, hem o sırada Son Akşam yemeği üzerine çalışan Leonardo da Vinci’ye işine
yakın olma kolaylığını sağlamak hem de, ailesinin Toskana’da üzüm bağları
olduğu için, memleketine olan özlemini hafifletmekmiş. Gerçekten de, Leonardo
bu evde kaldığı sürece, canı istediği zaman, gece geç vakit bile olsa, karşıya
geçip duvar resmi üzerinde çalışma olanağı bulmuş. Üzüm bağı ile ise özel
olarak kendisi ilgilenmiş. Fideleri kendisi dikip aşılamış.
İlk halinde toplam 800 metre karelik bir alana yayılan bağın önemli bir bölümünün üstünde günümüzde, yüzyıllar içinde yapılmış, binalar, kiliseler ve manastırlar var. Bağ, Casa degliAtellani’nin (Atellanilerin Evi) bahçesinin alt ucunda yer alıyor. Dük aslında Atellani ailesine burada iki ev vermiş. Bağın yanındaki bu evde Leonardo’nun kalmasına izin verildiği anlaşılıyor. Üzüm bağı, Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölünce, vasiyeti üzerine sadık hizmetkarı olan Giovanbattista Villani ve öğrencilerinden Giacomo Caprotti arasında paylaştırılmış.
Casa degli Atellani iki avlulu bir yapı. Birinci avlunun
çevresindeki binalarda günümüzde
oturanlar var. Hemen yanındaki avlunun Leonardo dönemindeki haline çok yakın
olduğu belirtiliyor. Buradan girilen Casa Atellani ise tam anlamıyla öyle
değil. Evin yüzyıllar içinde el değiştirmesi ile birlikte çok sayıda farklı
süslemeler ve değişiklikler yapılmış.
Ancak, bunlar olumsuz değil, olumlu değişiklikler olmuş. Bunların içinde
özellikle Zodiak Salonu’nun süslemeleri olağanüstü güzel. Bir başka
salonda ise, Lombardiyalı ressam Bernardino Luini’nin (1480-1532) yaptığı Sforza ailesinin
fertlerinin portrelerini görebilirsiniz.
Üzüm bağını, beş yüz yıl boyunca yapılan binaların istilası, yangınlar ve bombalamalardan gördüğü tahribattan 2015 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir proje kurtarmış. Daha önce, 1920 yılında da mimar Portaluppi yaptığı bir proje ile bağın günümüze ulaşmasını sağlamış. Bağ, evin içinden çıkılan arka bahçenin en uç bölümünde bulunuyor. Elbette orijinal bağın çok küçük bir bölümü burası. Ancak, işin sevindirici yanı, botanik arkeologlarının yaptıkları çalışmalar sonucu, Leonardo’nun buraya diktiği orijinal üzüm fidelerinin cinsinin saptanabilmiş olması. Buna göre bağda şimdi, 500 yıl önce olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi üzüm yetiştiriliyor. Farklı cins üzüm fidelerinin aşılanması ile elde edilen bu üzümün kökeninin, Candia isminin bir zamanlar orası için kullanılıyor olması nedeniyle, Girit olduğu belirtiliyor. Söz konusu üzümlerden, şeker ve alkol oranı yüksek, son derece aromatik ve güzel şaraplar üretiliyor.
Daha önce belirttiğim gibi, Leonardo’nun ünlü Son Akşam
Yemeği duvar resminin bulunduğu kilise, evinin ve bağının karşı kaldırımında
yer alıyor. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; kilise her daim açık.
İstediğiniz zaman gezebilirsiniz. Ancak, Son Akşam Yemeği duvar resmini
görebilmeniz için çok önceden bilet almanız gerekiyor. Biletler saat randevulu
ve yaklaşık altı hafta önce tükeniyor. Ben erken davrandığımı düşünerek, aşağı
yukarı bir hafta önce harekete geçtiğimde bu acı gerçek ile karşılaştım. Tahmin
edebileceğiniz gibi, önce çok üzüldüm. Ne de olsa, gitmek için Milano’yu
seçmemizin en önemli nedenlerinden birini kaçırmış olacaktık. Ama, işin peşini
bırakmamaya karar verdim. Günlük turlar için araştırma yaptım ve GetYourGuide
uygulamasından hem Sforza Kale’sini hem de Son Akşam Yemeği’ni kapsayan bir tur
buldum. Çok da memnun kaldık. Rehberimiz çok iyiydi. Hatta bizi, programda
olmayan San Maurizio al Monastero Maggiore kilisesine de götürerek Leonardo
da Vinci’nin kendisinden sonraki dönemde yaşamış olan Lombardiyalı ressamları
nasıl etkilediğini de uzun uzun anlattı. Şayet siz de kendiniz çok önceden
bilet almayı unutursanız, yer bulma olasılığı daha yüksek olan günü birlik
turları deneyebilirsiniz.
Santa Maria delle Grazie kilisesi ilk olarak, mimar Guiniforte
Solari’nin tasarımı ile, 1463 yılında yapılmaya başlanmış. Kilise 1490
yılında bitmiş. İki yıl sonra, 1492 yılında, Milano Dükü Ludovico Sforza (nam-ı
diğer Il Moro), Leonardo da Vinci’nin de dostu olan Bramante’den
burayı bir aile mozolesine çevirmesini istemiş. Hayali, buranın Sforza
ailesinin görkemli bir mozolesi olması imiş. Bramante bunun için, Solari’nin yaptığı
apsisi yıkarak yerine Rönesans stili
bir apsis inşa etmiş. Ancak, 1499 yılında Milano’nun Fransızların saldırısına
uğraması ve Ludovico’nun iktidarını kaybetmesinden sonra, 1500 yılından itibaren
kiliseyi ellerinde bulunduran Dominiken rahipler burayı sanat eserleri ile
dekore etmeye devam etmişler. 1558 yılında Engizisyon Mahkemesi de buraya
taşınmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1943 yılında) bombalanan kilise çok
ağır hasar görmüş.
Yukarda belirttiğim gibi, Son Akşam Yemeği’ni görebilmek
için, almış olduğunuz bilete göre, tam vaktinde kapının girişinde olmanız
gerekiyor. Duvar resminin bulunduğu salon aslında bir zamanlar manastırın genel
yemekhane salonu imiş. İçeriye sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor.
Yanılmıyorsam, maksimum yirmi kişi. Ama, salona doğrudan giremiyorsunuz. Önce
otomatik bir cam kapıdan bir ara bölüme giriyorsunuz. Arkanızdan kapı
kapanıyor. Bir süre burada bekledikten sonra, yine otomatik cam bir kapıdan
salona giriyorsunuz. Tüm bu önlemler, salonun nem ve toz seviyesini kontrol
altında tutabilmek içinmiş. İçeride 15 dakikadan fazla kalamıyorsunuz. Yapılan
anons ile dışarı çıkmak zorundasınız.
Salona girerken nefesimi tuttum. Çok heyecan verici idi.
İçerisi oldukça loş. Son Akşam Yemeği resmi, kapıdan girince sağ tarafınızda bulunuyor.
Resim de sıcak, sarı ama oldukça loş bir ışıkla aydınlatılmış. Çevremdeki çoğu
insan büyük bir hızla fotoğraf çekmeye girişirken ben, bir süre hareketsiz
kalıp, resmi içime sindirmeyi tercih ettim. Büyülendim…
Ludovico Sforza’nın isteği üzerine Leonardo da Vinci’nin
1495-1497 yılları arasında yaptığı bu duvar resmi, İsa’nın ünlü, “İçinizden biri bana ihanet
edecek” cümlesini
söyledikten hemen sonraki anı konu ediyor. İşte sanatçı resimde, bu şaşkınlık
anını büyük bir ustalıkla masadaki Havarilerin yüzlerine ve vücut dillerine
yansıtmış. İsa’nın yüz ifadesi ise, sakin ve huzur içinde.
Son Akşam Yemeği resmi, sıklıkla ve yanlış bir şekilde, bir fresk (İtalyanca fresco) olarak tarif ediliyor olsa da, fresk değil. Bu tempera yöntemi ile yapılmış bir resim.
Zaman zaman Leonardo’nun yanlış yöntem seçtiği ve bu yüzden resmin henüz o
hayattayken bozulmaya başladığı söylense de, konunun uzmanları onun bu yöntemi
özel olarak seçtiğini söylüyorlar. İtalyanca taze anlamına gelen fresco
yönteminde resim, duvara çekilen alçı sıva henüz ıslakken yapılıyor. O nedenle
resmi son derece hızlı bir şekilde bitirmek gerekiyor. Oysa, tempera yönteminde
resim, kurumuş sıva üzerine yapıldığı için zamana karşı bir yarış söz konusu
olmuyor. İşte uzmanlar, Leonardo’nun yüz ifadeleri üzerinde daha uzun süre
çalışabilmek, onlara daha fazla anlam katabilmek için bu yöntemi seçtiğini
belirtiyorlar. Ancak, ortamdaki koşullar kontrol edilemediği için daha sonra
resmin boyalarının dökülmeye başladığı belirtiliyor. Bir de bu yetmiyormuş
gibi, bir süre sonra rahipler yemek salonundan mutfağa bir geçiş açmak için
resmin ortasından bir kapı açıyorlar. Bundan dolayı, resmin İsa’nın ayaklarını
gösteren bölümü yok oluyor.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği resminde Havariler
olarak kullanmak için Milano sokaklarında uygun yüzler aradığı bilinir. Bunun
için, sokaklarda rastladığı insanların sayısız eskizlerini yapmış. Bir
söylenceye göre, ihanet eden Judas’ı temsil etmek üzere bir
dilenci ya da caniyi kullanmış. Bizim rehberimizin de katıldığı bir başka
görüşe göre ise, Judas için, resmin ne zaman biteceği konusunda kendisini ikide
birde sıkıştıran manastırın başrahibini model almış.
Henüz 1550 yılına gelindiğinde bile sanat tarihçisi Vasari
resmin durumunun çok kötü olduğunu belirtmiş. 1726 yılından itibaren resmi restore etmek için birçok çalışma
yapılmış ama, her seferinde daha fazla zarar verilmiş, hatta figürlerde
tahribat meydana gelmiş. Napolyon’un Milano’yu işgal ettiği
dönemde bu salon atlar için ahır olarak kullanılmış. Doğal olarak, bu durum
resim için daha da kötü olmuş. 1943 yılındaki bombalanma salonda ağır tahribat
yapmış ama Son Akşam Yemeği, önüne koruma amaçlı yığılmış olan kum torbaları
sayesinde, mucizevi bir şekilde kurtulmuş.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği duvar resminin
yedinci ve son restorasyonu 1999 yılında tamamlanmış. Restorasyondan sorumlu Dr.
Pinin Brambilla Barcilon resmin her bir santimetre karesinin üzerinde
tam yirmi yıl boyunca çalışmış. Orijinal resmin üstüne yapılan tüm boya
tabakalarını özenle temizlemiş ve alttaki orijinal katmana ulaşmış. Böylelikle,
resmin günümüzdeki hali, tamamen olmasa da, otantik şekline çok yakın bir hale
gelmiş.
Son Akşam Yemeği’nin tam karşısındaki duvarda büyük bir fresk
var. Bu, Donato Montorfano’nun (1460-1502) yaptığı “Çarmıha Gerilme” isimli eseri.
Dominiken rahiplerin siparişi üzerine, 1495 yılında yapılmış. Sanatçı adını ve
eserin yapılış tarihini İsa’nın çarmıha gerildiği hacın dibindeki taşın üstüne
yazmış. Fresk olarak yapıldığı için günümüze kadar oldukça iyi bir durumda
kalabilmiş. Resmin sağ ve sol tarafında, Leonardo da Vinci tarafından eklendiği
düşünülen, Ludovico ve eşi Beatrice’nin iki oğulları ile birlikte resimleri
var. Ancak bunlar, alçı kuruduktan sonra (yani tempera olarak) yapıldıkları
için oldukça silinmiş duruyorlar.
Montorfano’nun salonun çıkışına yakın olan freskini
incelemek için istemeye istemeye Son Akşam Yemeği’ne arkamı dönmüştüm.
Açıklamaları dinledikten sonra, ben kendimi yine büyülenmişçesine büyük ustanın
eserine bakar buldum… Öylesine etkileyici idi… Sonra, dışarı çıkmamız
gerektiğini bildiren anons duyuldu. Çıkış kapısı açıldı ve dışarı çıktık…
Milano’da Leonardo da Vinci’nin izini sürmemiz bu kadarla kalmadı. Ancak, yazımız da epeyce uzadı. En iyisi, kalanları bir sonraki yazıma bırakmak…
________________________________
Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.
Güzel bir Eylül sabahı, Kaş’tan Meis’e doğru yola çıktık…
Meis’i bir önceki günden beri otelimizin bulunduğu Kaş’ın Çukurbağ
yarımadasından seyrediyorduk. Elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz hissi veren bu
koyu renkli kara parçası, oradan bakınca ser verip sır vermiyor gibiydi. Bize
bakan cephesinde yerleşim olmadığı için, ay ışığının altında hem etkileyici hem
de ürkütücü görünüyordu…
Feribot saatleri nedeniyle, Meis’e gitmek için Kaş’a bir gün
erken gelmemiz gerekti. Feribotlar sabah (gününe veya şirketine göre) saat 10
ya da 10 buçukta kalktığı için, İstanbul’dan Dalaman’a giden en erken uçak ile
bile yetişmek mümkün değildi. Bu yolculukta zaten tercih etmediğimiz araba ile
güneye inme seçeneği ise, feribota yetişmek açısından gece vakti yollarda
olmayı gerektiriyordu.
Biz, Kaş’tan Meis’e geçmek için Meis Express şirketini
tercih ettik. Yanılmıyorsam, Kahramanlar isimli bir şirket daha
var. Şirketlerin sabahları bir seferi oluyor. Dönüş, akşamüzeri saat 4 ya da 4
buçukta. Yaz aylarında dönüş için, gece saat 11 civarında bir sefer daha
oluyor. Günübirlik gitmek elbette mümkün ama biz, başından beri Meis’de kalmayı
planladığımız için, iki gün sonra akşamüzeri döndük. İyi ki de öyle yapmışız.
Aceleye getirmeden, adayı doya doya gezdik, turkuaz sularında yüzdük, insanları
ile konuşup şakalaştık. Harika bir iki buçuk gün geçirdik…
Feribot şirketi, sanırım kapıda vize alacakların
evraklarının kontrolü için, oldukça erken saatte ofislerinde olmanızı istiyor.
Schengen vizesi ya da Yunanistan’a vize gerektirmeyen bir pasaportu olanlar
için bu bir buçuk saatlik süre oldukça fazla kanımca. Olası aksilikleri veya
mevsimine göre karşılaşılabilecek uzun polis kontrol kuyruğunu dikkate almak
isteseniz bile, 45 dakika yeterli olur diye düşünüyorum.
Tekneye bindikten sonra, biz de karşıya geçen İngiliz ve
Avusturalyalı turistlerin heyecanına kapılıp, kendimizi açık havadaki en üst
bölüme attık. Limandan karşıya bakınca, pırıl pırıl güneşin altında, Meis’deki
evler görünüyordu. Yine aynı heyecanla birkaç fotoğraf çektikten sonra, hava
inanılmaz sıcak gelmeye başladı. Kalkana kadar, aşağıdaki klimalı oturma
bölgesinde vakit geçirmeye karar verdik. Kalkıştan sonra tekrar yukarı çıktık.
Normal şartlarda Meis’e gidiş 20 dakika sürüyor. Adanın
Kaş’tan uzaklığının 2 kilometre olduğu belirtiliyor. İdari olarak bağlı olduğu
Rodos’un 110 kilometre uzakta olduğu düşünülürse, Meis’in pek çok yönden
Türkiye’ye Yunanistan’dan daha bağımlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, ada ile
ilgili web siteleri ve broşürlerde en yakın hastane olarak Kaş Devlet Hastanesi
belirtiliyor. Ayrıca ada halkı, özellikle Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara
geliyor.
Öteden beri, Türkiye ve Yunanistan turizm konusunda
işbirliği yaparlarsa, iki ülkenin de bundan kazançlı çıkacağını
düşünenlerdenim. O nedenle, geçtiğimiz aylarda Türkiye’yi ziyaret eden Midilli
belediye başkanının da benzer şeyler söylemesini hiç yadırgamadım. Kaş ve
Meis’de bu düşüncenin çoktan uygulanmaya başlandığını görmek ise, beni
fazlasıyla mutlu etti. Gerek Kaş’taki gerekse Meis’deki, tüm turizm
materyallerinde, yapılabilecek şeyler listesinde diğer tarafın tanıtımı yapılıyor
ve gidilmesi teşvik ediliyor. Meis’in Turizm Bürosundan aldığımız broşürde Kaş,
“her türlü ürün ve taze
yiyeceğin satıldığı mükemmel bir pazarı, ilginç Türk mutfağının tadılabileceği
restoranları, halı, baharat ve dondurma dükkanları olan, canlı bir Türk
yerleşimi” olarak tanıtılıyor. Ayrıca, ATM’ler, postane ve duty free dükkanlarından da söz ediliyor. Akşamları, “Kaş’ın canlı
gece hayatı” için Meis’den kalkan tekneler de var.
Kısa zamanda Meis’e yaklaştık. Ancak, limana girişimiz vakit
aldı. Bu arada, ana koy yerine, onun yanındaki Mandraki koyunda bekledik
bir süre. Belirtilen varış saati epeyce geçince, limana giriş için izin
beklediğimizi anladık. Nitekim biraz sonra, büyük bir gemi ana koydan süzülerek
çıktı. Kısa bir süre sonra, biz de limana yanaştık.
Meis’in, Symi adasındakilere çok benzeyen, rengarenk evleri ana koyun çevresine ve biraz daha yukarılara dizilmişti. Evler daha az ve seyrek olsa da, Mandraki koyunda da yerleşim vardı. Son derece sevimli görünüyorlardı. Koyun sol tarafındaki tepede Kale, onun altında restore edilerek müzeye dönüştürülmüş Osmanlılardan kalma bir cami ve tam karşımızda, daha sonra isminin Agios Georgios tou Pigadiou olduğunu öğrendiğim, büyük bir kilise vardı. Koya girer girmez sağ tarafta, bizim kalacağımız Megisti Hotel görünüyordu. Tüm bunları algılamaya çalışırken, yıllar önce gördüğüm Mediterraneo filminden kimi sahneleri anımsıyordum. Dudaklarımda bir gülümseme… Yönetmen Gabriele Salvatores’in 1991 yılında çektiği bu sevimli film, 1992 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü almıştı. Film, Meis’de çekilmişti ve II. Dünya Savaşı sırasında adaya gönderilip, sonra orada unutulan bir grup İtalyan askerinin adadaki yaşamını konu ediyordu.
Doğrusu, gitmeden önce Meis hakkında bilgi edinmeye
çalışırken kafam biraz karışmıştı. Kaynaklarda adanın en az dört farklı ismi
geçiyordu. Çevremizdeki adaların bir Türkçe, bir de Yunanca isimleri olmasına
alışığız. Bu nedenle, bizim Meis olarak bildiğimiz bu küçük adanın Yunanca Megisti
olarak adlandırılmış olması beni şaşırtmadı. Ancak, adadan Kastellorizo ve Castelrosso
olarak da söz edilmesi ilginçti. Hatta internette Megisti olarak yapılan
aramaların çoğu Kastellorizo olarak karşılık buluyordu. Söz konusu isimlere,
İtalyancasında olduğu gibi kırmızı kale demek olan, Fransızca Château
Rouge’u da eklemek mümkün. Bu farklı isimlerin hepsinin, bu küçücük
adanın yaşadığı sayısız istilaların sonucu olan çalkantılı ve acılı geçmişi ile
bir bağlantısı var. Megisti isminin, antik çağda burayı istila eden Yunanlı Dorlar’dan
kaldığı düşünülüyor. Günümüzde de Meis’in resmi adı Megisti olarak geçiyor.
Ancak, halk arasında ve gayri resmi olarak Yunanca Kastellorizo kullanılıyor.
İtalyanca Castelrosso adı ise, İtalyanların adayı işgal döneminde kullandıkları
isim.
Meis ya da Kastellorizo, Yunan On İki Adalar’ının
bir parçası. Yolculukların yeni şeyler öğrenmemizi sağlayan, ufuk açıcı
deneyimler olduğunu düşünürüm daima. Bu kez de öyle oldu. Bilmediğim birçok
yeni şey öğrenmenin yanında, bildiğimi varsaydığım bazı şeylerin de doğrusunu
öğrendim. On İki Adalar ifadesi de bunlardan biri oldu. On İki Adalar, gerçekte
12 değil, 14 adadan ve bunların çevresindeki daha küçük ada veya adacıklardan
meydana geliyormuş. Yunancada da kullanılan On İki Ada ifadesi, ada sayısından
değil, Osmanlı döneminde bu adaların idare edilme şeklinden kaynaklanıyormuş. “On İki”li denilen bu sisteme
göre, adalardaki her on hane bir temsilci seçiyor, bu temsilciler de söz konusu
adayı yönetecek olan on iki kişilik bir heyeti seçiyormuş. On İki Adalar
ifadesi, önce Türkçeden Yunancaya, sonra da Batı dillerine geçmiş.
Megisti, On İki Adalar’ın içinde en küçüğü olmasına karşın, kelime
anlamı Yunanca “en büyük” demekmiş. Taradığım bazı internet siteleri, biraz
aceleci davranıp, bu konuda bir ironi yakalamaya çalışmışlar. Oysa Meis’e bu
isim, çevresinde bulunan takımadaların içinde en büyüğü olması sebebiyle
verilmiş.
Rıhtıma yanaştıktan sonra işlemler 20-25 dakikada bitti. Kendimizi tüm koyu çepeçevre dolanan kordon boyunda bulduk. Otel ise koyun tam karşı tarafında idi. Akşamüzeri ya da akşam serinliğinde yürünmeyecek bir mesafe değil. Nitekim, kaldığımız sürede birkaç kez de yürüdük bu yolu ama, öğlen sıcağında gidilecek gibi görünmüyordu. O sırada, elinde bir deste broşür olan ve Türkçe konuşan bir genç kadın yaklaştı yanımıza. Tekne gezilerinden söz etti ama, bizim o an önceliğimiz otele gidip yerleşmek olduğu için, dikkatimizi söylediklerine fazla veremedik. Broşürü alıp, kendisini daha sonra arayacağımızı söyledikten sonra, nerede deniz taksi bulabileceğimizi sorduk.
– Şu an bulmanız biraz zor çünkü hepsi işe çıktılar, dedi.
Sonra, biraz ilerde duran bir tekneyi göstererek,
– Şuradaki sanırım iş alamadı. Ona bir sorun, dedi.
İşte, Kaptan Kostas ile böyle tanıştık. Özenli, tertemiz
giyimi ve hali tavrı ile bana İtalya’da sıkça karşılaştığımız orta yaşlı
erkekleri hatırlatan Kostas, bizi sadece o gün otele götürmekle kalmadı. Diğer
günlerde de, gezilecek yerlere, plaja ve dönüş için rıhtıma da o götürdü. Her
seferinde, bizi almaya sözleştiğimiz saatten mutlaka 5-10 dakika önce geldi.
Daima kibar ve güler yüzlü idi. Bir de bakışları… Öylesine yumuşak ve iyi kalpli… Bizi
etkileyen bu içten gelen iyiliği oldu. Ertesi sabah, Mavi Mağara’ya gitmek
üzere, saat 9 için sözleştik.
İki gece kaldığımız Megisti Hotel konumu, önünden rahatlıkla
denize girilebilmesi, güzel terası, manzarası ve en önemlisi, profesyonel
işletmesi ile çok iyi bir otel. Ucuz olduğunu söyleyemem. Ancak, ödediğiniz
paranın karşılığını aldığınız bir yer. En azından, bizim deneyimimiz o yönde
oldu. Otel personeli son derece becerikli ve işinin ehli idi. Özellikle,
aslında resepsiyonda görevli olup her yere yetişen, gelen konukları karşılayıp
gidenlerin hesaplarını çıkarıp uğurlayan, kimi zaman da tepsi elde terastaki
servise destek veren ama daima şakacı ve güler yüzlü olan, kısa boylu, tıknaz
ve genççe kadın olağanüstü idi. Üçüncü kattaki geniş ve ferah odamızda, temel
olarak ihtiyaç duyulabilecek her şey sade ama hoş bir estetikle
birleştirilmişti. Genişçe balkonumuzdan koyun karşı kıyısındaki Kale, cami ve
İtalyan döneminden kalma belediye binası görünüyordu.
Megisti Hotel’de yer bulmak kolay olmadı. Daha yaz ortasında
otel tüm tatil sitelerinde Kasım ayına kadar dolu görünüyordu. Otelin kendi
internet sitesine girerek boş oda olan sadece iki gün tespit edebildik. O
nedenle, Kaş, Dalyan ve Palamutbükü’nü de kapsayan on günlük tatilimizi bu iki
günün etrafında planlamak zorunda kaldık. Otelden söylediklerine göre, düğün
organizasyonları nedeniyle yer bulmak zor oluyormuş. Kaş’ta kaldığımız oteldeki
garsonlar, birkaç gün önce adadan yapılan müthiş bir havai fişek gösterisi
izlediklerini söylemişlerdi. Gösterinin bir düğün için olabileceğini
konuşmuştuk. Gece geç vakit, yıldızların altında, loş bir şekilde aydınlatılmış
Kale’ye karşı içkilerimizi yudumlarken Megisti Hotel’in terasının bir düğün
için hazırlanmış halini hayal etmeye çalıştım. Buna havai fişekleri de
ekleyince, çok hoş bir ambiyans olacağını düşündüm…
Gerek adada gerekse otelde çok sayıda Avusturalyalı vardı.
Gitmeden önce çeşitli sitelerde araştırma yaparken de yorum yapanların çoğunun
Avusturalyalı olduklarını görmüş ve bir anlam verememiştim. Sonra bunun, adanın
tarihi ile ilintili olduğunu öğrendim. Ayrıntılarına daha sonra değineceğim ada
tarihinin belli bir döneminde, Meis’den Avusturalya’ya büyük bir göç olmuş. En
az üç kuşak önce göç eden bu Kastellorizolulara Avusturalya’da Kassies
deniyormuş ve onlar da, tıpkı Bozcaada’dan Avusturalya’ya göç eden Rumlar ve
torunları gibi, her sene buraya geliyorlarmış. Meis’de kaldığımız süre boyunca,
çeşitli yerlerde sohbet eden Avusturalyalıların birbirlerine atalarının hangi
yılda göç ettiğini ve gerçek soyadlarının ne olduğunu anlatmaları kulağıma sık
sık çalındı.
İlk gün, kah denizde yüzüp kah otelin terasında
güneşlenirken, karşımızdaki tepede yükselen Kale’ye bakarak, oraya kadar
çıkmaya gerek olmadığını düşündüm. Birincisi, Kale’den geriye pek fazla bir şey
kalmamış gibiydi. Sadece bir kule vardı. İkincisi, hava son derece sıcaktı.
Akşamüzeri hava serinleyince, o gün için, Likyalılardan kalma kaya mezarını
arayıp bulmakla yetiniriz diye plan yaptım. Ama işte, öyle bir şey oldu ki,
sonunda biz kendimizi sadece Kale’nin dibinde bulmakla kalmadık, oldukça dik ve
sallanan demir bir merdivenle en tepesine de tırmandık.
Sahilde bir kafede dinlenirken rastladığımız Kostas bize
Likya mezarının yerini tarif etti. Kulağa
oldukça basit geliyordu. Caminin oradan, soldaki merdivenleri takip ederek
yürüyecek, önce tırmanıp sonra düz gidecektik. Mezar sağımızda olacaktı. Oradan
Kale’ye gidişi de tarif etti ama, doğrusu pek can kulağı ile dinlemedik. Bu
noktada benden size bir tavsiye… Eğer Meis’de yol tarifi sorarsanız ve size
merdivenleri takip edin deniyorsa, kelimenin gerçek anlamıyla merdivenleri
takip etmelisiniz. Söz gelimi, bir yol ayrımına geldiniz. Bir tarafta size daha
doğru gibi gelen, genişçe bir yol var. Diğer yandaki merdivenler ise, bir evin
arkasına dolanıyor ve olmadık bir yere gidiyor gibi görünüyor. Sakın ola ki,
bizim yaptığımız gibi, merdivenlerden ayrılmayasınız. Çünkü aradığınız yer, o
bir yere varmıyor gibi görünen merdivenlerin ucunda oluyor. Biz bunu iki kere
yaşadık. İlkinde kendimizi Likya Mezarı yerine Kale’de bulduk. O sıcakta,
güçlükle oraya varınca da, gelmişken tepesine tırmanmaya karar verdik. Hem
demir merdivenin biraz sallantılı olması hem de yukarda ayakta durmak için çok
geniş yer olmaması biraz ürkütücü olsa da, manzara şahane idi. Yukardan ana
koyu ve Mandraki koyunu görmek pek hoştu. Dönüşte, biraz iç güdülerimizle,
biraz tesadüfen Likya Mezarı’nı da bulduk. Adada tabelalar yetersiz. Genelde,
bir yeri gösteren tek bir tabela var. Yol ayrımlarına geldiğinizde nereye
yöneleceğinizi bilemiyorsunuz çünkü başka tabela yok. Bir kısmı ise, paslı ve
okunmuyor.
Akşam yemeğini, Kostas’ın gündüz bize önerdiği To
Paragadi’de yedik. Kordon boyunda, ufak bir restoran burası. Sahibi
güler yüzlü, genç bir adam. Türkçe de konuşuyor. Bir ara Kostas’ı da mutfak
tarafında görünce, belki oğlu ya da damadıdır diye düşündük. 20’lik uzo
ile beraber yediğimiz Yunan salatası, kalamar, saganaki ve patates kızartması lezzetli, balık biraz yavandı. O da
sanırım, balığın Akya olmasından kaynaklandı. Genç adamın, fazla çeşit
ısmarlamamamız ve söylediklerimizle aşırı doyacağımız konusundaki ısrarı, her
fırsatta müşteriyi kazıklamaya çalışan bizim restoran sahiplerimiz açısından
ibret verici idi.
Kastellorizo, tıpkı Bozcaada gibi, stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca istilalara uğramış. Adanın, Rodos ile Kıbrıs, Suriye, Mısır ve genel olarak Doğu Akdeniz arasındaki deniz yolunun üstünde olması, onu tarih boyunca önemli kılmış. Aynı nedenle, deniz ticaretinde çok başarılı olunmuş ve büyük ticari deniz filosu sayesinde çok zenginleşmiş. 19. yüzyılda 15.000 kadar kişinin refah içinde yaşadığı bir ada haline gelmiş. Maalesef, 20. yüzyılın başından itibaren bölgede gelişen tarihsel olaylar ve doğal afetler nedeniyle çok sayıda can kaybı olmuş. Buna kitlesel göçler de eklenince, günümüzde adanın nüfusu yaklaşık 500’e inmiş.
Meis’in tarihi hakkında çeşitli sitelerde yazan bölük pörçük
bilgiler, yerli halkın verdiği kısa bilgilerle birleşince insanın kafası
karışabiliyor. Adanın tarihini tam olarak anlayabilmek için, sahildeki restore
edilmiş camide bulunan müzeyi ziyaret etmek çok yararlı. Burası küçük ama çok
doyurucu bir müze. Çok ayrıntılı hazırlanmış açıklamaların yanında, belli
aralıklarla gösterilen film de çok aydınlatıcı. Caminin, Yunanistan’ın birçok
yerinde ve adalarda rastladığımız harabeye dönmüş Osmanlı eserlerinin aksine,
restore edilip müze olarak kullanılmasını çok takdir ettim. Ayrıca, müzedeki açıklamaları
da bizim açımızdan beklemediğim ölçüde tarafsız buldum.
“Kastellorizo’nun
Tarihi Koleksiyonu” nun bulunduğu cami, 1755 yılında Osman
Ağa’nın talimatıyla, adadaki az sayıda Müslüman halka hizmet vermek üzere
yaptırılmış. Ada halkı önce caminin yapılmasına karşı çıktıysa da, sonra fikir
değiştirmişler ve hatta kendileri de inşaatında çalışarak, caminin iki sene
içinde bitirilmesini sağlamışlar. 1859-1860 yıllarında, Kastellorizo
takımadalarının Osmanlı valisi Ahmet Paşa adayı ziyaret ederek, bir tanesi
caminin avlusunda olmak üzere, Konaki mahallesinde dört tane çeşme
yapılmasını emretmiş. Cami avlusundaki çeşme, günümüze kadar ayakta kalamamış.
En son 1885 yılında adanın yerli ustaları tarafından tamir edilen cami, 1913
yılına kadar ibadete açık kalmış. Daha sonra, İtalyanlar ve Fransızlar
tarafından hapishane, II. Dünya savaşı sonrasından 1966 yılına kadar ise depo
olarak kullanılmış. 1997 yılında restore edilerek, müze haline getirilmiş.
Dilerim, bu yaklaşım, Yunanistan ve diğer Yunan adaları için Osmanlı eserlerini
korumak ve kültürel amaçlarla kullanmak açısından bir örnek olur.
Meis’de yapılan sınırlı sayıda kazılar, bu adada neolitik
çağdan beri yaşam olduğunu ortaya koymuş. Girit’te uygarlık kurmuş olan Minos’ların
ve bir Yunan kavimi olan Akalar’ın (Miken’ler de deniyor)
adaya geldikleri tahmin ediliyor. Bununla ilgili bulgular, halen AtinaArkeoloji
Müzesi’nde bulunuyormuş. Daha sonra, önce Dorlar, ardından karşıdaki
Anadolu topraklarından Likyalılar buraya gelmişler. Adadaki
tek Likya mezarı, M.Ö. 5. yüzyılın sonu ile 4. yüzyılın başına tarihleniyor.
1306-1450 yılları arasında Meis, Saint John Şövalyeleri’nin eline
geçmiş. Onlar, daha önce Dorlar tarafından yapılmış ancak yıkıntı hale gelmiş
kalenin üzerine günümüzde bir bölümü ayakta olan kaleyi yapmışlar. Kalenin
yükseldiği kayaların renginin kırmızı olması nedeniyle de Meis’e, kırmızı kale
anlamında, Kastellorizo adını vermişler. St. John Şövalyeleri’nin hakimiyeti
sırasında, 1440 yılında, ada Mısırlılar tarafından ele geçirilip
yağmalanmış. 1450-1522 yılları arasında,
Aragon
Krallığı’nın hakimiyeti olmuş. Ancak, bu Katalan yönetimi sırasında
Meis yine birkaç kere el değiştirmiş. Örneğin, 1480 yılında, yani Fatih
Sultan Mehmet ölmeden bir yıl önce, Osmanlılar Meis’i
almışlar. 1498’de Aragon Krallığı tekrar adayı almış ama, 1522’de 1912’ye kadar
sürecek Osmanlı dönemi başlamış. Arada, kısa sürelerle Venedik ve Yunan
saldırıları ve tahribatı olsa da, Osmanlı yönetimi devam etmiş.
Osmanlı yönetimi boyunca Kastellorizo halkı, Kanuni
Sultan Süleyman’ın bazı adalara tanıdığı ve aralarında II.
Mahmut da olan sonraki padişahlar tarafından da onaylanan özel bir
imtiyazla, çok az vergi ödeyerek ve kendi kendini idare ederek yaşamış. Adada
bir Osmanlı garnizonu ve yöneticisi olmuş ama bu durum, Kastellorizo’nun
yarı-bağımsız olmasına engel olmamış. Bu dönemde, Marsilya’dan ve Trieste’den,
Kıbrıs, Suriye ve Mısır’a uzanan deniz ticareti, büyük ölçüde
Kastellorizoluların eline geçmiş. Büyük bir deniz filosuna sahip olmuşlar.
Ayrıca, adı geçen şehirlere taşınan bazı ada sakinleri de buralarda koloniler
oluşturmuşlar. Bu sayede ada çok zenginleşmiş. Yaşam ve eğitim seviyesi çok
yükselmiş. Adada bir çok özel okul açılmış. Osmanlı dönemi ile ilgili tüm bu
bilgileri, sözünü ettiğim müzedeki açıklamalardan öğrendik.
Birkaç yüzyıl refah içinde yaşayan Meis halkının kaderi, ne
yazık ki 20. yüzyılın başında geri dönülmesi zor bir şekilde değişmiş. Ada
halkı, Balkan Savaşı’ndan sonra, 1913 yılında Yunanistan ile birleşmek için
Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmış. Ancak, o dönem Yunanistan bu birleşmeyi
uygun görmemiş. Ada yönetimi, Girit’ten gelen bazı komitacılar ile birlikte,
Osmanlı garnizonunu ele geçirip Yunan bayrağını göndere çektiyse de, Yunan
başbakanı bir donanma göndererek bayrağı indirtmiş ve ada halkını sükûnete
davet etmiş. Donanma gittikten sonra, adanın ileri gelenleri geçici ve bağımsız
bir “Yunan Yönetimi”
kurmuşlar.
1915’e gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, adayı
stratejik olarak önemli gören Fransızlar Meis’i işgal etmişler. Altı yıl süren
Fransız işgali sırasında Fransızlar burayı Adana ve Suriye’yi bombalamak için
ikmal üssü olarak kullanmışlar. Bu arada Türkler de karadan toplarla Meis’i
bombalamışlar. 1921 yılında Meis Fransızlar tarafından, o zamana kadar 12
Adalar’ın çoğunu işgal etmiş olan İtalyanlara devredilmiş ve böylece 20 yıl
süren bir baskı dönemi başlamış. Mussolini’nin faşist yönetiminde
çeşitli zorlamalara maruz kalmışlar. Okullarda Yunanca eğitim yasaklanmış.
İtalya’dan öğretmenler getirilmiş ve halk İtalyanca konuşmaya zorlanmış. Bu
dönemde adadan çok göç olmuş. 1941 yılında adada sadece 1.110 kişi kalmış. O
arada, 1926 yılında da büyük bir deprem yaşanmış.
1941 yılında Meis, İngilizlere geçmiş. İkinci Dünya Savaşı
sırasında, 1943 yılında, Almanlar tarafından çok büyük bir bombalama olmuş.
1926 depreminden geriye kalabilen yapılar da böylece yıkılmış ve adada taş
üstünde taş kalmamış. Adada kalan halk, İngilizler tarafından Mısır’a
götürülmüşler. İkinci Dünya Savaşı bitince, 1945 yılında İngilizler tarafından
geri getirilirken, onları taşıyan gemide yangın çıkması sonucu, 33 kişi can
vermiş. Geri gelebilenler ise, Meis’i feci bir durumda bulmuşlar. O ara,
İngilizler isteyenlerin Avusturalya’ya göç etmesi için kolaylık sağlamışlar.
Avusturalya’daki Kastellorizo kolonisi böylece oluşmuş. Yunanistan ile birleşme
resmi olarak 1948 yılında gerçekleşmiş. Uzun yıllar fakirlik ve yokluk içinde
yaşamışlar. Bir sohbetimizde Kostas da bize, okula ancak altı sene
gidebildiğini çünkü o küçükken adada orta okul olmadığını söyledi. Günümüzde
ada halkı için en büyük gelir kaynağı turizm, balıkçılık ve Avusturalya’daki
Meislilerin yolladığı yardımlar.
İkinci günümüzün sabahında Kostas bizi, sözleştiğimiz gibi,
otelden gelip aldı. Mavi Mağara’ya gitmek üzere yola çıktık. Giderken Kostas
mağaranın içine girmek konusunda ihtiyatlı konuştu. Şansımız varsa, yani su çok
yükselmemişse ve dalga fazla değilse, içeri girebileceğimizi söyledi. Adanın
arkasına dolanırken kayalarla kaplı kıyıya epeyce sert dalgalar vuruyordu.
Kostas, bana göre kayalara çok yakın seyretmesine rağmen, yılların deneyimi ile
dalgaların üzerinden uçarak gidiyordu. Zaman zaman yüksek dalgaların tepesinden
öyle sert bir düşüş oluyordu ki, yüreğim ağzıma geliyordu. Ama Kostas’ın ne
yaptığını bildiği belliydi.
Bir süre sonra Mavi Mağara’nın girişine geldik. O sırada etrafta bizden başka tekne yoktu. Aklıma, Capri’deki Mavi Mağara’nın (Grotta Azzurra) girişi geldi. Mağaranın içine girebilecek küçük sandallara binmek için, sezon dışı olduğu halde, bir saat beklemiştik. Üstelik, sandalcıların birbirleriyle bağrışmaları ve gürültü patırtı da cabası…
Kostas önce, su çok çırpıntılı olduğu için içeri girmenin
imkansız olduğunu söyledi. Giriş, Capri’de olduğu gibi, çok ince ve yatay bir
delikti. Bir de, sadece üç kişi olduğumuz için, tekne yeteri kadar suya
batmıyordu. Az sonra, içinde beş, altı kişi olan bir tekne geldi. Kostas,
arkadaşı ile konuştu. Sonunda biz de o tekneye geçip, Capri’de yaptığımız gibi,
hep birlikte teknenin içine yattık. Göz açıp kapayıncaya kadar mağaradaydık.
Kastellorizo’daki
Mavi Mağara’nın, Capri’dekinden geri kalır yanının olmadığını rahatlıkla
söyleyebilirim. Hatta ondan çok daha büyük. İçerideki renk de bana çok daha
mavi geldi ama, bunda havanın çok daha güneşli olmasının da etkisi var. Bir sonbahar
gününde gittiğimiz Capri’de o gün hava bulutluydu. Mağaranın içinde suyun mavi görünmesi
için, ufacık bir yarıktan giriyor olsa da, güneş ışığının kuvvetli olması
gerekiyor. Her neyse… Kastellorizoluların Mavi Mağara ile övünmeleri için benim
gözlemlerime ihtiyaçları yok. Onlar, 22 Mayıs 1929 tarihinde, eşi Kraliçe Maria
Elena ve üç kızı ile birlikte adayı ziyaret eden İtalya Kralı III. Vittorio
Emmanuele’nin bile, buradaki Mavi Mağara’nın Capri’dekinden çok daha güzel
olduğunu belirttiğini sık sık söylüyorlar.
Mağaradan dönüşte Kostas bizi St. George (Aya Yorgi) Adası’na
bıraktı. Akşamüzeri saat 6’da gelip alacağını söyledi. Bu küçük ada, Meis’in
denize girmek için en gözde yeri. Kayalık olan adada küçük bir kilise de var.
Kayaların üzerine yapılmış güneşlenme terasları ve restoranı ile, gün boyu
vakit geçirebileceğiniz, turkuaz renkli denizde gönlünüzce yüzebileceğiniz bir
yer. Adanın yakınına, Kaş’tan günübirlik yabancı turist getiren tekneler de
geliyor.
St. George Adası’nın plajını ve restoranını küçük bir ekip
işletiyordu. Bir gün önce bizi Türkçe konuşarak karşılayan ve isminin Hurigül
olduğunu söyleyen genç kadın da onlardan biriydi. Hem Türkçe hem Yunanca
konuşarak, her tarafa yetişiyordu. Öğlen restoranda, Yunan birası eşliğinde,
güzel bir yemek yedik. Kalamar, cacıki
(Yunan usulü, bizimkinden epeyce koyu cacık), nohut kroket ve salata.
Meis’in merkezinden gün boyu buraya yolcu taşıyan tekneler, akşam üzeri söz verdikleri saatte gelip sizi geri götürüyorlar. Bu konuda çok disiplinliler. Gidiş dönüş ücretinizi dönüşte toplu olarak veriyorsunuz. Şezlongda yattığım yerden bu trafiği ve motorcuların müşterilerle şakalaşmalarını izlemek çok eğlenceli idi. Teknelerin biriyle gelen şişmanca bir Avusturalyalı hanım geliş ücretini sorup ödemek isteyince motorcu gülerek,
– Parayı şimdi öderseniz, sizi almaya gelmem, dedi…
İkinci akşam, yemeği kordondaki Lazarakis’de yedik. Birçok kaynakta burası, Meis’in en iyi restoranı olarak geçiyor. 1947’den beri faaliyette imiş. Biz de yediklerimizden çok memnun kaldık. Ama en büyük sürpriz, öğlen St. George Adası’ndaki restoranda bize bakan güler yüzlü ve sempatik genç garsonun burada da karşımıza çıkması oldu. Akşamüzeri, işini bitirdikten sonra, oradan ayrıldığını görmüştük. Orada bütün gün çalıştıktan sonra, akşam da burada çalışıyordu. O da bizi görünce sevindi. Koşup, geldi. Masamıza otururken ona,
– Hayat zor, dedim.
Gülümseyerek,
– Bazen, dedi.
Gece boyunca, servis için masamıza her uğradığında bir şeyler konuştuk. Şakalaştık. Yemeğin sonunda, iki tane sade “Yunan Kahvesi” ısmarladık. Kahveleri hemen getirince,
– Ooo, ekspres servis, dedim.
Güldü ve,
– Tabii ki, çünkü Arçelik Telve ile yapıyoruz. Çok kolay. Kahveyi ve şekeri koyup, sadece düğmeye basıyorsun, dedi.
Son günümüzde, daha önce sözünü ettiğim, restore edilmiş camideki müzenin dışında, Arkeoloji Müzesi’ni de gezdik. Bir ara (merdivenleri takip etmediğimiz için) kaybolduk ve neredeyse aramaktan vaz geçiyorduk. Hava inanılmaz sıcaktı. O sırada, iki tane Yunanlı hanım ortaya çıktı. Onlar da müzeyi arıyorlardı. Sonunda, bir ümit onların peşine takılarak, biz de müzeye vardık. Neredeyse tamamen yıkılmış Kalenin bir zamanlar parçası olan binada, eserler ve açıklamalarla adanın geçirdiği tarihsel dönemler kronolojik olarak sergilenmişti. Bunların arasında, Meis’in koylarından birinde batmış bir gemiden çıkarılmış, Bizans dönemine ait tabaklar ve süs eşyaları ile Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden getirilmiş 17. yüzyıldan kalma duvar resimleri ilginçti.
Meis’de geçirdiğimiz iki buçuk gün süresince hem masmavi
denizinde yüzdük hem de, sıcak havanın izin verdiği ölçüde, gezilecek yerlerini
görmeye çalıştık. Antik dönemden kalan Paleokastro Akropolü, Osmanlılardan
kalma Türk hamamı kalıntıları ve yaya olarak epeyce tırmanmayı gerektiren
birkaç manastırı ise göremedik. Beslenmemeleri konusunda sık sık ve Türkçe
dahil olmak üzere, çeşitli dillerde uyarılar gördüğümüz Caretta Caretta’lara da
rastlayamadık yüzerken. (Onları, daha sonra gittiğimiz Dalyan’da epeyce görme
fırsatımız oldu). Ama, göremediklerimizden çok daha önemli ve bizim için
değerli anılarla ayrıldık.
Benim için, gittiğim yeri özel kılan oradaki insanlar. Bir
çift söz, bir bakış, bir gülümseme… Ömrümüzün kısacık bir anında olsa da,
birbirimizin yüreğine değdiğimiz insanlar… Yoksa, özellikle aynı coğrafyalarda
geziyorsanız, tarih de, tarihi eserler de üç aşağı beş yukarı aynı. İstila
edenler de, kalıcı olanlar da… O nedenle, benim gönlümde yer eden yerler daha
çok insani bir bağ kurabildiğim yerler. Gördüğümüz içten misafirperverlik ve
dostane yaklaşım nedeniyle Meis/Kastellorizo da benim için o özel yerlerden
biri artık…
Otelin lobisinde bekliyorduk. Bir baktım Kostas, koyun karşı
kıyısından teknesi ile bize doğru geliyor. Önceki gün bozulan teknesinin
pervanesini yaptırmış olmasına biz de onun kadar sevindik. Yaşamlarımızın
kesişen kısacık kesitinde biz de onunla birlikte, ekmek teknesinin
arızalanmasına üzülmüş, sonra Rodos’tan ısmarladığı parçanın gemi ile o gün
öğlen geldiğini duyunca, onunla birlikte sevinmiştik.
Limanda, Meis Express’in tam yanına yanaştı ve yukarı,
– Suat Kaptan, diye bağırdı.
Bir iki saniye içinde Suat Kaptan belirdi. Valizlerle
birlikte karaya çıkmamıza yardımcı oldu. Sonra, Kostas ile vedalaştık. Kısa
ama, içten ve dostça…
O, tekrar motorunu çalıştırıp uzaklaşırken, kulaklarımda son cümlesi kaldı.
– Bizi unutmayın buralarda…
————————————————–
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz. Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.
Ne güzel yazmış Haluk Şahin Bozcaada Kitabı’nda… “Herkesin Bozcaada’sı farklıdır. Herkes bakma
becerisine ve beynindeki gözün donatımına göre daha fazla ya da daha az şeyler
görür bu küçük adanın taşında, toprağında, otunda, kuşunda…”, demiş. Aynı
şey, her yer için geçerli değil midir? Herkesin kendine göre bir Roma’sı,
Paris’i, Londra’sı, New York’u, Barselona’sı ve benim için en önemlisi, kendine
ait bir İstanbul’u vardır. İşte o nedenledir ki, birinin sevdiği yerden diğeri
nefret eder. Biri büyülenmişçesine aynı şehre ya da ülkeye tekrar tekrar gider,
ötekisi ise bir daha dönmemek üzere, hatta kaçarcasına ayrılır. Kimi gittiği
şehrin tarihi yerlerini, müzelerini görmek ister; kimi sokaklarda, bar, kafe ve
restoranlarda, parklarda vakit geçirmeyi sever. Benim gibi hepsini yapmak
isteyenler, hele zaman da kısıtlıysa, yorgunluktan helak olurlar…
Bozcaada, özellikle son birkaç yıldan beri, methini sıkça
duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Ancak, bir yanım gitmek isterken, diğer
yanım hep bu gidiş hayalini bir sonraki seneye erteledi. Sanırım, gidişin zor
olacağını düşündüğüm için oldu bu. Belki üşenmekten, belki de uzun yıllar önce
adaya çok zor koşullarda gidildiğini bildiğim ve hala öyle olduğunu düşündüğüm
için. Tam bilemiyorum. Oysa bu arada, otuz yıl önce 8-9 saatte anca gidilen
Bozcaada çok daha kolay erişilebilir olmuş. Çevremdeki insanların kısa süreler
için bile ve eskiye göre çok daha sık Bozcaada’ya gittiklerini fark etmem, bizim
de gitmemiz konusunda itici güç oldu benim için. Böylece, bu sene yaz tatiline
birkaç gün Bozcaada’da kalarak başlamaya karar verdik.
Coğrafya ve tarih derslerinde mutlaka okumuş olmalıyız ama,
benim Bozcaada’yı ilk olarak bilinçli bir şekilde zihnime yazmam sanırım
otuz-otuz beş sene önce oldu. O zaman bir arkadaşım, Bozcaada’da çok ucuz
fiyata eski bir Rum evi ve üzüm bağı aldıklarını söylemişti. Şaşırmıştık.
Ankara’da idik o sıralar ama arkadaşımız, çalışmak için Ankara’ya gelen, nadir
İstanbullulardandı. Bozcaada’ya o nedenle daha aşina olmalıydı. Bizim için ise,
Bozcaada dünyanın bir ucunda gibiydi.
Sonra, 1990’lı yıllarda, Haluk Şahin köşe yazılarında Bozcaada’dan çokça söz etmeye başladı. Kitabında da anlattığı gibi, kendisi ailesi ile birlikte, yazması istenen bir yazı için 1988 yılında ilk olarak Bozcaada’ya gitmiş ve “ilk bakışta aşık olmuştu”. Burada, 1991 yılında eski bir Rum evi satın almış ve gönülden adalı olmanın yanında, gerçek bir Bozcaadalı olmuştu. Haluk Şahin, o zamanki Truva kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Manfred Korfmann ve akademisyen, yazar ve şair Cevat Çapan’ın ortak gayretleri ile başlatılan “Homeros Okuma” günlerinden 2002 yılında haberdar olduk. Kulağa oldukça çılgın gelen ve 4 Ağustos 2019 günü 18.si düzenlenen bu etkinlikte gün doğumuna karşı, farklı dillerde, Homeros okunuyor. Önceleri iki gün olarak düzenlenen etkinlik, daha sonra bir güne indirilmiş.
Bozcaada, ya da mitoloji ve tarihteki adıyla Tenedos,
tarihi çok eskilere giden bir ada. 1959, 1968 ve 1990 yılında Çanakkale Müzesi
tarafından burada yapılan kazılarda M.Ö. 3000 yılına ait mezarlar bulunmuş.
Ancak, kazılar sürdürülmediği için o döneme ait daha fazla bulgu elde
edilememiş. Eminim, ilerde daha fazla kaynak ile yapılacak kazılardan
prehistorik döneme ait önemli kalıntılar bulunacaktır. Öte yandan, aynı nekropolde
bulunan M.Ö. VII, VI ve IV. yüzyıllara ait mezarlar buranın prehistorik
çağlardan beri çeşitli milletler tarafından istila edildiğini ve savaşlara
sahne olduğunu ortaya koymaya yetmiş. Mezarlığın Rumlar ve Osmanlılar zamanında
da kullanılmaya devam edilmesi, çok fazla tahrip olmasını önlemiş. Günümüzde,
burada bulunan mezar taşlarının bir kısmı Bozcaada Kalesi’nde sergileniyorlar.
Tenedos ismini, Kolonai Kralı Kyknos’un oğlu Tenes’den
almış. Efsaneye göre, Tenes ve kız kardeşi Hemithea’nın anneleri Procelia
ölünce, babaları Filonome ile evlenmiş. Üvey anne Filonome Tenes’e aşık olmuş
ama onu baştan çıkaramamış. Buna çok sinirlenen Filonome, Kral Kyknos’a
Tenes’in kendisini baştan çıkarmaya çalıştığını (hatta bazı kaynaklara göre tecavüz
ettiğini) söylemiş. Şahit olarak da, Eumolpos isimli bir flütçüyü göstermiş.
Çok sinirlenen Kral, iki kardeşi bir sandığa koydurup denize attırmış. Sandık
bir süre sonra, dalgalar ile Leukofris Adası’na sürüklenmiş.
Tenes ve kardeşi karaya çıkmışlar. Ada halkı bir zaman sonra Tenes’i kral
yapmış ve Leukofris adını, Tenes’in adası anlamında, Tenedos olarak değiştirmiş.
Kral Kyknos bir süre sonra gerçeği öğrenince, flütçüyü
taşlatarak öldürtmüş. Karısını da diri diri gömdürmüş ve oğlunu bulmak için
denize açılmış. Babasının barışmak için Tenedos’a geldiğini ve limana
gemilerini demirlettiğini gören Tenes, baltası ile giderek gemilerin
halatlarını kesmiş ve babasını adaya kabul etmemiş. Bu efsaneden Yunancaya “Tenes baltası” deyimi kalmış. Bu deyim, herhangi birisi ile
ilişkisini sürdürmek istemeyenler için, “ilişkiyi Tenes’in baltası ile kesti” şeklinde kullanılmaktaymış.
Günümüzde, bilim adamları Bozcaada’nın İlk Çağ’daki halkının Yunan değil, tıpkı Troya’da olduğu gibi, Anadolu kökenli olduklarını düşünüyorlar. Troya için bu tezi kanıtları ile birlikte ortaya koyan kişi, 1988-2005 yılları arasında burada kazı heyeti başkanlığı yapan, Prof. Dr. Manfred Korfmann olmuş. Korfmann, Hitit dili uzmanlarının yardımı ile, çeşitli belgelere dayanarak Troya’nın Luvice çivi yazısı ile yazılmış metinlerde geçen Wilusa kenti olduğunu kanıtlamış. Korfmann’ın tezine göre kentte Luvice konuşuluyor ve Hititlere özgü dinsel törenlerle Hitit gelenekleri sürdürülüyormuş.
Troya için verdiği emek ve katkılarından dolayı 2003 yılında
Türk vatandaşlığı verilen Prof. Korfmann bu tarihten sonra, kendisine Osman
Hoca diye hitap eden Çanakkale köylülerine atfen, resmi olarak Manfred Osman
Korfmann adını kullanmaya başlamış. Kendisi, 2005 yılında kanserden ölene kadar
Troya ve Çanakkale için çalışmış.
Tenedos (ve daha sonra Bozcaada), konumu nedeniyle, tarih boyunca
Çanakkale
Boğazı’nı geçip Marmara Denizi’ne ulaşmak isteyen
herkes için çok önemli olmuş. 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında düşman
kuvvetler tarafından nasıl stratejik açıdan elzem görülüp işgal edildiyse, M.Ö.
XII. yüzyılda yaşanan Troya Savaşı’nda da aynı nedenle Akhalılar tarafından ele
geçirilmiş. O dönemde Tenedos adası Troya’nın bir uydu kenti imiş. Aralarındaki
bu bağ, Homeros’un İlyada destanında da bir anlamda
ifade edilmiş.
Troya Savaşı’nda, Akhalılar Tenedos’u almak için Akhilleus
önderliğinde gemilerle adaya yanaştıkları zaman, Tenes onları taşlayarak,
açıkça Troya’dan yana olduğunu belli etmiş. Buna karşılık Akhilleus hem Kral
Tenes’i öldürmüş hem de bütün ada halkını kılıçtan geçirtmiş. Efsaneye göre, Tenes’i
öldürmesi Akhilleus’un genç yaşta öleceğinin işareti olmuş çünkü, annesi Thetis
onu bu konuda uyarmış. Ona, eğer Tenes’i öldürürse, Troyalıların tarafını tutan
tanrı Apollon’un da onu öldüreceğini söylemiş. Zira, bu büyük savaşta
tanrılar da taraf tutmuşlar…
Yine söylenceye göre, Akhilleus’un Tenes’i öldürdüğü yerde
daha sonra bir Apollon Tapınağı yapılmış. Tapınak ile ilgili iki tane önemli
yasak varmış. Bunlardan ilki, tapınağa flütçülerin girmesinin yasak olmasıymış.
Belli ki bu, Tenes’in üvey annesi Filonome’nin attığı iftiraya şahitlik yapan
flütçüye bir gönderme. İkinci yasak ise, tapınak alanında Akhilleus’un adının kesinlikle
ağza alınmaması imiş. Ben, Bozcada’da bu tapınakla ilgili bir buluntu bilgisine
rastlamadım. Kim bilir, belki de toprak altından çıkarılmayı bekleyen
arkeolojik eserler arasındadır.
Belirtildiğine göre, pek çok Antik Çağ eserinde Tenedos
ismine rastlamak mümkünmüş. Bunların arasında en çok bilineni, hiç şüphesiz, Homeros’un
İlyada ve Odysseia destanları. Tarihçi Herodot (İ.Ö. 490- 425), Coğrafyacı Strabon
(İ.Ö. 63-14) ve felsefenin köşe taşlarından Aristoteles (İ.Ö.
384-322) de çeşitli eserlerinde Tenedos’dan söz etmişler. Bir de büyük Latin
şair Vergilius
(İ.Ö. 70-19) var Tenedos’tan söz eden. Vergilius, başyapıtı sayılan Aeneid’te,
Troya
kentinin Yunanlılar tarafından yağmalanıp, yakılıp yıkılmasından sağ salim kurtulan
Troyalı Aeneas’ın öyküsünü anlatmış. Aeneas, bin bir zorluk ve uzun bir
serüvenden sonra İtalya’ya ulaşmış ve Roma kentini kurmuş. Yani bu
efsaneye göre, Roma’nın kökeni Troya’dan, dolayısı ile, Anadolu’dan
gelmektedir. Eserde Aeneas, Kartaca Kraliçesi Dido’ya Troya’nın sonunun nasıl
geldiğini anlatır. 10 yıllık kuşatmaya rağmen Troya’yı ele geçiremeyen Akhalılar
çareyi hilede bulmuşlardır:
“Anakaranın tam
karşısında bir ada görünür
Dillere destan Tenedos
Adası’dır bu
Priamos’un krallığının
iyi günlerinde
rahatça yaşardı zengin
insanları
ama şimdi in cin top
oynuyor
doğru dürüst çapa bile
tutmuyor limanı
Yunanlılar buraya
gelip saklandılar işte
biz hazır pupa yelken
rüzgar bulmuşken
çekip Mykenai’ye
gittiler sandık onları… ”
Oysa gitmemişlerdir Akhalılar… Tahta atı ve öykünün sonunu
hepimiz biliriz… Onlar, Bozcaada’nın arka tarafında (günümüzün Ayazma Plajı’nın
olduğu yerde) saklanmışlar, elli adamıyla tahta atın içine gizlenmiş olan Ulysses’den
(Odysseia) gelecek işareti beklemektedirler…
Troya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan birkaç yüzyıl sonra Tenedos’a, Midilli’den gelen ve Anadolu’da İzmir-Çanakkale arasında da koloniler kurmuş olan, Aeoller yerleşmiş. Dört ana Yunan kabilesinden biri olan Aeollere bazı kaynaklarda Aiol ya da Eolisliler de denmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda Tenedos, Pers saldırılarından korunmak için Atinalıların hükümranlığı altına girmiş. Buna rağmen M.Ö. V. yüzyılda Perslerin işgalinden kurtulamamışlar. Bir ara Büyük İskender adayı aldıysa da, sonra tekrar Pers işgaline uğramış. Herodot’un anlatısına göre, Pers askerleri el ele tutuşarak canlı bir zincir oluşturmuşlar ve bu şekilde ilerlerken önlerine çıkan tüm ada canlılarını öldürmüşler. Tenedos, M.Ö. 168 yılında Romalıların hakimiyetine girmiş. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma’nın bir parçası olmuş. 1203’ten sonra Tenedos Ceneviz, Venedik ve Bizanslılar arasında egemenlik mücadelesine sahne olmuş. Ada birkaç kere Venedikliler ve Cenevizliler arasında el değiştirmiş. Sonunda, iki taraf arasında yapılan bir anlaşma ile, 1382 yılında tamamen boşaltılmış. Yaklaşık 4000 kişi olduğu söylenen sivil halkın tamamı Girit ve Eğriboz (Euboia) adalarına yollanmış. XV. yüzyılda Tenedos tekrar Venediklilerin olmuş. Bizanslılarla yapılan bir dizi anlaşma sonucu adada huzur sağlanmış.
Osmanlıların Tenedos’a ayak basmaları, Konstantinopolis’in
fethinden sonra, 1455 yılında olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in buraya gelip
gelmediği kesin olarak bilinmemekle beraber, kendisinin 1461 yılında Troya’yı
ziyaret ettikten sonra, Midilli ve Bozcaada’ya da uğradığı tahmin ediliyor.
Fatih Sultan Mehmet’i çok iyi tanıyan İmroz adalı (Gökçeada) tarihçi
Kritovulos’un anlattığına göre, Fatih Eski Troya harabelerini denizden ve
karadan dikkatle inceledikten sonra, İlyada destanından kahramanlıklarını bildiği
Akhilleus ve diğer savaşçıların mezarlarını sormuş ve onlardan övgü ile söz
etmiş. (Fatih’in okuduğu bu Yunanca İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı
kütüphanesindedir). Sonra başını iki yana sallayarak, “Tanrı şunca yıldır bu kentin ve halkının intikamını alma hakkını bana
bahşetti. Onların (Troyalıların) düşmanlarına baş eğdirdim, kentlerini
yağmaladım, ganimet olarak dağıttım. Burayı zamanında yerle bir edenler
kimlerdi ? Yunanlılar, Makedonyalılar, Tesalyalılar, Pelasgoslar değil mi? İşte
onların torunları, Asyalılara o gün ve ondan sonra çok kez reva gördükleri
kötülüklerin cezasını çekiyorlar.”
1478-1479 yıllarında Fatih, Tenedos’un yıkık dökük kalesini yeniden yaptırınca artık Türkler için ada, Bozcaada olmuş. Ancak, bundan sonra da Bozcaada birkaç kez daha Venediklilerin eline geçmiş. Ta ki, 1697 yılında Osmanlılar Venediklileri Bozcaada Deniz Savaşı’nda kesin olarak yenilgiye uğratana kadar. 1807’de Bozcaada bu kez Rusların işgaline uğramış. Yakılıp yıkılan kalesini daha sonra Sultan II. Mahmut 1815 yılında yeniden yaptırmış. 1912 yılında, Balkan Savaşı sırasında ada, Yunanistan’ın eline geçmiş. 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adayı geri almış. Bu arada, Çanakkale Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar tarafından askeri üs olarak kullanılmış. Bunun için, adanın Habbele denen bölgesinde, bugün tam olarak neresi olduğu bilinmeyen, bir askeri havaalanı yapılmış.
Bozcaada’ya gitmenin birkaç değişik yolu var. Biz,
Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot ile gitmeyi tercih ettik. Oradan, Bozcaada
feribotuna bineceğimiz Geyikli’ye gitmemiz araba ile üç
saatten az sürdü. Yol da çok keyifli idi. Her yer yeşillik. Çam ve zeytin
ağaçlarının, ekilmiş, verimli tarlaların arasından geçiyorsunuz. Yol kalitesi
gayet güzel. Her iki feribota da önceden bilet aldığımız için kuyrukta bekleme
sorunu olmadı. Sanırım insanlar çoğunlukla bizim gibi yapıyor ama, yine de, iki
yerde de bilet kuyruklarında bekleyen tahminimden çok araba vardı.
Feribot Geyikli’den hareket edince heyecanlandım. Anadolu
tarafından bakınca ada gerçekten boz ve kıraç görünüyor. Ama bu sizi
yanıltmasın. Bizim de sonradan göreceğimiz gibi, adanın diğer tarafı orman ve
üzüm bağları ile kaplı. Bağcılık ve şarapçılık burada Antik Çağlara kadar
uzanıyor. M.Ö. 420’li yıllara ait sikkelerde görülen üzüm salkımları burada bir
Dionysos
kültünün varlığına kanıt olarak gösteriliyor. Adanın yerli Rum halkı tarafından
yüzyıllarca sürdürülen gelenek, günümüzde de çeşitli zorluklara karşın devam
ettiriliyor. Bu gezide, üzüm çeşitleri arasında özellikle Çavuş Üzümü’nün aslen
Bozcaada’nın bir üzüm çeşidi olduğunu öğrendim. İlk akşam içtiğimiz, Çavuş
Üzümü’nden yapılmış Corvus marka şarabı da değişik ve içimi güzel buldum.
Kendilerine çıkarılan tüm zorluklara rağmen, Bozcaada’da üretim yapan birkaç
şarap işletmesi var. Bunlar Corvus, Amadeus, Ataol, Gülerada,
Talay
ve Yunatçılar.
Corvus, Talay ve Amadeus yaz ayları boyunca fabrikalarında tur ve tadım olanağı
sunuyorlar. Kısıtlı zaman nedeniyle biz bu deneyimi bir dahaki sefere bırakmak
zorunda kaldık. Ancak, adada kaldığımız süre boyunca yerel şarapları içmeye
özen gösterdik.
Türkiye’nin, Gökçeada ve Marmara adalarından sonra
üçüncü büyük adası olan Bozcaada’ya feribot ile geçmemiz 35 dakika sürdü.
Yakınlığı nedeniyle anakaradan rahatlıkla görülen adaya yaklaşırken Bozcaada
Kalesi’nin görüntüsü çok etkileyici. Limanda bütün görkemi ile
yükselirken, insanlara adeta buranın sadece yeme içme ve eğlence yeri değil,
çok eski çağlardan beri var olan, çok görmüş geçirmiş bir yer olduğunu anlatmak
istiyor.
Bozcaada’da feribotun yanaştığı liman, adanın ana yerleşim
yerinde. Yani feribottan iner inmez kendinizi ana caddenin ucunda ve hayatın
içinde buluyorsunuz. Zaten Bozcaada, Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olarak
geçiyor. Adanın diğer taraflarında, bazı lojmanları ve başarısız bir site
inşaatı denemesini saymazsanız, evler dağınık konumdalar.
Bozcaada merkezine araba ile giriş yaz aylarında Kaymakamlık
tarafından yasaklanmış. Bunu sağlamak için de her yere kapanlar yerleştirilmiş.
Merkezde kalacaksanız, otelinizin konumuna göre, arabanızı otoparka bırakıp
bavullarınızla yürümeniz gerekebiliyor. Bizim kaldığımız Kaikias Otel yer olarak
mükemmel bir noktada idi. Feribottan indikten sonra araba ile önüne kadar
gelebiliyor ve arabanızı neredeyse
pencerenizin önüne park edebiliyorsunuz. Adanın diğer yerlerine araba ile gidip
gelmek için, hemen otelin yakınından “Çevreyolu”na çıkabiliyorsunuz. Dönüşte de, yine şehir
merkezine girişi engellemek için yapılan bariyerlerin başında duran görevlilere
Kaikias Otel’de kaldığınızı söylerseniz, size çevreyolunu kullanarak nasıl
gideceğinizi tarif ediyorlar.
Bozcaada’ya gitmeden, güvendiğim birkaç kişiye kalacak otel
ismi sormuştum. Önerdikleri farklı otellerin arasında hepsinin Kaikias’ı
belirtmeleri orayı seçmemizde etken oldu. Adada, farklı fiyatlara, kalacak
birçok sevimli yer var. Bütçeniz ve zevkinize uygun mutlaka bir yer
bulabilirsiniz. Otellerin dışında, pansiyonlar da mevcut.
Kaikias, kalenin arkasındaki konumuyla her yere yakın. Ayrıca,
adanın çeşitli plajlarına giden dolmuşların kalktığı yer de fazla uzakta değil.
Otelin sahibi olan mimar çift, uzun yıllar adadaki bağ evlerini yeniden
tasarlayıp onararak sonradan Bozcaadalı olanlara hizmet vermişler. 2001 yılında
Kaikias’ı açmışlar. Otel, sırtınızı denize verdiğiniz zaman ana caddenin sağ
tarafında yer alan Rum mahallesinde bulunuyor. Bu taraftaki Rum tarzı taş
evlere karşılık, caddenin sol tarafındaki Türk mahallesinde cumbalı evler var. Eskiden
iki mahalleyi birbirinden ayıran bir dere varken, daha sonra üstü kapatılmış ve
günümüzdeki Çınar Çarşı Caddesi haline getirilmiş.
Kaikias Otel, iki ev ve bunlardan birine ait kayıkhanenin
düzenlenmesi ile meydana gelmiş. Evlerden biri, adanın yerleşik Rum
ailelerinden Pavli Pandelera’ya aitmiş. Biz de bu kısımda kaldık. Aileden kalan
mobilyalar, eşyalar ve belgeler binanın girişindeki camekanlarda ve duvarlarda
özenle sergileniyorlar. Diğer ev ve kayıkhane, halen 1945’te göç ettiği Avusturalya’da yaşayan, İstirati Dali’ye
aitmiş. Kendisi bu evde doğmuş ve büyümüş. Bir ara, Rum mahallesinin
muhtarlığını da yapmış. Restorasyon sırasında, merdivenlerin, tavanların ve
dolapların korunmasına özen gösterilmiş.
Otele vardığımızda saat üç buçuk civarıydı. Odamıza yerleşip
hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktık ve bize önerildiği gibi, Rum mahallesinin
sokaklarında gezinmeye başladık. Dış cephelerine boyanmış çeşit çeşit
resimlerle daha da şirin hale gelmiş binaların olduğu sokaklarda dükkanlar,
kafeler ve restoranlar vardı. Sakin öğle saatlerinden sonra, her yer akşam için
yapılan hazırlıklarla canlanmaya başlamıştı. Bozcaada’nın, herhangi bir yere
benzeme gayreti içinde olmadan, kendine özgü olması, etrafta sakil plastik
sandalye ve benzerinin olmaması çok hoşuma gitti.
Ara sokaklarda gezinirken, akşam yemeği yemeyi düşündüğümüz Sandal
çıktı birden karşımıza. Burayı da önerenler çok olmuştu. Garsonun önerisine
uyarak akşam için yer ayırttık. İyi ki de ayırtmışız. Saat yedi buçuktan
itibaren tüm restoranlar dolmaya başladı. Gerek Sandal’da gerekse diğer
akşamlar yemek yediğimiz Cabalı ve Ayazma Restoran’da her
şey çok taze ve lezzetli idi. Alışılmışın dışındaki mezeler arasında
Sandal’daki zerdeçallı domates ve patlıcan mezesi, Cabalı’daki Ege Karma
dedikleri kurutulmuş domatesli meze, kılıç pastırma, sirkede pişirilmiş
sardalye, beğendi üstünde levrek aklımda kalan nefis tatlar.
Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi de bu ilk gezinti
sırasında birden karşımıza çıktı. Gelmeden hakkında okuduğum bu müzeyi görmeyi
çok istiyordum. Çocuk gibi sevindim. Sizi bilmiyorum ama, ben ilk olarak gittiğim
herhangi bir yerin gelmişini geçmişini biraz öğrenmek isterim. Bilmediğim bir
yerde sadece deniz, kum ve akşam eğlencesi beni doyurmaz. Bozcaada Müzesi bu
anlamda, ister şöyle hızlıca bir gezin ister bizim yaptığımız gibi biraz daha
detaylı inceleyin, adanın 20. yüzyılın başından
beri görüp geçirdiklerini belgeleri ile sunuyor. Müzenin koleksiyonu, 1961
İstanbul Fener doğumlu Hakan Gürüney’e ait. Yirmi yılı
aşkın bir zamandan beri topladığı gravür, fotoğraf, obje, eşya ve belgelerle
Bozcaada’ya kültür ve tarih açısından gerçekten çok takdir edilecek bir katkıda
bulunmuş. Kendisi, 1992 yılında, tutkulu bir şekilde yaptığı deniz kabuğu
koleksiyonu için aradığı nadir rastlanan bir kabuğu bulmak amacıyla geldiği
Bozcaada’da, buranın yerlisinden daha fazla adalı olmuş diyebilirim.
Bozcaada Müze binası, 2006 yılında zamanın kaymakamı
tarafından Hakan Gürüney’in koleksiyonu için tahsis edilmiş, 130 yıllık bir Rum
evi. 1874 yangınından sonra, DimostenTulmidis tarafından
yaptırıldığı belirtilen yapı, ailenin 1950 yılında Avusturalya’ya göç
etmesinden sonra harabeye dönmüş. Oysa, bir zamanlar Bozcaada’nın en görkemli ve
yüksek yapısıymış. Bina, önceleri iki kat daha yüksek ve önü sütunlu iken, yukardan
düşen taşların yarattığı tehlike nedeniyle daha sonra üst katları yıkılmış. Şu
anda gezilen yerler evin bodrum ve zemin
katları oluyor. Çeşitli odalarda hem evin sahiplerinin kişisel tarihlerini hem
de 45 ayrı konu başlığı altında toplanmış 6000’den fazla fotoğraf, belge ve
objeyi görüyorsunuz. Sizi çok kibar bir şekilde karşılayan Hakan bey,
istediğiniz zaman detaylı bilgi de veriyor. Müzede sergilenenler arasında, 1900
yılında çekilmiş Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı, 1909 yılından kalma
fotoğraflar, 1915 Çanakkale Savaşı sırasında burayı üs olarak kullanan Fransız
ve İngiliz askerlerinin ailelerine yolladıkları kartpostallar, ayrıca bu
askerlerin geride bıraktıkları çeşitli eşyalar ve bir de Ara Güler’in 1955 yılında
Bozcaada’da çektiği ve Hakan Gürüney’e hediye ettiği 25 fotoğraf var.
Müzede, 1998-2009 yılları arasında, yurtiçi ve yurtdışındaki
çeşitli müzayede ve sahaflardan toplanmış veya hediye edilmiş değerli
belgelerin ve fotoğrafların dışında, adadaki Rum halkın geride bıraktığı
eşyalar da çeşitli konu başlıkları altında, faklı odalarda sergileniyor. Artık
sayıları iyice azalmış olan Rumların geçmişlerinin korunması ve Bozcaada’nın
belleğinin canlı tutulması açısından bu, bence çok önemli bir çaba. Bozcaada’da
Rumlar ve Türkler, 1455 yılındaki fetihten sonra, 500 yıl birlikte yaşamışlar.
Çeşitli zamanlarda, Rum ve Türk nüfus fazlalık açısından birbirinin önüne
geçmiş. Örneğin, bazı kaynaklara göre XVI. yüzyılda adada 242 Hristiyan (Rum)
ve 55 Müslüman aile varken, 1745’te 300 Müslüman ve 250 Rum aile
bulunmaktaymış. 1831 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus
sayımına göre 439 Müslüman ve 793 Hristiyan (Rum) kaydedilmiş. Adanın 1912-1923
yılları arasında olan Yunan işgali sırasında Rum nüfusunda bir fazlalaşma, Türk
nüfusunda azalma görülürken, toplam nüfus 5000’e çıkmış. Lozan’dan sonra ada
nüfusu toplam 2000-2500 arası olmuş. Yaz aylarında 10.000’e kadar çıkabilen
nüfus, kış aylarında yine 2500 civarında olarak belirtiliyor.
Türkiye’nin Rum vatandaşları açısından en tedirgin edici
dönemler olan 6-7 Eylül 1955 ve 1974 Kıbrıs Harekatları sırasında Bozcaada’da
hiçbir olumsuzluk yaşanmamış. Buna karşın, 1950’lerin ortasından itibaren, ve
özellikle 1960’larda, adanın Rum nüfusu göç etmeye başlamış. Bir kısmı
İngiltere, Fransa ve Amerika’ya, bir kısmı da o dönemde göçmen alımını
özellikle artıran Avusturalya’ya gitmişler. 1994 sonbaharında yapılan sayıma
göre, adada 20-25 dolayında Rum saptanmış. Bozcaada Belediyesi’nin web sitesine
göre ise, günümüzde adada sadece 3 tane Rum kalmış.
Bozcaada Müzesi’ni gezerken Rumca konuşan bir grup geldi.
Hakan bey ile sarılıp kucaklaştılar. Ona getirdikleri hediyeleri verdiler.
Bunlar, Bozcaada’dan dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş adalı Rumlar ve
çocuklarıydı. Hakan bey, onların iki gün sonra kutlanacak olan Aya
Paraskevi günü için geldiklerini söyledi. “Her sene gelir, buraları ağlayarak gezer, anılarını ya da büyüklerini
yad ederler” dedi. Günümüzde Avusturalya, Amerika, İngiltere ve Fransa’da
yaşıyor olsalar da, her sene 26 Temmuz’da Bozcaada’ya geliyorlarmış. Biz de
sonraki günlerde şehir içinde dolaşırken ve Türk Mahallesinin meydanındaki Eski
Kahve’de otururken çok sayıda eski Bozcaadalı Rum ile karşılaştık.
Yürüteç ile masaların arasından geçmeye çalışan bir hanımın, yol vermek için
ayağa kalkan eşime önce Rumca, sonra Türkçe teşekkür etmesi çok dokunaklı idi…
26 Temmuz günü tüm Yunanistan ve adalarında kutlanan Aya Paraskevi için farklı anlatımlar ve efsaneler olduğunu fark ettim. Bozcaada Rumlarının kutlama yapmak üzere ziyaret ettikleri Aya Paraskevi Manastırı ile ilgili hikayenin bile birkaç versiyonu var. Bunlardan birine göre Paraskevi, M.S. 138-161 yılları arasında Bozcaada’da yaşamış genç ve güzel bir kızmış. Günümüzde Göztepe olarak bilinen adanın en yüksek tepesindeki Ayyulas Manastırı’ndan genç bir rahibe aşık olmuş. Genç rahip de ona aşıkmış ama, kızın babası birlikte olmalarına izin vermemiş. Kızını, bugün Aya Paraskevi Manastırı’nın bulunduğu yerde sıkı bir göz hapsine almış. Aşıklar hiçbir zaman kavuşamamışlar. Paraskevi genç yaşta aşk acısı nedeniyle ölmüş. Günümüzdeki manastır binası 1700’lü yıllarda yapılmış. Yalnız, manastır kelimesi sizi yanıltmasın. Burası, tek katlı küçük bir şapel aslında. Kavuşamayan aşıkların anısına bir de dilek pınarı var.
26 Temmuz Aya Paraskevi
Günü sabahında, manastırda bir ayin yapılıyormuş. Türkiye’nin diğer
yerlerinden ve Gökçeada’dan da katılanların olduğu ayinin ardından, manastırın
yanında, sekiz çınar ağacının altındaki Ayazma Restoran’da gün boyu eğleniliyormuş.
Bazı yıllar Yunanistan’dan gelen dans ekiplerinin de katıldığı bu eğlencede
yenilip içiliyor ve dans ediliyormuş. Biz, akşam yemeği için gittiğimizde
eğlenceler sona ermiş ve kalabalık dağılmıştı. Ama, hem Yunanca hem de Türkçe
şarkılar söyleyen müzisyen ikilinin eşliğinde harika bir gece geçirdik. Restoranı,
adalı bir Rum aile işletiyor. Hoş bir esintide, uzaktan aşağıdaki Ayazma
Plajı’nın seyrederek yemek yemek çok keyifli oldu. Hele gece olup, uzaktaki
gemilerin ışıkları yanınca, kendimizi ortamın büyüsüne bıraktık…
Bozcaada Kalesi, gezmek için herkese önereceğim bir yer. Tarihe
meraklı olmasanız bile, en azından çok güzel fotoğraflar çekebileceğiniz,
şehrin topoğrafyasını tam olarak anlayabileceğiniz ve masmavi denizi doya doya
seyredebileceğiniz bir nokta burası. Buradan Anadolu topraklarına ve Troya’ya
bakmak da çok heyecan verici. Haluk Şahin’in dediği gibi, “Troya’nın yanışı en iyi Bozcaada’dan seyredilmiş olmalıydı”.
Adanın kuzeydoğu burnunda bulunan Bozcaada Kalesi’ni ilk
olarak kimlerin yaptırdığı kesin olarak bilinmiyor. Yalnız burada, çeşitli
dönemlerde Bizanslıların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin kullandığı bir kale
hep olmuş. Çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, adanın 1455 yılında
alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478-1479 yıllarında yeniden
inşa ettirilmiş. İçine, bir Osmanlı kalesinin olmazsa olmazı olan bir cami
yaptırılmış. Bu cami daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından
yenilenmiş ama, şu anda sadece temelleri var. Daha önce belirttiğim gibi,
Bozcaada Osmanlıların ilk fethinden sonra birkaç kere Venediklilerin eline
geçmiş. 1697 yılında Venediklilerden kesin olarak geri alınınca, 18. yüzyıl
boyunca çeşitli defalar onarılmış. Osmanlı dönemindeki en büyük onarım, II.
Mahmut zamanında, 1815 yılında, yapılmış. Cumhuriyet döneminde,
1965-1970 arasında ve en son 1996 yılında onarım görmüş.
Kalenin kara tarafında, bir zamanlar su
doldurulduğu anlaşılan bir hendek var. Yaklaşık 10 metre genişliği ve 250 metre
uzunluğu olduğu söylenen bu hendeğin üzerinde bir asma köprü varmış. Günümüzde
giriş bu kapıdan yapılıyor. Deniz ve mendirek tarafındaki diğer iki kapı
kullanılmıyor. İç ve dış kale olmak üzere iki ana bölümü olan kalenin dış
kısmında, iki cephanelik, bir kuyu, iki tabya, tören ve eğitim alanları, kamacı
atölyelerinin temelleri ve eskiden kale içinde yaşayanların evlerinin olduğu
bir alan var. İç kale iki bölümden oluşuyor. Birinci kısımda revir, cami,
minare, zindan ve kışla kalıntıları bulunuyor. Asıl iç kale olarak tabir edilen
ikinci kısımda ise, sekiz burç, ortada bir levazım deposu, cephanelik ve sarnıç
kalıntıları görülüyor.
Bozcada’da bir de, bizim gitmediğimiz, Yeni kale var. Bozcaada Kalesi’nin
arka tarafındaki, değirmenlerin olduğu, tepede olduğu söyleniyor. Kaynaklarda
buranın aslında, halk arasında Yeni Kale denmesine karşın, bir tabya olduğu belirtiliyor.
II. Mahmut’un padişahlık döneminde, 1827 yılında Bozcaada Muhafızı Hafız Ali
Paşa tarafından yaptırılan tabyadan günümüze sadece kalıntılar kalmış.
Halen Bozcaada’nın ibadete açık tek Rum Ortodoks kilisesi
olan Meryem
Ana ya da diğer ismiyle, Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi’ne
de gittik. Ancak, kapalı olduğu için içini göremedik. Sanırım, içini görmek
için Pazar sabahı ayinine gitmek gerek. Adada çok az cemaat kaldığını
düşününce, kapalı tutulması normal. Yakın zamana kadar fotoğraflarında bir çan
kulesi olduğu görülse de, şu anda çan kulesi yok. Etraftaki esnaftan
öğrendiğimize göre, 1980’lerde yıkılma tehlikesi olduğu için kısmen sökülüp
metal kafes içine alınan kule, sonradan yeniden yapılmak üzere tamamen
yıkılmış. Giriş kapısında 1869 yılı yazan kilisenin yerinde Venedikliler
zamanında da bir kilise olduğu söyleniyor. Bir zamanlar her yerden görünen çan
kulesi 1895 yılında yapılmış. Orijinal halinde kule, 23,8 metre imiş. Dilerim,
bir zamanlar Rum mahallesinin simgesi olan bu kule yakın zamanda, aslına uygun
bir şekilde, yeniden yapılır.
Bozcaada’da iki tane de tarihi cami var. Her iki cami de Alaybey,
yani Türk Mahallesinde. Köprülü Mehmet Paşa Camii, 1655
yılında, daha önce burada olan ve Venedikliler tarafından yıktırılan, Mıhçı Cami’nin
yerine, Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı, sade bir cami.
Zaman içinde olan tahribatlar nedeniyle birkaç kere onarım görmüş. Minaresi de
1965 yılında tamamen yeniden yapılmış. Halk arasında bu camiye Yalı
Camii de deniyor.
Alaybey Camii, Bozcaada’nın Türk tarafındaki büyük ana meydana
bakıyor. Burası, gördüğüm kadarı ile, çay bahçesi ve çocuk parkıyla birlikte,
yerli halkın zaman geçirdiği asıl yer. Bu tarafta, Rum Mahallesi’ne göre daha
az kafe, restoran ve otel var. Sokaklar daha sakin.
Caminin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor ama, 1700’lü
yıllarda inşa edildiği tahmin ediliyor. İsminin, o zamanlar Kale kumandanı olan
Miralay
(albay) Ahmet Ağa’dan geldiği ve kendisinin, daha önce burada olup harabeye
dönen Ali Ağa Camii’ni yeniden yaptırdığı düşünülüyor. Ana binası kırmızı,
minaresi beyaz kesme taştan yapılma bu cami de diğeri gibi oldukça sade. Ancak,
Alaybey Camii’nin haziresi biraz
zaman harcamaya değer.
Cami avlusundaki 14 mezardan biri Osmanlı sadrazamlarından Halil Hamit Paşa’ya (1736-1785) ait. I. Abdülhamit döneminde sadrazamlık yapan Halil Hamit Paşa, eski Devlet Bakanı KemalDerviş’in de altıncı kuşaktan büyükbabası oluyor. Halil Hamit Paşa, 2 yıl 3 ay yaptığı sadrazamlık sırasında Osmanlı devletini ekonomik olarak canlandırmak ve israfı kısmak için bir dizi reform yapmış. Fransızlarla teknik anlaşmalar yaparak, Fransız eğitmen ve mühendislerinin Türk donanmasına, topçu ve istihkam subaylarına ders vermesini sağlamış. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan Mühendishane-i Hümayunu yeniden yapılandırmış. Burada da Fransız hocaların astronomi, matematik, gemicilik gibi konularda ders vermesini sağlamış. Tüm bu modernleşme çabalarının yanında, Ruslarla da daha uyumlu bir dış politikadan yana olmuş. Oysa bu sırada, devlet içinde bir grup, Kırım’ı geri almak amacıyla, Ruslara karşı savaş açılmasından yanaymış. Sonunda, Padişahın kız kardeşinin de içinde olduğu bir komplo ile I. Abdülhamit, Halil Hamit Paşa’nın kendisini tahttan indirip III. Selim’i tahta çıkaracak bir grubun üyesi olduğuna inandırılmış. Paşa sadrazamlıktan azledilip Bozcaada’ya sürgüne gönderilmiş. Burada, bir hafta sonra kellesi uçurularak idam edilmiş. Vücudu, Bozcaada Alabey Cami’nin avlusundaki hazireye defnedilirken, kellesi bal tulumuna konarak İstanbul’a gönderilmiş. O da, ibreti alem olarak bir süre teşhir edildikten sonra, Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanına gömülmüş. İki yıl sonra girilen Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1787-1792) sonu ise, Halil Hamit Paşa’nın öngördüğü gibi, Osmanlı için hüsran olmuş…
Bozcaada’da sadece tarihi yer gezmedik elbet. Adanın mavi,
hatta turkuaz denizinde doyasıya yüzdük de. Bozcaada’nın denize girmek
açısından en iyi özelliği, rüzgar durumuna göre, adada daima uygun bir plaj
olması. Poyraz esince, adanın arka tarafındaki Ayazma, Sulubahçe, Habbele
ve Akvaryum
koylarının sakin sularında yüzebiliyorsunuz. Ancak, Bozcaada’nın deniz suyunun,
sıcak deniz sevenlere göre olmadığını söylemek zorundayım. İnsanı ürpertiyor.
Denizin en sıcak olduğu ayların Eylül ve Ekim olduğu söyleniyor.
Biz, bir günümüzü Ayazma plajında geçirdik. Burada, ücret
karşılığında şezlong ve şemsiyelerden yararlanabiliyorsunuz. Sosyal medyada çok
sayıda fotoğrafı paylaşılan Akvaryum Koyu’nda ise, o tür bir hizmet yok. Deniz
çok güzel görünmekle beraber, koşullar ilkel. Hatta sahile inen yol arabalar
için oldukça tehlikeli. Umarım, kısa zamanda hem yol hem de plaj hizmeti
açısından gelişme olur.
Denize girmek için, şehir içinde, Bozcaada Kalesi’nin önü de
çok güzel bir nokta. Doğrusu, kaleyi gezmeye gitmeseydik biz bu seçeneğin
farkında olmayacaktık. Yukardan aşağı bakarken gördüğümüz denize giren insanlar
sayesinde, daha sonra mendirek tarafına gitmeyi akıl ettik. Buraya yan yana
sıralanmış kafelerin şezlonglarından ve masalarından gün boyu yararlanabiliyor,
masmavi ve tertemiz denizde yüzebiliyorsunuz. Biz çok keyif aldık. Üstelik
otele de çok yakın.
Bozcaada’dan, tekrar gelmek üzere ayrıldık. Kim bilir, belki
bir sonraki sefer bağ bozumu zamanı gelir, adanın bağcılık ve şarapçılık yönünü
daha fazla görme, öğrenme ve yaşama olanağı buluruz.
Aslında Bozcaada, 2019 yılı yaz tatilimizde gittiğimiz tek
ada olmayacak. Siz bu satırları okurken ben, büyük olasılıkla, yine bir adaya
gitmenin hazırlıklarını yapıyor olacağım. Bir sonraki yazımda, bir başka adada
buluşmak üzere, hoşça kalın…
Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık
Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki
aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık.
Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık
olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla
beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe
arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.
II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca
Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın
bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II.Bayezid’in emri ile,
1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks
olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin
sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp
medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi),
tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim
ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve
köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.
II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme
kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek
çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi
ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü
olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz
vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir
tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların
dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her
insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O
nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan
Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu
hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde
olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken
eserler arasında bence.
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi
Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer,
müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı
sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının
katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp
Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp
fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.
Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün. Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.
Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da,
sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer
haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların
ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde
olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde
kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici
uygulamalar.
Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil,
tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki
sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda
bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki,
belli makamlar belli hastalıklar için
kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı
ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için
kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su
sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.
Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl
hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla
yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece
kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem
ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a
gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı
gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir
miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir
onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk
edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr.Ratip
Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı
çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun
ağılı olarak kullanılmış.
1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar
Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne
verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar
Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de
binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon
kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak,
külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış
bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda
olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II.
Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir
diye düşündüm.
Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye
dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür
Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda,
aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında
Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En
İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.
Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.
II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin
içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55
metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir
cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş.
Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe
altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe
yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç
Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı
süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği
anlaşılıyor.
Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin
altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında
dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.
Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.
Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler
sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri,
ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun
dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve
tarım aletleri bulunuyor.
Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.
Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak,
araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan
Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf
oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf
çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu
yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu
düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan
Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.
Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi
Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan
Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki
ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı
Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra,
1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş.
Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun
olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948
yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961
yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda
isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak
kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek
Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.
İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı
birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki
eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul
Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın
önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve
Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu
belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve
geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da
Vinci adını takmışlar.
İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve ResimMüzesi bulunuyor. Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.
Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde
olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu
önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı
ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı
dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli
olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya-
Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve
Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.
Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek,
bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi
olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde
değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne
gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi
olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili
bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye
gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati
ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, NaimAvigdor Güleryüz’ün Tarihte
Yolculuk- Edirne Yahudileri
kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu
kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.
Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda
bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları
terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile
kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa
ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve
başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o
zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi
öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran
duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle
yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin
bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne
olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.
Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak
bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre,
bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce
Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı
mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında
Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian,
Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış
ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma
İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi
altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta
dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha
sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya,
zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.
Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim
Yahudileri de bulunmakta imiş.
Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek
Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen
ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların
bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli
bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide,
Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye
yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans
döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan
gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra,
Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler.
Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay
Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.
Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde
sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa
civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya
yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye
yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında
tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri
geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan
bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in
emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz,
Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait
toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.
Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX.
yüzyılın başında Edirne’deki sinagog
sayısı yaklaşık 15’e ulaşmış.
Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve
Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun
sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci
Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki
Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.
2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde
çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara
yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak
anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş.
1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte
1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan
sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…
Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri,
sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı
Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği
düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan
II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük
Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta,
burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere,
çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin
sonuna doğru ibadethanenin kapıları
kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile
yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)
Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş. Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan
da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne
geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle, iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın
yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda
restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli
cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme
törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze
olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler
için bir mekan olma niteliğinde.
Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan
geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün
kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak
işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde
bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi
yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu
söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak
belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu,
Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.
Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne
hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı
zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat
tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni
yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve
görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii,
başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir
gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya
bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin
beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden
ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.
İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi),
Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze
ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane
olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı
şeklinde mezar taşı bulunuyor.
Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.
Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle
büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış.
1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük
tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti
içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan
kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba
dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler
mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere
bakarken içim acıdı.
Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.
Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız
sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de
kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık
bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin
zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler
öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli
yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.
Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç
kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok
hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk
olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde
ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka
bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan
vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde
bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de
olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle
ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en
arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü
deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca
inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek
bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler.
Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç
gelmişti.
Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı
bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A
noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik.
Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek
vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa
gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak,
çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an
önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin
yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya
Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı
karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta
moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç
kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük
olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.
Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde
ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden
çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu
şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz
bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile
bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi
paylaştığım, her iki şehri de görmüş
birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş
gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi
eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu.
Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı
durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı,
broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir
tek, II.
Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok
başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve
ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni
çok mutlu etti.
Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.
Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.
Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla
birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita,
şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere
ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına
nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş
olması beni çok sevindirdi.
Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların
ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik
Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu
kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı
belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden
Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler.
Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En
yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200
metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. IstırancaDağları’nda
bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400
yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler,
herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış
mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne
Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet
Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.
Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk
Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat
ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye
giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve
zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda
düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.
Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.
Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.
Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve
mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer
Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih
boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan
Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları
sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.
Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.
Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca,
öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne
Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını
başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için,
ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı
1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının
yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde
olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.
SultanII. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise,Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.
İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış
olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da
bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III.
Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray
halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan
beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş.
Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını
gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir
zaman hoş karşılanmamış.
Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı
padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574
yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye
gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile
Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış.
Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız,
maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin
olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri,
hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza
çıkıyor.
Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit
kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze
ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik.
Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu
yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu.
Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.
Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye
doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek
ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı.
Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam
çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya
vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi
burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını
gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii
idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti
Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.
Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun,
Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere
Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki
adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan
Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda
olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre
taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar
tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da,
tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve
mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de
yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın,
babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere
evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın
Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana
daha bir fazla dokunuyor.
Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…
Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.
Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…” “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.
Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.
Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken
noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan
taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar
oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu
nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş.
Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz.
Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005
tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra
bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak
için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri
yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.
Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.
Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe
olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir
takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin
melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin
mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu
söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu
sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri
gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.
Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı
dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal
minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki
külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir
ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için,
müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava
desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet,
burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.
Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22
kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki
yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de
yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi, denge terazileri genelde mihrabın iki yanında
yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak
kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar.
Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.
Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve
kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok
eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri
sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı
bir restorasyondan geçmiş.
Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı.
Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana
göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım
yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de,
yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç
çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç
Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci
Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa
da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım.
Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin
hemen dışında.
Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün 17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.
Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık.
Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının
inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum
ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir
kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok
güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla
yiyemedim.
Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar
gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi.
Koca Sinan’ın, “ustalık
eserim” dediği eserine…
Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.
Selimiye Camii, zamanında I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid
tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin
arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne
Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın
ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na
kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar
kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır
hale gelmiş.
Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak. Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış. Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.
Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı
coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini
geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85
metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu
söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık
olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere
tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.
Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor.
Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş
bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu
zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre,
zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece
camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya
yönlendiriliyorlarmış.
Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun
etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve
ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı
üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin
etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini
hatırlatıyor.
Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar,
16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var.
Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları
gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878
yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef
tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St.
Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler.
Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm
Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar
tarafından acımasızca sökülmüşler.
Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin
mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel.
Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de
ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı
dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında
iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha
sonra onarılmış.
Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince,
tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise,
küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her
dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol
tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması.
Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış
çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı
arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla
ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının
aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş. Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında
Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun
anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın
yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir
oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.
Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç
medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi
ve Selimiye
Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran,
birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa
edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III.Murat
tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut
Ağa’ya yaptırılmış.
Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler
açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya
hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid
Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük
Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma
bırakıyorum…
İtiraf edeyim… Ben, Salvador Dali’ye çok büyük bir hayranlık duymazdım…
Benim kuşağımın şansı, aralarında Picasso, Dali, Miro gibi ressamlar, Sartre ve Aragon gibi edebiyatçılar bulunan birçok ünlünün yaşadığı döneme yetişmiş olmamız. O nedenle, bu kişiler hakkında gazetelerde çıkan güncel haberler, zaman zaman söyleşiler oldukça olağandı bizim için. Örneğin lise yıllarımdan, Dali ile ilgili çıkan pek çok haber ve resim hatırlıyorum. Zamanın siyah beyaz baskılı gazetelerinde, kağıdı delecekmiş gibi deli deli bakan ve kocaman açılmış gözleri ile, eksantrik bir habere eşlik eden fotoğraflarını çok net hatırlıyorum. O sıralar tam olarak anlayamadığım Teatre-Museu Dali’nin (Tiyatro-Müze Dali) açılışı, daha sonra taparcasına sevdiği eşi Gala için satın aldığı şato, Gala’nın izniyle yaşadığı o zamanların tuhaf şarkıcısı Amanda Lear ile olan enteresan ilişkisi…
Sanırım, eserlerinin renkli fotoğraflarını ilk olarak görmem daha sonralarıydı. Üniversite yıllarımda, bir arkadaş Dali’ye ait bir sanat kitabı getirmişti okula. Akan saatler, arılar, böcekler, üst gövdesi çekmecelerle dolu Venüs’ler gibi daha pek çok şeylerle dolu bu resimler bana çok tuhaf gelmişti. Epeyce de ürkütücü…
Sonra, dünyanın çeşitli yerlerindeki sanat müzelerinde gördüğüm tek tük Dali tabloları oldu. Bir de tabii, Eylül 2008-Şubat 2009 tarihleri arasında, İstanbul Sabancı Müzesi’ndeki Dali Sergisi var. Yine benim için anlaşılmaz bir takım semboller ve keskin bir ticari zeka ile, aynı zamanda hediyelik eşyalara dönüştürülmüş objeler. Ben de çoğu insan gibi Dali’nin, sanatını paraya çevirmek konusunda epeyce hünerli olduğunu düşünmüştüm. Sonradan, bu giderek sanattan ticarete kayışın büyük ölçüde, başta eşi Gala olmak üzere, çevresinde onun sırtından geçinen bir dizi sekreter ve yardımcılarının yol açtığı bir şey olduğunu öğrendim.
Bir sanatçı olarak Salvador Dali’ye karşı duyduğum ilgi ve merak hep bu şekilde, mesafeli oldu. Ama, Mayıs ayında Barselona’ya gittiğimiz zaman, bu ünlü Katalan ressamın müzesine gitmezsek ayıp olur diye düşündüm. Gitmeden önce yaptığım ön araştırma sırasında, Barselona’da bir Dali müzesini boşu boşuna arayıp durdum. Yoktu… Tüm dünyanın yere göğe koyamadığı Dali’nin, Katalonya’nın baş şehri Barselona’da en ufak bir müzesi yoktu. Bir anlam veremediğim bu durumun sebebini daha sonra öğrenecektik. Öyle anlaşılıyordu ki, Dali’yi daha yakından tanımak için, Barselona’nın 150 kilometre kadar kuzeyinde, Pirene Dağları’nın eteklerinde ve Fransa’ya 25 kilometre kadar mesafede olan Figueres’e gitmek gerekecekti. Dali’nin “dünyanın en büyük sürrealist nesnesi” olarak tanımlayıp tasarladığı Tiyatro-Müze Dali, aynı zamanda sanatçının doğduğu şehir olan Figueres’deydi. Dali ile ilgili çevredeki diğer yerler, Pubol’de Gala için satın aldığı Casa MuseuCastellGalaDali ve Portlligat’taki evi ve stüdyosu idi. Barselona’dan günübirlik gitmeyi planladığımız için, bir seçim yapmak gerekiyordu. Üstelik, tüm bu yerlerin bağlı olduğu Girona kenti de gitmeye değecek bir yer gibi gözüküyordu. Son yıllarda insanların akın akın Girona’ya gitmesinin nedeni Game of Thrones dizisinin büyük bir kısmının burada çekilmesi olsa da, şehrin esas özelliği, buranın tarihsel olarak Yahudiler için önemli bir Orta Çağ kenti olmasından kaynaklanıyor.
Epeyce vakit harcadıktan sonra, bir günde belirttiğim yerlerin hepsine gidemeyeceğimizi anladım. Zor bir seçimdi açıkçası. Sonunda, seçimimi Figueres ve Pubol şatosundan yana yaptım. Biraz serin ama güzel bir Mayıs sabahı, rehberimizle birlikte yola koyulduk. Akşam döndüğümüzde, Salvador Dali ile ilgili farklı bir perspektife sahiptim. Zekası ve yaratıcılığı ile delilik ve dahilik arasında gidip gelen bu sanatçının, korkuları, fobileri, iktidarsızlığı ve acıları nedeniyle insanın içini burkan ve üzen bir yanı olduğunu düşünüyorum artık.
Barselona’dan döndükten sonra, bloğumda gezimizle ilgili beş tane yazı yazdım. Figueres ve Pubol’e yaptığımız geziyi ise, bir türlü yazamadım. Araya yaz girdi. Başka yazılar girdi. Erteleyip durdum… Ta ki… 17 Ekim 2018 günü, o büyük bir mütevazilikle kendisine foto muhabiri dese de, benim için büyük bir sanatçı olan Ara Güler’in vefatını öğrenene kadar… Venedik’te iken aldığım bu üzücü haber üzerine, bu yazıyı yazmaya kesin olarak karar verdim.
Bundan on yıl kadar önce, yurtdışına götürmek üzere bir hediye ararken, Ara Güler’in “Yeryüzünde Yedi İz” isimli kitabına rastlamıştım. Kitapta Ara Güler’in yedi tane dünyaca ünlü kişi ile yaptığı foto-röportajlar vardı. Büyük usta, hem aralarında Salvador Dali’nin de olduğu bu kişilerin inanılmaz etkileyici fotoğraflarını çekmiş hem de bu çekimleri nasıl bir süreçte çektiğini kaleme almıştı. Dali’nin dışındakiler, Bertrand Russell, Tennessee Williams, Louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall ve Pablo Picasso idi. Yapı Kredi Yayınları’ndan, büyük boy ve sert kapaklı olarak çıkmış kitabın bir de üstelik İngilizce baskısı da vardı. Doğrusu, harika bir hediye olmuştu.
Ara Güler’in vefat ettiğini medyadan öğrenince, aklıma ilk olarak bu kitap ve kitaptaki Dali bölümü geldi. Kitaptan kendim için de alıp almadığımdan emin değildim. O zamandan beri aradan bir ayrılık ve iki taşınma geçmişti. Nitekim, dönüşte tüm aramalarıma rağmen kitabı bulamadım. Baskısı çoktan tükendiği için, kitapçılarda da yoktu. Tek seçenek sahaflarda şansımı denemek diye düşünürken, çağımızın mucizesi internet aklıma geldi. Evet, tahmin ettiğim gibi, artık sahaflar da (en azından bazıları) internetten satış yapıyorlardı. Bunların bir tanesinde, “Yeryüzünde Yedi İz” kitabının bir kopyası olduğunu sevinçle gördüm. Bir iki gün içinde elime ulaştı. Üstelik, durumu çok da kötü değildi.
27 Mayıs 2018 sabahı saat dokuzda, bizden istendiği gibi, Barselona’daki otelimizin lobisinde oturup beklemeye başladık. Bu kez, bazı lojistik zorlukları göz önüne alarak, araba kiralamak yerine, özel bir tura katılmayı tercih etmiştik. Birkaç dakika sonra, biraz ilerdeki koltuklardan uzun boylu, sarışın bir adam kalktı ve bize doğru geldi. Rehberimiz olduğunu söyledi. Dışarıda park ettiği beyaz renkli arabasına bindik ve Figueres’e doğru yola çıktık.
Annesinin Alman, babasının Katalan olduğunu söyleyen rehber başta biraz itici geldi. Karşılıklı olarak birbirimize ısınmamız epeyce vakit aldı. Yüzü tamamen, sarımtırak, mantarımsı ve sivilceden daha büyük yaralarla kaplıydı. Sanıyorum, bu da beni epeyce zorladı. Ancak zamanla, verdiği bilgiler ve yaptığımız sohbet, bunları görmezden gelmemi kolaylaştırdı.
Barselona’dan kuzeye doğru, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yaptık. Son derece kaliteli otoyolun iki yanında tarım arazileri ve ormanlar vardı. Bazı yerlerde, göz alabildiğine uzanan sarı çiçeklerin arasındaki gelincikler çok güzeldi. Rehberimiz Kurt yol boyunca, önce kendisinden, sonra Katalonya ve İspanya tarihinden, Figueres’e yaklaşırken de Dali’den söz etti. Ayrılıkçı olmayıp, politik açıdan da oldukça sağ eğilimli olduğunu anladığım Kurt en çok, Barselona’da doğup büyüdüğü, hatta askerliğini bile burada yaptığı halde, Katalanların kendisine yabancı gözüyle bakmalarından şikayetçiydi. “Almanya’ya ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?” gibi sorular belli ki onu çileden çıkarıyordu.
Figueres’e yaklaşırken rehberimizden, Dali hakkında daha önce hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Bir yandan sanatçının kişiliği ve yaşamı ile ilgili bu bilgiler, diğer yandan az sonra sanatçının yıllar boyunca kendi elleri ile düzenlediği müzesini görecek olmamız, heyecan ve merakımı artırdı.
Öyle anlaşılıyordu ki, bir Katalan olan Dali aslında, soydaşları tarafından hiç sevilmiyordu. Daha doğrusu, İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin yanında yer almamış, hatta açıkça diktatör Franco’yu desteklemiş olması onun “aforoz” edilmesinin baş nedeniydi. Oysa, Katalan olmayan Picasso gerek eserleri gerekse söylemleri ile safını seçmiş, diktatörlüğü protesto etmiş. Tüm dünyadan bir çok aydın, edebiyatçı ve sanatçı İspanya’ya gelerek, Cumhuriyetçilerle birlikte, Franco’ya karşı savaşırken, Dali Amerika’ya gitmeyi tercih etmiş. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i de destekleyen demeçler vermiş. İşte bu nedenle, daima Katalan ayrılıkçı hareketinin simge şehri olan Barselona’da çok büyük bir Picasso müzesi olmasına karşın, bir Dali müzesi bulunmuyor.
Dali’yi dışlayanlar sadece Katalan Özgürlük hareketi olmamış. Yine aynı politik nedenlerle, parçası olduğu Sürrealist Akım’dan da çıkarılmış. 1934 yılında gruptan aldığı ihtardan sonra, 1939 yılında, akımın hem lideri hem kurucularından, şair, aktivist ve Fransız Komünist Partisi üyesi AndreBreton tarafından kesin olarak ihraç edilmiş. Bazı yorumcular, gençliğinde daha halkçı, özgürlükçü ve demokratik olan Dali’nin giderek faşizme kaymasında eşi Gala’nın etkisinin çok olduğunu belirtiyorlar. Bir BeyazRus olarak Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden doğrudan zarar gören Gala’nın halk hareketlerine ve komünizme duyduğu nefretin sanatçıya da geçtiğini belirtiyorlar. Dali hakkında biraz daha bilgi sahibi olduktan sonra, ben bunu sırf Gala’yı memnun etmek için bile yapmış olabileceğini düşünüyorum.
Salvador Dali, ömrünün sonuna doğru söylemini değiştirince, soydaşları ile arası da biraz yumuşamış. Bu yumuşama, Dali’nin vasiyetine bir madde ekleyerek, servetinin bir bölümünü Katalan Özerk Bölgesi’ne bırakacağını açıklaması ile daha da artmış. Ancak, ölümünden sonra açılan vasiyetinde, belirttiği servetini Katalonya yerine merkezi İspanyol devletine bıraktığı ortaya çıkmış. Artık buna, Dali’nin yine oynadığı bir oyun mu, yoksa bir tür intikam mı dersiniz bilemiyorum…
Dünyadaki en kapsamlı Dali müzesinin bulunduğu Figueres de Katalan ayrılıkçılık hareketinin kuvvetli olduğu bir yer olmasına rağmen, rehberimiz burada bir müze olmasını, bu işe ön ayak olan, zamanın “uyanık” Belediye Başkanına bağlıyor. Fazla büyük bir yer olmayan Figueres’de bir Dali müzesinin olması, açıldığından beri şehre önemli bir hareketlilik ve gelir sağlamış. 2017 yılı verilerine göre, müzeyi bir yılda bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmiş.
Gittiğimiz günün Pazar olmasının mutlaka bir etkisi vardır. Ama yine de, Figueres bana çok sessiz ve sakin bir yer olarak göründü. Sokaklarda yerli halktan çok az insan gördüm. Zaten çok büyük bir yerleşim yeri değil. Öte yandan, müzenin çevresi, kapısı ve içi insan kaynıyordu.
Teatre-Museu Dali’nin binası, tam da sanatçının olmasını istediği gibi, kendi başına sürreal bir nesne. Kale görünümü veren yuvarlak kulesi, ana binanın tepesindeki dev cam küre, dev yumurtalar, pembe renkli dış sıvasının üstünde, bana önce uzaktan çiçekmiş gibi görünen, ekmek somunları… Hepsi, içeride sergilenen dünyanın ön habercisi…
Dali, 1974’te açılan müzenin yapımı ve iç düzenlemesi için 15 sene harcamış. Bina, 1850’de yapılan ve 1939’da, İspanya İç Savaşı’nın sonunda yanarak büyük oranda harabe haline gelen, Figueres Belediye Tiyatrosu’nun yıkıntıları üzerine yapılmış. Tiyatrodan geriye kalan bölümler, mimarlar Joaquim de Ros i Ramis ve Alexandre Bonaterra tarafından, Dali’nin yönlendirmeleri ile, ustaca kullanılmış. Müzede, Dali’nin resim, çizim, heykel ve yerleştirmelerinin dışında, sanatçının özel resim koleksiyonu da sergileniyor. Bu koleksiyondaki eserlerin arasında ElGreco, Fortuny ve Duchamps’ın tabloları var.
Ana müze binasına ek olarak yapılmış ve girişi ayrı olan bir binada da, Dali-Mücevherler Müzesi bulunuyor. Burada, Dali’nin 1941-1970 yılları arasında, başta Amerikalı milyonerler olmak üzere, çeşitli kişiler için tasarlayıp malzeme seçimini yaptığı mücevherler sergileniyor. Dali Vakfı 1999 yılında, bu mücevherleri o zamanlar elinde bulunduran Japon kuruluştan satın alarak, Figueres’e getirmiş.
Teatre-Museu Dali binası sanatçı için, doğumundan ölümüne kadar çeşitli dönemlerde, önemli olmuş. 11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, o zaman henüz yanmamış olan Figueres Belediye Tiyatrosu’nun karşısındaki, 10. yüzyıldan kalma, Sant Pere kilisesinde vaftiz edilmiş. 1919 yılında, henüz 15 yaşında iken, ilk sergisini bu tiyatro binasında açmış. 23 Ocak 1989’da öldüğünde, yine vaftiz edildiği Sant Pere kilisesinde yapılan ayinden sonra müzenin bodrumuna gömülmüş. Aslında, Dali’nin Teatre- Museu Dali’ye defnedilmesi sanatçının vasiyetinin tamamen ihlal edilmesi anlamına geliyor. Çünkü kendisi, Pubol Kalesinin bodrumunda Gala ve kendisi için yaptırdığı mezara gömülmek istemiş. Bu mezarı da daha sonra gördük. Söylendiğine göre, Gala’nın mezarı ile yan yana olan bu mezarın içinde, alttan onunla el ele tutuşabilmek için bir açıklık bile yaptırmış. Rehberimizin yorumuna göre, Dali’nin vasiyetine yapılan bu saygısızlık, yine Figueres’e turist çekmek isteyen belediyenin işiymiş…
Tiyatro-Müze Dali’yi gezmemiz iki saatten fazla sürdü. Girişteki avlu ve “sahne” kısmından başlayarak, gezilen üç kat boyunca, Dali gezenler üzerinde yaratmak istediği etkiyi fazlasıyla yaratıyor. Sanatçının, ilk yıllarından ölümüne kadar yaptığı en çok eseri barındıran bu müzede, bazı eserler özel olarak burası için yapılmış. Gezerken kendinizi, hem gerçek üstü ve yer çekimi olmayan bir dünyada uçuyormuş gibi hissediyor hem de insan ruhunun ne kadar karmaşık olabileceğini düşünüyorsunuz.
Tiyatronun Sahnesi. Dali Bu Perdeyi Zamanında Başka Bir Tiyatro İçin Yapmış. Sonra Buraya Taşıtmış.
Dali’nin ‘Akdeniz’i Seyreden Gala’ Tablosu (1976). Tablo, Yirmi Metre Uzaktan Abraham Lincoln Tablosuna Dönüşüyor.
Salvador Dali, çocukluğunda yaşadığı bazı travmaların etkisini ömrü boyunca taşımış. Hukukçu olan babasının kuralcı ve katı disiplininden kaçıp, isyankarlığını ve tuhaflığını her zaman hoş gören, onu sanatsal olarak daima destekleyen annesine sığınmış. Ancak, annesinin kol kanat germesi Dali’nin yaralarını sarmaya yetmemiş. Küçüklükten gelen endişelerini ve korkularını çeşitli sembollerle eserlerine yansıtmış. Bu sembollerin bazıları; çekmeceler (Freud’un etkisi ile hafıza, bilinçdışı ve sırları temsil ediyor), ekmek (bitmesinden korku duyulan, aynı zamanda sertlik ve fallik simge), ıstakoz (bekaret masumiyeti), yumurta (doğurganlık, yaşam döngüsü, umut ve aşk), karıncalar (ölüm, çürüme ve engin cinsel arzu), sinekler (paranoya ve ruhsal çürüme), eriyen saat (zamanın insan üstündeki tartışmasız tahakkümü) olarak sayılabilir. Benzer şekilde karşımıza çıkan daha pek çok sembol var Dali’nin eserlerinde.
Dali’nin Bir Süre Yaşadığı Torre Galatea Kulesindeki Yatak Odası Teatro-Museu Dali, Figueres
Oturma Odası, Teatro-Museu Dali, Figueres
Teatro-Museu Dali, Figueres
Sanatçı, çok genç yaşlarından itibaren Freud’un eserlerini okumaya başlamış ve 1938 yılında kendisini Londra’da ziyaret etmiş. Oldukça uzun olan bu ziyaret (ya da seans), Freud için epeyce ilginç olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü, Salvador Dali’nin cinsellikle ilgili sorunları olduğu artık sır değil. Örneğin, kadın cinsellik organından aşırı derecede korktuğu ve aslında iktidarsız olduğu biliniyor. Onun için, tutkulu bir voyeur (dikizci) tanımı kullanılıyor.
Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres
Figueres’teki iki müzeyi gezdikten sonra, Dali’nin eşi Gala için satın aldığı şatoyu görmek için, yarım saat uzaklıktaki Pubol’e gittik. Burası, Figueres’den de küçük bir yer. Orta Çağdan kalma taş evleri olan bir köy. Etrafta yine yemyeşil tarlalar uzanıyor. Çeşitli ağaçların arasında, kopkoyu yeşil renkleri ile, selviler göze çarpıyor. Köyün girişinde ve bazı evlerin pencerelerinde, Figueres’de de olduğu gibi, Katalonya bayrakları ve hapisteki bağımsızlık yanlısı siyasi mahkumları desteklemek için asılan sarı kurdeleler var. Sayılarının çokluğu dikkat çekiyor.
Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres
Castell Gala Dali de, Pubol’ün kendisi gibi, küçük sayılabilecek bir şato. Uzaktan biblo gibi görünüyor. Burası, 11. yüzyıldan kalma bir Orta Çağ şatosu. Dali şatoyu, 1969 yılında satın almış ve Gala’nın rahat edebileceği bir kaçış yeri olarak düzenlemiş. Eserleri ile dekore etmiş. Buna karşılık Gala, kendisinin yazılı daveti olmadan Dali’nin buraya asla gelmemesini şart koşmuş. Çocukluğumda gazetede bu konuyla ilgili haberi okuduğumu çok net hatırlıyorum. O zaman, çocuk aklımla, hiçbir anlam verememiştim. Eşini bir şato alabilecek kadar seven bir insanın, niye yazılı davet almadan oraya gidemeyeceğini anlayamamıştım. Oysa Gala’nın koyduğu bu şart, aynı zamanda mazoşist eğilimleri olan Dali’nin çok hoşuna gitmiş…
Castell Gala Dali (Pubol Şatosu)
Şatoyu gezmeden önce bir öğlen yemeği yedik. Epeyce acıkmıştık. Şatonun hemen dibinde, bir aile işletmesi olan Can Bosch, Pazar öğlen yemeği için gelmiş Katalanlar ve İspanyollarla doluydu. 1987 yılında açılmış restoranda, av hayvanları, balık ve et yemeklerini kapsayan, geleneksel Katalan yemekleri vardı. Rehberimizin yardımıyla seçim yapmakda zorlanmadık. Önden yediğim ananaslı domuz pastırması ve ızgara morina balığı çok lezzetli idi. Hepsi, bir bardak yerel bira ile çok iyi gitti. Yemek sırasında yine bol bol, Gala’dan ve Dali’den söz ettik.
Gala ve Dali Portlligat’ta (1930) Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí
Elena Ivanovna Diakonova, yani Dali’nin ona taktığı ismiyle Gala, 1894 yılında Kazan’da doğmuş. O zamanlar Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Kazan, günümüzde Tataristan’ın başkenti. Doğum tarihinden de anlaşılacağı üzere, kendisi Dali’den on yaş büyük. Moskova’da büyümüş. On bir yaşındayken babasını kaybetmiş ama, annesinin ikinci evliliğini yaptığı avukat üvey babası ile çok iyi anlaşmış. Onun sayesinde çok iyi bir eğitim almış. 1912 yılında tüberküloz hastalığına yakalanınca, ailesi tarafından İsviçre’de bir sanatoryuma gönderilmiş. Kaldığı sanatoryumda, daha sonra sürrealist akımın kurucularından biri olacak, Fransız şair Paul Eluard ile tanışmış. 1914 yılında sanatoryumdan çıktıklarında Gala Rusya’ya, Eluard ise Fransa’ya dönmüş. Ancak, çok önceden birbirleriyle evlenmeye söz vermişler. 1917 yılında evlenmişler ve bir yıl sonra, kızları Cecile doğmuş. Bu arada Eluard, bir şair olarak ünlenmeye başlamış. Andre Breton, Philippe Soupault ve Louis Aragon gibi önde gelen sürrealist sanatçılarla bir araya gelip, bu akımın öncülüğünü yapmış. Toplantılarına Gala da katılırmış. 1922-1924 yıllarında Alman ressam, heykeltıraş ve şair Max Ernst ile ilişki yaşamış. Bunun dışında, evliliği devam ederken, başka bir çok sanatçı ile beraber olmuş.
Taht ve Arma Salonu-Pubol Şatosu
Salvador Dali ve Gala, 1929 yılında, sanatçının Cadaques’deki evinde tanışmışlar. Dali, birlikte film yaptığı (Un Chien Andalou) Luis Bunuel’i, ressam Rene Magritte ve eşini, Paul Eluard, eşi Gala ve kızları Cecile’i yaz tatili için davet etmiş. Dali’nin ifadesine göre, Gala ile birbirlerini görür görmez aşık olmuşlar. Bir daha hiç ayrılmamışlar.
Piyano Odası-Pubol Şatosu
Kütüphane-Pubol Şatosu
Salvador Dali’nin “ilham perim” dediği Gala oldukça esrarengiz bir kadın. Aldığı eğitim ve sezgisel gücü sayesinde insanların sanat yeteneğini ve dehayı hemen anlayabildiği söyleniyor. Dali’nin dehasını da bu şekilde hemen fark ettiği, hatta bazılarına göre, büyük paralar kazanabileceğini anladığı söyleniyor.
Gala’nın Yatak Odası ve Banyosu-Pubol Şatosu
1958 yılında evlenen Gala ve Dali, alışık olmadığımız bir şekilde uyumlu bir çift olmuşlar. Gala’nın bir nemfoman olduğu biliniyor. O nedenle, daima sayısız aşığı olmuş. Dali ise, cinsel ilişkiden kaçan ama, gözetlemeyi seven birisi. Bazı kaynaklara göre, Dali’nin Gala’dan önce, ünlü şair Federico García Lorca ile olan ilişkisi de cinsellik içermeyen bir ilişki olmuş. Şairin 1936 yılında kurşuna dizilerek idam edilmesine kadar süren bu bağ, şiirsel ve Lorca açısından tek yönlü olarak tanımlanıyor.
Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca (1927) Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí
Birliktelikleri ve evlilikleri sırasında, Gala’nın ileri yaşlarına kadar sürekli para yedirdiği genç aşıkları ve Dali’nin çılgınlıkları nedeniyle, çiftin sürekli daha çok para kazanmak gibi bir ihtiyaçları olmuş. Parasal işleri sıkı sıkıya takip eden, ve Dali’nin sanatsal anlaşmalarına müdahale eden Gala bir keresinde, “Dali’nin daha çok para kazanması gerek” diyerek, bu durumu açıkça ifade etmiş. Dali’nin işi giderek ticarete dökmesi, Gala’nın dışında, maaş ödemek yerine komisyon vermeyi tercih ettiği sekreterlerinin de teşviki ile olmuş. Sonunda, bir süre sonra Dali, piyasada tutan baskı eserlerinin yeniden basımları için, her biri 40 dolara boş kağıtlara imza atar olmuş. Bu işin piri olduğu söylenen yardımcısı John Peter Moore 1985 yılında, sanatçının yanında olduğu yıllar boyunca Dali’nin 350.000 kadar boş kağıda imza attığını açıklamış. Dali elden ayaktan düştükten sonra bile, bu boş kağıtlara yapılan baskıların satışı devam etmiş. Bu durum bir yandan da, piyasadaki sahte Dali imzalı eserlerin patlama yapmasına yol açmış.
Sanatçının Pubol Şatosundaki Çalışma Köşesi
Daha önce belirttiğim gibi, Pubol şatosu çok büyük değil. Bir kabul odası, yemek odası, Gala’nın yatak odası ve banyosu, kütüphane ve misafirler için yatak odaları var. Her yer, Dali’nin eserleri ve yaratıcı düzenlemeleri ile dolu. Bu anlamda, Figueres’teki müzede insanın yaşadığı gerçeküstü bir ortamda geziyormuş hissi, burada da sizinle beraber oluyor. Tavan arasında, giyimine ve modaya çok düşkün olan Gala’nın kıyafetleri sergileniyor.
Gala’nın Mezarı. Salvador Dali’nin Kendisi İçin Yanına Yaptırdığı Mezar Boş…
Şatonun bodrumundaki mezar bölümünde, Dali’nin kendisi için Gala’nın yanında yaptırdığı mezarın boş olduğunu bilmek beni hüzünlendirdi. Demek ki, şu dünyada istediğiniz kadar varlıklı ve ünlü olun. Vasiyetiniz, çeşitli nedenlerle hiçe sayılabiliyor. Bunun hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, dünyada adalet olduğunu kim söyleyebilir ki zaten ?
Şatonun güzel bir bahçesi ve son derece doğal görünümlü bir de yüzme havuzu var. Labirent gibi düzenlenmiş ve budanmış yüksek mazılar ve Dali’nin çok sevdiği selvi ağaçlarının arasında.
Şatonun Bahçesi ve Yüzme Havuzu
10 haziran 1982 tarihinde Gala Portlligat’ta ölünce, Salvador Dali de Pubol şatosunda yaşamaya başlamış. Aynı yıl kendisine, İspanya Kralı Juan Carlos I tarafından Pubol Markisi ünvanı verilmiş. 1984 yılında şatoda çıkan yangından zor kurtarılan Dali, Figueres’teki müzesine götürülmüş. Sanatçı, 23 Ocak 1989 tarihindeki ölümüne kadar, Teatre-Museu Dali’nin kule kısmı, Torre Galatea’da yaşamış.
Pubol şatosundan ayrılırken, o duvarların arasında neler yaşandığını düşünmeden edemedim. Bunu kimse tam olarak bilemeyecek. Her insanoğlu ayrı bir sır kutusu… Salvador Dali ve Gala da sırları ile birlikte bu dünyadan ayrıldılar…
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.