Geçip Giden Bir Picasso Sergisinin Ardından…

Eminim, başlığı gören çoğu kişinin ilk aklına gelen 24 Kasım 2005-26 Mart 2006 tarihleri arasında İstanbul’daki Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso İstanbulda sergisi olacaktır. Hatırlarsanız, o zaman adeta yer yerinden oynamış, sergiyi gezmek için Doğu illerimizden bile otobüslerle vatandaşlarımız İstanbul’a akın etmişti. Serginin önemi büyüktü. Türkiye’de ilk olarak sanat tarihinin büyük sanatçılarından birisinin, üstelik geniş kapsamlı, bir sergisi düzenlenmişti. Uzun kuyruklar bize vız gelmiş, sergiyi yarı inanamamazlık yarı çocuksu bir sevinçle gezmiştik. Öte yandan, kanımca serginin bu kadar ilgi görmesinde bir diğer etmen daha vardı. Serginin İstanbul’da olması…

İstanbul, neredeyse 100 yıldır ülkenin başkenti değil. Buna karşın, pek çok alanda merkez olma niteliğini hala sürdürüyor. Sanat ve kültür de bunların arasında. Dünya çapında festivaller, sergiler ve konserlerle bu iddiasını fazlasıyla hak ediyor. Öte yandan, sanat ve kültür alanında ülke genelinde de artık geçmiş yıllarla karşılaştırılamayacak ölçüde kaliteli projeler gerçekleştiriliyor. Ne var ki, İstanbul dışında olmaları sebebiyle gerekenden çok daha az ilgi görüyorlar. Medyada daha az yer bulabiliyorlar.

Pablo Picasso (1881-1973)
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Genel olarak, bitmesine az süre kalan ya da geçmiş sergiler hakkında yazmıyorum. İlgi duyabilecek insanlara gezmeleri için haber vermek açısından geç olduğunu düşünüyorum. Ancak şimdi, Yılbaşı için gittiğimiz İzmir’de tesadüfen, kapanmasına birkaç gün kala, gezdiğimiz bir sergi için bu kuralımı bozuyorum. Çünkü, 18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında, İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde yer alan Picasso: Gösteri Sanatı sergisinin, geride kalmış olsa da, insanların haberdar olması gereken bir proje olduğunu düşünüyorum. Bu muhteşem serginin yeteri kadar ilgi görmemiş olması açıkçası beni çok üzdü. Bu da en az Sabancı Müzesi’ndeki sergi kadar, başka şehirlerden akın akın gidilecek bir sergi idi. Ama işte, yukarda belirttiğim gibi, sergi yerinin İstanbul yerine İzmir’de olması kanımca bunun başlıca nedeni. Araştırınca, sergi hakkında basında yer almış birkaç kısa yazı buldum. Ancak, bunların önemli bir kısmı yerel gazeteler. Büyük gazetelerde ise, bazı köşe yazarları yazılarında birkaç satır ile geçiştirmişler. Öyle anlaşılıyor ki, basılı ve görsel basınımız sergiyi Türkiye genelinde tanıtımını yapmaya değer görmemiş. Madem ki İstanbul’da değil, o zaman o kadar da önemli olmasa gerekir düşüncesi ile…

Arkas Sanat Merkezi-İzmir

Sergi hakkında en kapsamlı yazı, 21 Eylül 2019 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde Aynur Tarhan tarafından yazılmış. Yazar, “Yaşasın İzmir, Yaşasın Picasso!” başlıklı yazısında şu satırlarla biz İstanbullu sanatseverlerin benmerkezciliğini ne güzel ifade etmiş. “Sevgili İstanbullular, sergilerinize, bienalinize geliyoruz, seviyoruz. Ama artık sizi sadece Çeşme’ye, Alaçatı’ya değil, şehrimizin sanatına, sanatçısına da bekliyoruz”. Genelleme yapmam doğru olmaz. Eminim, hem bu sergiden hem de İzmir’in diğer etkinliklerinden haberdar olan, giden İstanbullular vardır. Ben sadece kendi adıma bu zarif sitemden dolayı utandım. Sergiden daha önce haberim olmadığı için üzüldüm. Ama neyse ki, kapanmasına birkaç gün kala, tamamen şans eseri, gezebildim.

Akrobat (1930)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Paris-Picasso Ulusal Müzesi’nin 2017-2019 yılları arasında gerçekleştirdiği “Picasso-Mediterranee” isimli projenin bir parçası olarak düzenlenmiş. Çok yönlü ve çok disiplinli kültürel bir program çerçevesinde, temel olarak Picasso ve Akdeniz arasındaki zengin bağa dikkat çekilmesi amaçlanmış. İki yıl boyunca düzenlenen sergiler, sempozyumlar ve toplantılar ile yeni araştırma alanları oluşturulmaya çalışılmış. Bu arada, Akdeniz’in çeşitli kentleri arasında bir yakınlaşma da hedeflenmiş. Dokuz ülkeden yetmişin üzerinde kurumun desteği ile, çeşitli Akdeniz şehirlerinde kırk beşin üzerinde sergi düzenlenmiş. Projede Türkiye’yi temsil eden tek kurum Arkas Sanat Merkezi (ASM) olmuş ve böylece, projenin kapanış sergisi olan bu muhteşem sergiye de ev sahipliği yapmış. Serginin özellikle, ücretsiz olduğunun da altını çizmek isterim. Arkas Sanat Merkezi’nin, 13 Şubat-28 Temmuz 2019 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlediği “Arkas Koleksiyonu’nda Post-Empresyonizm” sergisi de ücretsizdi. MSGÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde açılan sergide yer alan inanılmaz tabloların yanında (doğrusu bu sergiye kadar, ülkemizde bu tür değerli tabloları içeren bir koleksiyon olduğunu hayal bile etmemiştim), halka bu hizmetin ücretsiz sunulmasını da çok takdir etmiştim. Sonradan öğrendim ki, kuruluşundan beri düzenlenen sergilerin ve diğer uluslararası projeler çerçevesindeki etkinliklerin ücretsiz olması ASM’nin misyonunun bir parçası.

Arkas Sanat Merkezi-İzmir

ASM, İzmir’deki tarihi Fransa Konsolosluğu binasının deniz tarafında bulunuyor. Bu görkemli bina, 1906 yılında mimar Emmanuel Pontremoli tarafından inşa edilmiş. Binanın bir özelliği, İzmir’in 1922 yangınından kurtulan nadir binalardan birisi olması. Ancak bina yıllar içinde epeyce yıpranmış. Arkas Holding’in 2010 yılında üstlendiği restorasyondan sonra hak ettiği ihtişamlı haline dönmüş. Bunun karşılığında Fransız Hükümeti tarafından 20 yıllığına Arkas Holding’e tahsis edilmiş. Kasım 2011 tarihinden beri Arkas Sanat Merkezi olarak kullanılıyor.

Pablo Picasso tutkunu olduğu boğa güreşlerinde
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Sergi, adının da ima ettiği üzere, Picasso’nun gösteri sanatı için veya ondan etkilenerek yarattığı eserleri kapsıyordu. Eserlerin tamamına yakını Paris’teki Picasso Müzesi’ne (Musee National Picasso-Paris) aitti. Özel koleksiyonlardan ödünç alınmış az sayıda eser de vardı. Paris’teki Picasso Müzesi’ni 1990 yılının Mart ayında gezmiştim. O günden beri aklımdan çıkmadı. O kadar etkilenmiştim ki, her nedense, Barcelona’daki o koskocaman Picasso Müzesi bile bana aynı heyecanı ve tadı vermemişti. Paris’te kaldığım on günün bir gününü bu müzede geçirmiş, sadece eserleri değil, Picasso’nun Fransız Komünist Partisi üye kartı gibi kişisel eşyalarını da dikkatle incelemiştim. Ancak, o kadar vakit geçirmeme karşın, eserlere bu sergide sunulan perspektiften baktığımı hatırlamıyorum. İşte burada küratörlerin hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. Kimi zaman farklı müze ve koleksiyonlardan eserler toplayarak, kimi zaman da belli bir müzeden seçtikleri eserleri bir araya getirerek dikkatimizi özel bir temaya çekebiliyorlar. Öyle ki, biz o müzede saatlerimizi geçirmiş olsak da, o perspektifi yakalayamayabiliyoruz. Bu nedenle, söz konusu serginin küratörü Jean Luc Macso’yu çok başarılı buldum.  Picasso: Gösteri Sanatı sergisi, Picasso’nun yaşamı boyunca gösteri sanatına duyduğu ilginin etrafında kurgulanmış bir sergi idi. Küratör tarafından seçilen tablolar, maketler, eskizler, incelemeler, fotoğraflar, filmler, kostümler, heykeller, videolar ve belgeler bu tema etrafında seçilmişlerdi. Picasso, tüm sanat hayatı boyunca tiyatro, boğa güreşi, bale, dans ve bizzat kendisini konu alan mizansenlerle gösteri dünyasına olan ilgisini her zaman canlı tutmuş.

Boğa Başı (1942)
(Sanatçının bir hurda yığınında bulduğu bisiklet selesi ve gidon)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Torero Locasında (1951)
(Kağıt üzerine lavi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Matador (1970)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun gösteri dünyasına olan ilgisi, sekiz yaşından itibaren gitmeye başladığı boğa güreşleri (corrida) ile başlamış ve giderek bir tutku haline gelmiş. Öyle ki, yıllar sonra Güney Fransa’ya yerleştiği zaman, ünlü matador Luis Miguel Dominguin’i izlemek için özel olarak Arles kentine gidermiş. Bu onun için adeta bir ritüel haline gelmiş. Picasso için boğa güreşleri hem hayat koşusunun hem de dünya ile olan kavganın sembolü olmuş. Çok etkilendiği boğa güreşlerini ışık-gölge, iyi-kötü, eril-dişil gibi karşıtlıkların modeli olarak sanatına yansıtmış. Boğa ve at temasını aynı zamanda insan ilişkilerinin, mağdur ile celladın, şiddet ve zulmün kendi aralarındaki ilişkisinin sembolü olarak görmüş. Boğa güreşi bir yandan da onun için, çarmıha gerilme ile de ilişkilendirdiği, bir kurban ritüeli olmuş. Boğa ve Minotaur (kafası boğa bedeni insan olan varlık) gibi figürler, 1937 yılında yaptığı La Guernica’da olduğu gibi, defalarca eserlerinin merkezinde yer almış.

Fotoğraf: David Douglas Duncan (1916-2018)
Villa La Californie, Cannes; Arles Boğa güreşi ertesi sabahı, Picasso matadorluk yaparak
Jacqueline Roque’u eğlendirirken (1957)
Boğa Güreşi: Matador’un Ölümü (1933)
(Ahşap üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Gösteri sanatlarından sirk dünyası da Picasso için hep ilgi çekici olmuş. Bu ilgi, sanatçının 1904 yılında Paris’e yerleşmesi ile başlamış. O dönem Picasso’nun atölyesi, daha sonra çok ünlenecek Modigliani, Kees Van Dongen, Max Jacob gibi sanatçıların da atölyelerinin bulunduğu, Montmartre’daki ünlü Bateau Lavoir binasında imiş. Yakınlardaki Medrano Sirki, Picasso’nun vakit geçirmekten hoşlandığı favori mekanlardan birisi olmuş. Soytarı figürleri 1905 yılından itibaren sanatçının resim, çizim ve gravürlerinde görülmeye başlanmış. Picasso, sirk temalı çalışmalarında, gösterinin kendisinden ziyade, soytarıların günlük yaşamlarını ve kulisteki hallerini yansıtmayı tercih etmiş.

Sirk Performans Sanatçısı Dinlenirken (1905)
(Bakır üzerine hakkak kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Sirk (1945)
(Litografi kağıdı üzerine mürekkep)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun, bir sanatçı olarak, sahne dünyasına gerçek adım atması Sergei Diaghilev’in kurduğu ünlü Ballets Russes için kostüm ve sahne tasarımları yapmaya başlaması ile olmuş. Sanatçı bundan sonra, sahnenin büyülü dünyası için, kübizm akımının etkisinde pek çok sahne dekoru, kostüm ve sahne perdesi tasarlamış. Picasso Ballets Russes için ilk olarak, tek perdelik realist bale olarak tanımlanan, Parade balesi için çalışmış. Diaghilev bu bale ile Ballets Russes’e modern bir soluk getirmek istemiş. Bu amaçla efsanevi kişileri bir araya getirmiş. Kurgu, film yönetmeni, şair ve roman yazarı Jean Cocteau tarafından yapılmış. Leonid Massine  hem koreografiyi yapmış hem de balede Çinli hokkabaz rolünde oynamış. Müzik Erik Satie tarafından bestelenmiş. Dekor, kostüm ve sahne önü perdesi Pablo Picasso tarafından tasarlanmış. Eser ilk olarak, 18 Mayıs 1917 tarihinde Paris’teki Theatre de Chatelet’de sahnelenmiş.

Picasso’nun Parade balesi için tasarladığı kostümler ve arka duvarda sahne önü perdesi. Kostümler, Paris Ulusal Balesi’ne ait. Picasso’nun tasarımlarına göre Ateliers Garnier tarafından dikilmişler.
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Solda, ünlü koreograf Leonid Massine’nin oynadığı
Çinli Hokkabaz’ın kıyafeti
Parade balesindeki Yönetici karakterleri. Bu karakterlerin balede yer alması fikrinin tamamen Picasso’ya
ait olduğu belirtiliyor.

Sergide benim en hoşuma giden bölüm, Picasso’nun Tricorne balesi için yaptığı çalışmalar oldu. Yine bir Ballets Russes prodüksiyonu olan bu tek perdelik bale, klasik müzik severlerin aşina olduğu ve sevdiği bir müziği olmasına karşın, klasik bir bale olmaktan ziyade, İspanyol dans tekniklerini içeren bir gösteri imiş. Pedro de Alarcon’nun El Sombrero de Tres Picos (Üç Köşeli Şapka) romanından uyarlanmış konusu Picasso’ya çok cazip gelmiş olmalı. Boğa güreşi temasının hakim olmasının yanında, konunun Picasso’nun memleketi olan Endülüs’te geçiyor olması sanırım sanatçının işini daha büyük bir şevkle yapmasına neden olmuş. Ayrıca işin içinde bir aşk hikayesi olması ve otorite ile alay etme fırsatı da cabası. Picasso’nun tasarladığı rengarenk kostümler göz kamaştırıyordu.

Picasso’nun Tricorne balesi için tasarladığı kostümler
Tricorne Balesi için Kadın Kostümü Çalışması:
Aragonlu Kadın (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep, Arap zamkı
ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Tricorne balesi için Diaghilev 1916 yılında besteci Manuel de Falla’ya beste siparişinde bulunmuş. Bestecinin Üç Köşeli Şapka süitini günümüzde de zevkle dinliyoruz. Koreografiyi Leonid Massine’in, dekor, kostüm ve sahne önü perdesini Picasso’nun tasarladığı eser ilk olarak 22 Temmuz 1919 tarihinde Londra’daki Alhambra Theatre’da sahnelenmiş.

Tricorne Balesi için Sahne Dekoru Çalışması (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Tricorne Balesi için Kostüm Çalışması: Torero (1919)
(Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Torero

Tricorne Balesi için Erkek Kostümü Çalışması:
Aragonlu Erkek (üzerinde el yazması renk notları ile) (1919)
((Kağıt üzerine guaş, suluboya, mürekkep ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Ballets Russes tarafından ilk olarak 15 Mayıs 1920 tarihinde Paris Operası’nda sahnelenen Pulcinella balesi Picasso’nun bu topluluk ile yaptığı bir başka işbirliği olmuş. Müziği Igor Stravinsky’e ait olan balede ayrıca, Giovanni Pergolesi ve döneminin başka İtalyan bestecilerinin eserlerinden uyarlamalar da kullanılmış. 1700’lü yıllara tarihlenen bir Napoli kökenli tiyatro oyunundan esinlenilen balede baş karakter Pulcinella, Picasso’nun özgün tasarımlı kostümleri ile sahnede hayat bulmuş. İtalyan Commedia dell’Arte gösterilerinin başlıca karakteri olan, sırtında kamburu ve kanca burnu ile karakterize edilen Pucinella’yı temel alan bir bale yaratma fikri, Picasso, Stravinski ve Massine’in yaptıkları bir Napoli gezisi sırasında, koreograf Massine’in aklına gelmiş. Bu fikir Picasso’ya da çok cazip gelmiş olmalı zira, Pulcinella figürü sıklıkla Arlecchino (soytarı) figürü ile özdeşleştirilmiş. Arlecchino ise, Picasso’nun hep ilgisini çeken bir figür olmuş.

Bale ve Seyirciler (1916)
(Defter sayfasına guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Dekor Çalışması (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve mürekkep)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Pulcinella (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Doktor (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pulcinella Balesi için Kostüm Çalışması: Mage (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso, Arlecchino karakterine 1901 yılından itibaren ilgi duymuş ve yaşamının sonuna kadar, aralıklarla da olsa, resmetmeye devam etmiş. Zaman zaman unutsa da, sonra tekrar bu karakteri canlandırmış. Bir Commedia dell’Arte karakteri olan Arlecchino onun için, belirsizlik, karmaşa, yalnızlık ve melankoli imgesi olarak bir tür kendi yansımasının betimi olmuş. Arlecchino (ve Pulcinella gibi onunla özdeşleştirilen Pedrolino), Picasso’nun sanat yaşamında Mavi Dönem’den, sirkleri sıklıkla ziyaret ettiği 1929 yılı sonuna kadar olan süre sırasında önemli bir rol oynamış. 1924-1929 yılları arasında sanatçı pek çok kez oğlu Paul’ü Arlecchino ve Pedrolino olarak resmettiği eserler üretmiş. Bu karakterler 1961 yılında heykel olarak, 1969’dan itibaren de bir grup resim ve çizim olarak sanatçının yaratılarına geri dönmüşler.

Arlecchino (1917-1918)
(Bakır üzerine baskı ve sistre)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Pierrot ve Arlecchino (1920)
(Kağıt üzerine guaj ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Dans eden Arlecchino (1950 civarı)
(Dekupe, linol baskı)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Picasso’nun Diaghilev ile işbirliği, Cuadro Flamenco ve Mercure gösterileri ile devam etmiş. 17 Mayıs 1921 tarihinde Paris’te sahnelenen Cuadro Flamenco için Manuel de Falla geleneksel Endülüs müzik parçalarını aranje etmiş. 15 Haziran 1924 tarihinde sahnelenen ve üç tabloluk “plastik poz” gösterisi olarak tanımlanan Mercure’ün müziğini Erik Satie bestelemiş. Ancak, Mercure gösterisi maalesef bir skandalla sonuçlanmış. Kendileri ile alay edildiğini düşünen Parisliler gösteriyi ıslıklarla protesto etmişler.

Cuadro Flamenco Balesi için Dekor Çalışması (1919-1920)
(Kağıt üzerine pastel boya ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM
Mercure Balesi için Üç Sahne Perdesi Çalışması (1924)
(Kağıt üzerine pastel boya ve grafit kalemi)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Yaşamı boyunca Picasso’yu etkilemiş birçok sanatçı ve aydın olmuş. Bunlardan bazıları gösteri sanatı ile ilişkili kişilermiş. Oyun yazarı, besteci, koreograf, dansçı, fotoğraf sanatçısı pek çok kişi onun özel hayatında ve sanatında iz bırakmışlar. Serginin Picasso’nun Galaksisi olarak adlandırılan bölümünde,  sanatçının bu kişiler ile ilgili yaptığı çalışmalar sergilenmişti. Bu bölümde, fotoğraf sanatçısı sevgilisi Dora Maar’ı resmettiği Mavi Şapkalı Kadın Portresi serginin en ilgi çeken eserlerinden biriydi.

Picasso-Cocteau İkili Portresi (1962)
(Litografi)
Kontaxopoulos-Prokopchuk, Bruxelles
Mavi Şapkalı Kadın Portresi (1944)
(Tuval üzerine yağlıboya)
Paris Picasso Ulusal Müzesi
Picasso: Gösteri Sanatı Sergisi-ASM

Her ne kadar sergi kapanalı neredeyse üç ay olsa da, bu yazı ile iki şey amaçlıyorum. Birincisi, hep birlikte İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’ni daha yakından izlememiz. Faaliyetlerinin Türkiye çapında bir ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum. İkincisi ise, henüz Paris’teki muhteşem Picasso Müzesi’ni gezmemiş olanlara bir tadımlık sunmak. Doğrusu bu sergiden sonra benim içimde Paris’teki müzeyi de tekrar görmek için büyük bir istek doğdu. Farklı bir perspektifle yeniden gezmek için.

Milano (4): La Scala’da Bir Gece…

Milano ile ilgili önceki yazılarımdan birinde, Ekim 2019’da neden Milano’ya gitmeyi seçtiğimizi daha sonra yazacağımı belirtmiştim. Doğal olarak, her gezinin bir çıkış noktası oluyor. Sanırım, bu herkes için böyle. Duyulan bir merak, özel bir ilgi ya da önceden gidip de, insanın unutamadığı bir özellik nedeniyle yeniden görme isteği. Önceki gidiş ya da gidişlerinizde görmeye fırsat bulamadığınız ama hala aklınızdan çıkmayan yerler. Hepsi olabilir.

Yolculuktan aylar önce, İtalya’da bu kez nereye gideceğimiz konusunda araştırma yaparken, operaya gidebileceğimiz bir şehre gitmenin çok güzel olacağını düşündüm. Ekim ayı İtalya’da opera için iyi bir mevsim değil. Özellikle, yazın opera sahnelenen Roma, Verona gibi kentlerde Ekim ayı bir ara verme dönemi oluyor. Bu gibi şehirlerde sezon epeyce geç başlıyor. Ama La Scala’nın öyle olmayabileceğini düşünerek, bir şansımı deneyeyim dedim ve programa baktım. Ne büyük sürpriz! Bizim İtalya gezimiz için planladığımız günlere denk gelen bir tarihte sahnelenecek bir opera vardı. Hem de bir Gala! Handel’in Giulio Cesare in Egitto (Jül Sezar Mısır’da) adlı eseri. Üstelik, başrolde ünlü mezzo-soprano Cecilia Bartoli ile… İnanması zor bir şans diye düşündüm. Handel’in bu eserini bilmiyordum ama konçerto ve süitlerini çok severim. O nedenle, eser konusunda tereddüt etmedim. Bartoli’yi de, kimilerinin yorucu ve sıkıcı bulmasına karşın, çok severim. Kendisini bir kere İstanbul Festivali sırasında Aya İrini’de izlemiştim. Albümleri de bana daima keyif vermiştir.

Böylece, 2019 sonbaharında nereye gideceğimiz belli oldu. Milano’ya gidecektik. Uçak ve otel rezervasyonundan önce, La Scala’ya biletlerimizi aldık. En son 21 yıl önce, 1998 yılında, gittiğim bu operanın birkaç mabedinden birine gidecek olmamız beni çok heyecanlandırdı.

Operayı sevmem çocukluk yıllarıma dayanır. Birkaç yıl önce yayınladığım La Diva Turca isimli yazımda (söz konusu yazıya erişim için bağlantıya tıklayabilirsiniz) opera sevgimin henüz çocukken Roma’da babamın götürdüğü operalar ile başladığını yazmıştım. Öyle ki, kışın Teatro dell’Opera di Roma ya da yazın Terme di Caracalla’daki açık hava temsillerine gitmediğimiz zamanlar, evdeki opera plaklarını libretto’larından takip ederek dinlerdim.

O zamanlar, kışın operaya gitmek öyle sıradan bir olay değildi ve beni temsiller kadar, ortam da çok etkilerdi. Uzun olmasa bile, daima çok şık gece giysileri içinde kadınlar ve smokin ya da koyu renk takım elbiseleri içinde erkekler. En az onlar kadar kibar görevliler. Kristal avizelerin altın rengi süslemelere yansıyan ışıltısı. Kibar selamlaşmalar, terbiyeli kahkahalar. Yazları gittiğimiz Terme di Caracalla’da durum farklıydı. M.S. 3. yüzyıldan kalma bu Roma hamamında sergilenen temsillerde, yazlık sinemalar gibi olmasa da, doğal olarak daha rahat bir ortam olurdu.

Teatro alla Scala

1998 yılında, bir arkadaşımla La Scala’da Giacomo Puccini’nin Manon Lescaut operasını izlemiştim. Milano’ya iş için gitmiştik. O zamanlar henüz önceden internetten bilet almak gibi bir olanak olmadığı için, ancak Milano’ya gidince bilet olup olmadığını soruşturabildik. Tabii ki, tüm biletler aylar önce satılmıştı. Ama, kaldığımız Hotel dei Cavalieri bu gibi durumlar için belli ki önlemini almıştı. Bilgi almaya çalıştığımız resepsiyondaki görevli,

– Bayanlar, biliyorsunuz, La Scala’nın biletleri aylar önce satıldı. Ancak, arzu ederseniz, biz size bilet sağlayabiliriz , demişti.

Böylece, normal fiyatın iki katını vererek, o akşam Manon Lescaut’ya gitmeyi başarmıştık. La Scala’nın kapısından girer girmez çocukluğuma geri dönmüştüm. Jilet gibi ütülü üniforması içindeki kibar bir görevli bizi karşılamış ve,

– Güzel bayanlar, La Scala’ya şeref verdiniz,

diyerek, türlü iltifatlarla yerimize kadar götürmüştü. Hemen hemen her kadına benzer iltifatlar yapıldığını tahmin etsek de, doğrusu söyledikleri kulağımıza, tarzı gönlümüze çok hoş gelmişti…

Yerimiz gerçekten mükemmeldi. Hiç unutmuyorum, ilk kattaki, sahnenin tam karşısında yer alan en iyi localardan birinde, öndeki iki sandalyeye oturduk. Aşağıda parterre ve yukarda localar şık insanlarla doluydu. Bir grup Japon erkek, smokinlerinin içinde hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Turistik ya da iş gezisi, her ne sebeple Milano’ya gelmişlerse, smokinlerini getirmeyi unutmamışlardı. Kısacası bana göre ortam, opera sanatına yaraşır bir haldeydi. Tıpkı çocukluk anılarımda olduğu gibi…

Sonraki yıllarda, Avrupa’ya gidişlerimde eğer denk gelen bir opera temsili varsa hep gitmeye gayret ettim. Zaman içinde, giyim kuşam ve opera izleme adabı açısından kalitesi düşen seyirci beni üzmeye başladı. 2013’te, Viyana Staatsoper’deki ortam beni eski güzel günlere götürse de, hemen arkasından gittiğim Prag ve Berlin’de hayal kırıklığına uğramıştım. Ama İtalya farklıydı. Bir süredir İtalya’da operaya gitmiyor olsam da, buna yürekten inanıyordum. Kapıcısından, duvarcısına kadar herkesin opera sevdiğini bildiğim İtalya’da, operanın anavatanında durum farklı olmalıydı.

İşte bu düşünce ve duygularla, 18 Ekim 2019 akşamı için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Yaz ortasında La Scala’dan bir e-mail geldi. Üzülerek, Cecilia Bartoli’nin sahne alamayacağını bildiriyorlardı. Kleopatra rolünü Bartoli yerine, Avusturalya asıllı Amerikalı soprano Danielle de Niese oynayacakmış. Düş kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Danielle de Niese’i tanımıyordum. Ama, programda daha önce dikkatimi çekmemiş olan, Sezar rolündeki Bejun Mehta’yı biraz araştırınca, La Scala’da güzel bir akşam geçireceğimize dair inancım geri geldi. Babası ünlü şef Zubin Mehta’nın kuzeni olan Bejun Mehta günümüzde dünyanın en iyi birkaç kontrtenorlarından birisi sayılıyormuş. Aldığı birçok ödül ve Grammy, Laurence Olivier gibi ödüllere adaylıkları var. Benim kafamı kurcalayan konu, sadece onun bir kontrtenor olarak Sezar rolünü oynayacak olması oldu. Bilindiği üzere, tıpkı geçmişte kastrato’ların yapabildiği gibi, kontrtenorlar da kadın sesi çıkarabiliyorlar. Handel de, zamanında kastratolar için birçok eser bestelemiş. Ancak bunlar, o dönem kadın sesinin Papa tarafından yasaklanmış olması nedeniyle, genelde kadın rolleri için sahneye çıkıyorlarmış. (Kastratolar ve tarihte en ünlülerinden biri sayılan Farinelli hakkındaki Sanat Aşkına başlıklı yazıma erişmek için linke tıklayabilirsiniz). Bu nedenle, Sezar gibi güçlü bir tarihi kişiliğin bir kontrtenor tarafından canlandırılması bana çelişkili geldi. Ancak, belirttiğim gibi, üzerinde fazla durmadım.

La Scala’nın her önünden geçişimizde gideceğimiz
operanın afişini görüyorduk

Milano’da kaldığımız otel, yürüyerek La Scala’ya en fazla beş dakikalık bir mesafede idi. Çok merkezi bir konumda olması nedeniyle de, günde en az bir iki kere önünden geçiyorduk. Temsil akşamının gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Bu arada, aralarla birlikte, 3 saat 43 dakika süreceği belirtilen temsil öncesinde bir şeyler yemek gerekecekti. Onun için de, La Scala’nın fuayesinde bulunan, Il Marchesino’da önceden yer ayırttık. 1998 yılında, arkadaşımla önceden değil, sonradan yemek yemeği tercih etmiştik ve temsilin sonunda yakınlardaki bir bara girmiştik. İçerisi oldukça karanlık ve çalan müzik, birkaç dakika önce bize keyif veren müzik ile alakası olmayan, yüksek perdeden bir günümüz müziği idi. Bizi kapıda karşılayan görevli, kıyafetlerimize bakarak,

– Sanırım siz La Scala’dan geliyorsunuz, demişti.

Öyle olduğunu söyleyince,

– O zaman, yan taraftaki restoran daha çok hoşunuza gidecektir,

diyerek, bizi başka bir işletmeye yönlendirmişti. Gerçekten de gittiğimiz restoranın klasik tarzdaki dekorasyonu ve çalınan klasik müzik ile, operada geçirdiğimiz büyülü saatlerin etkisi yemek boyunca devam etmişti…

Il Marchesino, kırmızı kadife ile kaplı koltuk ve sandalyelerine karşın modern tarzda döşenmiş bir restoran. Doğrusu, La Scala’nın çatısı altında daha farklı bir tarz bekliyordum. Tüm masalar, bizim gibi temsile gelenlerle doluydu. Sanırım, benim moralim yavaş yavaş bu yemek sırasında bozulmaya başladı. Bizim yaşımızda veya yaşları biraz daha fazla olan çiftler, eski günlerde olduğu gibi, son derece özenli giyinmişlerdi. Hanımlar gece elbiseleri, erkekler smokin ya da koyu renk takım elbiseleri ile mutlaka kravatlı veya papyonlu. Öte yandan, gözüme çarpan o diğer korkunç kıyafetler de neydi? Sokakta köpeğini gezdirmekten geliyormuş gibi giyinmiş kadınlar, kanvas, hatta jean pantolon giymiş erkekler. Bu doğru olamazdı. Bu insanlar bizimle temsile girecek olamazlardı. Sahnede bir kere görme fırsatı bulabildiğim ve zarafetine hayran olduğum, 25 sene prima donna olarak burada sahneye çıkmış olan Leyla Gencer’in La Scala’sı bu hale gelmiş olamazdı. 1998 yılında, değil bu kadar döküntü kıyafetlerle, kravatsız olarak gelenler kapıdan çevriliyordu.

Il Marchesino
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Karışık duygular içinde yemeğimizi yedik. Servis hızlı, yemekler lezzetli idi. İtalya’da her bölgenin, şehrin kendine has bir yemeği vardır. Milano’nunki nedir derseniz, hiç şüphesiz, başta Risotto alla Milanese (Milano usulü risotto) gelir. Avrupa’ya Araplar tarafından getirildiği düşünülen pirinç, İtalya’da ilk olarak Sicilya’ya 13. yüzyılda gelmiş. Buradan Napoli’ye, oradan da, Milano’lu Sforza ailesinin Napoli Krallığı ile olan bağı nedeniyle, Lombardiya bölgesine gelmiş. Günümüzde, ülkenin en geniş pirinç tarlaları burada bulunuyor. Tüm İtalya’da pirinçten yapılan risotto çeşitleri ile Milano usulü olanı ayıran en önemli özellik ise, burada safranın en önemli malzeme olması. Böylelikle, Milano usulü risotto’nun hoş, sarı bir rengi oluyor. Il Marchesino’da yediğimizin ilave özelliği ise, üstündeki eritilmiş altındı. Altının yemeklerde kullanıldığını biliyordum ama, daha önce hiç yememiştim. Doğrusu, çok lezzetli idi. Bir kadeh güzel şarap eşliğinde, güzel bir yemek oldu.

Altınlı Risotto alla Milanese
Kaynak: www.gualtieromarchesi.it

Derken, temsil vakti geldi… Hesabı ödeyip, kalktık.

Kapıda düzeni sağlamaya çalışan bir iki görevli dışında etrafta personel görünmüyor. Nerede o yıllar önce iltifatlarla bizi karşılayıp locamıza götüren kibar görevliler? Bir itiş kakış. Sırtında koca sırt çantası ile gelenler. La Scala’ya yakıştıramadığım kılık kıyafette insanlar. Evet, artık iyice ikna oldum. Operanın bu son kalelerinden biri de seyircisindeki sakilliğe ve kılıksızlığa yenik düşmüş. Belli ki para kazanma kaygısı ile, artık kapıdan kimseyi kıyafetinden ötürü geri çevirmiyorlar. Kimi seyirciler de, bir opera akşamı için giyimlerine en ufak özeni göstermeyi düşünmüyorlar. Dünya nasıl bu kadar sakil, zevksiz ve banal bir hal aldı? Biliyorum, imkanı kısıtlı olmayanlar gitmesin mi denilebilir. Ama, en azından temiz ve düzgün ütülü giyinmek mümkün diye düşünüyorum. Benim düşünceme göre, La Scala’ya gitmek artık bazı insanlar için, Milano’ya gitmişken şöyle bir Duomo’yu gezmek gibi bir şey haline gelmiş. Milano’ya gidince, yapılacaklar listesindeki maddelerden biri olmuş. La Scala yönetimi de artık bundan rahatsız olmamaya karar vermiş. Yeter ki gelir olsun. Onlar da kendi açılarından haklı olabilir. Azalan eski opera severler nedeniyle ayakta kalmaya çalışıyorlar belki de.

La Scala’nın içi

Kalabalığın içinde zar zor yerimizi bulduk. İkinci kattaki 12 numaralı locanın en öndeki iki sandalyesine oturduk. Bir süre sonra, nasılsa, bir görevli Uzakdoğulu bir çifti de bizim locaya getirdi. Bu sayede, görevlinin anahtarla açtığı 12 numaralı locanın vestiyerine pelerinimi asabildim. Artık, temsil başlayana kadar biraz etrafı inceleyebilirdim.

Şeref Locası

Söylememe gerek yok, La Scala’nın içi çok güzeldir. Tam adı Teatro alla Scala olan opera binasının yapımına, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın himayelerinde, 1776 yılında başlanmış. O zamana kadar opera binası olarak Teatro Ducale kullanılıyormuş. Ducale o yıl yanınca, yeni bir opera binasının yapımı için hemen harekete geçilmiş.  İnşaat, eski binadaki loca sahiplerinden toplanan paralarla finanse edilmiş. Mimarı Giuseppe Piermarini olan La Scala’nın adı, burada daha önce bulunan ve opera binası için yıkılan, 1381 yılında yapılmış, Santa Maria della Scala kilisesinden geliyor.  Zamanında bu kilise, Dük Bernabo Visconti’nin eşi için yapılmış. 1778 yılında tamamlanan opera binasında ilk temsil, Antonio Salieri’nin L’Europa riconosciuta isimli eseri olmuş. Bundan sonra La Scala, İtalyan operasının ünlü bestecileri Rossini (1792-1868), Gaetano Donizetti (1797-1848), Verdi (1813-1901) ve Bellini’nin (1801-1835) eserlerinin sergilendiği başlıca mekanlardan biri olmuş. Ünlü şef Arturo Toscanini’nin (1867-1957) yönetime gelmesinden sonra, o zamana kadar İtalyan opera severlerin az tanıdığı, Richard Wagner’in de eserleri sahnelenmeye başlanmış. Renata Tebaldi, Maria Callas, Leyla Gencer gibi operanın Diva’ları, Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev gibi balenin unutulmazları burada sahneye çıkmışlar.

La Scala, Milano’nun 1943 yılındaki bombalanması sırasında yerle bir olmuş ve üç yıl sonra yeniden inşa edilmiş. En son 2002 yılında tekrar restorasyona girmiş ve 2004 yılında perdelerini yeniden açmış. Ancak, belki yakınlarda yeniden bir elden geçmesi gerekebilir. Örneğin, bizim locanın duvarında kocaman bir göçük vardı. Bunu kimin nasıl yaptığını bilemiyorum ama, düşmüş olduğuna kanat getirdiğim izleyici kalitesinden dolayı pek şaşırdığımı da söyleyemeyeceğim.

Nihayet, temsil saati geldi ve perde açıldı… Bundan sonrası, benim için önce bir şok, sonra hayretle karışık derin bir hayal kırıklığı ve yürek daralması ile geçti diyebilirim. Karşılaşacağımız durum ile ilgili daha önce en ufak bir ipucu fark etmemiştik. Belki, operayı sahneye koyan Robert Carsen’ı ve dekor ve kostümleri tasarlayan Gideon Davey’i bilenler, hatta sevenler, koşa koşa gelmiş olabilirler. Araştırdığım kadarı ile son yıllarda dünyanın belli başlı operaları ile çalışmış olan bu ikiliyi şahsen ben, kara listeme almış bulunuyorum. Bundan böyle, bu ikilinin yer aldığı hiçbir projeyi görme arzum yok. Bana göre bir maskaralık olan bu denemeler, aynı zamanda opera sanatına bir hakaret. Değişen zamandı, zevklerdi, gençleri operaya çekme çabasıydı… Kim ne derse desin, ben askeri kamuflaj kıyafetleri içinde bir Sezar ve Romalı askerler izlemenin zevkini anlayabilmiş değilim. Sanatta çağa uygun, yeni şeyler elbette denenir. Denenmelidir de. Ama, bu Handel ya da diğer klasik bestecilerin eserleri katledilerek yapılmamalı. Çok isteniyorsa, çağdaş besteciler yeni besteler yapabilirler. Hatta benim önerim, atonal denen o zevksiz formda yapmaları en iyisi olur…

Giulio Cesare in Egitto isimli eserden bir sahne
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Evet, perde açıldı ve salonda bir dalgalanma oldu. İlk anda kamuflaj kıyafetlerinin yarattığı şoku, giderek dozu artan başka şoklar izledi. Sahneye çıkarılan bir askeri cip ve daha sonraki perdelerde, muhtemelen sponsorluk alınarak, çıkarılan bir Mercedes araba. (Aklıma, çocukluğumda Terme di Caracalla’da izlediğim Aida operasında sahneye dört nala çıkan dört atlı zafer arabası, filler ve develer geldi.) Tayyör giymiş Kleopatra,  üzerinde kocaman FENDI yazan torbalarla Romalıların Mısırlılara hediyeler sunması (büyük olasılıkla bir sponsorluk daha), petrol boru hatları ve en sonunda i-phone ile hep beraber çekilen selfie… Hepsi, korkunç bir kabus gibi üstümüze çöktü. Bu saçmalığı bir şekilde protesto etmek, kabullenmediğimizi belli etmek  gerektiğini düşündüm. İlk aklıma gelen, alkışlamamak oldu. Sanırım, pek çok kişi benim yaşadığım çelişkiyi yaşadı. Önemli aryaların sonrasında ve perde aralarında alkışlar başlarda çok cılız oldu. Sonra, bunun da sanatçılara bir haksızlık olacağını düşündüm. Çünkü, onların icraatlarında herhangi bir falso yoktu. Bu duygular içinde geceyi tamamladık.

Fotoğraf: Marco Brescia & Rudy Amisano
Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Daha önce Türkiye’de de, modern bir anlayışla sahne tasarımı ve kostümleri yapılmış klasik opera ve baleler görmüştüm. Doğal olarak, hiç hoşlanmamış, hatta kızmıştım. Bir ihtimal, kaynak sıkıntısına bağlamıştım. O tür nedenler de etkili olabilir ama, sanki bizde de yurtdışındaki gibi bir “çağdaşlaşma” çabası bu. Bir tür, “onlar yapıyor, biz de yapalım” hali.

Belli ki, artık opera sanatı için bir çağ kapanıyor. Seyircisi, kurumları ve hatta icracıları için durum bu. Geçmişin hiçbir Diva’sının bu tür saçmalıklara tahammül edeceğini düşünmüyorum. Ne Leyla Gencer’in ne Maria Callas’ın böyle bir rejiyi kabul edeceğini zannetmiyorum. Cecilia Bartoli’nin de bu tür bir projede yer almak isteyeceğinden emin değilim. Eğer vaz geçme nedeni buyduysa, hiç şaşırmam.

Gala akşamından sonra temsilin afişi değiştirildi…

Aslında, fazla söze gerek yok. Her şey La Scala’nın, 2008 yılında Leyla Gencer’in ölümü üzerine yayınladığı mesajda çok güzel bir şekilde ifade edilmiş…

“Leyla Gencer ile birlikte, yalnızca onun tiyatrosu ve ikinci evi olan La Scala değil, operanın kendisi de geri gelmez ihtişamlı yıllara veda ediyor.”

Kaynak: http://www.teatroallascala.org

Milano (3): Gözümüze, Gönlümüze ve Damağımıza Değenler…

Ekim ayında İtalya’ya gidiyorsanız, dikkatli olmasınız. Özellikle yolculuk, İtalya’nın güneyine ise. Türkiye’nin güney sahillerinde Ekim ayında rahatlıkla denize girildiği için insan, İtalya’da da durumun aynı olduğunu düşünebilir. Oysa, işin doğrusu hiç de öyle değil. 2016 yılında bunu bizzat yaşadık. Coğrafi olarak çizmenin topuk kısmına denk gelen Puglia’da, Ekim ortasında bırakın denize girmeyi, sere serpe gezmek için bile hava oldukça serindi. Sahildeki tüm yerleşim yerleri boşalmış, plajlar kapanmıştı. Bunu haritaya bakınca da anlamak mümkün. Her iki ülkeyi gösteren bir haritaya bakarsanız, güney İtalya’nın bizim Akdeniz sahillerimizden epeyce kuzeyde olduğunu görebilirsiniz. O geziden sonra, her yıl Ekim ayında yaptığımız İtalya gezilerinde hep tedbirli olduk. Hele kuzeye doğru çıktıkça, o mevsimde havanın epeyce serin olabileceğini biliyorduk artık.

Milano’ya indiğimiz gün hava oldukça kapalı ve yağışlıydı. Sonraki iki gün daha şanslıydık. Güneş açtı. Arada hava kapasa da, en azından yağış yoktu. Son günümüzde, Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek için, Pinacoteca Ambrosiana’ya gittiğimizde, yine kapalı, yağışlı ve epeyce kasvetli bir hava vardı. Daha önce belirttiğim gibi, Milano meraklısı için sayısız gizli hazine barındıran bir şehir. Biz de, günlük programımızı hava durumuna uydurarak, dolu dolu bir dört gün geçirdik.

Milano’daki ilk günümüzde hava
oldukça kapalı ve yağışlı idi.
Arnaldo Pomodoro’nun heykeli (1980).
Piazza Filippo Meda

Milano, sadece bir finans, endüstri ve moda şehri değil demiştim. Burası aynı zamanda, zengin bir sanatsal ve kültürel geçmişi olan bir şehir. İlk bakışta öyle görünmese de, tarihi çok eskilere giden, coğrafi konumu nedeniyle birçok milletin gelip geçtiği ve izler bıraktığı bir yerleşim yeri. Milano hem Napolyon’un 1805 yılında Duomo’da taç giydiği şehir hem de, güçlü sendikalara ve sosyalist harekete rağmen,  Mussolini faşizminin 1919’da doğduğu ve onun 26 Nisan 1945 yılında Piazzale Loreto’da asılmasıyla son bulduğu yer.

Milano’nun da içinde bulunduğu bölgede (Lombardiya), M.Ö. 3000-2000 yılları arasında Liguryalılar yaşamış. Daha sonra buralara Hint-Avrupa halkları yerleşmiş. Göller bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan, M.Ö. 9. ve 6. yüzyıllar arasında buralarda Keltlerin, 5. yüzyılda ise Etrüsklerin yaşadıkları anlaşılmış. Şehir, 4. yüzyılın başlarında Galyalı kabileler tarafından kurulmuş.

M.Ö. 222 yılında Milano, Po vadisi ve bölgenin o zamanki diğer şehirleri ile birlikte, Romalıların eline geçmiş. Çok geçmeden, önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş ve zamanla imparatorluğun içinde politik ve yönetimsel bir bağımsızlık kazanmış. M.S. 286 yılında, Roma İmparatorluğu Batı ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, Batı Roma İmparatorluğunun başşehri olmuş. İmparator Maximianus burada oturmaya başlamış. Böylelikle şehir, batıda Roma’dan sonra en önemli şehir haline gelmiş. İmparator Konstantin 313 yılında, Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiğini Milano Fermanı ile ilan edince, şehir aynı zamanda önemli bir dini merkez haline de gelmiş.

Günümüzde, Milano’da Romalıların izleri o kadar az ki, insan buranın  bir zamanlar imparatorluğun  önemli bir şehri olduğuna inanamıyor. Örneğin, bir zamanlar kuzey- güney yönünde 470 metre uzunluğunda ve 80 metre eninde olduğu belirtilen hipodromdan geriye kalanlar yok denecek kadar az. Bu kalıntıları görmek için Via Circo’yu (Circo Sokağı) arayıp bulduk. Kalıntılar, İstanbul’daki Hipodromdan geriye kalanlardan bile azdı.  Yapının önemli bölümü, çevresindeki modern binaların içinde kalmış. Küçük bir kısmı görülen duvar, binanın temelinin ufak bir bölümü. Romalıların Mediolanum (Milano) Circo’su (Hipodromu), 3. yüzyılın sonlarında, İmparator Maximianus’un isteği üzerine yapılmış. Aynı dönemde, şehir duvarları büyütülmüş ve İstanbul’da olduğu gibi, içinden hipodroma doğrudan geçiş olan, bir İmparatorluk Sarayı yapılmış. Orta Çağ boyunca yavaş yavaş yok olmaya başlayan yapı, daha sonra tamamen ortadan kalkmış. Bulunduğu sokağın adının çağlar boyunca Via Circo olarak kalması, 1930’larda bir ipucu olarak değerlendirilmiş ve yapılan kazı ile günümüzde görülen kalıntılar ortaya çıkarılmış.

Via Circo’da apartmanların arasında, Romalıların Milano
Hipodromundan günümüze kalanlar

İki gün sonra, Pinacoteca Ambrosiana’dan dönerken, yolumuz yine Via Circo’ya düştü. Yağışlı ve kapalı havada, sokak boyunca bu kez daha uzun yürüdük. Belli noktalarda kavis yaparak dönen sokağın şekli, büyük olasılıkla, zaman içinde eski hipodromun yapısına göre şekillenmişti. Sokağın bir yerinde, hem dinlenmek hem de bir şeyler yemek için, kafe tarzı bir yere girdik. Günlerden Cumartesi, hava iç karartıcı idi. İçerisi, son derece sade, basit ama belli bir tarzı olan eşyalarla döşenmişti. Duvarlarda, canlı renklerde ilginç afişler vardı. Burası, tam bir mahalle mekanı idi. Zaman zaman mahalleliler içeri giriyor, sahibi ile üç beş laflarken, bir kadeh bir şey içip kalkıyordu. Kafenin sahibi, kravatı ve yeleği ile, tertemiz giyimli, kibar bir adamdı. Lezzetli birer tost yerken ve kahve içerken, tüm bu insanların böylesi iç karartıcı bir günde bile ne kadar yaşam dolu, neşeli ve birbirlerine karşı nazik olduklarını gözlemledim.

Via Circo sokağının belli noktalardaki kavisli yapısı, bir zamanlar burada bir hipodrom olduğuna dair
bir çağrışım yapıyor.

Ambrosiana Sanat Galerisinden bir önceki yazımda, burada bulunan Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unu anlatırken, söz etmiştim. Galerinin kütüphanesi, Bibliotheca Amrosiana’nın yanında bulunan, 1030 yılında yapılmış San Sepolcro Kilisesi, şehrin Roma dönemindeki Forum alanı üzerine yapılmış. Kilisenin kriptinin zemini bu Forum’dan kalan orijinal taşlardan meydana geliyor. Kilise, 1928 yılından itibaren Ambrosiana Kütüphanesi’nin mülkiyetine geçmiş. Ancak, orayı gezmek için ayrı bir biletiniz olması gerekiyor. Via S. Vittore al Teatro 14 adresindeki Ticaret Odası’nın altında bulunan ve randevu ile gezilebilen, M.S. 1. yüzyıldan kalma tiyatro kalıntıları ve Arkeoloji Müzesi’nin içindeki M.S. 1.-3. yüzyıllardan kalma ev kalıntıları, şehirdeki diğer az sayıda Roma dönemi eserleri arasında bulunuyor.

Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unun bulunduğu Bibliotheca Ambrosiana’nın yanındaki San Sepolcro Kilisesi, Romalıların Forum alanı üzerine yapılmış

Bu oldukça gizli saklı kalmış Roma dönemi eserlerinin yanında, şehrin içinde o döneme ait en göz önünde olan kalıntılar, San Lorenzo alle Colonne kilisesinin önündeki 16 adet sütun. M.S. 2. ve 3. yüzyıl arasına tarihlenen bu sütunlar, şimdi bulundukları yere 4. yüzyılda, kilise yapıldığı zaman, yerleştirilmişler. Kilisenin kendisi, Milano’nun en eski kiliselerinden biri. Daha önce burada bulunan bir Roma tapınağının üzerine yapılmış. Kilisenin, Romalıların Hristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk kiliselerden olduğu düşünülüyor. Yuvarlak formdaki yapının inşaatında tapınağın, yakınlardaki Romalılardan kalma yapıların ve amfi-tiyatronun taşları bol miktarda kullanılmış. San Lorenzo alle Colonne, geçirdiği sayısız yangından sonra, 11. ile 12. yüzyıllarda ve 1573 yılında, belirtilmeyen bir sebepten ötürü kubbesi yıkılınca, birkaç kez yeniden inşa edilmiş.

San Lorenzo alle Colonne’nin önündeki Roma
döneminden kalma sütunlar
San Lorenzo alle Colonne Kilisesi ve önündeki
İmparator Konstantin heykeli

Kilisenin önündeki meydanda İmparator Konstantin’in bronz bir heykeli var. Bu bir kopya. Heykelin aslı, Roma’daki San Giovanni in Laterano kilisesinde. Roma İmparatoru I. Konstantin,  Hristiyanlığı kabul ederek devletin resmi dini ilan etmesi nedeniyle, Batılı Hristiyanlar için çok önemli.

Milano’nun en eski kiliselerinden biri olan San Lorenzo alle Colonne, yuvarlak formda yapılmış bir kilise
Kilisenin yapımında daha önce burada bulunan Roma tapınağından çok sayıda malzeme kullanılmış. Bunlardan biri olan bu sütun da ters olarak konmuş.

Milano’nun erken Hristiyanlık dönemi kiliselerinden bir diğeri, ünlü Sant’Ambrogio (Aziz Ambros) Kilisesi. Buranın önemli olmasının ve en az Duomo kadar çok gezeni olmasının birkaç nedeni var. Öncelikle, Milano’nun koruyucu Azizi Sant’Ambrogio tarafından yaptırılmış olması ve Ambrogio’nun da burada gömülü olması. Biliyorsunuz, İtalya’da her şehrin bir koruyucu azizi vardır. Bazılarında birden fazladır. Milano’da yaşamış olan Piskopos Ambrogio da, sapkın kabul edilen Aryan inanca karşı verdiği mücadele nedeniyle, daha sonra Azizlik mertebesine yükseltilmiş.

Sant’Ambrogio Kilisesi
Solda, Romalılardan kalma “Şeytanın Sütunu” görülüyor. Sütunun ortasındaki iki delik, efsaneye göre, Aziz Ambrogio’yu kandırmaya çalışan şeytanın boynuzları tarafından açılmış.
Kilisenin 12. yüzyıldan kalma avlusu

Ambrogio’nun 339 ya da 340 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Kendisi, babası gibi, Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yönetici olmak üzere yetiştirilmiş. 370 yılında, Milano ve çevresindeki bölgeye vali olarak atanmış. Bu dönemde, çıkan dini bir kriz nedeniyle, başta kendisi istemese de, 374 yılında, oy birliği ile Piskopos seçilmiş. Dönemin diğer Piskoposları gibi, hem asker hem din adamı kimliğini birlikte yürütmüş. En büyük mücadelesi Aryan inanca karşı olmuş. 4. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan ve 325 yılında toplanan İznik Konsili tarafından aforoz edilen rahip Arius’un takipçileri olan Aryanlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ve İsa’nın tanrısal olduğunu reddetmekteydiler.

Kiliseye giriş kapısından detay

Sant’Ambrogio Kilisesi, 379-386 yılları arasında yapılmış. Kilisenin bulunduğu alan daha önce, pagan Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanların mezarlığı imiş. Yapı, sonraki yüzyıllarda Benediktin rahipleri tarafından genişletilmiş. Çeşitli ilaveler yapılmaya devam edilmiş. 1196 yılında kubbesi yıkılınca, tekrar yapılmış. 1492 yılında Sforza ailesi, dönemin ünlü sanatçısı ve mimarı Bramante’ye manastır ve yemekhane bölümünü yeniden inşa ettirmişler. Maalesef, Sant’Ambrogio Kilisesi de Milano’nun 1943 yılında maruz kaldığı yoğun bombardımandan ağır hasar alan yapılardan birisi olmuş.

Avludaki sütun başlıkları (11. yy.)
Sant’Ambrogio Kilisesi Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanlara ait bir mezarlığın üstüne yapılmış. Avluda, bu mezarlıktan
kalan bazı mezar taşları var.

Kapalı bir havada ve yağmur altında avluya adım atınca oldukça etkilendim. Puslu havada, revaklı avlu, tam karşıdaki kilise ve çan kulesi çok gizemli görünüyordu. Aklıma, bu tip yerlere her gittiğimde olduğu gibi, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabı geldi… Kilise birkaç kere yeniden inşa edilmiş olsa da, 4. yüzyıldan kalan izler az değil. Avlunun duvarlarında, eski mezarlığa ait mezar taşları, yazıtlar ve freskler var. 11. yüzyıldan kalma sütun başlıklarında ilginç kabartmalar göze çarpıyor. Bunların bir kısmında İncil’den sahneler, bir kısmında fantastik hayvanlar, ejderhalar var.

Kapısından içeri girince, erken dönem kiliselerinin çoğunun sahip olduğu sade bir görkemle karşılaşıyor insan. Buna bir de, Ave Maria’yı söyleyen etkileyici bir soprano sesi eklenince, her şeyden önce, sıralardan birine oturup, hem kendimi müziğin keyfine bırakmak hem de etrafımı doya doya incelemek istedim. Sanıyorum o gün özel bir hazırlık vardı. Bazı görevliler altarın etrafına özenle çiçek sepetleri yerleştiriyorlardı. Sağ tarafta, bir oda orkestrası ve bir soprano prova yapıyorlardı. Schubert’in bestesini tekrar tekrar seslendirdiler. Ben her seferinde keyifle dinlesem de, belli ki onların memnun olmadıkları noktalar vardı. Hep beraber, yapabileceklerinin en iyisini yaptıklarına ikna olana kadar çalışacaklardı.

Ciborium ve değerli taşlarla süslü Altın Altar

Sant’Ambrogio’nun apsisinde 4.ile 8. yüzyıllar arasında yapılmış bir mozaik var. Tahta oturmuş İsa ve Aziz Ambrogio’nun hayatından sahnelerin canlandırıldığı mozaiğin bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bombalarda tahrip olmuş. Bu kısımlar yeniden yapılmış. Apsisin önündeki Altın Altar, 9. yüzyılda yapılmış. Değerli taşlarla da bezenmiş altarın ön tarafında İsa’nın, arka tarafında Aziz Ambrogio’nun hayatından sahneler bulunuyor. Venedik’teki San Marco Bazilikasının Altın Altar’ından 400 yıl kadar önce yapılmış. Sant’Ambrogio’nunkini görmek için Venedik’te olduğu gibi ayrıca bir ücret ödemeniz gerekmiyor ama, buradakini de ancak uzaktan görebiliyorsunuz. Altın Altar’ın üstünü örten (ciborium veya baldachin ismi verilen) sayvan, 10. yüzyılda yapılmış ama, kullanılan dört sütun Roma döneminden kalma.

Altın Altar’ın altındaki kriptte Sant’Ambrogio’nun
mumyası bulunuyor
Hz. Musa’nın çölde diktiği rivayet edilen Yılanlı Sütun

Kilisenin Aziz Ambrogio döneminden kalma en nadide parçası, altarın sol tarafındaki Stilicho Lahiti. 385 yılında yapılmış lahitin üzerindeki kabartmaların Piskopos Ambrogio tarafından bizzat önerildiği söyleniyor. Farklı kaynaklar lahitte yatan kişi konusunda farklı bilgiler veriyor. Ancak, kesin olarak belirtilen, lahitte yatan kişinin, Roma İmparatoru Honorius’un bir generali olan Stilicho olmadığı. Bu ismin lahite, 18. yüzyılda yanlışlıkla verildiği düşünülüyor.

Stilicho Lahiti

Milano, 402 yılında başkent olma niteliğini kaybediyor. 452 yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından talan ediliyor ve şehir, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda düşüşe geçiyor. Germanik kabilelerin ve özellikle, Gotların Bizanslıları yenmesi sonucu, Gotların istilasına uğruyor. Şehir nerdeyse tamamen yakılıp, yıkılıyor. 569 yılında Lombardiyalıların, eline geçiyor ve 774 yılında Frenklerin bütün Kuzey İtalya’yı istilalarına kadar onların yönetiminde kalıyor. Bundan sonra şehir oldukça karışık dönemler geçiriyor. Bir ara Milano yine piskopos generaller tarafından yönetiliyor. Daha sonra, şehrin ileri gelen aileleri arasında şiddetli bir güç mücadelesi başlıyor.

Visconti ailesinden Bernabo Visconti (14.yy)
Bonino da Campione
Sforza Kalesi, Antik Sanatlar Müzesi

1277 yılında Visconti ailesinin yönetimi ele geçirmesi ile Milano’da yeni bir dönem başlıyor. Visconti’ler bir yandan dönemin en iyi sanatçı ve mimarlarını şehre davet ederek Milano’yu saraylar ve yeni binalar ile donatırken, yayılmacı bir politika ile, bir süre sonra tüm Kuzey İtalya’yı kontrolleri altına alıyorlar. Hatta, Toskana’nın bir bölümü de onların etki alanına  giriyor. Visconti ailesinin döneminde, Castello’nun ve Duomo’nun yapımlarına da başlanıyor.

Il Moro adıyla tanınan ünlü Milano Dükü Ludovico Sforza
Giovanni Ambrogio de Predis
Trivulzio Kütüphanesi

Visconti ailesinin bir erkek varisleri olmaması nedeniyle, 1447 yılında hanedanlıkları sona eriyor. Ancak, evlilik yoluyla yönetim ünlü Sforza ailesine geçiyor. Sforza’lar, yayılmacı bir politika yerine, Milano’yu ihya etmeyi tercih ediyorlar. Sforza ailesi yönetiminde geçen 50 yıl boyunca Milano, tarihindeki en zengin ve görkemli dönemini yaşıyor. Özellikle, Il Moro olarak tanınan Ludovico Sforza, 1480 yılından itibaren, Leonardo da Vinci ve Bramante gibi sanatçıları himayesine alarak, sanat ve mimarlık tarihine eşsiz eserler kazandırıyor. Leonardo da Vinci’nin Milano’da bıraktığı izler konusunda daha ayrıntılı bilgi için, linklere tıklayarak Milano (1) ve Milan (2) yazılarımı okuyabilirsiniz. Burada sadece bir parantez açıp, Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları ne kadar etkilediğini açıkça görebileceğiniz bir kiliseden söz etmek istiyorum.

San Maurizio Kilisesi dışardan oldukça iddiasız görünüyor
İçi ise insanı çarpıyor…
Altarın arkasındaki bu duvar, en üstteki resimlerin biraz üstüne kadar uzanıyor. Tavan ile arasında olan açıklıktan, arka bölümdeki rahibeler papazın yönettiği ayini duyabiliyorlar.

İtalya’da, ünlü olanların dışında, dışardan görünümleri çok da etkileyici olmayan birçok kilisenin önünden geçersiniz. Zaten adım başı kilise var diye düşünebilirsiniz. Ben de bir kilisenin önünden geçerken aynı şeyi düşünmüştüm. Leonardo’nun evini ve üzüm bağını görmeye gidiyorduk. Tesadüfe bakın ki, daha sonra Santa Maria delle Grazie kilisesine, Leonardo’nun Son Akşam Yemeği isimli duvar resmini görmeye giderken rehber, programda olmadığı halde, bizi bu kiliseye soktu. Amacı, Leonardo’nun kendisinden sonra gelen sanatçıların üzerindeki etkisini göstermekti. İçeri girer girmez neye uğradığımı şaşırdım diyebilirim. Çünkü, hiç beklemediğim bir görüntü ile karşılaştım.

Duvarın arka tarafındaki rahibelerin bölümü
Kilisenin orgu da rahibelerin bölümünde

Dışardan sıradan görünen San Maurizio Kilisesi’nin  içi girer girmez insanı çarpıyor. Kilisenin her yeri, capcanlı renklerle yapılmış fresklerle kaplı. Sahneler, doğal olarak İsa’nın yaşamı ve Hristiyanlıkla ilgili. 1518 yılında, yani Leonardo Fransa’da ölmeden bir sene önce takdis edilerek açılan Aziz Maurizio Kilisesi, aslında zamanında Milano’nun kadınlar için en önemli Benediktin manastırı olan Maggiore Manastırının bir parçası. O nedenle, tam adı Chiesa di San Maurizio al Monastero Maggiore. Manastır kısmında günümüzde Milano Arkeoloji Müzesi bulunuyor.

Duvar resimleri son derece canlı ve güzel.
Nuhun Gemisi…
Tüm duvar resimleri için geçerli olmakla beraber, Leonardo da Vinci’nin Luini üzerindeki etkisinin en çok bu resimde görüldüğü belirtiliyor. Özellikle, İsa’nın sol tarafında oturan havarilerin el hareketleri, ustanın Son Akşam Yemeği adlı eserini çağrıştırıyor.

1503 yılında yapımına başlanan kilise, 15 senede bitirilmiş. Kilisenin içindeki fresklerin çoğu Bernardino Luini ve oğulları tarafından, 1530’lu yıllarda yapılmış. Başka Lombardiyalı sanatçıların da eserleri var. Kilise, ikiye bölünmüş olarak inşa edilmiş. Altarın arka tarafında, tam tavana kadar çıkmayan yüksek bir duvar var.  Ön taraf normal kilise. Duvarın arkasında ise, büyük bir salon var. Rahibelerin ön taraftaki halka açık ayine katılmaları yasak olduğu için, onlar rahibin yönettiği ayini duvarın arkasından dinliyorlarmış. 1794 yılına kadar, rahibelerin bu duvarın önüne geçmeleri kesin olarak yasakmış. Bu nedenle rahibeler, ayin sonunda papazın inananlara dağıttığı kutsal ekmeği de, duvardaki kapaklı küçük bir delikten alıyorlarmış. Asırlar önce olsa da, hemcinslerinin gördüğü bu ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insanın içini yakıyor.

Ayin sonunda, ön kısımdaki altarın yanında bulunan bu küçük delikten rahip rahibelere kutsal ekmek veriyormuş
Duvarın arkasında sıraya giren rahibeler, ayin sonunda kapağın bu tarafından kutsal ekmeği alıyorlarmış

Yukarda belirttiğim gibi, Milano’nun görkemli kalesini ilk olarak Visconti ailesi yaptırıyor. 1360-1370 yıllarında inşa edilen kale, ilk başta tamamen askeri amaçlar için düşünülüyor. O dönemde Porta Giovia Kalesi  adı veriliyor. Şehrin ortasında, yüksek kuleleri ve askeri talim alanına benzeyen birinci avlusu ile kalenin verdiği izlenim halen de bir askeri garnizon havasında. Oysa, burası daha sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza zamanında, bir Dukalık Sarayına çevriliyor. Kaleye yaptırılan ilave binalar ve salonlar, aralarında Leonardo da Vinci’nin de olduğu, zamanın en iyi sanatçılarına süslettiriliyor. (Daha fazla bilgi için Milano (2) yazıma bakınız) kalenin ismi de bu dönemde değiştiriliyor ve Castello Sforzesco adını alıyor.

Castello Sforzesco
Hazine dairesine giriş kapısı

Sforzesco Kalesi’nde günümüzde 6-7 tane müze var. Birinci avluyu, el yazma kitapların ve bir zamanlar hazine dairesine girişin bulunduğu salonu ücretsiz gezebilirsiniz. Ne kadar zamanınız olduğuna ve ilgi alanınıza bağlı olarak, diğer müzelerden bir seçki yapabilirsiniz. Michelangelo’nun Pieta Rondanini adı verilen son heykel çalışmasını ve Antik Sanatlar Müzesi’nin sekiz numaralı salonu olan, Leonardo da Vinci’nin boyadığı, Sala delle Asse’yi görmenizi öneririm.

Orta Çağdan el yazma kitaplar

Sanırım, Milano’ya gelip de Duomo’yu gezmeyen ya da en azından önündeki meydandan geçmeyen yoktur. Milano’ya gittiğinizin en büyük kanıtı, arkanıza Duomo’yu alıp çektireceğiniz bir fotoğraftır. Selfie demiyorum çünkü Duomo’yu layıkıyla bir selfie’ye sığdırmak gerçekten zor. Burası, 45 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden birisi. Kapladığı alan 11.700 metrekare. Kapasitesi 40.000 kişi. Hem devasa bir büyüklükte hem de bir biblo görünümünde. Katedralin bulunduğu alanda daha önce, Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesi bulunuyormuş.

Duomo di Milano

Doumo’yu gezmek için önceden internetten aldığımız bilet, katedrale girişi, çatıdaki terası ve katedralin müzesini kapsıyordu. Bilet 72 saat geçerliydi. Bu, bizim için büyük bir şans oldu. Katedrali ve müzeyi kapalı ve yağışlı havada gezmenin hiçbir sakıncası yok. Ama, terasa güneşli bir havada çıkmak gerek. Hem Milano’yu yukardan seyredebilmek hem de çatıdaki sayısız heykelin yarattığı o büyülü havayı hakkıyla soluyabilmek için. Duomo’yu gezdiğimiz gün yağmurlu bir gündü. Terasa iki gün sonra, güneş açtığı zaman çıktık. İyi ki de öyle yapmışız. Terasın bir bölümü, sürdürülen restorasyon nedeniyle kapalıydı ama, ona rağmen, çıktığımıza değdi. Pırıl pırıl bir güneşin altında, sayısız heykelin arasında, nereye bakacağımızı şaşırarak dolaştık. Aşağıdan görülmesi imkansız detaylara bu kadar önem verilmesi inanılır gibi değildi.

Duomo’nun çatısı aşağıdan görülmesi imkansız
güzellikler ve detaylarla dolu

Doumo’nun yapımına 1386 yılında, zamanın  Milano Dükü, Gian Galeazzo Visconti’nin isteği üzerine başlanmış. Dük, gücünün simgesi olmasını istediği katedralin yapımı için Almanya, Fransa ve Lombardiya’nın her köşesinden sanatçılar ve mimarlar çağırmış. O sıralar, mimari olarak Gotik katedrallerin en gözde olduğu dönem olması, Duomo’nun mimarisine de yansımış. 1390 yılında, katedralin yapımı için kaynak sağlamak amacıyla, büyük bir jübile yapılmış ve halktan bağış toplanmış. Bağış yapamayanlardan işgücü olarak katkıda bulunmaları istenmiş.

Kendi boyu 4.16 metre olan ve katedralin en yüksek noktasında bulunan Meryem Ana heykeli 1774 yılında Giuseppe Bini tarafından yapılmış
Duomo’nun tepesinden Galeria Vittorio Emanuele II’nin girişi ve ünlü cam kubbesi

Katedralin yapımında kullanılan pembemsi mermerler, Alplerin eteklerindeki Ossolo vadisinin bir parçası olan Candoglia’dan getirilmiş. Taşıma için, bir önceki yazımda sözünü ettiğim kanallar (Navigli) kullanılmış ve Dükün özel emri ile, mermerler vergiden muaf tutulmuş. Duomo 1418 yılında takdis edilerek açılmış olsa da, aslında yapımı 500 yıldan fazla sürmüş. 26 Mayıs 1805’te Napolyon, Fransa İmparatoru olmasının yanında, İtalya Kralı olarak taç giymeden hemen önce, Duomo’nun ön cephesini tamamlamak için çalışmalar hızlandırılmış ama, katedral yine de tam olarak bitmemiş. Yapının tamamlanması, 1965 yılını bulmuş. 20. yüzyıl boyunca yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, günümüzde Duomo’nun altında bulunan Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesinin kalıntıları ortaya çıkarılmış. Katedrali gezdiğiniz zaman, 2012 yılında halka açılan bu bölümü de görmeniz mümkün.

Duomo’nun kriptinde Kardinal, Aziz San Carlo Borromeo’nun mezarı var

İçerde öncelikle, vitraylar çok güzel. İçlerinde en eski olanı (sağ tarafta beşinci), 1470-1475 yılları arasına tarihleniyor. En yenisi ise, 1988 yılında yapılmış. Diğerleri 19. yüzyıldan kalma. Ağırlıklı olarak, İncil’den sahneler var. Vitrayların dışında, bir de dev boyutlarda tablolar var. Bir başka dikkat çekici eser, 1562 yılında İtalyan heykeltıraş Marco d’Agrate (1504-1574) tarafından yapılmış olan Aziz Bartalomeo heykeli. İsa’nın 12 Havarilerinden biri olan Aziz Bartalomeo, Hristiyanlığı yaymaya çalıştığı için yakalanmış. Başı kesilerek öldürülmeden önce, canlı canlı derisi yüzülmüş. Heykel onun derisi yüzülmüş halini canlandırıyor.

Duomo’nun büyüleyici vitrayları

Katedral olur da, kutsal bir emanet olmadan olur mu? Tabii ki, Duomo’da da var. Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz. Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir çivinin saklandığı söyleniyor. 1461 yılından beri Duomo’da olduğu ve önceleri, Duomo’ya yer açmak için yıkılan, Orta Çağ kilisesi Santa Maria Maggiore’de saklandığı belirtiliyor. Rivayete göre, İmparator Konstantin’in annesi Aziz Helena tarafından bulunup oğluna verilmiş. Çivi daha sonra, Milano’nun koruyucu Azizi, Sant’Ambrogio’ya bağışlanmış. Belirtildiğine göre, her yıl 14 Eylül günü Milano Piskoposu, Nivola adı verilen, bulut şeklinde özel bir asansörle yukarı çıkarak büyük bir haçın ortasına yerleştirilmiş çiviyi, haçla beraber aşağı indirerek halka gösteriyormuş.

Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz
Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir
çivinin saklandığı söyleniyor
Her yıl 14 Eylül günü, Milano Piskoposu Nivola adı verilen asansöre binerek 40 metre yukarı çıkıyor ve çiviyi, üzerine yerleştirildiği haçla beraber, aşağıya indiriyor. İsmi, İtalyanca bulut anlamına gelen nuvola kelimesinden gelen Nivola 1624 yılında yapılmış.
Kaynak: La Repubblica.it
Katedralin en gözde eserlerinden derisi yüzülmüş
Aziz Bartalomeo heykeli

Duomo’ya girmeden veya çıktıktan sonra, beş bronz kapıyı da incelemenizi öneririm. Kapılar, çok eski görünmelerine karşın aslında nispeten yeniler. İçlerinde en eski olan ana kapı, Ludovico Pogliaghi tarafından yapılmış ve 1909 yılında katedrale yerleştirilmiş. Diğerleri daha sonra yapılmış. İçlerinde en yenisi 1965 yılında yapılmış. Kapılarda, Meryem Ana’nın ve Aziz Ambrogio’nun hayatlarından sahnelerin dışında, Milano’nun tarihi ve katedralin yapımı ile ilgili sahneler var.

Duomo’nun kapısından çıkmadan önce, bodruma inen merdivenlerden inerek, katedralin üstlerine yapıldığı kiliselerin ve mezarlığın
kalıntılarını görebilirsiniz.
Duomo’nun kapılarından biri

Duomo’nun müzesi, katedralden çıktıktan sonra solunuzdaki sokakta bulunuyor. Burası, şimdiye kadar çeşitli ülkelerin çeşitli şehirlerinde gördüğüm diğer tüm dini müzeler içinde, en modern ve güzel düzenlenmiş olanıydı. Müzede dev bir ahşap Duomo maketi var. Ayrıca, katedralin tepesinden indirilmiş çok sayıda heykel (yerlerine kopyaları konmuş), kapı kabartmalarının çömlek kalıpları ve benzeri var.

Duomo’nun müzesi bugüne kadar gördüğüm dini müzeler içinde
en modern düzenlenmiş ve iyi olanıydı

O gün öğlen molamızı, yakınlardaki La Rinascente’nin tepesinde yedik. La Rinascente, çocukluğumdan beri çok sevdiğim, çok katlı bir mağaza. İtalya’nın değişik kentlerinde rastlayabileceğiniz, 150 yılı aşkın mazisi olan bir yer. Buranın en üst katının bir bölümü yiyecek marketi olarak ayrılmış. İtalya’ya özgü hemen her şeyin en kalitelisini bulabilirsiniz. Her türlü şarap, en iyisinden balzamik sirke, peynir, makarna, cantucci… Her şey. Teras kısmında restoranlar var. 21 sene öncesinden, tek bir restoran vardı diye hatırlıyordum ama, bu sefer baktım yan yana birkaç tane var. Yemekler bir yana, buranın en sevdiğim yanı, manzarası. Tam Duomo’nun yanında olduğu için, katedralin tepesindeki heykelleri ve gezen insanları seyrederek yemek yiyorsunuz. Çok değişik bir deneyim. Öğle arası için İtalyanların çokça geldiği bir yer aynı zamanda. İster heykelleri seyredin, ister onları gözlemleyin. Ben, masaya ne yiyeceğimi bilerek oturdum. Yıllar öncesinden damağımda kalan o tadı yine bulur muyum diye biraz da endişeliydim doğrusu. Hafızam beni yanıltmamış. Zeytin ve domateslerle süslenmiş levrek yine aynı nefasette idi…

21 yıl öncesinden damağımda kalan tat…
La Rinascente’nin terasından Duomo’nun
terasına bakmak çok keyifli

Milano, 1499 yılında Fransızlar tarafından işgal ediliyor ve bundan sonra, eski politik ve askeri gücünü kaybederek, vasal bir devlet haline geliyor. Birkaç kere Fransa ve İspanya arasında el değiştiriyor. 1535 yılında II. Francesco Sforza ölünce, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken (V. Charles) tarafından bir vali atanarak, imparatorluğun bir parçası haline getiriliyor. Böylece, Milano’da 1706 yılına kadar sürecek bir İspanyol dönemi başlıyor. Bu arada, 1630 yılında şehirde büyük bir veba salgını oluyor. İspanyollar ve Avusturyalılar arasındaki taht savaşı sırasında Milano Avusturyalıların eline geçiyor ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası haline geliyor. Avusturya-Macaristan hakimiyeti iki kere kesintiye uğrasa da 150 yıla yakın sürüyor. Kesintilerden ilki, Napolyon’un Milano’yu ele geçirdiği 1796-1814 yılları arasında, ikincisi ise, Cinque Giornate di Milano (Milano’nun Beş Günü) adı ile anılan beş günlük ayaklanma (18-22 Mart 1848) nedeniyle oluyor. Bastırılan ayaklanmadan sonra, Avusturyalılar tekrar şehre hakim oluyorlar. Ancak bundan sonra, Milanolular İtalya’nın birleşmesi ve bağımsızlığı fikrinin en ateşli taraftarı oluyorlar. 1861’de tamamlanan birleşmeden sonra, Piemonte ve Sardunya Kralı, Vittorio Emanuele II bağımsız İtalya’nın ilk kralı oluyor.

Galeria Vittorio Emanuele II

Milano’ya gidenlerin, Duomo dışında, en çok fotoğraf çektirdiği ikinci yer sanırım Galeria Vittorio Emanuele II’dir. Yeni kurulan krallığın iddialı şehircilik projelerinin bir parçası olan bu yapı, sıra sıra kafe ve şık dükkanları ile her saat hareketli bir pasaj aslında. Piazza del Duomo ve Piazza della Scala meydanlarını birleştirmek üzere tasarlanmış. Bağımsızlıktan birkaç yıl sonra, 1865 yılında yapımına başlanan Galeria’nın mimarı Giuseppe Mengoni. İki yılda tamamlanmış ve Kral Vittorio Emanuele II tarafından açılmış.

47 metre yükseklikteki cam kubbe
Savoy Hanedanının arması
Roma’nın arması

Galeria’nın en adım atılmaz noktası, iki ana koridorun birleştiği orta nokta. Burada, pasajı kaplayan cam tavanların birleştiği, 47 metre yükseklikteki, dev cam kubbenin tam altında bulunan Savoy Hanedanının armasının üzerinde ya da yanında daima inanılmaz bir kalabalık var. O kadar çok fotoğraf çektirmek isteyen var ki, boş olarak yakalayabilmek için dakikalarca beklemeniz gerekiyor.  İtalya Krallarının Savoy Hanedanından olması nedeniyle, kırmızı üzerine beyaz bir haç olan bu arma aynı zamanda, Milano’nun arması sayılıyor. Etrafındaki, kurt (Roma), boğa (Torino) ve zambak (Floransa) içeren armaların ortasında, İtalya’nın dört önemli şehrinden biri olan Milano’yu temsil etmiş oluyor. Kafanızı kaldırdığınız zaman yukarda gördüğünüz mozaiklerin her biri Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarını temsil ediyor.

Pasajın içinde, oturup bir aperatif içebileceğiniz ya da yemek yiyebileceğiniz birkaç kafe var. Ancak, sunduklarının kaliteli olması yanında, sunum ve servis açısından da klas bir yer istiyorsanız, Savini’ye gitmenizi öneririm. 1867 yılından beri hizmet veren Savini, pahalı bir yer ancak, kolalı örtüleri, servis takımları, şık kutular içinde sundukları kurabiyeleri, pastaları ve en önemlisi, smokin giymiş işinin ehli garsonları ile, sizi başka bir dünyaya götürecek bir yer. Alt katta bulunan Caffe Savini’de günün yorgunluğunu atmak için beş çayınızı, kahvenizi veya aperatifinizi içerken, az ötenizdeki kalabalığı, yüzünüzde bir tebessümle izleyebilirsiniz.

Alt katta Cafe Savini, üst katta Ristorante Savini
7 numaralı masadan Galeria manzarası…

Savini’nin bir de restoranı var ki…. Birkaç yıl önce Positano’da karşılaştığımız bir garsonun ifadesiyle, “O, başka bir hikaye”… Ristorante Savini, kafe kısmının üst katında yer alıyor. Karşılanmanızdan, yerinize oturtulmanıza, yemek ve şarap servisine kadar her şey, yapmacık olmayan, gerçek bir nezaketle yapılıyor. Galeria Vittorio Emanuele II’nin açılması ile birlikte kapılarını açan Savini’nin tarihi boyunca pek çok ünlü konuğu olmuş. Monako Prensi Rainier ve eşi Prenses Grace, Charlie Chaplin, Frank Sinatra, Ava Gardner bunlardan bazıları. La Scala’ya da yakın olması nedeniyle, operanın ünlü bestecileri Verdi ve Puccini, efsanevi orkestra şefi Toscanini ve unutulmaz prima donna Maria Callas bu şık restoranın müdavimi olmuşlar. Biz de bir akşam, önceden ayırttığımız, Maria Callas’ın en sevdiği ve daima oturduğu 7 numaralı masada oturduk. Burası, geniş penceresinden aşağıdaki Galeria’yı keyifle seyredebileceğiniz, ana yemek salonundan bir duvar ile ayrılmış, özel bir masa.  Yanınızda başka herhangi bir masa yok. Kimse sizi görmüyor. Ancak, sanmayın ki, burada unutuluyorsunuz. Gece boyunca hizmet veren kibar garson sizi özenle uzaktan ve rahatsız etmeden izliyor. Doğru zamanda yanınıza gelip, leziz yemekleri, uzun şarap listesinden seçeceğiniz şarabınızı servis yapıyor ve sonra yine görünmez oluyor.  Evet, Savini pahalı bir restoran. Bu doğru. Ama, unutmayacağım restoranlardan biri.

Il Baretto

Milano’da kaldığımız süre içinde gittiğimiz diğer restoranlar, İstanbul’da iki kez açılıp yürütülemeyen Bice, Carlton Hotel Baglioni’nin içindeki Il Baretto ve Valentino Vintage oldu. Üçünün de yemekleri çok güzeldi. Zaten, turist kapanı yerlere gitmediğiniz sürece, bana göre, İtalya’da kötü yemek yemeniz zor. Bice’de bizim masaya bakan garson Carlo, İtalya’da doğmuş, ikinci kuşak, genç bir Nijeryalı idi. Gayet güzel İtalyanca ve İngilizce konuşan Carlo çok zeki, çok okuyan, meraklı, öte yandan köklerini de unutmamış birisi idi. Onunla sohbet etmekten zevk aldık. Yoğun göç alan tüm ülkelerde olduğu gibi, İtalya da son elli yılda etnik doku olarak çok değişti. Il Baretto, çok şık bir restorandı. Diğer masalarda çoğunlukla, şık İtalyan çiftler ve aileler vardı. Bir iki masadaki Amerikalılar da Avrupa kültürüne ve giyim kuşamına ayak uydurmuş görünüyorlardı. Ortam hoştu. Ancak burada, garsonların biraz abartılı bulduğum ilgisi oldukça bunaltıcı idi. Masamıza bakan bakmayan, her garsonun ikide birde gelip her şeyin yolunda olup olmadığını sorması bir süre sonra bizi sıkmaya başladı. Son gece gittiğimiz Valentino Vintage, 17. Yüzyıldan kalma bir sarayın giriş katında yer alıyordu. Adını aldığı Rodolfo Valentino’nun film afişleri ile süslenmiş duvarları, sütunları ve Belle Epoque dönemini anımsatan dekorasyonu ile pek hoş bir atmosferi vardı.

Bir opera sever olarak, Milano’ya gelip de La Scala’ya gitmemek olmazdı. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım…

Valentino Vintage

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Milano (2): Leonardo da Vinci’nin İzinde (2)…

Milano’da Leonardo da Vinci’den izler arayışımız Son Akşam Yemeği ile bitmedi. Bu şaheser beni ne kadar etkilemiş olsa da, henüz görmeden beni son derece heyecanlandıran başka bıraktığı şeyler de var büyük ustanın bu şehirde. Birinci yazımda belirttiğim gibi Milano, arayıp bulmaya hevesli ziyaretçiler için inanılmaz hazinelerle dolu bir şehir…

Castello Sforzesco (Sforza Kalesi)

Castello Sforzesco (Sforza Kalesi), Milano’da gezilecek önemli yerlerden birisi. Bu dev kale, ilk olarak 1360-1370 tarihleri arasında o dönem şehrin yönetimini elinde bulunduran Visconti ailesi tarafından, askeri amaçlar için yaptırılmış. Milano’nun evlilik yoluyla Sforza ailesine geçmesinden bir süre sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza (1444-1476) buranın aynı zamanda Dukalık Sarayı olarak kullanılmasına karar verince, kaleye ilave binalar ve ekler yapılmış. Buna karşın, gidenlerin görebileceği gibi, kale askeri bir yapı görünümünü sonuna kadar korumuş. Sforza ailesinin ikametgahı olduktan sonra, o güne kadar Porta Giovia Kalesi olarak anılan yapının adı da Sforza Kalesi olarak değiştirilmiş.

Günümüzde Sforza Kalesi’nde birkaç tane görülesi müze var. Bunlar, Antik Sanat Müzesi, Resim Müzesi (13.-18.yüzyıllara ait 1500’ün üstünde eser bulunuyor), Müzik Aletleri Müzesi, Mısır Müzesi, Milano Arkeoloji Müzesi, Uygulamalı Sanatlar Koleksiyonu, Antika Mobilya ve Ahşap Heykeller Müzesi. Ayırabildiğiniz süreye ve ilgi alanınıza göre içlerinden bir seçim yapabilir ya da, eğer vaktiniz varsa, hepsini birkaç güne yayarak gezebilirsiniz. Biz, zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle, özellikle görmek istediğimiz iki esere nokta atışı yaptık. Bunlardan ilki Leonardo da Vinci’ye aitti. Gerçek anlamda kapıların kapanmasına bir dakika kala, koşa koşa bulunduğu salona girdiğimiz ikinci eser ise, Michelangelo’nundu. Her ne kadar yazımız Leonardo da Vinci üzerine olsa da, Michelangelo’nun Sforza Kalesi’ndeki Pieta (Merhamet) Rondanini heykelinden de söz etmeden geçemeyeceğim.

Rondanini ismini, uzun yıllar kaybolduktan sonra, Romalı koleksiyoner Marki Giuseppe Rondinini’nin evinde tekrar ortaya çıktığı için alan bu Merhamet heykelinin en önemli özelliği, Michelangelo’nun son ve yarım kalmış eseri olması. Heykelin bulunduğu bina, Milano’nun İspanyol işgali sırasında kalenin içine yapılmış olan, Ospedale Spagnolo (İspanyol Hastanesi). Burası 1500’lü yılların ikinci yarısında, o dönem kale içine konuşlanan İspanyol garnizonunun askerleri için inşa edilmiş.

Sforza Kalesi’nde İspanyol Hastanesi
Pieta Rondanini
Michelangelo’nun bitiremediği eseri

1564 yılında ölen Michelangelo, ölümünden birkaç gün öncesine kadar Pieta Rondanini heykeli üzerinde çalışmayı sürdürmüş. Uzmanlar, Meryem Ana’nın yüzünün ve İsa’nın soldaki kolunun açısından dolayı sanatçının heykelin nasıl olacağı konusunda birkaç kere fikir değiştirdiğini düşünüyorlar. Sanatçının ölümünden sonra, bitiremediği heykeli Roma’daki evinden kaybolmuş ve uzun yıllar boyunca bulunamamış. Ta ki, Marki Rondanini’nin koleksiyonunda olduğu anlaşılana kadar. Sayısız el değiştirmeden sonra heykel, 1952 yılında, Milano Belediyesi tarafından satın alınmış ve 1956’dan itibaren Sforza Kalesi’nde sergilenmeye başlanmış.

Michelangelo’nun, Vatikan’daki Merhamet heykelinin aksine, Meryem’in İsa’yı haçtan indirildikten sonra yatay değil, dikey bir şekilde kucaklamasını  canlandırmayı düşündüğü bu heykel, tamamlanmış olmamasına rağmen insana dokunan bir güzelliğe sahip. Bir annenin çocuğuna ya da insanın insana duyduğu sevgi ve merhamet ifadesini bu kucaklamada insan hissedebiliyor. Yarım kalmış figürlerin mermer bloktan kurtulmak istermiş gibi halleri insanı ayrıca hüzünlendiriyor.

Şimdi biz yine Leonardo ustaya geri dönelim…

Birinci yazımda belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci 1480’lerin ortasından itibaren Ludovico Sforza’nın himaye ettiği ve saygı duyduğu bir sanatçı oluyor. Bundan sonra el üstünde tutuluyor. Dük için gerek askeri savunma gerekse mühendislik alanında birçok proje gerçekleştiriyor. Sanat eserleri üretmeye devam ediyor. Bir yandan da, merak duyduğu her konu üzerinde düşünmeyi, araştırmayı ve deney yapmayı sürdürüyor. İnsan vücuduna duyduğu sonsuz meraktan dolayı, geceler boyunca kestiği kadavralar üzerinde çalışıyor.

Sforza Kalesi askeri bir kaleden Milano Dukalık Sarayı’na çevrilince, rezidans bölümüne birçok ilave odalar ve salonlar yapılıyor. Özellikle, davetleri ile ünlü Sforza ailesi için konukların ağırlandığı ya da toplantıların yapıldığı salonların fresklerle donatılması önem kazanıyor. Bunun için dönemin sanatçılarına siparişler veriliyor. Kimi odaların duvarlarına nelerin resmedileceği bazen Galeazzo Maria Sforza tarafından tasarlanıyor. Kalenin bu şekilde dönüştürülmesi ve süslenmesi, kendisinden sonra Milano’yu yöneten Ludovico Sforza zamanında da devam ediyor. Ludovico, Leonardo’dan salonların birinin tavanını ve duvarlarını dekore etmesini istiyor.

Sforza Kalesi’nin avlusu.
Solda, Sala delle Asse’nin bulunduğu kule.

Leonardo da Vinci’nin Sforza Kalesi’nde boyadığı oda, önceleri Kule Odası olarak anılıyorken, daha sonra Sala delle Asse (Ahşap Plakalar Salonu) olarak adlandırılmış.  Çünkü, belgelere dayanılarak, bir zamanlar salondaki duvarların alt kısımlarının ahşap ile kaplı olduğu düşünülüyormuş. Günümüzde burası, Antik Sanat Müzesi’nin sekizinci salonu oluyor.

Leonardo’nun hem fresk hem tempera tekniklerini karışık olarak kullandığı belirtilen söz konusu salonun özelliği, büyük ustanın burada müthiş bir göz yanılsaması (trompe l’oeil) yaratarak, insana dışarıda dut ağaçlarından oluşturulmuş bir çardağın altındaymış hissi vermesi. Kökleri duvarlardaki kayaların arasından çıkan 18 adet dut ağacının yukarıya doğru yükselen dalları bir pergolaya sarılarak tavanda sık yapraklardan oluşmuş bir yeşillik meydana getiriyorlar. Günümüzde, Leonardo’nun resmettiği bu pergolanın üç boyutlu ahşap bir canlandırmasını kalenin avlusunda görebiliyorsunuz.

Leonardo da Vinci’nin Sala delle Asse’de yarattığı pergolanın canlandırması
sağ tarafta görülebiliyor

Çeşitli kaynaklara dayanılarak, Leonardo’nun Sala delle Asse’yi  1498 yılında yaptığı belirtiliyor. Dut ağaçları imgesinin kullanılmasının ise Sforza’ların ipek üretimine verdikleri önemden kaynaklandığı düşünülüyor. İpek böceklerinin besin kaynağı olması sebebiyle, daha 1479 yılında, Galeazzo Maria Sforza bir ferman yayınlayarak her toprak sahibinin yaklaşık her 654 metrekare arazisi için beş adet dut ağacı dikmesini emretmiş. Kendisinden sonra gelen Ludovico Sforza da birçok dutluk yaptırmış. Genelde takma adının siyah saçları ve koyu teni nedeniyle Il Moro (İngilizce the Moor, Arap) olduğu söylense de, bazıları Ludovico’ya bu ismin takılma sebebinin, Lombardiya lehçesinde dut anlamına gelen “moron” kelimesi olduğunu iddia ediyorlar.

Leonardo’nun fresk ve tempera tekniklerini kullanarak yaptığı
duvar ve tavan resminden geriye kalanlar…

Sala delle Asse, sonradan Milano’nun maruz kaldığı yabancı işgalleri döneminde ciddi tahribat görmüş. Duvar resminin üzerine kalın bir sıva çekilmiş. Kalenin 1893 yılında Milano Belediyesi’ne geçmesi ile birlikte, restorasyon çalışmaları başlamış. Beyaz sıvanın dikkatlice kaldırılmasından sonra 1902 yılında ciddi kurtarma çalışmaları başlamış. En son olarak 2011 yılında elden geçen salonda daha önceki restorasyonlarda yanlış yapıldığı düşünülen müdahaleler düzeltilmiş ve büyük ustanın el yazmalarındaki notlara dayanılarak çalışmalar yapılmış.

Gruplar halinde alınılan salonda toplam 15 dakika kalabiliyorsunuz. Bunun ilk birkaç dakikasında kendi kendinize duvarları ve tavanı incelemenize izin veriliyor. Daha sonra, duvarlara yansıtılan bir görsel-işitsel sunum ile odanın ve dönemin tarihi anlatılıyor.

Leonardo da Vinci, bir mühendis olarak yaptığı çalışmalarla da Milano’da iz bırakmış. Bunların başında, şehrin kanal ağı üzerinde yaptığı iyileştirme ve çalışmalar geliyor. Milano’da kanal çalışmaları ilk olarak 1177 yılında, Naviglio Grande (Büyük Kanal) ile başlamış. Daha sonra, dört kanal daha yapılmış. Günümüzde bu beş kanaldan sadece 3 tanesi kalmış. Bunlar, şehrin kuzey-doğusundaki Naviglio della Martesana ve güney-batısındaki Naviglio Grande ve Naviglio Pavese. Diğer ikisi 1930’larda doldurulmuşlar. Naviglio Grande ve Naviglio Pavese, günümüzde Navigli olarak adlandırılan semtin omurgasını oluşturuyorlar. İki kanal, Darsena denilen ve eskiden limanın merkezini oluşturan 750 metrelik bir bölgede birleşiyorlar. Şimdi buralar, kafe, restoran, bar ve gece kulüpleri ile birlikte, özellikle gençlerin çok sevdiği, capcanlı bir semt. Belli zamanlarda burada antika pazarı da kuruluyor. Şehir merkezinden yürüyerek o tarafa doğru gittiğinizde, çevrenizin ve gençlerin giderek daha bohem bir tarza büründüğünü görebiliyorsunuz. Şık orta yaş grubu giderek yerini daha rahat giyimli gençlere bırakıyor. Milano’nun ünlü Bocconi Üniversitesi de buraya çok uzak değil.

İki kanalın birleştiği Darsena

Kanallar, yapımlarından itibaren taşımacılıkta çok önemli rol oynamışlar. Öyle ki, Duomo’nun mermerleri bile Alpler bölgesindeki Maggiore Gölü’nden (Lago Maggiore) şehir merkezine bu su yolları aracılığı ile taşınmış. Ludovico Sforza döneminde Leonardo da Vinci’nin geliştirdiği mükemmel kapanlar sayesinde, o dönem için büyük teknolojik sorun olan, su seviyesindeki farklılıklara çözüm bulunmuş. Böylece, bir kıyı kenti olmayan ve yakınında büyük bir nehir de bulunmayan Milano, çok önemli bir liman şehri haline gelmiş. Bu su yolları sayesinde şehre kömür ve tuz gibi temel maddeler taşınırken, buradan da tekstil ürünleri ve el yapımı Milano’ya özgü eşyalar gitmiş. Kanalların en etkin kullanıldığı yıllarda toplam uzunlukları 150 kilometreye ulaşmış. Milano tamamen bir kara şehri olmasına karşın, 1953 yılında İtalya’nın 13. büyük limanı ilan edilmiş. Ancak, kara taşımacılığının önem kazanması ile birlikte, 1979 yılında kanallar taşımacılığa tamamen kapatılmış.

Kanallar bölgesine giderken yol üstündeki
San Lorenzo alle Colonne Kilisesi

Biz, Navigli bölgesine güneşli ama biraz serin bir günde yürüdük. Burası, Duomo meydanından yarım saatlik bir yürüme mesafesinde. Yol üzerinde, San Lorenzo alle Colonne kilisesini de gezdik. Önünde sıralı halde kalmış sütunlardan da anlaşılacağı üzere, burası bir Roma tapınağının üstüne yapılmış. Panteon gibi yuvarlak bir yapısı olan kilisenin içinde,  tapınağın sütunlarının kullanıldığını görmek mümkün.

Naviglio Pavese

Kanalların kıyısında biraz yürüdükten sonra, Naviglio Grande’nin kenarında, açık havada masaları olan bir kafede birer kahve içtik. Müdavimleri, salaş hali ve tuvaleti ile, tam bir öğrenci mekanı idi. Çevremizdeki masalarda değişik uluslararası diller konuşan gençlerin olması hoştu.

Naviglio Grande

Leonardo da Vinci’nin geride bıraktıkları içinde benim için belki de en önemlisini son günümüze bıraktık. Hava kapalı, serin ve yağışlıydı. Otelde kahvaltımızı yapıp çıktık. Cumartesi sabahı olduğu için yollar epeyce tenha idi. Bir iki kişi köpeğini gezdiriyordu. Yine yarım saat kadar yürüdükten sonra, Pinacoteca Ambrosiana’ya vardık.

Kapıdan girerken, dışarda bir yazı gördüm. Kütüphane kısmının Cumartesi günleri kapalı olduğu yazıyordu. Birden içim sızladı. Milano’ya gelip görmeden dönecek miydik? Bilet alırken, teyit etmek için tekrar sordum. Gişedeki kadın kütüphanenin kapalı olduğunu doğruladı. Üzüntüm yüzüme vurmuş olacak ki,

– Ama siz, kütüphanenin eski kısmını görebileceksiniz, dedi.

Ümitlendim,

– O halde Codex Atlanticus’u görebileceğiz…

İtalyancasını söyleyerek yanıtladı,

– Evet, Codice’yi görebileceksiniz.

Yüreğim hafifledi. Nasıl da sevindim… Demek Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek bu kadar önemli imiş benim için…

Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi) ve ona bağlı olan Bibliotheca Ambrosiana (Ambrosiana Kütüphanesi), 17. yüzyılda Kardinal Federico Borromeo tarafından, büyük bir kültür projesinin parçası olarak kurulmuş. Kütüphane 1609 yılında, sanat galerisi 1618 yılında, sanat akademisi (Accademia del Disegno) 1620 yılında açılmış. Yeni yetişen genç sanatçılara ilham vermesi için açılan sanat galerisine Kardinal Borromeo, kendi koleksiyonuna ilaveten, burası için özel olarak satın aldığı eserleri bağışlamış. Başlangıçtaki bu 172 eserlik koleksiyon, zaman içinde yapılan pek çok bağış ile büyümüş. Günümüzde, 1600’den fazla eser barındırıyor. Birçok ünlü ressamın eserlerinin yanında, Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el yazma koleksiyonu olan, Codex Atlanticus’a sahip olmak, galeri ve kütüphanenin en büyük gururu.

Kutsal aile, Aziz John, Tobias ve Başmelek Rafael (İsrafil) ile birlikte
Bonifacio Veronese (1487-1553)
Ambrosiana Koleksiyonu
Çocuk İsa kuzu ile
Bernardino Luini (1480-1532)
Ambrosiana Koleksiyonu
Daha sonra Aziz ilan edilen
Kardinal Carlo Borromeo’nun Portresi. Müzenin ve kütüphanenin kurucusu Kardinal Federico Borromeo’nun kuzeni.
Giovanni Ambrogio Figino (1548-1608)
Ambrosiana Koleksiyonu

Pinacoteca Ambrosiana gezmek için uzun zaman ayırabileceğiniz bir yer. Çocukluğumda Roma’da, benzer müzeleri babamla birkaç defa ziyaret ederdik. Aynı müzenin her seferinde farklı bir bölümüne gider, sevdiğimiz eserlerin önünde uzunca vakit geçirir ve eserler hakkında konuşurduk. Sayılı gün kaldığınız yerlerde bunu yapmak mümkün değil elbet ama, Milano’ya bir daha gidersem, buraya tekrar gitmek isterim. Galeri ve kütüphane mimari olarak da çok güzel. Her ikisi de kullanıldıkları amaçlar için özel olarak yapılmış binalar.

İsa doktorların arasında
Morazzone (1571-1626)
Ambrosiana Koleksiyonu
Müzenin gurur kaynaklarından biri…
Rafael’in (1483-1520) “Atina Okulu” isimli eseri için yaptığı dev boyuttaki eskiz. Söz konusu fresk, Vatikan Sarayı’ndadır. Bu eskiz, tamamını Rafael’in yaptığı kesin olan iki dev boyutlu çizimden biri. Rafael bu eserde, tüm önemli kişileri tanıdığı çağdaşlarını resmederek canlandırmış. Ortadaki iki kişiden biri olan soldaki Plato
olarak da Leonardo da Vinci’yi resmetmiş.

Kütüphane kısmı, Avrupa’daki halka açık ilk kütüphanelerden biri. 1609 yılında açıldığı zaman bile, ahşap rafları ve okuyucuların soğuktan üşümemeleri için yapılmış ayak tabureleri ile, bilim ve öğrenme meraklılarına en iyi hizmetin verilmesi hedeflenmiş. Belirtildiğine göre, günümüzde bu kütüphanede 750.000’den fazla eser bulunuyormuş. Bunların 36.000 tanesi el yazması, 2.500 tanesi ise ilk baskı kitaplardanmış. El yazmaların arasında, Aristo’nun bir kitabı ve Grekçe, Latince ve Arapça eserler varmış. Ama kütüphanenin en büyük övünç kaynağı, yukarda da belirttiğim gibi, Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’una sahip olmak. Ambrosiana Kütüphanesi, 1.000’den fazla sayfası olan Codex Atlanticus’u 1637 yılında satın almış. 1796 yılında Milano’yu işgal eden Napolyon Codex’i Paris’e götürmüş. Milano’lular işgalden sonra, 1815 yılında, Codex’in sadece bir bölümünü geri alabilmişler.

Ambrosiana Kütüphanesi’nin okuyuculara açık kısmı, Cumartesi günü olması nedeniyle kapalıydı

Leonardo da Vinci, 2 Mayıs 1519’da (23 Nisan 1519 diyen kaynaklar da bulunmaktadır), Fransa’da Amboise yakınlarında bulunan Cloux Şatosu’nda öldüğü zaman, bütün yazılı belgeleri ve entelektüel mirası, aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok daha fazlası olduğu bilinen, sanatçı ve aristokrat Francesco Melzi’ye kalmış. Melzi, Leonardo da Vinci’nin Fransa Kralı I. Francois’nın misafiri olarak yaşadığı şatoda bir süre daha kalmaya devam etmiş. Birkaç ay sonra hocasının tabloları, ahşap ve metal modelleri ve kutular dolusu el yazmaları ile yüklü büyük bir araba ile buradan ayrılmış. 13.000 sayfa kadar olduğu tahmin edilen bu notların çoğu ip ya da kurdelelerle bağlanmış, bir kısmı ise deri kaplı defter ya da dosyalarda bulunuyormuş. Melzi hocasının insanlığa bıraktığı bu mirası, Milano yakınlarındaki Vaprio’da bulunan aile malikanesine taşımış. Hayatının amacı, askeri kuşatmalarda kullanılacak kule tasarımlarından böbreklerin nasıl çalıştığına, kuşların uçuşundan ay üzerindeki kraterlere kadar geniş gözlem, deney ve düşünceleri içeren bu yazmaları tasnif etmek olmuş.

Adam profili
Leonardo da Vinci (1480’ler sonu-1490’lar başı)
Ambrosiana Koleksiyonu

Melzi birkaç yıl sonra evlenmiş ama, Leonardo’nun eserleri üzerinde çalışmaya devam etmiş. Ancak, iki tane tam zamanlı yardımcısı olmasına karşın, işin altından kalkamamış. Bu çabanın sonunda sadece, daha sonra Resim Üzerine Risale (Trattato della  Pittura) olarak adlandırılan bir cilt bir araya getirebilmiş. Bu eser bir süre sonra, bir şekilde Vatikan’ın kütüphanesine ulaşmış. Eser 1651 yılında, Vatikan tarafından epeyce basitleştirilerek ve değiştirilerek basılmış.

Şapkalı adam profili
Leonardo da Vinci (1490’ların başı)
Leonardo’nun bu çizimi, uzmanlar tarafından Rönesans
dönemi portre çalışmalarının en önemlilerinden
biri olarak nitelendiriliyor.
Ambrosiana Koleksiyonu

Francesco Melzi öldükten sonra, oğlu Orazio hiç ilgi duymadığı bu kağıtları hoyratça toparlayıp malikanenin tavan arasındaki bir dolaba istiflemiş. Ancak, Orazio’nun elindeki hazinenin değerini anlayan açıkgöz hocası Lelio Gavardi, onu içlerinden 13 kadar defteri vermesi için ikna etmiş ve daha sonra bunları zamanın Toskana Grand Düküne satmış. Bundan sonra, Orazio Melzi’nin elinde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının olduğu haberi her yere yayılmış. Meraklılar ve “hazine avcıları” Melzi malikanesine akın etmeye başlamışlar. Hiçbir giden eli boş dönmemiş. Her biri, Leonardo’nun defterlerinden koparılmış en az birkaç sayfa ile ayrılmış oradan. İşte bu nedenle, günümüzde Leonardo da Vinci’nin el yazmalarının ancak 7.000 sayfa kadarının nerede olduğu biliniyor. Bunların çoğunluğu halka açık koleksiyonlarda. Az bir kısmı ise özel koleksiyoncuların elinde.

Yürüyen at
Leonardo da Vinci (1489-1490)
Ambrosiana Koleksiyonu
Bu çizim, Ludovico Sforza’nın babası Francesco Sforza için yaptırmak istediği ünlü atlı heykelinin ön çalışmalarının bir parçası. Yapımına başlanan heykel hiç bir
zaman tamamlanamamış.

Da Vinci’nin el yazmaları Codex kelimesine (aslen, el yazması kağıt sayfası ya da kitap demek), o sırada sayfalara kim sahipse onun ismi eklenerek ifade ediliyor. Codex Arundel, Codex Hammer  ve benzeri gibi. Codex Atlanticus, adını hacminin büyük olmasından alıyor. Şu anda yeryüzündeki hiçbir Leonardo da Vinci Codex’i bu kadar çok yapraktan oluşmuyor. Tam olarak 1119 sayfa olduğu söylenen Atlanticus’un çoğu yaprağı çift taraflı kullanılmış.

İki baş çalışması
Francesco Galli (Neapolitan olarak da tanınıyor)
Leonardo da Vinci’nin sanatçı üzerindeki etkisini açıkça görmek mümkün. Leonardo da Vinci’den önce kırmızı tebeşir kullanılmazmış.
Ambrosiana Koleksiyonu
Kurtarıcı İsa’nın Başı
Gian Giacomo Caprotti
Leonardo da Vinci’nin kendisine taktığı isim Salai, yani şeytan. Leonardo, bir pazar yerinde (kimilerine göre kırlarda), keçilerin resmini yapmaya çalışan on yaşındaki Giacomo’yu görüyor ve çok güzel olan bu çocuğu yanına alıyor. Salai, ustanın yanında otuz yıla yakın kalıyor ama, tam bir baş belası oluyor. Kimilerine göre, artistik yeteneği olmayan Salai’nin kendisine atfedilen çoğu eserine aslında Leonardo’nun eli değiyor. Leonardo notlarında kendisinden, “hırsız, yalancı, inatçı ve aç gözlü” olarak söz ediyor. Sık sık ustasından para çalıyor ve
onu küçük düşürüyor. Bir keresinde Leonardo
onu hapse düşmekten de kurtarıyor.
Ambrosiana Koleksiyonu

Diğer Codex’ler gibi, Codex Atlanticus da Leonardo da Vinci tarafından bir araya getirilmemiş. 16. yüzyılın sonunda heykeltıraş Pompeo Leoni, Melzi’nin varislerini ikna ederek, sanatçıdan kalan yazılı materyallerin büyük bir bölümünü almış. Elindeki belgeleri iki ana grupta tasnif etmeye çalışmış. Teknik ve bilimsel çizim ve notları ayrı, anatomi ve sanat ile ilgili belgeleri ayrı gruplamış. Bu sınıflamanın ilki  günümüzde Codex Atlanticus, ikincisi ise Codex Windsor olarak biliniyor.

Pinacoteca Ambrosiana’da Leonardo da Vinci ve ondan etkilenen sanatçıların çizimlerinin sergilendiği salon

Bazı Codex’lerin ilginç hikayeleri de var. Örneğin, İngiliz Kraliyet ailesinin elinde bulunan ve 600 sayfa olduğu belirtilen Codex Windsor, birkaç yüzyıl Windsor Şatosu’ndaki bir sandıkta unutulduktan sonra, 18. yüzyılda tamamen tesadüfen bulunmuş. Codex Windsor’un İngiltere’ye nasıl geldiği konusunda ise bugüne kadar bir bilgi bulunamamış. Bir de tabii, Bill Gates’in 1994 yılında satın aldığı Codex Hammer var. Gates, 72 sayfa için 30,8 milyon dolar ödemiş. Bu durumda, Ambrosiana Kütüphanesi’nin koleksiyonundaki 1000 sayfadan fazla Codex Atlanticus’un değerini tahmin edebilirsiniz. Bill Gates, isim kuralını bozarak, daha önce Amerikalı zengin Armand Hammer’e ait Codex’i kendi soyadıyla isimlendirmemiş. Onun yerine, Codex’in Hammer’den önceki sahibine atfen Leicester ismini tercih etmiş. Bu nedenle, günümüzde Bill Gates’in elinde bulunan Leonardo da Vinci’ye ait el yazmalarına Codex Leicester deniyor.

Leonardo da Vinci ve çağdaşlarının kullandıkları
resim araç gereçleri

Leonardo da Vinci’nin not ya da defter tutmaya tam olarak ne zaman başladığı tespit edilememiş. Ancak, eserlerinin tamamının o öldükten sonra Melzi’nin toparlayıp malikanesine götürdükleri olmadığı biliniyor. Uzmanlar, yaşamı boyunca yazdığı bütün yazılı belgelerin 28.000 sayfa kadar olduğunu tahmin ediyorlar. Bu da, günümüze yazılarının ancak dörtte birinin ulaştığını gösteriyor. Da Vinci’nin sol eliyle yazı yazdığı ve resim yaptığı çağdaşları tarafından belirtilmiş. Bu nokta, Leonardo’nun üniversite eğitimi almadığının da en önemli kanıtı olarak görülmüş. Eğer üniversiteye gidecek kadar eğitim almış olsaydı, mutlaka sağ elini kullanmaya zorlanacağı belirtilmiş. Ancak, 11 Nisan 2019 tarihli Independent gazetesinde yayınlanan bir makaleye göre, bazı notlarından hareketle, Leonardo da Vinci’nin iki eliyle de yazabildiğine inanılmaya başlanmış. Sağ elini kullanmayı her nasıl öğrenmiş olursa olsun, sanatçının daha çok sol elini kullandığı düşünülüyor. Bundan da önemlisi, Leonardo’nun yazısının en önemli özelliği, yazılarını sağdan sola doğru, harfleri de tersine çevirerek yazması. Öyle ki, yazılarını ancak ayna tutarak deşifre etmek mümkün. Tüm yazılı metinlerini bu şekilde yazmasının nedeni olarak, sanatçının fikirlerinin ve çalışmalarının başkaları tarafından çalınması konusunda aşırı derecede hassas ve şüpheci olması belirtiliyor. Üstelik, Leonardo ayna yazısı olarak ifade edilen bu yazıyı kullanmakla da yetinmeyip, metinleri zaman zaman ilave kodlamalar kullanarak daha da deşifre edilmesi zor hale getirmiş.

Pinacoteca Ambrosiana bir müze binası olarak da çok güzel
Solda, Lucrezia Borgias’nın bir tutam saçı. Ortada, Napolyon’un Waterloo Savaşı sırasında kullandığı eldivenler.

Geliş amacımız Leonardo da Vinci olduğu için, vakit darlığından dolayı, sanat galerisinde Caravaggio, Rafael, Brueghel, Titian gibi sanatçıların eserlerini hızla geçtik. Derken, salonların birinde, büyük usta ile karşılaştık. Burada, 8 tanesi Codex Atlanticus’tan olmak üzere, Leonardo da Vinci’nin 15 çizimi ve Leonardesque olarak adlandırılan, ondan etkilenmiş öğrencilerinin ve Lombardiyalı sanatçıların eserleri sergileniyordu. Eserleri inceleyince insan, belirtilen etkiyi hem malzeme hem de figüratif olarak açıkça görebiliyor. Örneğin da Vinci, kırmızı tebeşir ile çizim yapan ilk sanatçı imiş. Daha sonra başka sanatçılar onu izlemişler. Bu etkileşim sadece kullanılan malzeme konusunda da olmamış üstelik. Çizdiği figürler ve konular da kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları etkilemiş. Bu salonda ayrıca bir camekanda, dönemin sanatçılarının kullandığı resim araç gereçleri de sergileniyor. Bunlar, Leonardo da Vinci’nin ve çağdaşlarının yaptıkları çizimlerden yola çıkılarak yapılmış replikalar.

Pinacoteca Ambrosiana’nın avlusu. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı, San Sepolcro Kilisesi

Pinacoteca Ambrosiana’da müzeyi gezme rotası her köşeyi görebileceğiniz şekilde düzenlenmiş. Leonardo da Vinci ile baştaki bu tadımlık karşılaşmadan sonra epeyce bir dolandık. Benim kafam ise, sürekli kütüphane kısmını nasıl bulacağımız konusu ile meşguldü. Bir ara, görüp göreceğimizin bu kadar olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü, Codex’in tamamını sergilemek mümkün olmadığı için, belirli aralıklarla sayfaların dönüşümlü olarak sergilendiklerini biliyordum. Derken, iddiasız görünen bir kapıdan içeri adım attık ve kendimizi başka bir alemde bulduk…

Bibliotheca Ambrosiana

Neredeyse karanlık denebilecek kadar loş ve yüksek tavana doğru uzanan dört duvarı boydan boya eski ciltli kitaplarla kaplı bu büyük salon, Ambrosiana Kütüphanesi idi. Ortam, eski kitap ve ahşap kokuyordu. Önce kendimi bu kitaplardan alamadım. Sonra, salonu çepeçevre dolanan camekanları gördüm. Ortada ise, bir camekanda dev bir cilt duruyordu.  Codex Atlanticus… Ancak, bu camekandaki cilt orijinal olmasına rağmen, içindeki sayfalar orijinal değil. Uzmanlar, 1119 sayfalık Codex Atlanticus’un kendi ağırlığı nedeni ile içindeki kağıt yapraklarına zarar verdiğini keşfetmişler. Bunun üzerine, her bir sayfa dikkatlice ciltten çıkarılmış ve yerleştirildikleri paspartuların arasında saklanmaya başlanmış. Ziyaretçilerin Codex Atlanticus’un hacmini anlayabilmeleri için camekanın içindeki cildin arasına orijinal sayfaların kopyaları yerleştirilmiş. Bu, Leonardo da Vinci’nin 40 yıllık (1478-1519) çalışmalarının fiziksel hacmini anlamak açısından çok iyi olmuş.

Önde, Codex Atlanticus’un kopya edilmiş sayfalarının
yer aldığı dev cilt

Codex Atlanticus’un birbirinden ayrılan sayfaları, çeşitli temalar çerçevesinde, belirli sürelerle sergileniyor. Salonu çevreleyen, esere zarar vermeyecek şekilde aydınlatılmış, camekanlarda bu dönem için seçilmiş sayfalar yer alıyordu. Bir süre sonra bunlar kaldırılıp yerlerine başka sayfalar konacak. Bizim gördüğümüz sayfalarda yer karosu dizaynı olduğu düşünülen çizimden, anatomik ve mekanik makine çizimlerine kadar çeşitli çizimler vardı. Bazı sayfalarda çok farklı konularda çizimler ve notlar bir arada bulunuyor. Ciddi konular üzerine yazılmış notların yanında bir alış veriş listesi ya da günlük bir not olabiliyor. Tüm bunlar bana Leonardo’nun kafasının farklı konularda nasıl aynı anda çalışabildiğini düşündürdü. Sayfaların birinde yer alan bir genç erkek kafası eskizi uzmanlara, bunun Leonardo da Vinci’nin şu anda Milano’da bulunan tek tablosu olan Bir Müzisyenin Portresi adlı eserinin bir ön çalışması olduğunu düşündürüyor. Bu tablo Ambrosiana koleksiyonunda olmasına rağmen, Louvre Müzesi’ndeki özel bir sergi için ödünç verildiği için, biz göremedik.

Louvre Müzesi’ne ödünç verildiği için göremediğimiz, Leonardo da Vinci’nin
Bir Müzisyenin Portresi adlı eseri
Leonardo da Vinci kırmızı tebeşir kullanmaya ilk olarak
Son Akşam Yemeği isimli duvar resmi için Havarilerin yüzlerinin eskizlerini yaparken başlamış. Daha sonra, anatomi, manzara ve botanik çizimlerinde “kırmızı üzerinde kırmızı” kullanmaya devam etmiş.
Bu sayfada yer alan tüm erkek kafası çizimleri Leonardo’ya ait değil. Ancak, kendisinin yaptığı soldaki çizimin yanında yer alan “Atalante’nin başı çizildi” notu uzmanlara, “Bir Müzisyenin Portresi” tablosundaki sanatçının Atalante Migliorotti olduğunu düşündürüyor. Bazı kaynaklara göre, Atalante ve Leonardo Toskana’dan Milano’ya birlikte gelmişler. Sayfada aynı zamanda, sanatçının Floransa’dan Milano’ya getirdiği eşyaların listesi de var.
Çeşitli makina çizimleri

Belgelerden biri de, Leonardo da Vinci’nin 1482-1483 yıllarında Milano’ya yeni geldiği zaman yazdığı bir mektubun müsveddesi. Mektup, Milano Dükü Ludovico Sforza’ya hitaben yazılmış. Kendisine bir hami arayan Leonardo, Dükün siyasi ve askeri ihtiraslarını bildiği için, ona bir mühendis olarak nasıl hizmet verebileceğini anlatmış. Sanatsal yeteneklerini vurgulamak yerine daha çok, geliştirebileceği askeri savaş aletlerinden ve makinalardan söz etmiş. Mektubun temiz bir kopyasının Ludovico Sforza’ya gönderilip gönderilmediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak, daha önce belirttiğim gibi, 1480’lerin ortasında Leonardo, Ludovico Sforza’nın dikkatini çekmeyi başarıyor.

Bu sayfada yer alan yazılar geometri, resim yapma teorileri ve statik sorunları ile ilgili. Bir erkek bacağının da sanatçı tarafından, ağırlık, karşı ağırlık ve eklemlerin dengeli bir sistemi temsil etmesi açısından, statik konusu ile ilintili olarak çizildiği düşünülüyor.
Bu sayfanın sol tarafında çeşitli pergel çizimleri var. Ortada büyük olan, daha önce camekanda gördüğümüz, dönemin resim araç gereçlerinin kopyalarının yapımında model olarak kullanılmış.
Leonardo’nun bir yer karosu için yaptığı düşünülen tasarımı. Sanatçı burada, ikiye katladığı kağıdın bir yarısına çizdiği deseni, duvar fresklerinde de kullanılan spolvero tekniği ile, kağıdın diğer yarısına geçirmiş.
Leonardo da Vinci tarafından çizilmiş bir
tiyatro mekanizması

Tarihte Leonardo da Vinci’nin yazdığı bilinen bir başka mektup daha var. Batılı kaynaklar, bu mektubun varlığının 1952 yılında Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bir mektup çevirisi ile öğrenildiğini belirtiyorlar. Mektup 1503 yılı başlarında yazılmış. Bu dönemde Leonardo kendisine, emrinde çalışabileceği yeni bir işveren aramaktaymış. 1499 yılında Milano’nun Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra şehri terk etmiş. Bir süre Cesare Borgia’nın emrinde çalışmış. Ancak süren arayışı, onun Osmanlı padişahı Sultan II. Beyazıt’a söz konusu mektubu yazmasına yol açmış. Mektubunda Leonardo padişaha, onun için inşa edebileceği yel değirmenlerinden, silolardan, savaş makinalarından ve bir de Haliç’in üstüne inşa edebileceği, Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak, bir köprüden bahsetmiş. Bu başvurudan bir sonuç çıkmamış ki, Leonardo 1503 yılının Mart ayında Floransa’ya dönmüş. Üç yıl sonra ise tekrar, bu kez 1506-1513 yılları arasında kalacağı, Milano’ya gitmiş.

Leonardo da Vinci’nin Milano Dükü Ludovico Sforza’ya
hitaben yazdığı mektup müsveddesi

Ambrosiana Kütüphanesi’nde uzun süre kaldık. Camekanlarda sergilenen Leonardo’nun el yazmalarına tekrar tekrar ve uzun uzun baktım. Yağmurlu ve kapalı Milano havasına tekrar adım atarken, büyük ustanın II. Beyazıt’a yazdığı mektubu düşündüm. Aynı mektup, babası Fatih Sultan Mehmet’e yazılmış olsaydı neler olabileceğini hayal etmeye çalıştım. İstanbul’da bir Leonardo da Vinci…

Bir sonraki yazımda Milano’yu gezmeye devam edeceğiz…

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Milano (1): Leonardo da Vinci’nin İzinde (1)…

Her sonbahar yaptığımız İtalya gezimizi bu sene 15-20 Ekim tarihleri arasında Milano’ya yaptık. Bu yıl neden Milano’yu seçtiğimizi bir başka yazımda yazacağım. Birçok insanın görülecek pek bir şey yok demesine karşın, Milano’da görülecek çok şey var. Bu nedenle Milano birden çok yazıyı hak ediyor. Dolu dolu gezmemize ve 4 gün içinde toplam 47 kilometre yol yürümemize rağmen, görmek isteyip de vakit bulamadığımız bir sürü yer kaldı.

Milano’yu diğer İtalya şehirlerine kıyasla çekici bulmayanlar çoktur. Evet, burası bir Roma değildir örneğin. Adım başı meydanlarında gösterişli heykeller, çeşmeler yoktur. Ancak bu, tarihi eserler ve güzellikler açısından çorak olmasından dolayı değildir. İtalya’nın kuzeybatısındaki Lombardiya bölgesinin başşehri Milano’da zenginlikleri gözler önüne sermek değil, saklı tutma kültürü vardır. Merak ediyorsanız arar bulursunuz. Gördüklerinize sadece hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda Milano’nun sadece bir finans, endüstri ve moda merkezi olduğu klişesinin ne kadar basma kalıp bir değerlendirme olduğunu da anlarsınız.

Leonardo da Vinci’nin Milano’daki Piazza della Scala meydanındaki heykeli. 1872 yılında Pietro Magni tarafından yapılmış. Heykelin alt tarafında, sanatçı ve bilim adamı Leonardo da Vinci’nin dört öğrencisi de canlandırılmış.

Milano, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca pek çok istilaya uğramış. M.Ö. 3000 yılına kadar giden bu zengin tarihi de bir başka yazıma bırakıyorum. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetineceğim; Milano’nun İtalya tarihindeki yeri ve sanata olan katkısı Floransa’dan geride değildir. Floransa’da Medici ailesi varsa, Milano’da da ünlü Sforza ailesi vardır. Sforza’lar da zamanın ünlü düşünür, bilim adamı ve sanatçılarını şehirlerine davet ederek veya korumaları altına alarak Rönesans’a katkıda bulunmuşlardır. Bu kişilerin arasında şüphesiz en ünlüsü Leonardo da Vinci’dir. O hem eşsiz bir sanatçı hem de, giderek kabul gören bir görüşe göre, yorulmak bilmeyen bir bilim adamıdır. Evet, o aslında Toskanalıdır. Adı üstünde, Floransa’ya yakın Vinci’dendir. Ama, ömrünün 20 yıla yakın bir dönemini Milano’da geçirmiştir. O, Floransalı olduğu kadar Milanoludur aynı zamanda…

Mucizeler yaratmak istiyorum

Böyle yazmış Leonardo da Vinci üç numaralı defterinde (Quaderni III). Çok küçük yaşlardan beri doğa ile ilgili her şeye ilgi duymuş. Bu merakı onun, çok usta olduğu resim sanatında dönemin diğer ünlü sanatçılarından daha az eser yaratmasına neden olmuş. Çünkü sorgulayıcı aklı onun anatomiden, mühendisliğe, mimarlığa, perspektife, felsefeye, jeolojiye, hidrolojiye ve astronomiye kadar her alanda düşünmesine, deney yapmasına ve icatlarda bulunmasına yol açmış. Geride bıraktığı çizimlerden, yaygın bir görüşe göre ilk olarak 1608 yılında Hans  Lippershey tarafından icat edildiği kabul edilen teleskopu, ondan 100 yıl önce düşündüğü anlaşılıyor. Yine benzer bir şekilde, güneşin hareket etmediğini Galileo’dan çok önce defterine yazmış. O dönemde kafirlik olarak görülmesine ve yasaklanmış olmasına rağmen, önce domuz ve öküz cesetleri sonra insan kadavraları üzerinde yaptığı çalışmalar onun optik, insan organlarının işleyişi, kalp ve kan dolaşımı üzerine önemli ve o güne kadar bilinmeyen keşiflerde bulunmasını sağlamış. Örneğin, el yazmalarının incelenmesi sonucu bugün artık, kalbin vücuda kan pompaladığını William Harvey’den önce keşfettiği de biliniyor. Harvey’in bu buluşu 1616 yılına tarihlenirken, Leonardo’nun bu konuda çalışmalarına 1507 yılından itibaren başladığı belirtiliyor. Leonardo ile ilgili bir başka şaşırtıcı bulgu da günümüzden yüzlerce sene önce kolesterolden söz etmiş olması. Bunlar sadece birkaç örnek. Optik, beyin ve üreme üzerine daha pek çok yazısı ve çizimleri var. Yazma eserlerinin kabaca sadece dörtte birinin günümüze ulaştığı (yaklaşık 7000 sayfa) düşünülürse, bizim bilmediğimiz daha pek çok keşif yapmış olması kuvvetle muhtemel.

Size de olur mu bilmem, belli dönemlerde bazı konulara ya da kişilere özel bir ilgi duymuşumdur. O zamanlarda ilgilendiğim konu ile ilgili ne bulursam okurum. Bundan 13-14 sene önce de Leonardo da Vinci ilgi alanıma girdi. Onun hakkında birçok kitap okudum. Bunların içinde özellikle iki tanesini çok beğendim. Michael White’ın yazdığı “Leonardo- The First Scientist” kitabı onun daha çok mühendislik ve fen alanındaki araştırma ve buluşlarına odaklanırken, kendisi de bir doktor ve akademisyen olan Sherwin B. Nuland’ın “Leonardo da Vinci” kitabında tıp alanındaki çalışmalarına yer verilmiş.

Leonardo da Vinci’ye duyduğum bu ilgi nedeniyle Milano’ya gitmeden önce bu gezimizde onun izini sürmeye karar vermiştim. Sanırım daha önce de bir yerlerde yazmıştım. Gittiğimiz yerleri, ilgi ve merakıma göre, belli bir temaya göre gezmeyi severim. Bazen, Barselona’da olduğu gibi, birden fazla tema da olabilir. O zaman, her bir tema için ayrı bir yazı yazmayı daha uygun buluyorum. Bu düşünceden yola çıkarak, Barselona anılarımı da beş ayrı yazıda toplamıştım.

Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 tarihinde, saat akşam 10:30’da dünyaya gelmiş. Doğum tarihinin bu kadar kesin olarak bilinmesi, gayri meşru bir bebek olmasına karşın, doğan ilk torunundan son derece gurur duyan büyükbabası sayesinde olmuş. Babası, Piero da Vinci, ailenin kendisinden önceki birkaç kuşak erkeklerinin olduğu gibi, notermiş. Çok güzel bir kadın olan annesi Caterina ise, muhtemelen ailenin hizmetlilerinden birisi olan bir köylü kızı. Ailenin soyadı, Floransa’ya bağlı Vinci’den olduklarını işaret ediyor ama, Leonardo’nun oradan çok uzak olmayan Anchiano’da doğduğu düşünülüyor. Kaç yıl olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmasa da, uzmanlar onun ilk birkaç yılında annesi ile yaşadığı konusunda hemfikir. Kimi iki yaşına kadar kimi beş yaşına kadar diyor. Ancak, daha sonra Leonardo babası tarafından kendi evine alınmış ve nüfusuna geçirilmiş. Annesi köyden bir başkası ile evlendirilmiş. Annesinin suçu gibi görünmese de, Leonardo annesinin kendisini bıraktığını düşünerek, onu hayatı boyunca hiç affetmemiş. Aralarında Sigmund Freud da olan bazı akademisyen ve biyografi yazarları, Leonardo’nun eşcinsel olmasını annesi ile çok yoğun geçen ilk birkaç yıldan sonra ondan koparılmasına bağlıyorlar. Oysa, kariyer hedefleri olan babasının annesi ile evlenmesi zaten söz konusu değilmiş. Daha sonra dört kez evlenen Piero da Vinci’nin yedi tane oğlu daha olmuş. Yıllar sonra Leonardo, hem babasından kalan miras payı hem de kendisini çok seven ve çocukken çok ilgilenen amcasının kendisine tamamını bıraktığı mal varlığı için çok çetin bir hukuksal mücadele vermek zorunda kalmış. 23 Nisan 1519 tarihinde ölmeden önce hazırlattığı vasiyeti ile tüm bu mal varlığını ve Floransa’daki banka hesabında bulunan yüklü miktardaki parayı yine kardeşlerine bırakmış.

Leonardo da Vinci’nin döneminde, şayet aristokrat ya da köylü sınıfına mensup iseniz hiçbir sorun yaratmayan gayri meşru olma durumu, orta sınıf ve yükselen burjuva sınıfı arasında şiddetle kınanıyormuş. Kimi Papalar gayri meşru çocuklarını kardinal mertebesine dahi yükseltebilirken ya da gayri meşru doğan asiller prens bile olabilirken, orta sınıfa doğan bu çocuklar pek çok haktan mahrum bırakılırlarmış. Bunların başında, üniversiteye gitme yasağı ve dolayısı ile hukuk, tıp gibi saygın mesleklere girme yasağı bulunuyormuş. Leonardo da bu yüzden resmi bir eğitim alamamış. O nedenle yazılarında sıkça kendisinin “okumamış” olduğundan söz ediyormuş. Üniversiteye gidemeyişine ömrü boyunca üzülen Leonardo, sonsuz merak ve öğrenme arzusunu kendisi araştırarak, deney yaparak ve okuyarak gidermeye çalışmış. Bazı kaynaklar onun diğer kardeşleri ile birlikte resmi eğitim aldığını ve üniversiteye gitmiş olabileceğini söyleseler de, buna itiraz eden uzmanlar var. Onlara göre, eğer bir eğitim almış olsaydı,  sol eliyle yazıyor olmasının mutlaka düzeltileceğini belirtiyorlar. Bundan da öte, Leonardo da Vinci’nin klasik dillere (Yunanca ve Latince) çok hakim olmadığı da biliniyor. Bu dillerde ve Arapça yazılmış eski eserlere ihtiyaç duyduğu zaman İtalyanca çevirilerini okuduğu söyleniyor.

Andrea del Verrocchio (1435-1488)-Otoportre, Uffizi, Floransa
Leonardo da Vinci’nin ünlü hocası

Tüm olumsuzluklara rağmen, Leonardo dönemin benzer durumdaki diğer çocuklarına göre ayrıcalıklı sayılabilir. Babasının evine alınmış olması, büyükannesi, kendi çocuğu olmayan babasının ilk eşi ve amcası tarafından sevilip kendisine ilk eğitimin verilmiş olması onun açısından önemli. Ama şüphesiz onun için en büyük şans, babasının onu 14 yaşında iken Floransa’da büyük bir atölyesi olan Andrea del Verrocchio ustanın yanına vermiş olması. Verrocchio, bu genç çocuktaki potansiyeli hemen fark etmiş. Kendisinin de resim ve heykel dışında çeşitli tasarım , metal eşya ve müzik aletleri üretimi ile ilgilenmesi, Leonardo’nun atölyedeki diğer genç çıraklarla birlikte özgür bir eğitim almasını ve yaratma süreçlerine katılmasını mümkün kılmış. Bu dönemde ve tüm gençliği boyunca, görmeye alışık olduğumuz yaşlılık halinin aksine, genç sanatçı olağandışı bir güzelliğe sahipmiş. Kendi çağdaşı kaynakların da doğruladığı bu özelliğinin yanında, o zamanlar giyimine de son derece düşkünmüş. Sıra dışı kısalıkta tunikler giyer, sakalını uzatırmış. Müziğe son derece meraklı olan genç Leonardo’nun sesi de çok güzelmiş. Nota okuyabildiği gibi, defterlerinde görüldüğü üzere, besteler de yapıyor ve lir çalıyormuş. Bunun yanında, bazı kendi icat ettiği müzik aletlerinin çizimleri de günümüze ulaşmış.

Leonardo da Vinci’nin on yıldan fazla bir süre Verrocchio’nun yanında kaldıktan sonra, 1478 yılında bağımsız bir sanatçı olarak hayata atıldığı düşünülüyor. Dönem, Lorenzo Medici’nin dönemidir. Bilindiği gibi, Medici ailesi sanatçıların hamisi bir ailedir. Ancak, Lorenzo Medici entelektüel olmakla beraber, aynı zamanda çok elitist bir insandır. Klasik anlamda bir eğitim almamış olan Leonardo da Vinci’yi küçük görür. Ondan çok daha az yetenekli sanatçılara kol kanat gerip siparişler verirken, Leonardo’yu görmezden gelir. Genç sanatçı bunun üzerine Floransa’dan ayrılmaya karar verir.

Çeşitli kaynaklarda çeşitli konularda farklı bilgiler olsa da, Leonardo’nun Milano’ya geliş tarihinin 1482 yılı başları olduğu konusunda  fikir birliği bulunuyor. Kimilerine göre, Lorenzo Medici tarafından Sforza’lara bir jest olarak müzisyen kimliği ile gönderiliyor. Ancak, bu görüşe katılmayanlar çoğunlukta. Zira, Leonardo da Vinci ne kadar istemiş olsa da, Ludovico Sforza’nın sarayına hak ettiği şekilde adım atması Milano’ya gelir gelmez gerçekleşmiyor. Da Vinci Milano’ya geldikten sonra en az iki yıl, herhangi bir hamisi olmadan, serbest bir sanatçı olarak yaşamak zorunda kalıyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
Louvre Müzesi, Paris
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Leonardo da Vinci’nin Louvre Müzesi’nde bulunan bu tablosunun Londra’daki aynı isimli tablodan daha önce, 1483-1486 yılları arasında yapıldığı düşünülüyor. Tamamının Leonardo tarafından yapıldığı tespit edilen bu tabloyu sanatçının gizlice sattığı ve asıl sipariş için daha sonra günümüzde Londra’da sergilenen tabloyu yaptığı belirtiliyor.

Bu dönemde Leonardo, aynı evi paylaştığı sanatçı Preda kardeşlerle iş birliği yapıyor. Bu çerçevede, San Francesco Grande kilisesinin altarı için üçlü bir resim yapmak üzere bir sipariş alıyorlar. Ortalama yetenekleri olan Preda kardeşler Leonardo’nun değerini anlamakta gecikmedikleri için, üçlünün ortasında yer alacak en önemli resmin sorumluluğunu ona veriyorlar. Günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Kayalıklar Bakiresi (Virgin of the Rocks) tablosu bu şekilde yapılmış oluyor. Gerçi tablo, ne renkler ne kompozisyon olarak verilen siparişin şartnamesine uymuyor ama, Leonardo da Vinci özgürce yaptığı bu tablo sayesinde Ludovico Sforza’nın dikkatini çekiyor. Sforza’nın son sevgilisi, güzeller güzeli Cecilia Gallerani’nin tablosunu yapmak üzere bir sipariş almayı başarıyor. 1480’lerin ortalarına denk gelen bu zamandan sonra Leonardo artık Milano’nun saygın bir sanatçısı olarak kabul edilmeye başlanıyor. Sarayın kapıları ona açılırken, Dük için hem çok değer verdiği mimari ve mühendislik projeleri, savaş araçları, makinalar ve Dükün dillere destan davetleri için dev oyuncaklar tasarlıyor hem de bir sanatçı olarak eserler üretiyor. Anatomi çalışmaları ise, tüm zorluklara karşın, hep devam ediyor.

Kayalıklar Bakiresi-Leonardo da Vinci
National Gallery, Londra
Kaynak: www.leonardodavinci.net
Louvre müzesindekinden 8 cm. kısa olan bu tablonun yapılışı 1508 öncesi olarak tarihleniyor. Uzmanlar, bu tablonun bir bölümünün sanatçının öğrencileri tarafından yapıldığını düşünüyorlar. San Francesco Grande kilisesinin siparişi üzerine teslim edilen bu tablo daha sonra,
1780’li yıllarda papazlar tarafından satılmış.

Leonardo da Vinci’nin Milano’da izini sürmeye nereden başlamalı diye düşündükten sonra, önce kendisine Ludovico Sforza tarafından 1498 yılında hediye edilen evine ve üzüm bağına gitmeye karar verdim. Burası aynı zamanda, o muhteşem “Son Akşam Yemeği” duvar resminin bulunduğu Santa Maria delle Grazie kilisesinin karşısında bulunuyor. Kaldığımız Hotel Manzoni’den oraya rahat bir yürüyüş ile 35-40 dakikada gittik. Bir şehri görmek için en iyi yöntem, mümkün olduğunca yürümek.  Yol üstünde, daha sonra gezeceğimiz Sforza Kalesi’nin de önünden geçtik.

Erminli Kadın-Leonardo da Vinci
Krakow Ulusal Müzesi
Ludovico Sforza’nın sevgilisi Cecilia Gallerani’nin resmedildiği bu tablo 1489 yılı civarına tarihleniyor. Gallerani’nin kucağında tuttuğu Erminin (Türkçede bu hayvana kakım da deniyor) sanatçı tarafından, “Beyaz Kakım” takma adı ile de anılan, Dük Ludovico Sforza’yı çağrıştırmasının amaçlandığı düşünülüyor.

O zamanlar boş arazi olan bu bölgede Dük kendisine sadık çevresi için yeni bir yerleşim yeri yaptırmayı düşünüyormuş. Saraya yakın Attelani ailesi ile birlikte Leonardo’ya da burada bir ev ve üzüm bağı vermiş. Amacı, hem o sırada Son Akşam yemeği üzerine çalışan Leonardo da Vinci’ye işine yakın olma kolaylığını sağlamak hem de, ailesinin Toskana’da üzüm bağları olduğu için, memleketine olan özlemini hafifletmekmiş. Gerçekten de, Leonardo bu evde kaldığı sürece, canı istediği zaman, gece geç vakit bile olsa, karşıya geçip duvar resmi üzerinde çalışma olanağı bulmuş. Üzüm bağı ile ise özel olarak kendisi ilgilenmiş. Fideleri kendisi dikip aşılamış.

Leonardo da Vinci’nin yaşadığı Casa degli Atellani.
Üzüm bağı evin arka bahçesinde.

İlk halinde toplam 800 metre karelik bir alana yayılan bağın önemli bir bölümünün üstünde günümüzde, yüzyıllar içinde yapılmış, binalar, kiliseler ve manastırlar var. Bağ, Casa degli Atellani’nin (Atellanilerin Evi) bahçesinin alt ucunda yer alıyor. Dük aslında Atellani ailesine burada iki ev vermiş. Bağın yanındaki bu evde Leonardo’nun kalmasına izin verildiği anlaşılıyor. Üzüm bağı, Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölünce, vasiyeti üzerine sadık hizmetkarı olan Giovanbattista Villani ve öğrencilerinden Giacomo Caprotti arasında paylaştırılmış.

Evin bir bölümünde halen oturanlar var

Casa degli Atellani iki avlulu bir yapı. Birinci avlunun çevresindeki binalarda  günümüzde oturanlar var. Hemen yanındaki avlunun Leonardo dönemindeki haline çok yakın olduğu belirtiliyor. Buradan girilen Casa Atellani ise tam anlamıyla öyle değil. Evin yüzyıllar içinde el değiştirmesi ile birlikte çok sayıda farklı süslemeler ve değişiklikler yapılmış.  Ancak, bunlar olumsuz değil, olumlu değişiklikler olmuş. Bunların içinde özellikle Zodiak Salonu’nun süslemeleri olağanüstü güzel. Bir başka salonda ise, Lombardiyalı ressam Bernardino Luini’nin  (1480-1532) yaptığı Sforza ailesinin fertlerinin portrelerini görebilirsiniz.

Zodiak Salonu
Bernardino Luini tarafından yapılan Sforza ailesinin portreleri

Üzüm bağını, beş yüz yıl boyunca yapılan binaların istilası, yangınlar ve bombalamalardan gördüğü tahribattan 2015 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir proje kurtarmış. Daha önce, 1920 yılında da mimar Portaluppi yaptığı bir proje ile bağın günümüze ulaşmasını sağlamış. Bağ, evin içinden çıkılan arka bahçenin en uç bölümünde bulunuyor. Elbette orijinal bağın çok küçük bir bölümü burası. Ancak, işin sevindirici yanı, botanik arkeologlarının yaptıkları çalışmalar sonucu, Leonardo’nun buraya diktiği orijinal üzüm fidelerinin cinsinin saptanabilmiş olması. Buna göre bağda şimdi, 500 yıl önce olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi üzüm yetiştiriliyor. Farklı cins üzüm fidelerinin aşılanması ile elde edilen bu üzümün kökeninin, Candia isminin bir zamanlar orası için kullanılıyor olması nedeniyle, Girit olduğu belirtiliyor. Söz konusu üzümlerden, şeker ve alkol oranı yüksek, son derece aromatik ve güzel şaraplar üretiliyor.

Casa degli Atellani
Leonardo’nun Bağı evin arka bahçesinin alt tarafında

Daha önce belirttiğim gibi, Leonardo’nun ünlü Son Akşam Yemeği duvar resminin bulunduğu kilise, evinin ve bağının karşı kaldırımında yer alıyor. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; kilise her daim açık. İstediğiniz zaman gezebilirsiniz. Ancak, Son Akşam Yemeği duvar resmini görebilmeniz için çok önceden bilet almanız gerekiyor. Biletler saat randevulu ve yaklaşık altı hafta önce tükeniyor. Ben erken davrandığımı düşünerek, aşağı yukarı bir hafta önce harekete geçtiğimde bu acı gerçek ile karşılaştım. Tahmin edebileceğiniz gibi, önce çok üzüldüm. Ne de olsa, gitmek için Milano’yu seçmemizin en önemli nedenlerinden birini kaçırmış olacaktık. Ama, işin peşini bırakmamaya karar verdim. Günlük turlar için araştırma yaptım ve GetYourGuide uygulamasından hem Sforza Kale’sini hem de Son Akşam Yemeği’ni kapsayan bir tur buldum. Çok da memnun kaldık. Rehberimiz çok iyiydi. Hatta bizi, programda olmayan San Maurizio al Monastero Maggiore kilisesine de götürerek Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonraki dönemde yaşamış olan Lombardiyalı ressamları nasıl etkilediğini de uzun uzun anlattı. Şayet siz de kendiniz çok önceden bilet almayı unutursanız, yer bulma olasılığı daha yüksek olan günü birlik turları deneyebilirsiniz.

Üzümler bir zamanlar olduğu gibi, Malvasia de Candia Aromatica cinsi

Santa Maria delle Grazie kilisesi ilk olarak, mimar Guiniforte Solari’nin tasarımı ile, 1463 yılında yapılmaya başlanmış. Kilise 1490 yılında bitmiş. İki yıl sonra, 1492 yılında, Milano Dükü Ludovico Sforza (nam-ı diğer Il Moro), Leonardo da Vinci’nin de dostu olan Bramante’den burayı bir aile mozolesine çevirmesini istemiş. Hayali, buranın Sforza ailesinin görkemli bir mozolesi olması imiş. Bramante bunun için, Solari’nin yaptığı apsisi yıkarak yerine Rönesans stili bir apsis inşa etmiş. Ancak, 1499 yılında Milano’nun Fransızların saldırısına uğraması ve Ludovico’nun iktidarını kaybetmesinden sonra, 1500 yılından itibaren kiliseyi ellerinde bulunduran Dominiken rahipler burayı sanat eserleri ile dekore etmeye devam etmişler. 1558 yılında Engizisyon Mahkemesi de buraya taşınmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1943 yılında) bombalanan kilise çok ağır hasar görmüş.

Santa Maria delle Grazie
Kilisenin, Bramante’nin yıkarak yeniden yaptığı
apsisinin dışarıdan görünümü
Santa Maria delle Grazie kilisesinin günümüzdeki ve
İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanmış hali

Yukarda belirttiğim gibi, Son Akşam Yemeği’ni görebilmek için, almış olduğunuz bilete göre, tam vaktinde kapının girişinde olmanız gerekiyor. Duvar resminin bulunduğu salon aslında bir zamanlar manastırın genel yemekhane salonu imiş. İçeriye sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor. Yanılmıyorsam, maksimum yirmi kişi. Ama, salona doğrudan giremiyorsunuz. Önce otomatik bir cam kapıdan bir ara bölüme giriyorsunuz. Arkanızdan kapı kapanıyor. Bir süre burada bekledikten sonra, yine otomatik cam bir kapıdan salona giriyorsunuz. Tüm bu önlemler, salonun nem ve toz seviyesini kontrol altında tutabilmek içinmiş. İçeride 15 dakikadan fazla kalamıyorsunuz. Yapılan anons ile dışarı çıkmak zorundasınız.

Kilisenin içi

Salona girerken nefesimi tuttum. Çok heyecan verici idi. İçerisi oldukça loş. Son Akşam Yemeği resmi, kapıdan girince sağ tarafınızda bulunuyor. Resim de sıcak, sarı ama oldukça loş bir ışıkla aydınlatılmış. Çevremdeki çoğu insan büyük bir hızla fotoğraf çekmeye girişirken ben, bir süre hareketsiz kalıp, resmi içime sindirmeyi tercih ettim. Büyülendim…

Leonardo da Vinci’nin ünlü duvar resmi
Son Akşam Yemeği

Ludovico Sforza’nın isteği üzerine Leonardo da Vinci’nin 1495-1497 yılları arasında yaptığı bu duvar resmi, İsa’nın ünlü, “İçinizden biri bana ihanet edecek” cümlesini söyledikten hemen sonraki anı konu ediyor. İşte sanatçı resimde, bu şaşkınlık anını büyük bir ustalıkla masadaki Havarilerin yüzlerine ve vücut dillerine yansıtmış. İsa’nın yüz ifadesi ise, sakin ve huzur içinde.

Son Akşam Yemeği resmi, sıklıkla ve yanlış bir şekilde, bir fresk (İtalyanca fresco) olarak tarif ediliyor olsa da, fresk değil. Bu tempera yöntemi ile yapılmış bir resim. Zaman zaman Leonardo’nun yanlış yöntem seçtiği ve bu yüzden resmin henüz o hayattayken bozulmaya başladığı söylense de, konunun uzmanları onun bu yöntemi özel olarak seçtiğini söylüyorlar. İtalyanca taze anlamına gelen fresco yönteminde resim, duvara çekilen alçı sıva henüz ıslakken yapılıyor. O nedenle resmi son derece hızlı bir şekilde bitirmek gerekiyor. Oysa, tempera yönteminde resim, kurumuş sıva üzerine yapıldığı için zamana karşı bir yarış söz konusu olmuyor. İşte uzmanlar, Leonardo’nun yüz ifadeleri üzerinde daha uzun süre çalışabilmek, onlara daha fazla anlam katabilmek için bu yöntemi seçtiğini belirtiyorlar. Ancak, ortamdaki koşullar kontrol edilemediği için daha sonra resmin boyalarının dökülmeye başladığı belirtiliyor. Bir de bu yetmiyormuş gibi, bir süre sonra rahipler yemek salonundan mutfağa bir geçiş açmak için resmin ortasından bir kapı açıyorlar. Bundan dolayı, resmin İsa’nın ayaklarını gösteren bölümü yok oluyor.

Kilise manastırının yemekhanesindeki bir duvarda bulunan resimde İsa’nın ayakları, daha sonra açılan bir kapı nedeniyle yok olmuş

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği resminde Havariler olarak kullanmak için Milano sokaklarında uygun yüzler aradığı bilinir. Bunun için, sokaklarda rastladığı insanların sayısız eskizlerini yapmış. Bir söylenceye göre, ihanet eden Judas’ı temsil etmek üzere bir dilenci ya da caniyi kullanmış. Bizim rehberimizin de katıldığı bir başka görüşe göre ise, Judas için, resmin ne zaman biteceği konusunda kendisini ikide birde sıkıştıran manastırın başrahibini model almış.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Son Akşam Yemeği’ni korumak
için alınan önlemler

Henüz 1550 yılına gelindiğinde bile sanat tarihçisi Vasari resmin durumunun çok kötü olduğunu belirtmiş. 1726 yılından itibaren  resmi restore etmek için birçok çalışma yapılmış ama, her seferinde daha fazla zarar verilmiş, hatta figürlerde tahribat meydana gelmiş. Napolyon’un Milano’yu işgal ettiği dönemde bu salon atlar için ahır olarak kullanılmış. Doğal olarak, bu durum resim için daha da kötü olmuş. 1943 yılındaki bombalanma salonda ağır tahribat yapmış ama Son Akşam Yemeği, önüne koruma amaçlı yığılmış olan kum torbaları sayesinde, mucizevi bir şekilde kurtulmuş.

Sol tarafta, resimdeki İsa’nın restorasyondan önceki durumu.
Sağ tarafta, 1992 yılında restorasyonun birinci aşamasından sonraki İsa.
Dr. Pinin Brambilla Barcilon yirmi yıl boyunca resim
üzerinde çalışmış

Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği duvar resminin yedinci ve son restorasyonu 1999 yılında tamamlanmış. Restorasyondan sorumlu Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her bir santimetre karesinin üzerinde tam yirmi yıl boyunca çalışmış. Orijinal resmin üstüne yapılan tüm boya tabakalarını özenle temizlemiş ve alttaki orijinal katmana ulaşmış. Böylelikle, resmin günümüzdeki hali, tamamen olmasa da, otantik şekline çok yakın bir hale gelmiş.

Dr. Pinin Brambilla Barcilon resmin her santimetre karesini önce birkaç kat kazıyarak orijinal katmana ulaşmış. Daha sonra bu renklere uygun olarak restorasyonu yapmış.

Son Akşam Yemeği’nin tam karşısındaki duvarda büyük bir fresk var. Bu, Donato Montorfano’nun (1460-1502) yaptığı “Çarmıha Gerilme” isimli eseri. Dominiken rahiplerin siparişi üzerine, 1495 yılında yapılmış. Sanatçı adını ve eserin yapılış tarihini İsa’nın çarmıha gerildiği hacın dibindeki taşın üstüne yazmış. Fresk olarak yapıldığı için günümüze kadar oldukça iyi bir durumda kalabilmiş. Resmin sağ ve sol tarafında, Leonardo da Vinci tarafından eklendiği düşünülen, Ludovico ve eşi Beatrice’nin iki oğulları ile birlikte resimleri var. Ancak bunlar, alçı kuruduktan sonra (yani tempera olarak) yapıldıkları için oldukça silinmiş duruyorlar.

Çarmıha Gerilme-Donato Montorfano
Sanatçı, çarmıha sarılmış olan Maria Magdalena’nın önüne yerleştirdiği taşa yapım tarihini 1495 olarak yazmış
Çarmıha Gerilme freskinden detay.
Eser bittikten sonra, Leonardo da Vinci sağ ve sol köşelere ekleme yapmış. Sol taraftaki Ludovico Sforza ve oğlu Ercole Massimilliano ile sağ taraftaki eşi Beatrice d’Este ve
oğulları Francesco’nun figürleri günümüzde güçlükle fark ediliyor.

Montorfano’nun salonun çıkışına yakın olan freskini incelemek için istemeye istemeye Son Akşam Yemeği’ne arkamı dönmüştüm. Açıklamaları dinledikten sonra, ben kendimi yine büyülenmişçesine büyük ustanın eserine bakar buldum… Öylesine etkileyici idi… Sonra, dışarı çıkmamız gerektiğini bildiren anons duyuldu. Çıkış kapısı açıldı ve dışarı çıktık…

Milano’da Leonardo da Vinci’nin izini sürmemiz bu kadarla kalmadı. Ancak, yazımız da epeyce uzadı. En iyisi, kalanları bir sonraki yazıma bırakmak…

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Dört İsim Bir Ada: Meis/Megisti Kastellorizo/Castelrosso

Güzel bir Eylül sabahı, Kaş’tan Meis’e doğru yola çıktık… Meis’i bir önceki günden beri otelimizin bulunduğu Kaş’ın Çukurbağ yarımadasından seyrediyorduk. Elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz hissi veren bu koyu renkli kara parçası, oradan bakınca ser verip sır vermiyor gibiydi. Bize bakan cephesinde yerleşim olmadığı için, ay ışığının altında hem etkileyici hem de ürkütücü görünüyordu…

Sanki elimizi uzatsak dokunabilecektik…

Feribot saatleri nedeniyle, Meis’e gitmek için Kaş’a bir gün erken gelmemiz gerekti. Feribotlar sabah (gününe veya şirketine göre) saat 10 ya da 10 buçukta kalktığı için, İstanbul’dan Dalaman’a giden en erken uçak ile bile yetişmek mümkün değildi. Bu yolculukta zaten tercih etmediğimiz araba ile güneye inme seçeneği ise, feribota yetişmek açısından gece vakti yollarda olmayı gerektiriyordu.

Ay ışığında Meis’in ürkütücü bir güzelliği vardı…

Biz, Kaş’tan Meis’e geçmek için Meis Express şirketini tercih ettik. Yanılmıyorsam, Kahramanlar isimli bir şirket daha var. Şirketlerin sabahları bir seferi oluyor. Dönüş, akşamüzeri saat 4 ya da 4 buçukta. Yaz aylarında dönüş için, gece saat 11 civarında bir sefer daha oluyor. Günübirlik gitmek elbette mümkün ama biz, başından beri Meis’de kalmayı planladığımız için, iki gün sonra akşamüzeri döndük. İyi ki de öyle yapmışız. Aceleye getirmeden, adayı doya doya gezdik, turkuaz sularında yüzdük, insanları ile konuşup şakalaştık. Harika bir iki buçuk gün geçirdik…

Feribot şirketi, sanırım kapıda vize alacakların evraklarının kontrolü için, oldukça erken saatte ofislerinde olmanızı istiyor. Schengen vizesi ya da Yunanistan’a vize gerektirmeyen bir pasaportu olanlar için bu bir buçuk saatlik süre oldukça fazla kanımca. Olası aksilikleri veya mevsimine göre karşılaşılabilecek uzun polis kontrol kuyruğunu dikkate almak isteseniz bile, 45 dakika yeterli olur diye düşünüyorum.

Tekneye bindikten sonra, biz de karşıya geçen İngiliz ve Avusturalyalı turistlerin heyecanına kapılıp, kendimizi açık havadaki en üst bölüme attık. Limandan karşıya bakınca, pırıl pırıl güneşin altında, Meis’deki evler görünüyordu. Yine aynı heyecanla birkaç fotoğraf çektikten sonra, hava inanılmaz sıcak gelmeye başladı. Kalkana kadar, aşağıdaki klimalı oturma bölgesinde vakit geçirmeye karar verdik. Kalkıştan sonra tekrar yukarı çıktık.

Kaş limanından bakınca, pırıl pırıl güneşin altında
Meis’in evleri görünüyordu

Normal şartlarda Meis’e gidiş 20 dakika sürüyor. Adanın Kaş’tan uzaklığının 2 kilometre olduğu belirtiliyor. İdari olarak bağlı olduğu Rodos’un 110 kilometre uzakta olduğu düşünülürse, Meis’in pek çok yönden Türkiye’ye Yunanistan’dan daha bağımlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, ada ile ilgili web siteleri ve broşürlerde en yakın hastane olarak Kaş Devlet Hastanesi belirtiliyor. Ayrıca ada halkı, özellikle Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara geliyor.

Öteden beri, Türkiye ve Yunanistan turizm konusunda işbirliği yaparlarsa, iki ülkenin de bundan kazançlı çıkacağını düşünenlerdenim. O nedenle, geçtiğimiz aylarda Türkiye’yi ziyaret eden Midilli belediye başkanının da benzer şeyler söylemesini hiç yadırgamadım. Kaş ve Meis’de bu düşüncenin çoktan uygulanmaya başlandığını görmek ise, beni fazlasıyla mutlu etti. Gerek Kaş’taki gerekse Meis’deki, tüm turizm materyallerinde, yapılabilecek şeyler listesinde diğer tarafın tanıtımı yapılıyor ve gidilmesi teşvik ediliyor. Meis’in Turizm Bürosundan aldığımız broşürde Kaş, “her türlü ürün ve taze yiyeceğin satıldığı mükemmel bir pazarı, ilginç Türk mutfağının tadılabileceği restoranları, halı, baharat ve dondurma dükkanları olan, canlı bir Türk yerleşimi” olarak tanıtılıyor. Ayrıca, ATM’ler, postane ve duty free dükkanlarından da söz ediliyor. Akşamları, “Kaş’ın canlı gece hayatı” için Meis’den kalkan tekneler de var.

Kısa zamanda Meis’e yaklaştık. Ancak, limana girişimiz vakit aldı. Bu arada, ana koy yerine, onun yanındaki Mandraki koyunda bekledik bir süre. Belirtilen varış saati epeyce geçince, limana giriş için izin beklediğimizi anladık. Nitekim biraz sonra, büyük bir gemi ana koydan süzülerek çıktı. Kısa bir süre sonra, biz de limana yanaştık.

Bir süre Mandraki koyunda bekledik
Biraz sonra, büyük bir gemi süzülerek ana koydan çıktı. Biz de
limana yanaşmak üzere hareket ettik

Meis’in, Symi adasındakilere çok benzeyen, rengarenk evleri ana koyun çevresine ve biraz daha yukarılara dizilmişti. Evler daha az ve seyrek olsa da, Mandraki koyunda da yerleşim vardı. Son derece sevimli görünüyorlardı. Koyun sol tarafındaki tepede Kale, onun altında restore edilerek müzeye dönüştürülmüş Osmanlılardan kalma bir cami ve tam karşımızda, daha sonra isminin Agios Georgios tou Pigadiou olduğunu öğrendiğim, büyük bir kilise vardı. Koya girer girmez sağ tarafta, bizim kalacağımız Megisti Hotel görünüyordu. Tüm bunları algılamaya çalışırken, yıllar önce gördüğüm Mediterraneo filminden kimi sahneleri anımsıyordum. Dudaklarımda bir gülümseme… Yönetmen Gabriele Salvatores’in 1991 yılında çektiği bu sevimli film, 1992 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü almıştı. Film, Meis’de çekilmişti ve II. Dünya Savaşı sırasında adaya gönderilip, sonra orada unutulan bir grup İtalyan askerinin adadaki yaşamını konu ediyordu.

Tam karşımızda Agios Georgios tou Pigadiou (19. yy.) kilisesi

Doğrusu, gitmeden önce Meis hakkında bilgi edinmeye çalışırken kafam biraz karışmıştı. Kaynaklarda adanın en az dört farklı ismi geçiyordu. Çevremizdeki adaların bir Türkçe, bir de Yunanca isimleri olmasına alışığız. Bu nedenle, bizim Meis olarak bildiğimiz bu küçük adanın Yunanca Megisti olarak adlandırılmış olması beni şaşırtmadı. Ancak, adadan Kastellorizo ve Castelrosso olarak da söz edilmesi ilginçti. Hatta internette Megisti olarak yapılan aramaların çoğu Kastellorizo olarak karşılık buluyordu. Söz konusu isimlere, İtalyancasında olduğu gibi kırmızı kale demek olan, Fransızca Château Rouge’u da eklemek mümkün. Bu farklı isimlerin hepsinin, bu küçücük adanın yaşadığı sayısız istilaların sonucu olan çalkantılı ve acılı geçmişi ile bir bağlantısı var. Megisti isminin, antik çağda burayı istila eden Yunanlı Dorlar’dan kaldığı düşünülüyor. Günümüzde de Meis’in resmi adı Megisti olarak geçiyor. Ancak, halk arasında ve gayri resmi olarak Yunanca Kastellorizo kullanılıyor. İtalyanca Castelrosso adı ise, İtalyanların adayı işgal döneminde kullandıkları isim.

Meis ya da Kastellorizo, Yunan On İki Adalar’ının bir parçası. Yolculukların yeni şeyler öğrenmemizi sağlayan, ufuk açıcı deneyimler olduğunu düşünürüm daima. Bu kez de öyle oldu. Bilmediğim birçok yeni şey öğrenmenin yanında, bildiğimi varsaydığım bazı şeylerin de doğrusunu öğrendim. On İki Adalar ifadesi de bunlardan biri oldu. On İki Adalar, gerçekte 12 değil, 14 adadan ve bunların çevresindeki daha küçük ada veya adacıklardan meydana geliyormuş. Yunancada da kullanılan On İki Ada ifadesi, ada sayısından değil, Osmanlı döneminde bu adaların idare edilme şeklinden kaynaklanıyormuş. “On İki”li denilen bu sisteme göre, adalardaki her on hane bir temsilci seçiyor, bu temsilciler de söz konusu adayı yönetecek olan on iki kişilik bir heyeti seçiyormuş. On İki Adalar ifadesi, önce Türkçeden Yunancaya, sonra da Batı dillerine geçmiş.

Megisti, On İki Adalar’ın içinde en küçüğü olmasına karşın, kelime anlamı Yunanca “en büyük” demekmiş. Taradığım bazı internet siteleri, biraz aceleci davranıp, bu konuda bir ironi yakalamaya çalışmışlar. Oysa Meis’e bu isim, çevresinde bulunan takımadaların içinde en büyüğü olması sebebiyle verilmiş.

Koyun sol tarafında, burundaki tek katlı sarı bina, İtalyan işgali sırasında 12 Adalar’ı Rodos’tan yöneten İtalyan valinin Meis’deki yönetim ofisleri olarak yapılmış. 1926 yılında İtalyan mimar Florestano di Fausto (1890-1965) tarafından tasarlanan bina, aslında üç katlı ve koyu kırmızı renge boyalı imiş. 1941 yılında İtalyan donanması ve İngiliz komandoları arasındaki bir çarpışmada ağır hasara uğramış. Binanın ayakta kalan zemin katı günümüzde Faros Bar olarak hizmet veriyor. Faros Yunanca denizfeneri demekmiş. Barın tepesinde de gerçekten bir fener bulunuyor

Rıhtıma yanaştıktan sonra işlemler 20-25 dakikada bitti. Kendimizi tüm koyu çepeçevre dolanan kordon boyunda bulduk. Otel ise koyun tam karşı tarafında idi. Akşamüzeri ya da akşam serinliğinde yürünmeyecek bir mesafe değil. Nitekim, kaldığımız sürede birkaç kez de yürüdük bu yolu ama, öğlen sıcağında gidilecek gibi görünmüyordu. O sırada, elinde bir deste broşür olan ve Türkçe konuşan bir genç kadın yaklaştı yanımıza. Tekne gezilerinden söz etti ama, bizim o an önceliğimiz otele gidip yerleşmek olduğu için, dikkatimizi söylediklerine fazla veremedik. Broşürü alıp, kendisini daha sonra arayacağımızı söyledikten sonra, nerede deniz taksi bulabileceğimizi sorduk.

– Şu an bulmanız biraz zor çünkü hepsi işe çıktılar, dedi.

Sonra, biraz ilerde duran bir tekneyi göstererek,

– Şuradaki sanırım iş alamadı. Ona bir sorun, dedi.

İşte, Kaptan Kostas ile böyle tanıştık. Özenli, tertemiz giyimi ve hali tavrı ile bana İtalya’da sıkça karşılaştığımız orta yaşlı erkekleri hatırlatan Kostas, bizi sadece o gün otele götürmekle kalmadı. Diğer günlerde de, gezilecek yerlere, plaja ve dönüş için rıhtıma da o götürdü. Her seferinde, bizi almaya sözleştiğimiz saatten mutlaka 5-10 dakika önce geldi. Daima kibar ve güler yüzlü idi. Bir de bakışları…  Öylesine yumuşak ve iyi kalpli… Bizi etkileyen bu içten gelen iyiliği oldu. Ertesi sabah, Mavi Mağara’ya gitmek üzere, saat 9 için sözleştik.

Meis’de Kaptan Kostas’a 6946178018 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz. Türkiye’den aramak için başına Yunanistan’ın ülke
kodunu (+30) eklemelisiniz

İki gece kaldığımız Megisti Hotel konumu, önünden rahatlıkla denize girilebilmesi, güzel terası, manzarası ve en önemlisi, profesyonel işletmesi ile çok iyi bir otel. Ucuz olduğunu söyleyemem. Ancak, ödediğiniz paranın karşılığını aldığınız bir yer. En azından, bizim deneyimimiz o yönde oldu. Otel personeli son derece becerikli ve işinin ehli idi. Özellikle, aslında resepsiyonda görevli olup her yere yetişen, gelen konukları karşılayıp gidenlerin hesaplarını çıkarıp uğurlayan, kimi zaman da tepsi elde terastaki servise destek veren ama daima şakacı ve güler yüzlü olan, kısa boylu, tıknaz ve genççe kadın olağanüstü idi. Üçüncü kattaki geniş ve ferah odamızda, temel olarak ihtiyaç duyulabilecek her şey sade ama hoş bir estetikle birleştirilmişti. Genişçe balkonumuzdan koyun karşı kıyısındaki Kale, cami ve İtalyan döneminden kalma belediye binası görünüyordu.

Otel odamızın balkonundan görünen manzara çok güzeldi…
Faros Bar ve Osmanlı Camiinin bulunduğu Nikolau Savva Meydanı’nda adanın İtalyan işgali altındaki dönemden kalma bir bina daha var. Caminin yanında görünen iki katlı bina 1932-1933 yılları arasında İtalyanlar tarafından gümrük, postane ve liman yönetimi için yapılmış. Günümüzde, belediye, liman yönetimi ve sahil güvenlik
tarafından kullanılıyor.
Adanın İtalyan döneminden kalan bir başka bina da, koyun
hemen hemen ortasında bulunan balık pazarı

Megisti Hotel’de yer bulmak kolay olmadı. Daha yaz ortasında otel tüm tatil sitelerinde Kasım ayına kadar dolu görünüyordu. Otelin kendi internet sitesine girerek boş oda olan sadece iki gün tespit edebildik. O nedenle, Kaş, Dalyan ve Palamutbükü’nü de kapsayan on günlük tatilimizi bu iki günün etrafında planlamak zorunda kaldık. Otelden söylediklerine göre, düğün organizasyonları nedeniyle yer bulmak zor oluyormuş. Kaş’ta kaldığımız oteldeki garsonlar, birkaç gün önce adadan yapılan müthiş bir havai fişek gösterisi izlediklerini söylemişlerdi. Gösterinin bir düğün için olabileceğini konuşmuştuk. Gece geç vakit, yıldızların altında, loş bir şekilde aydınlatılmış Kale’ye karşı içkilerimizi yudumlarken Megisti Hotel’in terasının bir düğün için hazırlanmış halini hayal etmeye çalıştım. Buna havai fişekleri de ekleyince, çok hoş bir ambiyans olacağını düşündüm…

Gerek adada gerekse otelde çok sayıda Avusturalyalı vardı. Gitmeden önce çeşitli sitelerde araştırma yaparken de yorum yapanların çoğunun Avusturalyalı olduklarını görmüş ve bir anlam verememiştim. Sonra bunun, adanın tarihi ile ilintili olduğunu öğrendim. Ayrıntılarına daha sonra değineceğim ada tarihinin belli bir döneminde, Meis’den Avusturalya’ya büyük bir göç olmuş. En az üç kuşak önce göç eden bu Kastellorizolulara Avusturalya’da Kassies deniyormuş ve onlar da, tıpkı Bozcaada’dan Avusturalya’ya göç eden Rumlar ve torunları gibi, her sene buraya geliyorlarmış. Meis’de kaldığımız süre boyunca, çeşitli yerlerde sohbet eden Avusturalyalıların birbirlerine atalarının hangi yılda göç ettiğini ve gerçek soyadlarının ne olduğunu anlatmaları kulağıma sık sık çalındı.

Megisti Hotel
Otelin terası çok keyifli…

İlk gün, kah denizde yüzüp kah otelin terasında güneşlenirken, karşımızdaki tepede yükselen Kale’ye bakarak, oraya kadar çıkmaya gerek olmadığını düşündüm. Birincisi, Kale’den geriye pek fazla bir şey kalmamış gibiydi. Sadece bir kule vardı. İkincisi, hava son derece sıcaktı. Akşamüzeri hava serinleyince, o gün için, Likyalılardan kalma kaya mezarını arayıp bulmakla yetiniriz diye plan yaptım. Ama işte, öyle bir şey oldu ki, sonunda biz kendimizi sadece Kale’nin dibinde bulmakla kalmadık, oldukça dik ve sallanan demir bir merdivenle en tepesine de tırmandık.

Saint John Şövalyeleri’nin yaptırdığı Kaleden günümüze kalabilen burç
Kaleden Mandraki koyuna bakış

Sahilde bir kafede dinlenirken rastladığımız Kostas bize Likya mezarının yerini tarif etti.  Kulağa oldukça basit geliyordu. Caminin oradan, soldaki merdivenleri takip ederek yürüyecek, önce tırmanıp sonra düz gidecektik. Mezar sağımızda olacaktı. Oradan Kale’ye gidişi de tarif etti ama, doğrusu pek can kulağı ile dinlemedik. Bu noktada benden size bir tavsiye… Eğer Meis’de yol tarifi sorarsanız ve size merdivenleri takip edin deniyorsa, kelimenin gerçek anlamıyla merdivenleri takip etmelisiniz. Söz gelimi, bir yol ayrımına geldiniz. Bir tarafta size daha doğru gibi gelen, genişçe bir yol var. Diğer yandaki merdivenler ise, bir evin arkasına dolanıyor ve olmadık bir yere gidiyor gibi görünüyor. Sakın ola ki, bizim yaptığımız gibi, merdivenlerden ayrılmayasınız. Çünkü aradığınız yer, o bir yere varmıyor gibi görünen merdivenlerin ucunda oluyor. Biz bunu iki kere yaşadık. İlkinde kendimizi Likya Mezarı yerine Kale’de bulduk. O sıcakta, güçlükle oraya varınca da, gelmişken tepesine tırmanmaya karar verdik. Hem demir merdivenin biraz sallantılı olması hem de yukarda ayakta durmak için çok geniş yer olmaması biraz ürkütücü olsa da, manzara şahane idi. Yukardan ana koyu ve Mandraki koyunu görmek pek hoştu. Dönüşte, biraz iç güdülerimizle, biraz tesadüfen Likya Mezarı’nı da bulduk. Adada tabelalar yetersiz. Genelde, bir yeri gösteren tek bir tabela var. Yol ayrımlarına geldiğinizde nereye yöneleceğinizi bilemiyorsunuz çünkü başka tabela yok. Bir kısmı ise, paslı ve okunmuyor.

Mezara gitmek için takip etmeniz gereken yol
Meis’deki Likya Mezarının M.Ö. 4. yüzyılın başında
yapıldığı düşünülüyor
St. George Adası’ndan dönerken denizden
dikkatli bakarsanız Kalenin altındaki kayalıkta
Likya Mezarını görebilirsiniz

Akşam yemeğini, Kostas’ın gündüz bize önerdiği To Paragadi’de yedik. Kordon boyunda, ufak bir restoran burası. Sahibi güler yüzlü, genç bir adam. Türkçe de konuşuyor. Bir ara Kostas’ı da mutfak tarafında görünce, belki oğlu ya da damadıdır diye düşündük. 20’lik uzo ile beraber yediğimiz Yunan salatası, kalamar, saganaki ve patates kızartması lezzetli, balık biraz yavandı. O da sanırım, balığın Akya olmasından kaynaklandı. Genç adamın, fazla çeşit ısmarlamamamız ve söylediklerimizle aşırı doyacağımız konusundaki ısrarı, her fırsatta müşteriyi kazıklamaya çalışan bizim restoran sahiplerimiz açısından ibret verici idi.

To Paragadi

Kastellorizo, tıpkı Bozcaada gibi, stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca istilalara uğramış. Adanın, Rodos ile Kıbrıs, Suriye, Mısır ve genel olarak Doğu Akdeniz arasındaki deniz yolunun üstünde olması, onu tarih boyunca önemli kılmış. Aynı nedenle, deniz ticaretinde çok başarılı olunmuş ve büyük ticari deniz filosu sayesinde çok zenginleşmiş. 19. yüzyılda 15.000 kadar kişinin refah içinde yaşadığı bir ada haline gelmiş. Maalesef, 20. yüzyılın başından itibaren bölgede gelişen tarihsel olaylar ve doğal afetler nedeniyle çok sayıda can kaybı olmuş. Buna kitlesel göçler de eklenince, günümüzde adanın nüfusu yaklaşık 500’e inmiş.

Günümüzde müze olan Osmanlı döneminden kalma cami ve yanındaki İtalyanların yaptığı belediye binası

Meis’in tarihi hakkında çeşitli sitelerde yazan bölük pörçük bilgiler, yerli halkın verdiği kısa bilgilerle birleşince insanın kafası karışabiliyor. Adanın tarihini tam olarak anlayabilmek için, sahildeki restore edilmiş camide bulunan müzeyi ziyaret etmek çok yararlı. Burası küçük ama çok doyurucu bir müze. Çok ayrıntılı hazırlanmış açıklamaların yanında, belli aralıklarla gösterilen film de çok aydınlatıcı. Caminin, Yunanistan’ın birçok yerinde ve adalarda rastladığımız harabeye dönmüş Osmanlı eserlerinin aksine, restore edilip müze olarak kullanılmasını çok takdir ettim. Ayrıca, müzedeki açıklamaları da bizim açımızdan beklemediğim ölçüde tarafsız buldum.

Restore edilen caminin mihrabı ve üst kattaki
kadınlar bölümü

Kastellorizo’nun Tarihi Koleksiyonu” nun bulunduğu cami, 1755 yılında Osman Ağa’nın talimatıyla, adadaki az sayıda Müslüman halka hizmet vermek üzere yaptırılmış. Ada halkı önce caminin yapılmasına karşı çıktıysa da, sonra fikir değiştirmişler ve hatta kendileri de inşaatında çalışarak, caminin iki sene içinde bitirilmesini sağlamışlar. 1859-1860 yıllarında, Kastellorizo takımadalarının Osmanlı valisi Ahmet Paşa adayı ziyaret ederek, bir tanesi caminin avlusunda olmak üzere, Konaki mahallesinde dört tane çeşme yapılmasını emretmiş. Cami avlusundaki çeşme, günümüze kadar ayakta kalamamış. En son 1885 yılında adanın yerli ustaları tarafından tamir edilen cami, 1913 yılına kadar ibadete açık kalmış. Daha sonra, İtalyanlar ve Fransızlar tarafından hapishane, II. Dünya savaşı sonrasından 1966 yılına kadar ise depo olarak kullanılmış. 1997 yılında restore edilerek, müze haline getirilmiş. Dilerim, bu yaklaşım, Yunanistan ve diğer Yunan adaları için Osmanlı eserlerini korumak ve kültürel amaçlarla kullanmak açısından bir örnek olur.

İç tarafına resim yapılmış eski bir sandık kapağı
Müzede Meis’deki eski binalardan yapı parçaları ve çeşitli objeler de yer alıyor

Meis’de yapılan sınırlı sayıda kazılar, bu adada neolitik çağdan beri yaşam olduğunu ortaya koymuş. Girit’te uygarlık kurmuş olan Minos’ların ve bir Yunan kavimi olan Akalar’ın (Miken’ler de deniyor) adaya geldikleri tahmin ediliyor. Bununla ilgili bulgular, halen Atina Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyormuş. Daha sonra, önce Dorlar, ardından karşıdaki Anadolu topraklarından Likyalılar buraya gelmişler. Adadaki tek Likya mezarı, M.Ö. 5. yüzyılın sonu ile 4. yüzyılın başına tarihleniyor. 1306-1450 yılları arasında Meis, Saint John Şövalyeleri’nin eline geçmiş. Onlar, daha önce Dorlar tarafından yapılmış ancak yıkıntı hale gelmiş kalenin üzerine günümüzde bir bölümü ayakta olan kaleyi yapmışlar. Kalenin yükseldiği kayaların renginin kırmızı olması nedeniyle de Meis’e, kırmızı kale anlamında, Kastellorizo adını vermişler. St. John Şövalyeleri’nin hakimiyeti sırasında, 1440 yılında, ada Mısırlılar tarafından ele geçirilip yağmalanmış.  1450-1522 yılları arasında, Aragon Krallığı’nın hakimiyeti olmuş. Ancak, bu Katalan yönetimi sırasında Meis yine birkaç kere el değiştirmiş. Örneğin, 1480 yılında, yani Fatih Sultan Mehmet ölmeden bir yıl önce, Osmanlılar Meis’i almışlar. 1498’de Aragon Krallığı tekrar adayı almış ama, 1522’de 1912’ye kadar sürecek Osmanlı dönemi başlamış. Arada, kısa sürelerle Venedik ve Yunan saldırıları ve tahribatı olsa da, Osmanlı yönetimi devam etmiş.

1868 yılında adalardan sorumlu Osmanlı valisinin Kastellorizo’nun liman bölgesinde ev ve
dükkanların birbirinin manzarasını kapayacak şekilde
yapılmasını yasaklayan tebliği
Osmanlılar döneminde yapılan çeşmelerden birisini
Arkeoloji Müzesi’nin avlusunda görebilirsiniz

Osmanlı yönetimi boyunca Kastellorizo halkı, Kanuni Sultan Süleyman’ın bazı adalara tanıdığı ve aralarında II. Mahmut da olan sonraki padişahlar tarafından da onaylanan özel bir imtiyazla, çok az vergi ödeyerek ve kendi kendini idare ederek yaşamış. Adada bir Osmanlı garnizonu ve yöneticisi olmuş ama bu durum, Kastellorizo’nun yarı-bağımsız olmasına engel olmamış. Bu dönemde, Marsilya’dan ve Trieste’den, Kıbrıs, Suriye ve Mısır’a uzanan deniz ticareti, büyük ölçüde Kastellorizoluların eline geçmiş. Büyük bir deniz filosuna sahip olmuşlar. Ayrıca, adı geçen şehirlere taşınan bazı ada sakinleri de buralarda koloniler oluşturmuşlar. Bu sayede ada çok zenginleşmiş. Yaşam ve eğitim seviyesi çok yükselmiş. Adada bir çok özel okul açılmış. Osmanlı dönemi ile ilgili tüm bu bilgileri, sözünü ettiğim müzedeki açıklamalardan öğrendik.

1913 yılında Girit’ten gelen komitacılarla birlikte Osmanlı
yönetimine karşı ayaklanan Meisliler

Birkaç yüzyıl refah içinde yaşayan Meis halkının kaderi, ne yazık ki 20. yüzyılın başında geri dönülmesi zor bir şekilde değişmiş. Ada halkı, Balkan Savaşı’ndan sonra, 1913 yılında Yunanistan ile birleşmek için Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmış. Ancak, o dönem Yunanistan bu birleşmeyi uygun görmemiş. Ada yönetimi, Girit’ten gelen bazı komitacılar ile birlikte, Osmanlı garnizonunu ele geçirip Yunan bayrağını göndere çektiyse de, Yunan başbakanı bir donanma göndererek bayrağı indirtmiş ve ada halkını sükûnete davet etmiş. Donanma gittikten sonra, adanın ileri gelenleri geçici ve bağımsız bir “Yunan Yönetimi” kurmuşlar.

20. yüzyılın başında geleneksel kıyafetleri ile Meisli kadınlar
1902 yılında yapılmış bir zengin düğününden bir kare

1915’e gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, adayı stratejik olarak önemli gören Fransızlar Meis’i işgal etmişler. Altı yıl süren Fransız işgali sırasında Fransızlar burayı Adana ve Suriye’yi bombalamak için ikmal üssü olarak kullanmışlar. Bu arada Türkler de karadan toplarla Meis’i bombalamışlar. 1921 yılında Meis Fransızlar tarafından, o zamana kadar 12 Adalar’ın çoğunu işgal etmiş olan İtalyanlara devredilmiş ve böylece 20 yıl süren bir baskı dönemi başlamış. Mussolini’nin faşist yönetiminde çeşitli zorlamalara maruz kalmışlar. Okullarda Yunanca eğitim yasaklanmış. İtalya’dan öğretmenler getirilmiş ve halk İtalyanca konuşmaya zorlanmış. Bu dönemde adadan çok göç olmuş. 1941 yılında adada sadece 1.110 kişi kalmış. O arada, 1926 yılında da büyük bir deprem yaşanmış.

1926 yılında yaşanan büyük deprem sonrası

1941 yılında Meis, İngilizlere geçmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında, Almanlar tarafından çok büyük bir bombalama olmuş. 1926 depreminden geriye kalabilen yapılar da böylece yıkılmış ve adada taş üstünde taş kalmamış. Adada kalan halk, İngilizler tarafından Mısır’a götürülmüşler. İkinci Dünya Savaşı bitince, 1945 yılında İngilizler tarafından geri getirilirken, onları taşıyan gemide yangın çıkması sonucu, 33 kişi can vermiş. Geri gelebilenler ise, Meis’i feci bir durumda bulmuşlar. O ara, İngilizler isteyenlerin Avusturalya’ya göç etmesi için kolaylık sağlamışlar. Avusturalya’daki Kastellorizo kolonisi böylece oluşmuş. Yunanistan ile birleşme resmi olarak 1948 yılında gerçekleşmiş. Uzun yıllar fakirlik ve yokluk içinde yaşamışlar. Bir sohbetimizde Kostas da bize, okula ancak altı sene gidebildiğini çünkü o küçükken adada orta okul olmadığını söyledi. Günümüzde ada halkı için en büyük gelir kaynağı turizm, balıkçılık ve Avusturalya’daki Meislilerin yolladığı yardımlar.

Adanın İngilizler tarafından boşaltılmasından sonra geride kalan 40 kişi Almanlar tarafından bombalanarak öldürülmüşler. Sahildeki anıt onların anısına yapılmış
1945 yılında Mısır’dan dönerken gemide çıkan yangında ölenlerin anısına yapılan anıt

İkinci günümüzün sabahında Kostas bizi, sözleştiğimiz gibi, otelden gelip aldı. Mavi Mağara’ya gitmek üzere yola çıktık. Giderken Kostas mağaranın içine girmek konusunda ihtiyatlı konuştu. Şansımız varsa, yani su çok yükselmemişse ve dalga fazla değilse, içeri girebileceğimizi söyledi. Adanın arkasına dolanırken kayalarla kaplı kıyıya epeyce sert dalgalar vuruyordu. Kostas, bana göre kayalara çok yakın seyretmesine rağmen, yılların deneyimi ile dalgaların üzerinden uçarak gidiyordu. Zaman zaman yüksek dalgaların tepesinden öyle sert bir düşüş oluyordu ki, yüreğim ağzıma geliyordu. Ama Kostas’ın ne yaptığını bildiği belliydi.

Bir süre sonra Mavi Mağara’nın girişine geldik. O sırada etrafta bizden başka tekne yoktu. Aklıma, Capri’deki Mavi Mağara’nın (Grotta Azzurra) girişi geldi. Mağaranın içine girebilecek küçük sandallara binmek için, sezon dışı olduğu halde, bir saat beklemiştik. Üstelik, sandalcıların birbirleriyle bağrışmaları ve gürültü patırtı da cabası…

Kostas önce, su çok çırpıntılı olduğu için içeri girmenin imkansız olduğunu söyledi. Giriş, Capri’de olduğu gibi, çok ince ve yatay bir delikti. Bir de, sadece üç kişi olduğumuz için, tekne yeteri kadar suya batmıyordu. Az sonra, içinde beş, altı kişi olan bir tekne geldi. Kostas, arkadaşı ile konuştu. Sonunda biz de o tekneye geçip, Capri’de yaptığımız gibi, hep birlikte teknenin içine yattık. Göz açıp kapayıncaya kadar mağaradaydık.

Meis’deki Mavi Mağara

Kastellorizo’daki  Mavi Mağara’nın, Capri’dekinden geri kalır yanının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta ondan çok daha büyük. İçerideki renk de bana çok daha mavi geldi ama, bunda havanın çok daha güneşli olmasının da etkisi var. Bir sonbahar gününde gittiğimiz Capri’de o gün hava bulutluydu. Mağaranın içinde suyun mavi görünmesi için, ufacık bir yarıktan giriyor olsa da, güneş ışığının kuvvetli olması gerekiyor. Her neyse… Kastellorizoluların Mavi Mağara ile övünmeleri için benim gözlemlerime ihtiyaçları yok. Onlar, 22 Mayıs 1929 tarihinde, eşi Kraliçe Maria Elena ve üç kızı ile birlikte adayı ziyaret eden İtalya Kralı III. Vittorio Emmanuele’nin bile, buradaki Mavi Mağara’nın Capri’dekinden çok daha güzel olduğunu belirttiğini sık sık söylüyorlar.

İtalya Kralı III. Vittorio Emmanuele’nin 22 Mayıs 1929
tarihindeki Meis ziyareti

Mağaradan dönüşte Kostas bizi St. George (Aya Yorgi) Adası’na bıraktı. Akşamüzeri saat 6’da gelip alacağını söyledi. Bu küçük ada, Meis’in denize girmek için en gözde yeri. Kayalık olan adada küçük bir kilise de var. Kayaların üzerine yapılmış güneşlenme terasları ve restoranı ile, gün boyu vakit geçirebileceğiniz, turkuaz renkli denizde gönlünüzce yüzebileceğiniz bir yer. Adanın yakınına, Kaş’tan günübirlik yabancı turist getiren tekneler de geliyor.

Meis’den tekne ile gidilen St. George adası denize girmek için
çok güzel bir yer

St. George Adası’nın plajını ve restoranını küçük bir ekip işletiyordu. Bir gün önce bizi Türkçe konuşarak karşılayan ve isminin Hurigül olduğunu söyleyen genç kadın da onlardan biriydi. Hem Türkçe hem Yunanca konuşarak, her tarafa yetişiyordu. Öğlen restoranda, Yunan birası eşliğinde, güzel bir yemek yedik. Kalamar, cacıki (Yunan usulü, bizimkinden epeyce koyu cacık), nohut kroket ve salata.

St. george adasındaki restoranda yemekler lezzetli, fiyatlar makul
Uzaktan Kaş’ı görerek turkuaz sularda yüzmek harika idi…

Meis’in merkezinden gün boyu buraya yolcu taşıyan tekneler, akşam üzeri söz verdikleri saatte gelip sizi geri götürüyorlar. Bu konuda çok disiplinliler. Gidiş dönüş ücretinizi dönüşte toplu olarak veriyorsunuz. Şezlongda yattığım yerden bu trafiği ve motorcuların müşterilerle şakalaşmalarını izlemek çok eğlenceli idi. Teknelerin biriyle gelen şişmanca bir Avusturalyalı hanım geliş ücretini sorup ödemek isteyince motorcu gülerek,

– Parayı şimdi öderseniz, sizi almaya gelmem, dedi…

St. George adasında ufak bir kilise de var

İkinci akşam, yemeği kordondaki Lazarakis’de yedik. Birçok kaynakta burası, Meis’in en iyi restoranı olarak geçiyor. 1947’den beri faaliyette imiş. Biz de yediklerimizden çok memnun kaldık. Ama en büyük sürpriz, öğlen St. George Adası’ndaki restoranda bize bakan güler yüzlü ve sempatik genç garsonun burada da karşımıza çıkması oldu. Akşamüzeri, işini bitirdikten sonra, oradan ayrıldığını görmüştük. Orada bütün gün çalıştıktan sonra, akşam da burada çalışıyordu. O da bizi görünce sevindi. Koşup, geldi. Masamıza otururken ona,

– Hayat zor, dedim.

Gülümseyerek,

– Bazen, dedi.

Gece boyunca, servis için masamıza her uğradığında bir şeyler konuştuk. Şakalaştık. Yemeğin sonunda, iki tane sade “Yunan Kahvesi” ısmarladık. Kahveleri hemen getirince,

– Ooo, ekspres servis, dedim.

Güldü ve,

– Tabii ki, çünkü Arçelik Telve ile yapıyoruz. Çok kolay. Kahveyi ve şekeri koyup, sadece düğmeye basıyorsun, dedi.

Arkeoloji Müzesi, Kalenin ayakta kalmış ufak
bir bölümünde bulunuyor
Mezar stelinden torso (M.Ö. 400-350). 1993 yılında
bir kaldırım taşının altında bulunmuş
Roma İmparatorluğu dönemine ait mermer bir lahitten
erkek büstü ve bir küpid

Son günümüzde, daha önce sözünü ettiğim, restore edilmiş camideki müzenin dışında, Arkeoloji Müzesi’ni de gezdik. Bir ara (merdivenleri takip etmediğimiz için) kaybolduk ve neredeyse aramaktan vaz geçiyorduk. Hava inanılmaz sıcaktı. O sırada, iki tane Yunanlı hanım ortaya çıktı. Onlar da müzeyi arıyorlardı. Sonunda, bir ümit onların peşine takılarak, biz de müzeye vardık. Neredeyse tamamen yıkılmış Kalenin bir zamanlar parçası olan binada, eserler ve açıklamalarla adanın geçirdiği tarihsel dönemler kronolojik olarak sergilenmişti. Bunların arasında, Meis’in koylarından birinde batmış bir gemiden çıkarılmış, Bizans dönemine ait tabaklar ve süs eşyaları ile Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden getirilmiş 17. yüzyıldan kalma duvar resimleri ilginçti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ağır hasar gören
Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden kalan duvar resimleri

Meis’de geçirdiğimiz iki buçuk gün süresince hem masmavi denizinde yüzdük hem de, sıcak havanın izin verdiği ölçüde, gezilecek yerlerini görmeye çalıştık. Antik dönemden kalan Paleokastro Akropolü, Osmanlılardan kalma Türk hamamı kalıntıları ve yaya olarak epeyce tırmanmayı gerektiren birkaç manastırı ise göremedik. Beslenmemeleri konusunda sık sık ve Türkçe dahil olmak üzere, çeşitli dillerde uyarılar gördüğümüz Caretta Caretta’lara da rastlayamadık yüzerken. (Onları, daha sonra gittiğimiz Dalyan’da epeyce görme fırsatımız oldu). Ama, göremediklerimizden çok daha önemli ve bizim için değerli anılarla ayrıldık.

Agios Konstantinos kai Eleni
(Aziz Konstantin ve Azize Eleni) Kilisesi (1835).
Kilisenin içindeki sütunlar Patara’daki Apollo
tapınağından getirilmişler

Benim için, gittiğim yeri özel kılan oradaki insanlar. Bir çift söz, bir bakış, bir gülümseme… Ömrümüzün kısacık bir anında olsa da, birbirimizin yüreğine değdiğimiz insanlar… Yoksa, özellikle aynı coğrafyalarda geziyorsanız, tarih de, tarihi eserler de üç aşağı beş yukarı aynı. İstila edenler de, kalıcı olanlar da… O nedenle, benim gönlümde yer eden yerler daha çok insani bir bağ kurabildiğim yerler. Gördüğümüz içten misafirperverlik ve dostane yaklaşım nedeniyle Meis/Kastellorizo da benim için o özel yerlerden biri artık…

Agios Georgios tou Horafiou Kilisesi (19.yy)
Kiliseyi yaptıran zengin Santrape ailesi nedeniyle
Agios Georgios Santrape olarak da anılıyor
Aslında hiç bir zaman tam olarak tamamlanmamış kilisede
restorasyon yapılıyor

Otelin lobisinde bekliyorduk. Bir baktım Kostas, koyun karşı kıyısından teknesi ile bize doğru geliyor. Önceki gün bozulan teknesinin pervanesini yaptırmış olmasına biz de onun kadar sevindik. Yaşamlarımızın kesişen kısacık kesitinde biz de onunla birlikte, ekmek teknesinin arızalanmasına üzülmüş, sonra Rodos’tan ısmarladığı parçanın gemi ile o gün öğlen geldiğini duyunca, onunla birlikte sevinmiştik.

Limanda, Meis Express’in tam yanına yanaştı ve yukarı,

– Suat Kaptan, diye bağırdı.

Bir iki saniye içinde Suat Kaptan belirdi. Valizlerle birlikte karaya çıkmamıza yardımcı oldu. Sonra, Kostas ile vedalaştık. Kısa ama, içten ve dostça…

O, tekrar motorunu çalıştırıp uzaklaşırken, kulaklarımda son cümlesi kaldı.

– Bizi unutmayın buralarda…

Agios Georgios tou Pigadiou Kilisesi

————————————————–

Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.


Orda Bir Ada Var… O Ada, Bozcaada…

Ne güzel yazmış Haluk Şahin Bozcaada Kitabı’nda… “Herkesin Bozcaada’sı farklıdır. Herkes bakma becerisine ve beynindeki gözün donatımına göre daha fazla ya da daha az şeyler görür bu küçük adanın taşında, toprağında, otunda, kuşunda…”, demiş. Aynı şey, her yer için geçerli değil midir? Herkesin kendine göre bir Roma’sı, Paris’i, Londra’sı, New York’u, Barselona’sı ve benim için en önemlisi, kendine ait bir İstanbul’u vardır. İşte o nedenledir ki, birinin sevdiği yerden diğeri nefret eder. Biri büyülenmişçesine aynı şehre ya da ülkeye tekrar tekrar gider, ötekisi ise bir daha dönmemek üzere, hatta kaçarcasına ayrılır. Kimi gittiği şehrin tarihi yerlerini, müzelerini görmek ister; kimi sokaklarda, bar, kafe ve restoranlarda, parklarda vakit geçirmeyi sever. Benim gibi hepsini yapmak isteyenler, hele zaman da kısıtlıysa, yorgunluktan helak olurlar…

Haluk Şahin’in kitabı, benim de yararlandığım kaynaklardan biri oldu.

Bozcaada, özellikle son birkaç yıldan beri, methini sıkça duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Ancak, bir yanım gitmek isterken, diğer yanım hep bu gidiş hayalini bir sonraki seneye erteledi. Sanırım, gidişin zor olacağını düşündüğüm için oldu bu. Belki üşenmekten, belki de uzun yıllar önce adaya çok zor koşullarda gidildiğini bildiğim ve hala öyle olduğunu düşündüğüm için. Tam bilemiyorum. Oysa bu arada, otuz yıl önce 8-9 saatte anca gidilen Bozcaada çok daha kolay erişilebilir olmuş. Çevremdeki insanların kısa süreler için bile ve eskiye göre çok daha sık Bozcaada’ya gittiklerini fark etmem, bizim de gitmemiz konusunda itici güç oldu benim için. Böylece, bu sene yaz tatiline birkaç gün Bozcaada’da kalarak başlamaya karar verdik.

Coğrafya ve tarih derslerinde mutlaka okumuş olmalıyız ama, benim Bozcaada’yı ilk olarak bilinçli bir şekilde zihnime yazmam sanırım otuz-otuz beş sene önce oldu. O zaman bir arkadaşım, Bozcaada’da çok ucuz fiyata eski bir Rum evi ve üzüm bağı aldıklarını söylemişti. Şaşırmıştık. Ankara’da idik o sıralar ama arkadaşımız, çalışmak için Ankara’ya gelen, nadir İstanbullulardandı. Bozcaada’ya o nedenle daha aşina olmalıydı. Bizim için ise, Bozcaada dünyanın bir ucunda gibiydi.

Eski Rum Mahallesi olan Cumhuriyet Mahallesi geceleri daha canlı.

Sonra, 1990’lı yıllarda, Haluk Şahin köşe yazılarında Bozcaada’dan çokça söz etmeye başladı. Kitabında da anlattığı gibi, kendisi ailesi ile birlikte, yazması istenen bir yazı için 1988 yılında ilk olarak Bozcaada’ya gitmiş ve “ilk bakışta aşık olmuştu”. Burada, 1991 yılında eski bir Rum evi satın almış ve gönülden adalı olmanın yanında, gerçek bir Bozcaadalı olmuştu. Haluk Şahin, o zamanki Truva kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Manfred Korfmann ve akademisyen, yazar ve şair Cevat Çapan’ın ortak gayretleri ile  başlatılan “Homeros Okuma” günlerinden 2002 yılında haberdar olduk. Kulağa oldukça çılgın gelen ve 4 Ağustos 2019 günü 18.si düzenlenen bu etkinlikte gün doğumuna karşı, farklı dillerde, Homeros okunuyor. Önceleri iki gün olarak düzenlenen etkinlik, daha sonra bir güne indirilmiş.

Bozcaada, ya da mitoloji ve tarihteki adıyla Tenedos, tarihi çok eskilere giden bir ada. 1959, 1968 ve 1990 yılında Çanakkale Müzesi tarafından burada yapılan kazılarda M.Ö. 3000 yılına ait mezarlar bulunmuş. Ancak, kazılar sürdürülmediği için o döneme ait daha fazla bulgu elde edilememiş. Eminim, ilerde daha fazla kaynak ile yapılacak kazılardan prehistorik döneme ait önemli kalıntılar bulunacaktır. Öte yandan, aynı nekropolde bulunan M.Ö. VII, VI ve IV. yüzyıllara ait mezarlar buranın prehistorik çağlardan beri çeşitli milletler tarafından istila edildiğini ve savaşlara sahne olduğunu ortaya koymaya yetmiş. Mezarlığın Rumlar ve Osmanlılar zamanında da kullanılmaya devam edilmesi, çok fazla tahrip olmasını önlemiş. Günümüzde, burada bulunan mezar taşlarının bir kısmı Bozcaada Kalesi’nde sergileniyorlar.

Bozcaada’da yapılan kazılarda çıkarılan eserler halen Çanakkale’nin Tevfikiye köyü sınırlarında bulunan Troia Müzesi‘nde sergilenmektedir.

Tenedos ismini, Kolonai Kralı Kyknos’un oğlu Tenes’den almış. Efsaneye göre, Tenes ve kız kardeşi Hemithea’nın anneleri Procelia ölünce, babaları Filonome ile evlenmiş. Üvey anne Filonome Tenes’e aşık olmuş ama onu baştan çıkaramamış. Buna çok sinirlenen Filonome, Kral Kyknos’a Tenes’in kendisini baştan çıkarmaya çalıştığını (hatta bazı kaynaklara göre tecavüz ettiğini) söylemiş. Şahit olarak da, Eumolpos isimli bir flütçüyü göstermiş. Çok sinirlenen Kral, iki kardeşi bir sandığa koydurup denize attırmış. Sandık bir süre sonra, dalgalar ile Leukofris Adası’na sürüklenmiş. Tenes ve kardeşi karaya çıkmışlar. Ada halkı bir zaman sonra Tenes’i kral yapmış ve Leukofris adını, Tenes’in adası anlamında, Tenedos olarak değiştirmiş.

Rum Mahallesi’nde dolaşırken insanın içini zaman zaman bir hüzün kaplıyor…

Kral Kyknos bir süre sonra gerçeği öğrenince, flütçüyü taşlatarak öldürtmüş. Karısını da diri diri gömdürmüş ve oğlunu bulmak için denize açılmış. Babasının barışmak için Tenedos’a geldiğini ve limana gemilerini demirlettiğini gören Tenes, baltası ile giderek gemilerin halatlarını kesmiş ve babasını adaya kabul etmemiş. Bu efsaneden Yunancaya “Tenes baltası” deyimi kalmış. Bu deyim, herhangi birisi ile ilişkisini sürdürmek istemeyenler için, “ilişkiyi Tenes’in baltası ile kesti” şeklinde kullanılmaktaymış.

Günümüzde, bilim adamları Bozcaada’nın İlk Çağ’daki halkının Yunan değil, tıpkı Troya’da olduğu gibi, Anadolu kökenli olduklarını düşünüyorlar. Troya için bu tezi kanıtları ile birlikte ortaya koyan kişi, 1988-2005 yılları arasında burada kazı heyeti başkanlığı yapan, Prof. Dr. Manfred Korfmann olmuş. Korfmann, Hitit dili uzmanlarının yardımı ile, çeşitli belgelere dayanarak Troya’nın Luvice çivi yazısı ile yazılmış metinlerde geçen Wilusa kenti olduğunu kanıtlamış. Korfmann’ın tezine göre kentte Luvice konuşuluyor ve Hititlere özgü dinsel törenlerle Hitit gelenekleri sürdürülüyormuş.

Troya için verdiği emek ve katkılarından dolayı 2003 yılında Türk vatandaşlığı verilen Prof. Korfmann bu tarihten sonra, kendisine Osman Hoca diye hitap eden Çanakkale köylülerine atfen, resmi olarak Manfred Osman Korfmann adını kullanmaya başlamış. Kendisi, 2005 yılında kanserden ölene kadar Troya ve Çanakkale için çalışmış.

Siesta zamanı…

Tenedos (ve daha sonra Bozcaada), konumu nedeniyle, tarih boyunca Çanakkale Boğazı’nı geçip Marmara Denizi’ne ulaşmak isteyen herkes için çok önemli olmuş. 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında düşman kuvvetler tarafından nasıl stratejik açıdan elzem görülüp işgal edildiyse, M.Ö. XII. yüzyılda yaşanan Troya Savaşı’nda da aynı nedenle Akhalılar tarafından ele geçirilmiş. O dönemde Tenedos adası Troya’nın bir uydu kenti imiş. Aralarındaki bu bağ, Homeros’un İlyada destanında da bir anlamda ifade edilmiş.

Eskiden Türk Mahallesi olarak bilinen Alaybey Mahallesi’nden bir sokak.

Troya Savaşı’nda,  Akhalılar Tenedos’u almak için Akhilleus önderliğinde gemilerle adaya yanaştıkları zaman, Tenes onları taşlayarak, açıkça Troya’dan yana olduğunu belli etmiş. Buna karşılık Akhilleus hem Kral Tenes’i öldürmüş hem de bütün ada halkını kılıçtan geçirtmiş. Efsaneye göre, Tenes’i öldürmesi Akhilleus’un genç yaşta öleceğinin işareti olmuş çünkü, annesi Thetis onu bu konuda uyarmış. Ona, eğer Tenes’i öldürürse, Troyalıların tarafını tutan tanrı Apollon’un da onu öldüreceğini söylemiş. Zira, bu büyük savaşta tanrılar da taraf tutmuşlar…

Alaybey Mahallesi’nde de turizm açısından bir
canlanma olduğu hissediliyor.

Yine söylenceye göre, Akhilleus’un Tenes’i öldürdüğü yerde daha sonra bir Apollon Tapınağı yapılmış. Tapınak ile ilgili iki tane önemli yasak varmış. Bunlardan ilki, tapınağa flütçülerin girmesinin yasak olmasıymış. Belli ki bu, Tenes’in üvey annesi Filonome’nin attığı iftiraya şahitlik yapan flütçüye bir gönderme. İkinci yasak ise, tapınak alanında Akhilleus’un adının kesinlikle ağza alınmaması imiş. Ben, Bozcada’da bu tapınakla ilgili bir buluntu bilgisine rastlamadım. Kim bilir, belki de toprak altından çıkarılmayı bekleyen arkeolojik eserler arasındadır.

Belirtildiğine göre, pek çok Antik Çağ eserinde Tenedos ismine rastlamak mümkünmüş. Bunların arasında en çok bilineni, hiç şüphesiz, Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları. Tarihçi Herodot (İ.Ö. 490- 425), Coğrafyacı Strabon (İ.Ö. 63-14) ve felsefenin köşe taşlarından Aristoteles (İ.Ö. 384-322) de çeşitli eserlerinde Tenedos’dan söz etmişler. Bir de büyük Latin şair Vergilius (İ.Ö. 70-19) var Tenedos’tan söz eden. Vergilius, başyapıtı sayılan Aeneid’te, Troya kentinin Yunanlılar tarafından yağmalanıp, yakılıp yıkılmasından sağ salim kurtulan Troyalı Aeneas’ın öyküsünü anlatmış. Aeneas, bin bir zorluk ve uzun bir serüvenden sonra İtalya’ya ulaşmış ve Roma kentini kurmuş. Yani bu efsaneye göre, Roma’nın kökeni Troya’dan, dolayısı ile, Anadolu’dan gelmektedir. Eserde Aeneas, Kartaca Kraliçesi Dido’ya Troya’nın sonunun nasıl geldiğini anlatır. 10 yıllık kuşatmaya rağmen Troya’yı ele geçiremeyen Akhalılar çareyi hilede bulmuşlardır:

Anakaranın tam karşısında bir ada görünür

Dillere destan Tenedos Adası’dır bu

Priamos’un krallığının iyi günlerinde

rahatça yaşardı zengin insanları

ama şimdi in cin top oynuyor

doğru dürüst çapa bile tutmuyor limanı

Yunanlılar buraya gelip saklandılar işte

biz hazır pupa yelken rüzgar bulmuşken

çekip Mykenai’ye gittiler sandık onları…

Oysa gitmemişlerdir Akhalılar… Tahta atı ve öykünün sonunu hepimiz biliriz… Onlar, Bozcaada’nın arka tarafında (günümüzün Ayazma Plajı’nın olduğu yerde) saklanmışlar, elli adamıyla tahta atın içine gizlenmiş olan Ulysses’den (Odysseia) gelecek işareti beklemektedirler…

Akhalılar, günümüzde Ayazma Plajı’nın olduğu koyda, Odysseia ve adamlarından gelecek işareti beklediler…

Troya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan birkaç yüzyıl sonra Tenedos’a, Midilli’den gelen ve Anadolu’da İzmir-Çanakkale arasında da koloniler kurmuş olan, Aeoller yerleşmiş. Dört ana Yunan kabilesinden biri olan Aeollere bazı kaynaklarda Aiol ya da Eolisliler de denmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda Tenedos, Pers saldırılarından korunmak için Atinalıların hükümranlığı altına girmiş. Buna rağmen M.Ö. V. yüzyılda Perslerin işgalinden kurtulamamışlar. Bir ara Büyük İskender adayı aldıysa da, sonra tekrar Pers işgaline uğramış. Herodot’un anlatısına göre, Pers askerleri el ele tutuşarak canlı bir zincir oluşturmuşlar ve bu şekilde ilerlerken önlerine çıkan tüm ada canlılarını öldürmüşler. Tenedos, M.Ö. 168 yılında Romalıların hakimiyetine girmiş. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma’nın bir parçası olmuş. 1203’ten sonra Tenedos Ceneviz, Venedik ve Bizanslılar arasında egemenlik mücadelesine sahne olmuş. Ada birkaç kere Venedikliler ve Cenevizliler arasında el değiştirmiş. Sonunda, iki taraf arasında yapılan bir anlaşma ile, 1382 yılında tamamen boşaltılmış. Yaklaşık 4000 kişi olduğu söylenen sivil halkın tamamı Girit ve Eğriboz (Euboia) adalarına yollanmış. XV. yüzyılda Tenedos tekrar Venediklilerin olmuş. Bizanslılarla yapılan bir dizi anlaşma sonucu adada huzur sağlanmış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1478-1479 yıllarında yeniden yaptırdığı
Bozcaada Kalesi.

Osmanlıların Tenedos’a ayak basmaları, Konstantinopolis’in fethinden sonra, 1455 yılında olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in buraya gelip gelmediği kesin olarak bilinmemekle beraber, kendisinin 1461 yılında Troya’yı ziyaret ettikten sonra, Midilli ve Bozcaada’ya da uğradığı tahmin ediliyor. Fatih Sultan Mehmet’i çok iyi tanıyan İmroz adalı (Gökçeada) tarihçi Kritovulos’un anlattığına göre, Fatih Eski Troya harabelerini denizden ve karadan dikkatle inceledikten sonra, İlyada destanından kahramanlıklarını bildiği Akhilleus ve diğer savaşçıların mezarlarını sormuş ve onlardan övgü ile söz etmiş. (Fatih’in okuduğu bu Yunanca İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı kütüphanesindedir). Sonra başını iki yana sallayarak, “Tanrı şunca yıldır bu kentin ve halkının intikamını alma hakkını bana bahşetti. Onların (Troyalıların) düşmanlarına baş eğdirdim, kentlerini yağmaladım, ganimet olarak dağıttım. Burayı zamanında yerle bir edenler kimlerdi ? Yunanlılar, Makedonyalılar, Tesalyalılar, Pelasgoslar değil mi? İşte onların torunları, Asyalılara o gün ve ondan sonra çok kez reva gördükleri kötülüklerin cezasını çekiyorlar.

1478-1479 yıllarında Fatih, Tenedos’un yıkık dökük kalesini yeniden yaptırınca artık Türkler için ada, Bozcaada olmuş. Ancak, bundan sonra da Bozcaada birkaç kez daha Venediklilerin eline geçmiş. Ta ki, 1697 yılında Osmanlılar Venediklileri Bozcaada Deniz Savaşı’nda kesin olarak yenilgiye uğratana kadar. 1807’de Bozcaada bu kez Rusların işgaline uğramış. Yakılıp yıkılan kalesini daha sonra Sultan II. Mahmut 1815 yılında yeniden yaptırmış. 1912 yılında, Balkan Savaşı sırasında ada, Yunanistan’ın eline geçmiş. 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adayı geri almış. Bu arada, Çanakkale Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar tarafından askeri üs olarak kullanılmış. Bunun için, adanın Habbele denen bölgesinde, bugün tam olarak neresi olduğu bilinmeyen, bir askeri havaalanı yapılmış.

Bozcaada’nın mavi gözlü kargalarından biri yakınıma konduğu
için şanslıydım.

Bozcaada’ya gitmenin birkaç değişik yolu var. Biz, Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot ile gitmeyi tercih ettik. Oradan, Bozcaada feribotuna bineceğimiz Geyikli’ye gitmemiz araba ile üç saatten az sürdü. Yol da çok keyifli idi. Her yer yeşillik. Çam ve zeytin ağaçlarının, ekilmiş, verimli tarlaların arasından geçiyorsunuz. Yol kalitesi gayet güzel. Her iki feribota da önceden bilet aldığımız için kuyrukta bekleme sorunu olmadı. Sanırım insanlar çoğunlukla bizim gibi yapıyor ama, yine de, iki yerde de bilet kuyruklarında bekleyen tahminimden çok araba vardı.

Adanın arka tarafı yeşillik. Orman ve üzüm bağları ile kaplı.

Feribot Geyikli’den hareket edince heyecanlandım. Anadolu tarafından bakınca ada gerçekten boz ve kıraç görünüyor. Ama bu sizi yanıltmasın. Bizim de sonradan göreceğimiz gibi, adanın diğer tarafı orman ve üzüm bağları ile kaplı. Bağcılık ve şarapçılık burada Antik Çağlara kadar uzanıyor. M.Ö. 420’li yıllara ait sikkelerde görülen üzüm salkımları burada bir Dionysos kültünün varlığına kanıt olarak gösteriliyor. Adanın yerli Rum halkı tarafından yüzyıllarca sürdürülen gelenek, günümüzde de çeşitli zorluklara karşın devam ettiriliyor. Bu gezide, üzüm çeşitleri arasında özellikle Çavuş Üzümü’nün aslen Bozcaada’nın bir üzüm çeşidi olduğunu öğrendim. İlk akşam içtiğimiz, Çavuş Üzümü’nden yapılmış Corvus marka şarabı da değişik ve içimi güzel buldum. Kendilerine çıkarılan tüm zorluklara rağmen, Bozcaada’da üretim yapan birkaç şarap işletmesi var. Bunlar Corvus, Amadeus, Ataol, Gülerada, Talay ve Yunatçılar. Corvus, Talay ve Amadeus yaz ayları boyunca fabrikalarında tur ve tadım olanağı sunuyorlar. Kısıtlı zaman nedeniyle biz bu deneyimi bir dahaki sefere bırakmak zorunda kaldık. Ancak, adada kaldığımız süre boyunca yerel şarapları içmeye özen gösterdik.

Bozcaada’da feribottan iner inmez kendinizi yaşamın
içinde buluyorsunuz.

Türkiye’nin, Gökçeada ve Marmara adalarından sonra üçüncü büyük adası olan Bozcaada’ya feribot ile geçmemiz 35 dakika sürdü. Yakınlığı nedeniyle anakaradan rahatlıkla görülen adaya yaklaşırken Bozcaada Kalesi’nin görüntüsü çok etkileyici. Limanda bütün görkemi ile yükselirken, insanlara adeta buranın sadece yeme içme ve eğlence yeri değil, çok eski çağlardan beri var olan, çok görmüş geçirmiş bir yer olduğunu anlatmak istiyor. 

Çınaraltı Kahvesi’nde sakızlı muhallebi yiyip bir kahve içmeden ayrılmamalı insan Bozcaada’dan.

Bozcaada’da feribotun yanaştığı liman, adanın ana yerleşim yerinde. Yani feribottan iner inmez kendinizi ana caddenin ucunda ve hayatın içinde buluyorsunuz. Zaten Bozcaada, Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olarak geçiyor. Adanın diğer taraflarında, bazı lojmanları ve başarısız bir site inşaatı denemesini saymazsanız, evler dağınık konumdalar.

Kaikias Otel ve kahvaltı servisi yapılan çardakaltı. Kaikias mitolojide, kuzeydoğu rüzgarı tanrısının adı imiş.

Bozcaada merkezine araba ile giriş yaz aylarında Kaymakamlık tarafından yasaklanmış. Bunu sağlamak için de her yere kapanlar yerleştirilmiş. Merkezde kalacaksanız, otelinizin konumuna göre, arabanızı otoparka bırakıp bavullarınızla yürümeniz gerekebiliyor. Bizim kaldığımız Kaikias Otel yer olarak mükemmel bir noktada idi. Feribottan indikten sonra araba ile önüne kadar gelebiliyor ve  arabanızı neredeyse pencerenizin önüne park edebiliyorsunuz. Adanın diğer yerlerine araba ile gidip gelmek için, hemen otelin yakınından “Çevreyolu”na  çıkabiliyorsunuz. Dönüşte de, yine şehir merkezine girişi engellemek için yapılan bariyerlerin başında duran görevlilere Kaikias Otel’de kaldığınızı söylerseniz, size çevreyolunu kullanarak nasıl gideceğinizi tarif ediyorlar.

Otelin girişinde Pandelera ailesine ait mobilyalar, eşyalar ve belgeler sergileniyor.

Bozcaada’ya gitmeden, güvendiğim birkaç kişiye kalacak otel ismi sormuştum. Önerdikleri farklı otellerin arasında hepsinin Kaikias’ı belirtmeleri orayı seçmemizde etken oldu. Adada, farklı fiyatlara, kalacak birçok sevimli yer var. Bütçeniz ve zevkinize uygun mutlaka bir yer bulabilirsiniz. Otellerin dışında, pansiyonlar da mevcut.

Kaikias, kalenin arkasındaki konumuyla her yere yakın. Ayrıca, adanın çeşitli plajlarına giden dolmuşların kalktığı yer de fazla uzakta değil. Otelin sahibi olan mimar çift, uzun yıllar adadaki bağ evlerini yeniden tasarlayıp onararak sonradan Bozcaadalı olanlara hizmet vermişler. 2001 yılında Kaikias’ı açmışlar. Otel, sırtınızı denize verdiğiniz zaman ana caddenin sağ tarafında yer alan Rum mahallesinde bulunuyor. Bu taraftaki Rum tarzı taş evlere karşılık, caddenin sol tarafındaki Türk mahallesinde cumbalı evler var. Eskiden iki mahalleyi birbirinden ayıran bir dere varken, daha sonra üstü kapatılmış ve günümüzdeki Çınar Çarşı Caddesi haline getirilmiş.

Bir zamanlar Türk ve Rum Mahallelerinin arasından geçen dere (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Kaikias Otel, iki ev ve bunlardan birine ait kayıkhanenin düzenlenmesi ile meydana gelmiş. Evlerden biri, adanın yerleşik Rum ailelerinden Pavli Pandelera’ya aitmiş. Biz de bu kısımda kaldık. Aileden kalan mobilyalar, eşyalar ve belgeler binanın girişindeki camekanlarda ve duvarlarda özenle sergileniyorlar. Diğer ev ve kayıkhane, halen 1945’te göç ettiği  Avusturalya’da yaşayan, İstirati Dali’ye aitmiş. Kendisi bu evde doğmuş ve büyümüş. Bir ara, Rum mahallesinin muhtarlığını da yapmış. Restorasyon sırasında, merdivenlerin, tavanların ve dolapların korunmasına özen gösterilmiş.

Pandelera ailesine ait bir nüfus kayıt örneği ve elektrik faturası.

Otele vardığımızda saat üç buçuk civarıydı. Odamıza yerleşip hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktık ve bize önerildiği gibi, Rum mahallesinin sokaklarında gezinmeye başladık. Dış cephelerine boyanmış çeşit çeşit resimlerle daha da şirin hale gelmiş binaların olduğu sokaklarda dükkanlar, kafeler ve restoranlar vardı. Sakin öğle saatlerinden sonra, her yer akşam için yapılan hazırlıklarla canlanmaya başlamıştı. Bozcaada’nın, herhangi bir yere benzeme gayreti içinde olmadan, kendine özgü olması, etrafta sakil plastik sandalye ve benzerinin olmaması çok hoşuma gitti.

Ara sokaklarda gezinirken, akşam yemeği yemeyi düşündüğümüz Sandal çıktı birden karşımıza. Burayı da önerenler çok olmuştu. Garsonun önerisine uyarak akşam için yer ayırttık. İyi ki de ayırtmışız. Saat yedi buçuktan itibaren tüm restoranlar dolmaya başladı. Gerek Sandal’da gerekse diğer akşamlar yemek yediğimiz Cabalı ve Ayazma Restoran’da her şey çok taze ve lezzetli idi. Alışılmışın dışındaki mezeler arasında Sandal’daki zerdeçallı domates ve patlıcan mezesi, Cabalı’daki Ege Karma dedikleri kurutulmuş domatesli meze, kılıç pastırma, sirkede pişirilmiş sardalye, beğendi üstünde levrek aklımda kalan nefis tatlar.

Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi de bu ilk gezinti sırasında birden karşımıza çıktı. Gelmeden hakkında okuduğum bu müzeyi görmeyi çok istiyordum. Çocuk gibi sevindim. Sizi bilmiyorum ama, ben ilk olarak gittiğim herhangi bir yerin gelmişini geçmişini biraz öğrenmek isterim. Bilmediğim bir yerde sadece deniz, kum ve akşam eğlencesi beni doyurmaz. Bozcaada Müzesi bu anlamda, ister şöyle hızlıca bir gezin ister bizim yaptığımız gibi biraz daha detaylı inceleyin, adanın 20. yüzyılın  başından beri görüp geçirdiklerini belgeleri ile sunuyor. Müzenin koleksiyonu, 1961 İstanbul Fener doğumlu Hakan Gürüney’e ait. Yirmi yılı aşkın bir zamandan beri topladığı gravür, fotoğraf, obje, eşya ve belgelerle Bozcaada’ya kültür ve tarih açısından gerçekten çok takdir edilecek bir katkıda bulunmuş. Kendisi, 1992 yılında, tutkulu bir şekilde yaptığı deniz kabuğu koleksiyonu için aradığı nadir rastlanan bir kabuğu bulmak amacıyla geldiği Bozcaada’da, buranın yerlisinden daha fazla adalı olmuş diyebilirim.

Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi’nin binası, 19. yüzyılın son çeyreğinde Dimosten Tulmidis tarafından yaptırılmış, orijinal halinde bir tarafı iki, diğer tarafı üç katlı bir evmiş.
Günümüzde binanın sadece bodrum ve zemin
katları ayakta.

Bozcaada Müze binası, 2006 yılında zamanın kaymakamı tarafından Hakan Gürüney’in koleksiyonu için tahsis edilmiş, 130 yıllık bir Rum evi. 1874 yangınından sonra, Dimosten Tulmidis tarafından yaptırıldığı belirtilen yapı, ailenin 1950 yılında Avusturalya’ya göç etmesinden sonra harabeye dönmüş. Oysa, bir zamanlar Bozcaada’nın en görkemli ve yüksek yapısıymış. Bina, önceleri iki kat daha yüksek ve önü sütunlu iken, yukardan düşen taşların yarattığı tehlike nedeniyle daha sonra üst katları yıkılmış. Şu anda gezilen yerler evin  bodrum ve zemin katları oluyor. Çeşitli odalarda hem evin sahiplerinin kişisel tarihlerini hem de 45 ayrı konu başlığı altında toplanmış 6000’den fazla fotoğraf, belge ve objeyi görüyorsunuz. Sizi çok kibar bir şekilde karşılayan Hakan bey, istediğiniz zaman detaylı bilgi de veriyor. Müzede sergilenenler arasında, 1900 yılında çekilmiş Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı, 1909 yılından kalma fotoğraflar, 1915 Çanakkale Savaşı sırasında burayı üs olarak kullanan Fransız ve İngiliz askerlerinin ailelerine yolladıkları kartpostallar, ayrıca bu askerlerin geride bıraktıkları çeşitli eşyalar ve bir de Ara Güler’in 1955 yılında Bozcaada’da çektiği ve Hakan Gürüney’e hediye ettiği 25 fotoğraf var.

1900 yılında çekilmiş, Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
İngiliz Birliklerin adaya çıkartması (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Kale içinde Yunanlı askerler (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Görevli Fransız subayını 8 kilometre uzaklıktaki havaalanına götürecek olan otomobil ile makinist Laissier ve şoför Bongat (1915).
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Müzede, 1998-2009 yılları arasında, yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli müzayede ve sahaflardan toplanmış veya hediye edilmiş değerli belgelerin ve fotoğrafların dışında, adadaki Rum halkın geride bıraktığı eşyalar da çeşitli konu başlıkları altında, faklı odalarda sergileniyor. Artık sayıları iyice azalmış olan Rumların geçmişlerinin korunması ve Bozcaada’nın belleğinin canlı tutulması açısından bu, bence çok önemli bir çaba. Bozcaada’da Rumlar ve Türkler, 1455 yılındaki fetihten sonra, 500 yıl birlikte yaşamışlar. Çeşitli zamanlarda, Rum ve Türk nüfus fazlalık açısından birbirinin önüne geçmiş. Örneğin, bazı kaynaklara göre XVI. yüzyılda adada 242 Hristiyan (Rum) ve 55 Müslüman aile varken, 1745’te 300 Müslüman ve 250 Rum aile bulunmaktaymış. 1831 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus sayımına göre 439 Müslüman ve 793 Hristiyan (Rum) kaydedilmiş. Adanın 1912-1923 yılları arasında olan Yunan işgali sırasında Rum nüfusunda bir fazlalaşma, Türk nüfusunda azalma görülürken, toplam nüfus 5000’e çıkmış. Lozan’dan sonra ada nüfusu toplam 2000-2500 arası olmuş. Yaz aylarında 10.000’e kadar çıkabilen nüfus, kış aylarında yine 2500 civarında olarak belirtiliyor.

Müzede, Bozcaadalı Rumlardan kalan eşyalar kullanılarak, hem o dönemin değişik meslekleri tanıtılmış hem de bu mesleklerden
kimi insanlar anılmış.

Türkiye’nin Rum vatandaşları açısından en tedirgin edici dönemler olan 6-7 Eylül 1955 ve 1974 Kıbrıs Harekatları sırasında Bozcaada’da hiçbir olumsuzluk yaşanmamış. Buna karşın, 1950’lerin ortasından itibaren, ve özellikle 1960’larda, adanın Rum nüfusu göç etmeye başlamış. Bir kısmı İngiltere, Fransa ve Amerika’ya, bir kısmı da o dönemde göçmen alımını özellikle artıran Avusturalya’ya gitmişler. 1994 sonbaharında yapılan sayıma göre, adada 20-25 dolayında Rum saptanmış. Bozcaada Belediyesi’nin web sitesine göre ise, günümüzde adada sadece 3 tane Rum kalmış.

Bağcılık ve şarapçılıkla ilgili gereçler.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Panayot Sarı’nın (Taki) Şaraphanesi.
Ara Güler’in 1955 yılında çektiği Bozcaada fotoğraflarından.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Bozcaada Müzesi’ni gezerken Rumca konuşan bir grup geldi. Hakan bey ile sarılıp kucaklaştılar. Ona getirdikleri hediyeleri verdiler. Bunlar, Bozcaada’dan dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş adalı Rumlar ve çocuklarıydı. Hakan bey, onların iki gün sonra kutlanacak olan Aya Paraskevi günü için geldiklerini söyledi. “Her sene gelir, buraları ağlayarak gezer, anılarını ya da büyüklerini yad ederler” dedi. Günümüzde Avusturalya, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yaşıyor olsalar da, her sene 26 Temmuz’da Bozcaada’ya geliyorlarmış. Biz de sonraki günlerde şehir içinde dolaşırken ve Türk Mahallesinin meydanındaki Eski Kahve’de otururken çok sayıda eski Bozcaadalı Rum ile karşılaştık. Yürüteç ile masaların arasından geçmeye çalışan bir hanımın, yol vermek için ayağa kalkan eşime önce Rumca, sonra Türkçe teşekkür etmesi çok dokunaklı idi…

Biz müzeden ayrılırken Hakan Bey eski Bozcaadalı Rum
dostlarını ağırlıyordu.

26 Temmuz günü tüm Yunanistan ve adalarında kutlanan Aya Paraskevi için farklı anlatımlar ve efsaneler olduğunu fark ettim. Bozcaada Rumlarının kutlama yapmak üzere ziyaret ettikleri Aya Paraskevi Manastırı ile ilgili hikayenin bile birkaç versiyonu var. Bunlardan birine göre Paraskevi, M.S. 138-161 yılları arasında Bozcaada’da yaşamış genç ve güzel bir kızmış. Günümüzde Göztepe olarak bilinen adanın en yüksek tepesindeki Ayyulas Manastırı’ndan genç bir rahibe aşık olmuş. Genç rahip de ona aşıkmış ama, kızın babası birlikte olmalarına izin vermemiş. Kızını, bugün Aya Paraskevi Manastırı’nın bulunduğu yerde sıkı bir göz hapsine almış. Aşıklar hiçbir zaman kavuşamamışlar. Paraskevi genç yaşta aşk acısı nedeniyle ölmüş. Günümüzdeki manastır binası 1700’lü yıllarda yapılmış. Yalnız, manastır kelimesi sizi yanıltmasın. Burası, tek katlı küçük bir şapel aslında. Kavuşamayan aşıkların anısına bir de dilek pınarı var.

Halk arasında Ayazma Manastırı olarak da anılan Aya Paraskevi Manastırı 1700’lü yıllarda yapılmış.
Her yıl, Aya Paraskevi Günü ya da Ayazma Panayırı olarak bilinen, 26 Temmuz günü sabah erkenden yapılan ayinden sonra, Ayazma Restoran’da gün boyu eğlence oluyor.

26 Temmuz Aya Paraskevi  Günü sabahında, manastırda bir ayin yapılıyormuş. Türkiye’nin diğer yerlerinden ve Gökçeada’dan da katılanların olduğu ayinin ardından, manastırın yanında, sekiz çınar ağacının altındaki Ayazma Restoran’da gün boyu eğleniliyormuş. Bazı yıllar Yunanistan’dan gelen dans ekiplerinin de katıldığı bu eğlencede yenilip içiliyor ve dans ediliyormuş. Biz, akşam yemeği için gittiğimizde eğlenceler sona ermiş ve kalabalık dağılmıştı. Ama, hem Yunanca hem de Türkçe şarkılar söyleyen müzisyen ikilinin eşliğinde harika bir gece geçirdik. Restoranı, adalı bir Rum aile işletiyor. Hoş bir esintide, uzaktan aşağıdaki Ayazma Plajı’nın seyrederek yemek yemek çok keyifli oldu. Hele gece olup, uzaktaki gemilerin ışıkları yanınca, kendimizi ortamın büyüsüne bıraktık…

O gece, bu parça ile sevgili babamı da andım.
Manos Hadjidakis’in Pire Çocukları isimli eserini çok severdi…

Bozcaada Kalesi, gezmek için herkese önereceğim bir yer. Tarihe meraklı olmasanız bile, en azından çok güzel fotoğraflar çekebileceğiniz, şehrin topoğrafyasını tam olarak anlayabileceğiniz ve masmavi denizi doya doya seyredebileceğiniz bir nokta burası. Buradan Anadolu topraklarına ve Troya’ya bakmak da çok heyecan verici. Haluk Şahin’in dediği gibi, “Troya’nın yanışı en iyi Bozcaada’dan seyredilmiş olmalıydı”.

Adanın kuzeydoğu burnunda bulunan Bozcaada Kalesi’ni ilk olarak kimlerin yaptırdığı kesin olarak bilinmiyor. Yalnız burada, çeşitli dönemlerde Bizanslıların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin kullandığı bir kale hep olmuş. Çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, adanın 1455 yılında alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478-1479 yıllarında yeniden inşa ettirilmiş. İçine, bir Osmanlı kalesinin olmazsa olmazı olan bir cami yaptırılmış. Bu cami daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından yenilenmiş ama, şu anda sadece temelleri var. Daha önce belirttiğim gibi, Bozcaada Osmanlıların ilk fethinden sonra birkaç kere Venediklilerin eline geçmiş. 1697 yılında Venediklilerden kesin olarak geri alınınca, 18. yüzyıl boyunca çeşitli defalar onarılmış. Osmanlı dönemindeki en büyük onarım, II. Mahmut zamanında, 1815 yılında, yapılmış. Cumhuriyet döneminde, 1965-1970 arasında ve en son 1996 yılında onarım görmüş.

Kalenin çevresindeki bir zamanlar su dolu olan hendek ve asma köprülü giriş kapısı.

Kalenin kara tarafında, bir zamanlar su doldurulduğu anlaşılan bir hendek var. Yaklaşık 10 metre genişliği ve 250 metre uzunluğu olduğu söylenen bu hendeğin üzerinde bir asma köprü varmış. Günümüzde giriş bu kapıdan yapılıyor. Deniz ve mendirek tarafındaki diğer iki kapı kullanılmıyor. İç ve dış kale olmak üzere iki ana bölümü olan kalenin dış kısmında, iki cephanelik, bir kuyu, iki tabya, tören ve eğitim alanları, kamacı atölyelerinin temelleri ve eskiden kale içinde yaşayanların evlerinin olduğu bir alan var. İç kale iki bölümden oluşuyor. Birinci kısımda revir, cami, minare, zindan ve kışla kalıntıları bulunuyor. Asıl iç kale olarak tabir edilen ikinci kısımda ise, sekiz burç, ortada bir levazım deposu, cephanelik ve sarnıç kalıntıları görülüyor.

Bozcada’da bir de, bizim gitmediğimiz, Yeni kale var. Bozcaada Kalesi’nin arka tarafındaki, değirmenlerin olduğu, tepede olduğu söyleniyor. Kaynaklarda buranın aslında, halk arasında Yeni Kale denmesine karşın, bir tabya olduğu belirtiliyor. II. Mahmut’un padişahlık döneminde, 1827 yılında Bozcaada Muhafızı Hafız Ali Paşa tarafından yaptırılan tabyadan günümüze sadece kalıntılar kalmış.

Halk arasında Yeni Kale dense de, aslında bir tabya olduğu belirtilen yapının kalıntıları, değirmenlerin olduğu tepede bulunuyor.

Halen Bozcaada’nın ibadete açık tek Rum Ortodoks kilisesi olan Meryem Ana ya da diğer ismiyle, Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi’ne de gittik. Ancak, kapalı olduğu için içini göremedik. Sanırım, içini görmek için Pazar sabahı ayinine gitmek gerek. Adada çok az cemaat kaldığını düşününce, kapalı tutulması normal. Yakın zamana kadar fotoğraflarında bir çan kulesi olduğu görülse de, şu anda çan kulesi yok. Etraftaki esnaftan öğrendiğimize göre, 1980’lerde yıkılma tehlikesi olduğu için kısmen sökülüp metal kafes içine alınan kule, sonradan yeniden yapılmak üzere tamamen yıkılmış. Giriş kapısında 1869 yılı yazan kilisenin yerinde Venedikliler zamanında da bir kilise olduğu söyleniyor. Bir zamanlar her yerden görünen çan kulesi 1895 yılında yapılmış. Orijinal halinde kule, 23,8 metre imiş. Dilerim, bir zamanlar Rum mahallesinin simgesi olan bu kule yakın zamanda, aslına uygun bir şekilde, yeniden yapılır.

Bozcaada Rum Ortodoks Meryem Ana ya da Kimisis Teodoku Kilisesi’nin günümüzdeki hali.
Kilisenin günümüzde olmayan çan kulesinin
1915’teki görünümü.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi
Kimisis Teodoku Kilisesi’nin içi.
Ara Güler’in 1955 yılında çektiği Bozcaada fotoğraflarından.
Hakan Gürüney Koleksiyonu, Bozcaada Müzesi

Bozcaada’da iki tane de tarihi cami var. Her iki cami de Alaybey, yani Türk Mahallesinde. Köprülü Mehmet Paşa Camii, 1655 yılında, daha önce burada olan ve Venedikliler tarafından yıktırılan, Mıhçı Cami’nin yerine, Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı, sade bir cami. Zaman içinde olan tahribatlar nedeniyle birkaç kere onarım görmüş. Minaresi de 1965 yılında tamamen yeniden yapılmış. Halk arasında bu camiye Yalı Camii de deniyor.

Köprülü Mehmet Paşa Camii (1655)

Alaybey Camii, Bozcaada’nın Türk tarafındaki büyük ana meydana bakıyor. Burası, gördüğüm kadarı ile, çay bahçesi ve çocuk parkıyla birlikte, yerli halkın zaman geçirdiği asıl yer. Bu tarafta, Rum Mahallesi’ne göre daha az kafe, restoran ve otel var. Sokaklar daha sakin.

Alaybey Camii

Caminin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor ama, 1700’lü yıllarda inşa edildiği tahmin ediliyor. İsminin, o zamanlar Kale kumandanı olan Miralay (albay) Ahmet Ağa’dan geldiği ve kendisinin, daha önce burada olup harabeye dönen Ali Ağa Camii’ni yeniden yaptırdığı düşünülüyor. Ana binası kırmızı, minaresi beyaz kesme taştan yapılma bu cami de diğeri gibi oldukça sade. Ancak, Alaybey Camii’nin haziresi biraz zaman harcamaya değer.

Cami avlusundaki 14 mezardan biri Osmanlı sadrazamlarından Halil Hamit Paşa’ya (1736-1785) ait. I. Abdülhamit döneminde sadrazamlık yapan Halil Hamit Paşa, eski Devlet Bakanı Kemal Derviş’in de altıncı kuşaktan büyükbabası oluyor. Halil Hamit Paşa, 2 yıl 3 ay yaptığı sadrazamlık sırasında Osmanlı devletini ekonomik olarak canlandırmak ve israfı kısmak için bir dizi reform yapmış. Fransızlarla teknik anlaşmalar yaparak, Fransız eğitmen ve mühendislerinin Türk donanmasına, topçu ve istihkam subaylarına ders vermesini sağlamış. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan Mühendishane-i Hümayunu yeniden yapılandırmış. Burada da Fransız hocaların astronomi, matematik, gemicilik gibi konularda ders vermesini sağlamış. Tüm bu modernleşme çabalarının yanında, Ruslarla da daha uyumlu bir dış politikadan yana olmuş. Oysa bu sırada, devlet içinde bir grup, Kırım’ı geri almak amacıyla, Ruslara karşı savaş açılmasından yanaymış. Sonunda, Padişahın kız kardeşinin de içinde olduğu bir komplo ile I. Abdülhamit,  Halil Hamit Paşa’nın kendisini tahttan indirip III. Selim’i tahta çıkaracak bir grubun üyesi olduğuna inandırılmış. Paşa sadrazamlıktan azledilip Bozcaada’ya sürgüne gönderilmiş. Burada, bir hafta sonra kellesi uçurularak idam edilmiş. Vücudu, Bozcaada Alabey Cami’nin avlusundaki hazireye defnedilirken, kellesi bal tulumuna konarak İstanbul’a gönderilmiş. O da, ibreti alem olarak bir süre teşhir edildikten sonra, Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanına gömülmüş. İki yıl sonra girilen Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1787-1792) sonu ise, Halil Hamit Paşa’nın öngördüğü gibi, Osmanlı için hüsran olmuş…

Eski Devlet Bakanı Kemal Derviş’in altıncı kuşaktan büyükbabası Sadrazam Halil Hamit Paşa (1736-1785).
Sadrazam Halil Hamit Paşa’nın Alaybey Camii’nin haziresinde bulunan mezarı. Başı vurularak idam edilen Halil Hamit Paşa’nın başı, İstanbul’daki Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.

Bozcaada’da sadece tarihi yer gezmedik elbet. Adanın mavi, hatta turkuaz denizinde doyasıya yüzdük de. Bozcaada’nın denize girmek açısından en iyi özelliği, rüzgar durumuna göre, adada daima uygun bir plaj olması. Poyraz esince, adanın arka tarafındaki Ayazma, Sulubahçe, Habbele ve Akvaryum koylarının sakin sularında yüzebiliyorsunuz. Ancak, Bozcaada’nın deniz suyunun, sıcak deniz sevenlere göre olmadığını söylemek zorundayım. İnsanı ürpertiyor. Denizin en sıcak olduğu ayların Eylül ve Ekim olduğu söyleniyor.

Alaybey Camii’ni gezdikten sonra meydandaki Eski Kahve’de oturup bir fincan kahve ve gelincik şurubu ya da koruk şerbeti ile dinlenmek
çok güzel oluyor.

Biz, bir günümüzü Ayazma plajında geçirdik. Burada, ücret karşılığında şezlong ve şemsiyelerden yararlanabiliyorsunuz. Sosyal medyada çok sayıda fotoğrafı paylaşılan Akvaryum Koyu’nda ise, o tür bir hizmet yok. Deniz çok güzel görünmekle beraber, koşullar ilkel. Hatta sahile inen yol arabalar için oldukça tehlikeli. Umarım, kısa zamanda hem yol hem de plaj hizmeti açısından gelişme olur.

Gelincik Şurubunu ve Koruk Şerbetini severseniz, çarşı içindeki Veli Dede dükkanından şişelenmiş olarak satın alabilirsiniz. Adaya özgü bir başka ürün de, Santorini’de tattıklarımı aratmayan, domates reçeli. Tüm ürünleri internetten sipariş etmeniz de mümkün.

Denize girmek için, şehir içinde, Bozcaada Kalesi’nin önü de çok güzel bir nokta. Doğrusu, kaleyi gezmeye gitmeseydik biz bu seçeneğin farkında olmayacaktık. Yukardan aşağı bakarken gördüğümüz denize giren insanlar sayesinde, daha sonra mendirek tarafına gitmeyi akıl ettik. Buraya yan yana sıralanmış kafelerin şezlonglarından ve masalarından gün boyu yararlanabiliyor, masmavi ve tertemiz denizde yüzebiliyorsunuz. Biz çok keyif aldık. Üstelik otele de çok yakın.

Akvaryum Koyu’na giderken kendi şemsiye ve şezlongunuzu götürmeniz gerekiyor. Biz gittiğimizde, koyda bir yüzen market vardı.
Ayana Koyu
Akvaryum Koyu’nun hemen yanındaki bu koyun ismi kimilerine göre, Aya Ana’dan (Aziz Ana) geliyor. Ama Haluk Şahin, bu adın belki de yanan Troya’dan kaçıp İtalya’ya giden ve Roma’yı kuran Aeneas’dan gelmiş olabileceğini düşünüyor…

Bozcaada’dan, tekrar gelmek üzere ayrıldık. Kim bilir, belki bir sonraki sefer bağ bozumu zamanı gelir, adanın bağcılık ve şarapçılık yönünü daha fazla görme, öğrenme ve yaşama olanağı buluruz.

Adanın en batı ucundaki Polente Deniz Feneri 1861 yılında yapılmış. Ancak günümüzde, elektrik üreten 17 tane dev rüzgar gülünün sahasında olduğu, için yakınına gidilemiyor. Yine de burası, gün batımını izlemek için adanın çok popüler bir yeri.

Aslında Bozcaada, 2019 yılı yaz tatilimizde gittiğimiz tek ada olmayacak. Siz bu satırları okurken ben, büyük olasılıkla, yine bir adaya gitmenin hazırlıklarını yapıyor olacağım. Bir sonraki yazımda, bir başka adada buluşmak üzere, hoşça kalın…

Orestia’dan Edirne’ye… (2)

Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık. Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.

Edirne II. Bayezid Külliyesi
Kaynak: Trakya Üniversitesi Sağlık Müzesi Arşivi

II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II. Bayezid’in emri ile, 1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi), tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.

Sultan II. Bayezid

II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken eserler arasında bence.

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer, müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.

II. Bayezid Külliyesi şifahane bölümü

Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün.  Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.

Sırtta Sil’a (Yağ Uru, Lipom) ameliyatı
Doğumlar, usta-çırak eğitimiyle yetişen ebeler tarafından yaptırılırmış. Ebeler aynı zamanda kadın hekimler olarak, genital bölgedeki basurların, siğillerin, kızıl sivilcelerin, çıbanların, apselerin çıkarılması, kapalı vajina ameliyatları ve anne karnında ölen ceninin çıkarılmasından da sorumluymuşlar. Taş çıkarma ameliyatı (litotomi) yapacak kadın hekim bulunamaması halinde kadın hastalara erkek hekimler müdahale ederlermiş.

Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da, sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici uygulamalar.

Edirne II. Bayezid Külliyesi’nde akıl hastalarına uygulanan müzik, su ve el işleri ile tedavi şekilleri XV. yüzyılda Avrupa’da görülmeyen yöntemler.

Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil, tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki, belli makamlar  belli hastalıklar için kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.

Şifahanenin ana kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin ve şadırvanın arkasındaki sahnede müzisyenlerin haftanın belli günlerinde çaldıkları müziğin hastalar üzerinde çok olumlu etkisi olduğu düşünülürmüş.

Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr. Ratip Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun ağılı olarak kullanılmış.

Başta gül olmak üzere, bahçede yetiştirilen çiçeklerden elde edilen yağlar, koku ile tedavilerde kullanılırmış.
Evliya Çelebi’nin anlatımına göre, şifahanenin bahçesinde çok sayıda egzotik hayvan da besleniyormuş.

1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak, külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II. Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir diye düşündüm.

Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda, aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.

Türkler Avrupalılardan çok önce Çiçek Hastalığı aşısını biliyorlarmış. Kafkasya’da kız çocuklarına güzellikleri bozulmasın diye yapılan bu aşılama yöntemini Selçuklular Ön Asya’ya getirmişler. Osmanlılar da başarı ile uygulamışlar. İlk önceleri, incir yaprağı kullanılarak yapılan aşı için Osmanlılar özel kalemler üretmişler. Fildişi kalemin ucu ile çizilen deriye kalemin içindeki aşı sürülürmüş.
Osmanlılar Çiçek aşısını kullanırken, Avrupa’da bu hastalık büyük bir sorunmuş. Binlerce insan ölüyormuş. 1716-1718 yılları arasında İstanbul’da görev yapan İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Montagu Osmanlıların bu konuda başarılı olduklarını görünce, aşıyı beş yaşındaki kendi oğluna yaptırmış. İngiltere’ye döndükten sonra da kendisini “Türk Çiçek Aşısı”nı İngiltere’de yaygınlaştırmaya adamış. Önce Royal Society doktorlarının önünde dört yaşındaki kızını aşılatmış. Daha sonra aşı, 20 Ağustos 1721 tarihinde, Newgate hapishanesinde ölüme mahkum altı kişiye uygulanmış. Mahkumlara bir şey olmayınca, Kraliyet ailesi mensupları, asiller, politikacılar ve zenginler çocuklarını aşılatmaya başlamışlar. 1722 yılında iki İngiltere Prensine aşı yapldıktan sonra “Türk Çiçek Aşısı” bütün Avrupa’da yaygınlaşmış. 1796 yılında Edward Jenner sığırlarda görülen çiçek hastalığından bir aşı üretene kadar Avrupa’da tek yöntem olarak kullanılmış.

Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.

II: Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi
Derslik
Medresede uygulamalı verilen dersler

II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55 metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş. Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği anlaşılıyor.

Beyin kesiti (optik kiasma gösteriliyor)
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Anne karnında cenin
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Üriner sistem (solda) ve kadın genital sistemi
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından

Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.

Bayezid Camii, avlusu, mihrabı ve Hünkar mahfili

Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.

Paleontolojik dönem buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
Hocaçeşme Höyüğü buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri, ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve tarım aletleri bulunuyor.

Enez Nekropolü’nde bulunmuş pişmiş topraktan Afrodit heykelcikleri
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
“Diofanes’in kızı Julya, 40 yıl yaşamış olan kocası Diogenetos ile oğluna bu mezar taşını yaptırdı. Anısı hoş olsun, hoşçakal ey koca!” (M.S.1-2. yy)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.

Ejderhayı öldüren Aya Yorgi (Aziz George)
(Bizans dönemi)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak, araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.

İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü ev

Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra, 1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş. Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948 yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961 yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.

İlhan Koman’ın ölene kadar yaşadığı ve eserlerini yaptığı teknesi Hulda
Kaynak: Turksail.com 13/4/2011
İlhan Koman Hulda’da
Kaynak: Hurriyet.com.tr

İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da Vinci adını takmışlar.

Google arama motorunun İlhan Koman anısına, sanatçının 98. doğumgünü için, 17/6/2019 günü kullandığı doodle

İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi bulunuyor.  Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.

Trakya Üniversitesi Karaağaç Tren İstasyonu Yerleşkesi’nde İlhan Koman izleri…
İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi ve İlhan Koman Atölyesi

Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya- Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.

Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek, bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, Naim Avigdor Güleryüz’ün Tarihte Yolculuk- Edirne Yahudileri  kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.

Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.

Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre, bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian, Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya, zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.

Edirne Büyük Sinagogu’nun restorasyondan önceki hali
Kaynak: arkitera.com

Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim  Yahudileri de bulunmakta imiş. Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide, Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler. Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.

Büyük Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş
Kaynak: arkitera.com

Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz, Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.

Büyük Sinagog’da restorasyon çalışmaları 2010 yılında başlamış ve 2015 yılında tamamlanmış
Fotoğraf: arkitera.com

Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX. yüzyılın başında Edirne’deki sinagog  sayısı  yaklaşık 15’e ulaşmış. Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.

Büyük Sinagog restorasyondan sonra

2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş. 1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte 1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…

Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri, sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta, burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere, çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin sonuna doğru  ibadethanenin kapıları kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)

Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş.  Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle,  iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler için bir mekan olma niteliğinde.

Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu, Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.

Muradiye Camii bahçesine girişteki çeşme de bir zamanlar burada bulunan külliyenin bir parçası olarak yapılmış
Sultan II. Murat tarafından yaptırılan Muradiye Camii (1436)

Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii, başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.

Caminin giriş cephesindeki yazılar Eski Camiyi anımsatıyor

İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi), Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı şeklinde mezar taşı bulunuyor.

Muradiye Camii’nin haziresinde, sol tarafta görünen gibi, Mevlevi külahı şeklinde birçok mezar taşı var
Muradiye Camii’nden Selimiye manzarası

Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.

Muradiye Camii’nin 15. yy. çinileri ile kaplı muhteşem mihrabı

Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış. 1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere bakarken içim acıdı.

Define avcıları tarafından tahrip edilen çiniler ve kalem işleri. Beyaz renkli boşlukların orijinal çinileri bir araya getirilemeyecek kadar parçalanmış oldukları için yerlerine yerleştirilememiş
Restore edilmeye çalışılmış çiniler

Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.

Orestia’dan Edirne’ye… (1)

Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.

Selimiye Camii
Mimar Sinan’ın, kendi ifadesi ile, ustalık eseri. Yapımı 1569-1575

Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler. Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç gelmişti.

Eski Cami (1403-1414)

Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik. Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak, çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447)

Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi paylaştığım, her iki  şehri de görmüş birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu. Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı, broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir tek, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni çok mutlu etti.

İlginç binaları ile Saraçlar Caddesi

Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.

Tarihi Karakol
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile Meriç Nehri’nin batısında kalan topraklar Yunanistan’a bırakılmıştı. Tarihi Karakol bu dönemde bir sınır karakolu olarak inşa edildi. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile sınır güneye çekilince, bina bu işlevini yitirdi. Günümüzde kafe olarak kullanılan bina, Meriç Köprüsü’nü geçince sol tarafta.
Hacı Adil Bey Çeşmesi (1904)
Meriç Köprüsü ile Karaağaç yolunun birleştiği noktada bulunan bu çeşme, dönemin Edirne valisi Hacı Adil Bey tarafından yaptırılmış.

Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.

Karaağaç Tren İstasyonu
Yapımına 1914 yılında başlanan bina Mimar Kemaleddin Beyin eseri. Birinci Dünya savaşı sırasında inşaata ara verilmiş. Kurtuluş Savaşı sonrasında demiryolunun devamının Yunanistan topraklarında kalması nedeniyle işlevini yitirmiş. 1998 yılından beri Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta.
Bu tren artık hiç bir yere gitmiyor…

Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita, şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş olması beni çok sevindirdi.

Karaağaç Lozan Anıtı (1998)
Karaağaç, Meriç Nehri’nin batısında olmasına rağmen, Lozan Antlaşması ile savaş tazminatı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne verildi.

Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler. Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200 metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. Istıranca Dağları’nda bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400 yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler, herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.

Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki iki Menhir
Dolmen

Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.

Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.

Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.

Hadrian Kulesi
Kulenin dibindeki sur kalıntıları ve Nekropol (mezarlık)

Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.

Hadrian Kulesi’nin saat kulesine dönüştürülmüş hali. Üst katlar 1953’te yıktırılmış.
Kaynak: “Osmanlı’nın Ustalık Eseri Edirne ve Gezi Rehberi”, Talha Uğurluel, s. 191

Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.

Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca, öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için, ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı 1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1 Nisan 1430 tarihinde doğduğu ev

Sultan II. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise, Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.

Sarayiçi bölgesindeki Yeni Saray’da süren çalışmalar. Ön kısımda mutfaklar, arkada Mimar Sinan’ın eseri olan Adalet Kulesi görünüyor.

İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III. Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş. Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmamış.

Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574 yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış. Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız, maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri, hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza çıkıyor.

Selimiye Camii

Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik. Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu. Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.

Sitti Şah Sultan Camii (1482)

Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı. Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.

Kare planlı caminin içi son derece sade

Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun, Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da, tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın, babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana daha bir fazla dokunuyor.

Sitti Sultan’ın mezarı

Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…

Eski Cami (1402-1414)

Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.

Duvarlardaki yazılar Eski Cami’ye çok değişik bir ambiyans veriyor

Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…”  “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.

Hacı Bayram-ı Veli’nin kürsüsü
Minberin yan duvarlarındaki taş oymacılığı dikkat çekici
Ahşap müezzin mahfili

Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.

Kubbe ve tavan detayları

Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş. Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz. Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005 tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.

Kabe’den getirildiği söylenen taş

Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447), avlusu ve avlu çevresindeki revakdan ayrıntılar

Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.

Camiye adını veren üç şerefeli minarenin önünde melekleri sembolize ettiği söylenen somaki yeşil mermer sütunlardan ikisi
II. Mustafa tarafından yaptırılan burmalı minare ve üç yeşil mermer sütundan biri

Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için, müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet, burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.

Mihrap ve iki yanındaki yeşil mermerden denge terazileri. Temelde bir kayma veya binanın dengesinde bir bozulma olduğu takdirde bu taşlar dönmüyorlar.
Çoğu eski camide kandillerin arasına yerleştirilen devekuşu yumurtaları burada da var. Devekuşu yumurtaları, dekoratif olmalarının yanı sıra, fare ve haşeratın yuva yapmasını ve örümcek ağı oluşumunu engellemek için kullanılırmış.

Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22 kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi,  denge terazileri genelde mihrabın iki yanında yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma  ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.

Caminin ceviz ağacından pencere ve kapı kanatları çok güzel

Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı bir restorasyondan geçmiş.

Mimar Sinan tarafından yapılan Ali Paşa Çarşısı’nın (1569) İğneciler Kapısı

Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı. Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de, yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım. Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin hemen dışında.

Ali Paşa Çarşısı’nın içi

Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün  17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.

Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık. Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla yiyemedim.

Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi. Koca Sinan’ın, “ustalık eserim” dediği eserine…

Selimiye (1569-1575)

Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.

Selimiye’nin arka tarafında bulunan Edirne Eski Saray Hamamı

Selimiye Camii, zamanında  I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır hale gelmiş.

Selimiye’nin Ayasofya ile rekabet konusu olan kubbesi

Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak.  Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış.  Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.

Selimiye’nin küçük soğan kubbeleri ve minareleri

Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85 metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.

Selimiye külliyesine giriş kapılarından biri ve kapıdaki zincirler
Balkan Savaşı (1912) sırasında Bulgar top atışları ile Selimiye Camii’ne verilen hasarlardan biri

Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor. Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre, zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya yönlendiriliyorlarmış.

Revaklı avlunun sütun başlarında Akdeniz mimarisinin çok farklı tarzlarının etkisi görülüyor. Lotus çiçekli ve mukarnaslı sütun başlıkları buna örnek.
Caminin ana kapısının tavanındaki ünlü baykuş motifi.
Süleymaniye Camii’nin kapısının tavanında da benzer bir baykuş bulunuyor. Kimi sanat tarihçileri bunun bir raslantı olduğunu savunsalar da, ben Mimar Sinan’ın bu bilgelik sembolünü bilerek buraya yaptığını düşünüyorum.

Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini hatırlatıyor.

Cami içindeki muhteşem 16.yy. İznik Çinileri
Selimiye Camii’nde, çini, kalem işi ve ünlü ters lale de dahil olmak üzere, 101 çeşit lale motifi olduğu söyleniyor

Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar, 16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var. Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878 yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler. Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar tarafından acımasızca sökülmüşler.

Ahşap müezzin mahfilinin üstündeki kalem işleri
Müezzin mahfilinin ayaklarından birisi caminin payeleriyle aynı formda yapılmış

Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel. Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha sonra onarılmış.

Müezzin mahfilinin altındaki tavanda bulunan çarkıfelek
Müezzin mahfilinin altındaki şadırvan
Ve ünlü ters lale…

Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince, tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise, küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması. Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.  Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş.  Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.

Mihrap ve minber

Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Selimiye Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran, birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III. Murat tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut Ağa’ya yaptırılmış.

Selimiye Camii’nin avlusundaki Selimiye Medresesi’nde bulunan Türk İslam Eserleri Müzesi 1925 yılında Atatürk’ün emriyle açılmış. Burası aynı zamanda, Edirne’nin ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Salvador Dali’nin Dünyasına Yolculuk

Kürelerin Galatea’sı, Dali (1952), Teatre-Museu Dali

İtiraf edeyim… Ben, Salvador Dali’ye çok büyük bir hayranlık duymazdım…

Benim kuşağımın şansı, aralarında Picasso, Dali, Miro gibi ressamlar, Sartre ve Aragon gibi edebiyatçılar bulunan birçok ünlünün yaşadığı döneme yetişmiş olmamız.  O nedenle, bu kişiler hakkında gazetelerde çıkan güncel haberler, zaman zaman söyleşiler oldukça olağandı bizim için. Örneğin lise yıllarımdan, Dali ile ilgili çıkan pek çok haber ve resim hatırlıyorum. Zamanın siyah beyaz baskılı gazetelerinde, kağıdı delecekmiş gibi deli deli bakan ve kocaman açılmış gözleri ile, eksantrik bir habere eşlik eden fotoğraflarını çok net hatırlıyorum. O sıralar tam olarak anlayamadığım Teatre-Museu Dali’nin (Tiyatro-Müze Dali) açılışı, daha sonra taparcasına sevdiği eşi Gala için satın aldığı şato, Gala’nın izniyle yaşadığı o zamanların tuhaf şarkıcısı Amanda Lear ile olan enteresan ilişkisi… 

Sanırım, eserlerinin renkli fotoğraflarını ilk olarak görmem daha sonralarıydı. Üniversite yıllarımda, bir arkadaş Dali’ye ait bir sanat kitabı getirmişti okula. Akan saatler, arılar, böcekler, üst gövdesi çekmecelerle dolu Venüs’ler gibi daha pek çok şeylerle dolu bu resimler bana çok tuhaf gelmişti. Epeyce de ürkütücü… 

Sonra, dünyanın çeşitli yerlerindeki sanat müzelerinde gördüğüm tek tük Dali tabloları oldu. Bir de tabii, Eylül 2008-Şubat 2009 tarihleri arasında, İstanbul Sabancı Müzesi’ndeki Dali Sergisi var. Yine benim için anlaşılmaz bir takım semboller ve keskin bir ticari zeka ile, aynı zamanda hediyelik eşyalara dönüştürülmüş objeler. Ben de çoğu insan gibi Dali’nin, sanatını paraya çevirmek konusunda epeyce hünerli olduğunu düşünmüştüm. Sonradan, bu giderek sanattan ticarete kayışın büyük ölçüde, başta eşi Gala olmak üzere, çevresinde onun sırtından geçinen bir dizi sekreter ve yardımcılarının yol açtığı  bir şey olduğunu öğrendim.

Atomik Leda (1949)-Teatre-Museu Dali
Atomik Leda (1949), Teatre-Museu Dali

Bir sanatçı olarak Salvador Dali’ye karşı duyduğum ilgi ve merak hep bu şekilde, mesafeli oldu. Ama, Mayıs ayında Barselona’ya gittiğimiz zaman, bu ünlü Katalan ressamın müzesine gitmezsek ayıp olur diye düşündüm. Gitmeden önce yaptığım ön araştırma sırasında, Barselona’da bir Dali müzesini boşu boşuna arayıp durdum. Yoktu… Tüm dünyanın yere göğe koyamadığı Dali’nin, Katalonya’nın baş şehri Barselona’da en ufak bir müzesi yoktu. Bir anlam veremediğim bu durumun sebebini daha sonra öğrenecektik. Öyle anlaşılıyordu ki, Dali’yi daha yakından tanımak için, Barselona’nın 150 kilometre kadar kuzeyinde, Pirene Dağları’nın eteklerinde ve Fransa’ya 25 kilometre kadar mesafede olan Figueres’e gitmek gerekecekti. Dali’nin “dünyanın en büyük sürrealist nesnesi” olarak tanımlayıp tasarladığı Tiyatro-Müze Dali, aynı zamanda sanatçının doğduğu şehir olan Figueres’deydi. Dali ile ilgili çevredeki diğer yerler, Pubol’de Gala için satın aldığı Casa Museu Castell Gala Dali ve Portlligat’taki evi ve stüdyosu idi. Barselona’dan günübirlik gitmeyi planladığımız için, bir seçim yapmak gerekiyordu. Üstelik, tüm bu yerlerin bağlı olduğu Girona kenti de gitmeye değecek bir yer gibi gözüküyordu. Son yıllarda insanların akın akın Girona’ya gitmesinin nedeni Game of Thrones dizisinin büyük bir kısmının burada çekilmesi olsa da, şehrin esas özelliği, buranın tarihsel olarak Yahudiler için önemli bir Orta Çağ kenti olmasından kaynaklanıyor. 

Epeyce vakit harcadıktan sonra, bir günde belirttiğim yerlerin hepsine gidemeyeceğimizi anladım. Zor bir seçimdi açıkçası. Sonunda, seçimimi Figueres ve Pubol şatosundan yana yaptım. Biraz serin ama güzel bir Mayıs sabahı, rehberimizle birlikte yola koyulduk. Akşam döndüğümüzde, Salvador Dali ile ilgili farklı bir perspektife sahiptim. Zekası ve yaratıcılığı ile delilik ve dahilik arasında gidip gelen bu sanatçının, korkuları, fobileri, iktidarsızlığı ve acıları nedeniyle insanın içini burkan ve üzen bir yanı olduğunu düşünüyorum artık.

Barselona’dan döndükten sonra, bloğumda gezimizle ilgili beş tane yazı yazdım. Figueres ve Pubol’e yaptığımız geziyi ise, bir türlü yazamadım. Araya yaz girdi. Başka yazılar girdi. Erteleyip durdum… Ta ki… 17 Ekim 2018 günü, o büyük bir mütevazilikle kendisine foto muhabiri dese de, benim için büyük bir sanatçı olan Ara Güler’in vefatını öğrenene kadar… Venedik’te iken aldığım bu üzücü haber üzerine, bu yazıyı yazmaya kesin olarak karar verdim. 

Bundan on yıl kadar önce, yurtdışına götürmek üzere bir hediye ararken, Ara Güler’in “Yeryüzünde Yedi İz” isimli kitabına rastlamıştım. Kitapta Ara Güler’in yedi tane dünyaca ünlü kişi ile yaptığı foto-röportajlar vardı. Büyük usta, hem aralarında Salvador Dali’nin de olduğu bu kişilerin inanılmaz etkileyici fotoğraflarını çekmiş hem de bu çekimleri nasıl bir süreçte çektiğini kaleme almıştı. Dali’nin dışındakiler, Bertrand Russell, Tennessee Williams, Louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall ve Pablo Picasso idi. Yapı Kredi Yayınları’ndan, büyük boy ve sert kapaklı olarak çıkmış kitabın bir de üstelik İngilizce baskısı da vardı. Doğrusu, harika bir hediye olmuştu.

Ara Güler’in 1971 Yılında Paris’teki Meurice Hotel’in 101 Numaralı Süitinde Çektiği Dali Fotoğraflarından Biri-Yeryüzünde Yedi İz, s.151

Ara Güler’in vefat ettiğini medyadan öğrenince, aklıma ilk olarak bu kitap ve kitaptaki Dali bölümü geldi. Kitaptan kendim için de alıp almadığımdan emin değildim. O zamandan beri aradan bir ayrılık ve iki taşınma geçmişti. Nitekim, dönüşte tüm aramalarıma rağmen kitabı bulamadım. Baskısı çoktan tükendiği için, kitapçılarda da yoktu. Tek seçenek sahaflarda şansımı denemek diye düşünürken, çağımızın mucizesi internet aklıma geldi. Evet, tahmin ettiğim gibi, artık sahaflar da (en azından bazıları) internetten satış yapıyorlardı. Bunların bir tanesinde, “Yeryüzünde Yedi İz” kitabının bir kopyası olduğunu sevinçle gördüm. Bir iki gün içinde elime ulaştı. Üstelik, durumu çok da kötü değildi.

Salvador Dali’nin Bu Fotoğrafını Çekmek İçin Ara Güler ve Dali Meurice Hotel’deki Süitin Perdesini Çekip İndirmişler. Korniş Sıva Parçaları İle Beraber Yere Düşmüş. Mobilyalar Çizilmiş ve Süs Eşyaları Kırılmış. Ustalar Aldırmamışlar-Yeryüzünde Yedi İz, s.172

27 Mayıs 2018 sabahı saat dokuzda, bizden istendiği gibi, Barselona’daki otelimizin lobisinde oturup beklemeye başladık. Bu kez, bazı lojistik zorlukları göz önüne alarak, araba kiralamak yerine, özel bir tura katılmayı tercih etmiştik. Birkaç dakika sonra, biraz ilerdeki koltuklardan uzun boylu,  sarışın bir adam kalktı ve bize doğru geldi. Rehberimiz olduğunu söyledi. Dışarıda park ettiği beyaz renkli arabasına bindik ve Figueres’e doğru yola çıktık.

Annesinin Alman, babasının Katalan olduğunu söyleyen rehber başta biraz itici geldi. Karşılıklı olarak birbirimize ısınmamız epeyce vakit aldı. Yüzü tamamen, sarımtırak, mantarımsı ve sivilceden daha büyük yaralarla kaplıydı. Sanıyorum, bu da beni epeyce zorladı. Ancak zamanla, verdiği bilgiler ve yaptığımız sohbet, bunları görmezden gelmemi kolaylaştırdı.

Teatre-Museu Dali, Figueres

Barselona’dan kuzeye doğru, yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yaptık. Son derece kaliteli otoyolun iki yanında tarım arazileri ve ormanlar vardı. Bazı yerlerde, göz alabildiğine uzanan sarı çiçeklerin arasındaki gelincikler çok güzeldi. Rehberimiz Kurt yol boyunca, önce kendisinden, sonra Katalonya ve İspanya tarihinden, Figueres’e yaklaşırken de Dali’den söz etti. Ayrılıkçı olmayıp, politik açıdan da oldukça sağ eğilimli olduğunu anladığım Kurt en çok, Barselona’da doğup büyüdüğü, hatta askerliğini bile burada yaptığı halde, Katalanların kendisine yabancı gözüyle bakmalarından şikayetçiydi. “Almanya’ya ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?” gibi sorular belli ki onu çileden çıkarıyordu.

Figueres’e yaklaşırken rehberimizden, Dali hakkında daha önce hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Bir yandan sanatçının kişiliği ve yaşamı ile ilgili bu bilgiler, diğer yandan az sonra sanatçının yıllar boyunca kendi elleri ile düzenlediği müzesini görecek olmamız, heyecan ve merakımı artırdı. 

Öyle anlaşılıyordu ki, bir Katalan olan Dali aslında, soydaşları tarafından hiç sevilmiyordu. Daha doğrusu, İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin yanında yer almamış, hatta açıkça diktatör Franco’yu desteklemiş olması onun “aforoz” edilmesinin baş nedeniydi. Oysa, Katalan olmayan Picasso gerek eserleri gerekse söylemleri ile safını seçmiş, diktatörlüğü protesto etmiş. Tüm dünyadan bir çok aydın, edebiyatçı ve sanatçı İspanya’ya gelerek, Cumhuriyetçilerle birlikte, Franco’ya karşı savaşırken, Dali Amerika’ya gitmeyi tercih etmiş. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i de destekleyen demeçler vermiş. İşte bu nedenle, daima Katalan ayrılıkçı hareketinin simge şehri olan Barselona’da çok büyük bir Picasso müzesi olmasına karşın, bir Dali müzesi bulunmuyor. 

Dali’yi dışlayanlar sadece Katalan Özgürlük hareketi olmamış. Yine aynı politik nedenlerle, parçası olduğu Sürrealist Akım’dan da çıkarılmış. 1934 yılında gruptan aldığı ihtardan sonra, 1939 yılında, akımın hem lideri hem kurucularından, şair, aktivist ve Fransız Komünist Partisi üyesi Andre Breton tarafından kesin olarak ihraç edilmiş. Bazı yorumcular, gençliğinde daha halkçı, özgürlükçü ve demokratik olan Dali’nin giderek faşizme kaymasında eşi Gala’nın etkisinin çok olduğunu belirtiyorlar. Bir Beyaz Rus olarak Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden doğrudan zarar gören Gala’nın halk hareketlerine ve komünizme duyduğu nefretin sanatçıya da geçtiğini belirtiyorlar. Dali hakkında biraz daha bilgi sahibi olduktan sonra, ben bunu sırf Gala’yı memnun etmek için bile yapmış olabileceğini düşünüyorum.

Halusionojenik Toreador (1968-1970), Teatre-Museu Dali, Figueres

Salvador Dali, ömrünün sonuna doğru söylemini değiştirince, soydaşları ile arası da biraz yumuşamış. Bu yumuşama, Dali’nin vasiyetine bir madde ekleyerek, servetinin bir bölümünü Katalan Özerk Bölgesi’ne bırakacağını açıklaması ile daha da artmış. Ancak, ölümünden sonra açılan vasiyetinde, belirttiği servetini Katalonya yerine merkezi İspanyol devletine bıraktığı ortaya çıkmış. Artık buna, Dali’nin yine oynadığı bir oyun mu, yoksa bir tür intikam mı dersiniz bilemiyorum…

Dünyadaki en kapsamlı Dali müzesinin bulunduğu Figueres de Katalan ayrılıkçılık hareketinin kuvvetli olduğu bir yer olmasına rağmen, rehberimiz burada bir müze olmasını, bu işe ön ayak olan, zamanın “uyanık” Belediye Başkanına bağlıyor. Fazla büyük bir yer olmayan Figueres’de bir Dali müzesinin olması, açıldığından beri şehre önemli bir hareketlilik ve gelir sağlamış. 2017 yılı verilerine göre, müzeyi bir yılda bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmiş.

Gittiğimiz günün Pazar olmasının mutlaka bir etkisi vardır. Ama yine de, Figueres bana çok sessiz ve sakin bir yer olarak göründü. Sokaklarda yerli halktan çok az insan gördüm. Zaten çok büyük bir yerleşim yeri değil. Öte yandan, müzenin çevresi, kapısı ve içi insan kaynıyordu.

Teatre-Museu Dali, Figueres

Teatre-Museu Dali’nin binası, tam da sanatçının olmasını istediği gibi, kendi başına sürreal bir nesne. Kale görünümü veren yuvarlak kulesi, ana binanın tepesindeki dev cam küre, dev yumurtalar, pembe renkli dış sıvasının üstünde, bana önce uzaktan çiçekmiş gibi görünen, ekmek somunları… Hepsi, içeride sergilenen dünyanın ön habercisi…

Binanın Duvarındaki Ekmek Somunları Teatre-Museu Dali, Figueres

Dali, 1974’te açılan müzenin yapımı ve iç düzenlemesi için 15 sene harcamış. Bina, 1850’de yapılan ve 1939’da, İspanya İç Savaşı’nın sonunda yanarak büyük oranda harabe haline gelen, Figueres Belediye Tiyatrosu’nun yıkıntıları üzerine yapılmış. Tiyatrodan geriye kalan bölümler, mimarlar Joaquim de Ros i Ramis ve Alexandre Bonaterra tarafından, Dali’nin yönlendirmeleri ile, ustaca kullanılmış. Müzede, Dali’nin resim, çizim, heykel ve yerleştirmelerinin dışında, sanatçının özel resim koleksiyonu da sergileniyor. Bu koleksiyondaki eserlerin arasında El GrecoFortuny ve Duchamps’ın tabloları var. 

Müzenin Avlusunda Bu Sürrealist Dünyaya Adım Atıyorsunuz… ‘Yağmurlu Taksi’ Olarak Bilinen Cadillac’ın Üzerinde, Ernst Fuchs’a Ait Kraliçe Esther Heykeli. Tepedeki Cam Küre, Emilio Pérez Piñero’nun Tasarımı

Ana müze binasına ek olarak yapılmış ve girişi ayrı olan bir binada da, Dali-Mücevherler Müzesi bulunuyor. Burada, Dali’nin 1941-1970 yılları arasında, başta Amerikalı milyonerler olmak üzere, çeşitli kişiler için tasarlayıp malzeme seçimini yaptığı mücevherler sergileniyor. Dali Vakfı 1999 yılında, bu mücevherleri o zamanlar elinde bulunduran Japon kuruluştan satın alarak, Figueres’e getirmiş.

Yağmurlu Cadillac ve Kraliçe Esther’in Zincirlerle Çektiği Araba Lastikleri
En Tepede Gala’ya Ait Bir Tekne

Avlu Duvarları, Teatro Museu Dali, Figueres

Teatre-Museu Dali binası sanatçı için, doğumundan ölümüne kadar çeşitli dönemlerde, önemli olmuş. 11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, o zaman henüz yanmamış olan Figueres Belediye Tiyatrosu’nun karşısındaki, 10. yüzyıldan kalma, Sant Pere kilisesinde vaftiz edilmiş. 1919 yılında, henüz 15 yaşında iken, ilk sergisini bu tiyatro binasında açmış. 23 Ocak 1989’da öldüğünde, yine vaftiz edildiği Sant Pere kilisesinde yapılan ayinden sonra müzenin bodrumuna gömülmüş. Aslında, Dali’nin Teatre- Museu Dali’ye defnedilmesi sanatçının vasiyetinin tamamen ihlal edilmesi anlamına geliyor. Çünkü kendisi, Pubol Kalesinin bodrumunda Gala ve kendisi için yaptırdığı mezara gömülmek istemiş. Bu mezarı da daha sonra gördük. Söylendiğine göre, Gala’nın mezarı ile yan yana olan bu mezarın içinde, alttan onunla el ele tutuşabilmek için bir açıklık bile yaptırmış. Rehberimizin yorumuna göre, Dali’nin vasiyetine yapılan bu saygısızlık, yine Figueres’e turist çekmek isteyen belediyenin işiymiş…

Pubol Markisi Salvador Dali’nin Müzenin Bodrumundaki Mezarı
Teatre-Museu Dali, Figueres

Tiyatro-Müze Dali’yi gezmemiz iki saatten fazla sürdü. Girişteki avlu ve “sahne” kısmından başlayarak, gezilen üç kat boyunca, Dali gezenler üzerinde yaratmak istediği etkiyi fazlasıyla yaratıyor. Sanatçının, ilk yıllarından ölümüne kadar yaptığı en çok eseri barındıran bu müzede, bazı eserler özel olarak burası için yapılmış. Gezerken kendinizi, hem gerçek üstü ve yer çekimi olmayan bir dünyada uçuyormuş gibi hissediyor hem de insan ruhunun ne kadar karmaşık olabileceğini düşünüyorsunuz.

Tiyatronun Sahnesi. Dali Bu Perdeyi Zamanında Başka Bir Tiyatro İçin Yapmış. Sonra Buraya Taşıtmış.
Dali’nin ‘Akdeniz’i Seyreden Gala’ Tablosu (1976). Tablo, Yirmi Metre Uzaktan Abraham Lincoln Tablosuna Dönüşüyor.

Salvador Dali, çocukluğunda yaşadığı bazı travmaların etkisini ömrü boyunca taşımış. Hukukçu olan babasının kuralcı ve katı disiplininden kaçıp, isyankarlığını ve tuhaflığını her zaman hoş gören, onu sanatsal olarak daima destekleyen annesine sığınmış. Ancak, annesinin kol kanat germesi Dali’nin yaralarını sarmaya yetmemiş. Küçüklükten gelen endişelerini ve korkularını çeşitli sembollerle eserlerine yansıtmış. Bu sembollerin bazıları; çekmeceler (Freud’un etkisi ile hafıza, bilinçdışı ve sırları temsil ediyor), ekmek (bitmesinden korku duyulan, aynı zamanda sertlik ve fallik simge), ıstakoz (bekaret masumiyeti), yumurta (doğurganlık, yaşam döngüsü, umut ve aşk), karıncalar (ölüm, çürüme ve engin cinsel arzu), sinekler (paranoya ve ruhsal çürüme), eriyen saat (zamanın insan üstündeki tartışmasız tahakkümü) olarak sayılabilir. Benzer şekilde karşımıza çıkan daha pek çok sembol var Dali’nin eserlerinde.

Dali’nin Bir Süre Yaşadığı Torre Galatea Kulesindeki Yatak Odası Teatro-Museu Dali, Figueres
Oturma Odası, Teatro-Museu Dali, Figueres
Teatro-Museu Dali, Figueres

Sanatçı, çok genç yaşlarından itibaren Freud’un eserlerini okumaya başlamış ve 1938 yılında kendisini Londra’da ziyaret etmiş. Oldukça uzun olan bu ziyaret (ya da seans), Freud için epeyce ilginç olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü, Salvador Dali’nin cinsellikle ilgili sorunları olduğu artık sır değil. Örneğin, kadın cinsellik organından aşırı derecede korktuğu ve aslında iktidarsız olduğu biliniyor. Onun için, tutkulu bir voyeur (dikizci) tanımı kullanılıyor.

Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres

Figueres’teki iki müzeyi gezdikten sonra, Dali’nin eşi Gala için satın aldığı şatoyu görmek için, yarım saat uzaklıktaki Pubol’e gittik. Burası, Figueres’den de küçük bir yer. Orta Çağdan kalma taş evleri olan bir köy. Etrafta yine yemyeşil tarlalar uzanıyor. Çeşitli ağaçların arasında, kopkoyu yeşil renkleri ile, selviler göze çarpıyor. Köyün girişinde ve bazı evlerin pencerelerinde, Figueres’de de olduğu gibi, Katalonya bayrakları ve hapisteki bağımsızlık yanlısı siyasi mahkumları desteklemek için asılan sarı kurdeleler var. Sayılarının çokluğu dikkat çekiyor.

Dali’nin Mücevher Tasarımları- Dali Mücevherler Müzesi, Figueres

Castell Gala Dali de, Pubol’ün kendisi gibi, küçük sayılabilecek bir şato. Uzaktan biblo gibi görünüyor. Burası, 11. yüzyıldan kalma bir Orta Çağ şatosu. Dali şatoyu, 1969 yılında satın almış ve Gala’nın rahat edebileceği bir kaçış yeri olarak düzenlemiş. Eserleri ile dekore etmiş. Buna karşılık Gala, kendisinin yazılı daveti olmadan Dali’nin buraya asla gelmemesini şart koşmuş. Çocukluğumda gazetede bu konuyla ilgili haberi okuduğumu çok net hatırlıyorum. O zaman, çocuk aklımla, hiçbir anlam verememiştim. Eşini bir şato alabilecek kadar seven bir insanın, niye yazılı davet almadan oraya gidemeyeceğini anlayamamıştım. Oysa Gala’nın koyduğu bu şart, aynı zamanda mazoşist eğilimleri olan Dali’nin çok hoşuna gitmiş…

Castell Gala Dali (Pubol Şatosu)

Şatoyu gezmeden önce bir öğlen yemeği yedik. Epeyce acıkmıştık. Şatonun hemen dibinde, bir aile işletmesi olan Can Bosch, Pazar öğlen yemeği için gelmiş Katalanlar ve İspanyollarla doluydu. 1987 yılında açılmış restoranda, av hayvanları, balık ve et yemeklerini kapsayan, geleneksel Katalan yemekleri vardı. Rehberimizin yardımıyla seçim yapmakda zorlanmadık. Önden yediğim ananaslı domuz pastırması ve ızgara morina balığı çok lezzetli idi. Hepsi, bir bardak yerel bira ile çok iyi gitti. Yemek sırasında yine bol bol, Gala’dan ve Dali’den söz ettik.

Gala ve Dali Portlligat’ta (1930)
Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí

Elena Ivanovna Diakonova, yani Dali’nin ona taktığı ismiyle Gala, 1894 yılında Kazan’da doğmuş. O zamanlar Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Kazan, günümüzde Tataristan’ın başkenti. Doğum tarihinden de anlaşılacağı üzere, kendisi Dali’den on yaş büyük. Moskova’da büyümüş. On bir yaşındayken babasını kaybetmiş ama, annesinin ikinci evliliğini yaptığı avukat üvey babası ile çok iyi anlaşmış. Onun sayesinde çok iyi bir eğitim almış. 1912 yılında tüberküloz hastalığına yakalanınca, ailesi tarafından İsviçre’de bir sanatoryuma gönderilmiş. Kaldığı sanatoryumda, daha sonra sürrealist akımın kurucularından biri olacak, Fransız şair Paul Eluard ile tanışmış. 1914 yılında sanatoryumdan çıktıklarında Gala Rusya’ya, Eluard ise Fransa’ya dönmüş. Ancak, çok önceden birbirleriyle evlenmeye söz vermişler. 1917 yılında evlenmişler ve bir yıl sonra, kızları Cecile doğmuş. Bu arada Eluard, bir şair olarak ünlenmeye başlamış. Andre BretonPhilippe Soupault ve Louis Aragon gibi önde gelen sürrealist sanatçılarla bir araya gelip, bu akımın öncülüğünü yapmış. Toplantılarına Gala da katılırmış. 1922-1924 yıllarında Alman ressam, heykeltıraş ve şair Max Ernst ile ilişki yaşamış. Bunun dışında, evliliği devam ederken, başka bir çok sanatçı ile beraber olmuş.

Taht ve Arma Salonu-Pubol Şatosu

Salvador Dali ve Gala, 1929 yılında, sanatçının Cadaques’deki evinde tanışmışlar. Dali, birlikte film yaptığı (Un Chien Andalou) Luis Bunuel’i, ressam Rene Magritte ve eşini, Paul Eluard, eşi Gala ve kızları Cecile’i yaz tatili için davet etmiş. Dali’nin ifadesine göre, Gala ile birbirlerini görür görmez aşık olmuşlar. Bir daha hiç ayrılmamışlar.

Piyano Odası-Pubol Şatosu
Kütüphane-Pubol Şatosu

Salvador Dali’nin “ilham perim” dediği Gala oldukça esrarengiz bir kadın. Aldığı eğitim ve sezgisel gücü sayesinde insanların sanat yeteneğini ve dehayı hemen anlayabildiği söyleniyor. Dali’nin dehasını da bu şekilde hemen fark ettiği, hatta bazılarına göre, büyük paralar kazanabileceğini anladığı söyleniyor. 

Gala’nın Yatak Odası ve Banyosu-Pubol Şatosu

1958 yılında evlenen Gala ve Dali, alışık olmadığımız bir şekilde uyumlu bir çift olmuşlar. Gala’nın bir nemfoman olduğu biliniyor. O nedenle, daima sayısız aşığı olmuş. Dali ise, cinsel ilişkiden kaçan ama, gözetlemeyi seven birisi. Bazı kaynaklara göre, Dali’nin Gala’dan önce, ünlü şair Federico García Lorca ile olan ilişkisi de cinsellik içermeyen bir ilişki olmuş. Şairin 1936 yılında kurşuna dizilerek idam edilmesine kadar süren bu bağ, şiirsel ve Lorca açısından tek yönlü olarak tanımlanıyor.

Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca (1927)
Photo courtesy of Fundació Gala-Salvador Dalí

Birliktelikleri ve evlilikleri sırasında, Gala’nın ileri yaşlarına kadar sürekli para yedirdiği genç aşıkları ve Dali’nin çılgınlıkları nedeniyle, çiftin sürekli daha çok para kazanmak gibi bir ihtiyaçları olmuş. Parasal işleri sıkı sıkıya takip eden, ve Dali’nin sanatsal anlaşmalarına müdahale eden Gala bir keresinde, “Dali’nin daha çok para kazanması gerek” diyerek, bu durumu açıkça ifade etmiş. Dali’nin işi giderek ticarete dökmesi, Gala’nın dışında, maaş ödemek yerine komisyon vermeyi tercih ettiği sekreterlerinin de teşviki ile olmuş. Sonunda, bir süre sonra Dali, piyasada tutan baskı eserlerinin yeniden basımları için, her biri 40 dolara boş kağıtlara imza atar olmuş. Bu işin piri olduğu söylenen yardımcısı John Peter Moore 1985 yılında, sanatçının yanında olduğu yıllar boyunca Dali’nin 350.000 kadar boş kağıda imza attığını açıklamış. Dali elden ayaktan düştükten sonra bile, bu boş kağıtlara yapılan baskıların satışı devam etmiş. Bu durum bir yandan da, piyasadaki sahte Dali imzalı eserlerin patlama yapmasına yol açmış.

Sanatçının Pubol Şatosundaki Çalışma Köşesi

Daha önce belirttiğim gibi, Pubol şatosu çok büyük değil. Bir kabul odası, yemek odası, Gala’nın yatak odası ve banyosu, kütüphane ve misafirler için yatak odaları var. Her yer, Dali’nin eserleri ve yaratıcı düzenlemeleri ile dolu. Bu anlamda, Figueres’teki müzede insanın yaşadığı gerçeküstü bir ortamda geziyormuş hissi, burada da sizinle beraber oluyor. Tavan arasında, giyimine ve modaya çok düşkün olan Gala’nın kıyafetleri sergileniyor.

Gala’nın Mezarı.
Salvador Dali’nin Kendisi İçin Yanına Yaptırdığı Mezar Boş…

Şatonun bodrumundaki mezar bölümünde, Dali’nin kendisi için Gala’nın yanında yaptırdığı mezarın boş olduğunu bilmek beni hüzünlendirdi. Demek ki, şu dünyada istediğiniz kadar varlıklı ve ünlü olun. Vasiyetiniz, çeşitli nedenlerle hiçe sayılabiliyor. Bunun hiç adil olmadığını, büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, dünyada adalet olduğunu kim söyleyebilir ki zaten ?

Şatonun güzel bir bahçesi ve son derece doğal görünümlü bir de yüzme havuzu var. Labirent gibi düzenlenmiş ve budanmış yüksek mazılar ve Dali’nin çok sevdiği selvi ağaçlarının arasında.

Şatonun Bahçesi ve Yüzme Havuzu

10 haziran 1982 tarihinde Gala Portlligat’ta ölünce, Salvador Dali de Pubol şatosunda yaşamaya başlamış. Aynı yıl kendisine, İspanya Kralı Juan Carlos I tarafından Pubol Markisi ünvanı verilmiş. 1984 yılında şatoda çıkan yangından zor kurtarılan Dali, Figueres’teki müzesine götürülmüş. Sanatçı, 23 Ocak 1989 tarihindeki ölümüne kadar, Teatre-Museu Dali’nin kule kısmı, Torre Galatea’da yaşamış.

Pubol şatosundan ayrılırken, o duvarların arasında neler yaşandığını düşünmeden edemedim. Bunu kimse tam olarak bilemeyecek. Her insanoğlu ayrı bir sır kutusu… Salvador Dali ve Gala da sırları ile birlikte bu dünyadan ayrıldılar…

Sırtı Dönük Çıplak Gala,Teatre-Museu Dali, Figueres

——————————————————————-

Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.