İzbe bilet gişesinin küçük deliğinden bana bakan görevlinin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Kocaman açtığı gözleri ile bana bakıyor. Aslında saat henüz gece yarısı olmadı ama, adamın soruş tarzı ve yüz ifadesi birden sırtımdan aşağıya doğru yayılan bir soğuk ter ve ürpertiye neden oluyor. Ağzımı birkaç kere açıp kapıyorum ama görevli, bir geveleme sesi bile çıkaramadığımı görünce,
– Çok ama, çok dikkatli olun, diyor.
Doğal olarak, bu son cümlesi de sinirlerimi pek sakinleştirmiyor. Uzattığı biletleri alırken elimin titrediğini fark ediyorum.
Paris’e geleli henüz 12 saat olmamıştı. Gelir gelmez otele gidip eşyalarımızı bırakmış ve Musée d’Orsay’i gezmeye koşmuştuk. Elimizdeki kitapta perşembe geceleri müzenin 21:45’e kadar açık olduğunu okumuş ve zamanı değerlendirmeye karar vermiştik. Paris’te sekiz gün kalacaktık ve görmek istediğimiz yer çoktu. 1990 yılının mart ayı idi. Oslo ve Tromsøyazılarımda (erişim için linklere tıklayabilirsiniz) sözünü ettiğim, 31 yıl öncesinin ulaşım, iletişim ve benzeri konulardaki şartları bu gezide de geçerli idi.
******
Paris’e, bu geziden önce, çocukken gitmiştim. Çok kısa kalabildiğimiz o geziden hatırladıklarım, babamın bitmek tükenmek bilmeyen merakı ve enerjisi nedeniyle, çocuk bacaklarımın Paris’in eski metrosunun merdivenlerini umutsuzca inip çıkmaya çalışması idi. Az zamanda o kadar çok yer gezmeye çalışmıştık ki… Versailles Sarayı’ndan etkilendiğimi de hatırlıyorum ama, o zamanlar oturduğumuz Roma’nın Paris’ten daha güzel olduğunu düşünmüştüm. Hala da aynı fikirdeyim…
Versailles deyince, bir de hiç unutmadığım ve her aklıma gelişinde güldüğüm bir olay var. Sarayı gezip, babamın kullandığı araba ile, şehre dönmeye çalışırken bir türlü çevre yoluna çıkışı bulamadık. Bir şekilde, bir tarlanın kenarında bekçi kulübesine benzer bir yapının önüne çıktık. Babam yolu sordu, adam tarif etti. Babam,
– J’ai compris, (Anladım) dedi ve teşekkür etti.
Tarife göre yola koyulduk. Epeyce bir dolandıktan sonra, bir de baktık, biz yine aynı kulübenin önüne gelmişiz. İçerden yine aynı adam çıktı ve yine babama yolu tarif etti. Babam adama yine,
– J’ai compris,
Bize de,
– Şimdi anladım, dedi.
Babam bu sefer kendinden daha emin bir şekilde, önceden girmediği yollara saptı. Yine epeyce bir dolandık. Bir de baktık ki, biz yine aynı kulübenin önündeyiz. Benzer bir aşamadan geçip, üçüncü kez kendimizi yine o kulübenin önünde bulduğumuzda, adam artık yüzünde, “Bu kadar da olmaz” ifadesi ile, kafasını kaşıyarak dışarı çıkmıştı… Sonunda babam sapmamız gereken yerin, hiç de çevre yoluna çıkacak bir yol gibi görünmeyen toprak bir yol olduğunu anlamıştı. Etrafta ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Her seferinde görüp de, “Burası olamaz”, diye düşündüğü yol bizi çevre yoluna ulaştırdı. Kabus sona erdi…
Bu olaylardan en az yirmi sene sonra, 1990 yılında, yine Paris’teydim. Sonraki yıllarda da birkaç kez gittim ve uzun kalışlarım oldu. Her seferinde farklı yerler, farklı köşeler keşfettim.
******
Bilet aldığımız Concorde durağından metroya bindik. Artık, bilet alırken yapılan uyarıdan dolayı mıdır, bilemiyorum, metroda diken üstündeydik. Sanki bir gerilim ya da polisiye filminin içine düşmüştük. İnsanlar tuhaf, hatta tehlikeli görünüyorlardı… Zaten, baştan sona aksiliklerle dolu, garip bir gün olmuştu…
O gün, Paris’e Amsterdam’dan uçmuştuk. Yine, sigara içmediğimiz ve uçağın sigara içilmeyen kısmında yer kalmadığı için (Oslo yazıma bakabilirsiniz), First Class uçmuş, güzel bir yemek eşliğinde şarap ve ardından likörler içmiştik. Paris’e inene kadar her şey yolunda idi.
Charles de Gaulle – l’Étoile meydanında Air France’ın servis otobüsünden indikten sonra, bir taksiye bindik. Şoför aksi mi aksi… Tenezzül edip, bavulları bagaja bile koymadı. Hani, “Fransa çok güzel de, Fransızlar olmasa” diye bir ifade vardır ya? Onu her yönden doğrulatacak türde bir adam. Yol boyunca söylendi, durdu.
Elimizdeki Paris kitabından Royale Montmartre diye bir otel bulmuş ve Amsterdam’dan telefon ederek yer ayırtmıştık. Eski defterleri karıştırdığım önceki yazılarımda belirttiğim gibi, o devirde yurt dışına gitmek pek çok yönden bir macera idi. İnternetin olmadığı bir dünyada kalınacak yer, ulaşım, gezilecek yerler ve benzeri konular büyük ölçüde bir bilinmezler yumağıydı. O ortamda biz de ancak, edindiğimiz bir Paris gezi kitabından bütçemize uygun görünen bir otel bulmuş ve zamanın ileri teknolojisi olan ankesörlü telefondan ülke kodu ile ülkeler arası otomatik arama yaparak, bu otelde yer ayırtabilmiştik.
Otel, Boulevard de Clichy’de idi. Taksi ile yaklaştıkça, etrafta bir takım sex shop’lar ve seks şovlarının yapıldığı kulüpler gözümüze çarpmaya başladı. Ünlü Moulin Rouge da otelin biraz ilerisindeydi. Öte yandan, sokakta görünen, gidip gelen insanlar gayet normal ve düzgünlerdi. Annelerinin elinden tutmuş, yürüyen çocuklar, evrak çantaları ile iş adamları, ellerinde fileleri ile alışverişten dönen ev hanımları…
Taksiden inerken şoför,
– İyi otel, dedi.
Bunu hangi anlamda söylediğini daha sonra anlayacaktık…
İçeri girer girmez, yoğun bir boya badana kokusu bizi karşıladı. Resepsiyondaki adam otelde tadilat olduğunu söyledi. Zaten bozulan moralimiz, otel odasını görünce tamamen sıfıra indi. Oda, o zamanlar “Sirkeci oteli” tabiri kullanılan otellerin görümündeydi. Günümüzde Sirkeci’de çok güzel turistik oteller var ama o zamanlar öyle değildi. Arka tarafta bulunan odanın camından görünen yer ise, tam bir mezbelelikti.
Doğrusu, keyfimiz epeyce kaçtı ama, daha önce belirttiğim gibi, o akşam Musée d’Orsay’e gitmeye karar vermiştik. Bavulları bırakıp çıktık. O güne kadar ancak kitaplarda görebildiğimiz Claude Monet (1840-1926), Édouard Manet (1832-1883), Pierre-Auguste Renoir (1841-1919), Edgar Degas (1834-1917), Paul Cézanne (1839-1906), Paul Gauguin (1848-1903), Alfred Sisley (1839-1899) gibi çok sevdiğimiz sanatçıların eserlerini görecek olmanın verdiği heyecan hayal kırıklığımızın önüne geçti.
O zamanlar, eski bir tren garı olan Gare d’Orsay müzeye dönüştürülerek açılalı henüz dört sene olmuştu. Bu dönüşüm en az müzenin barındırdığı eserler kadar önemli idi ve sanat çevrelerinde epeyce ses getirmişti. Seine’nin kıyısında, nehrin karşı yakasındaki Tuileries Bahçeleri’nin tam karşısında bulunan binanın yerinde daha önce Palais d’Orsay (Orsay Sarayı) varmış. 19. yüzyılın ilk yarısında yapılan bina çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra Danıştay (Conseil d’État) binası olmuş. 1871 Paris Komünü sırasında, çevresindeki binalar ile birlikte yakılmış. Harabeye dönen bina, yaşanan iç savaşın kötü bir anısı olarak 30 sene yıkıntı halinde bırakılmış. 1900 yılında yapılan Paris Dünya Fuarı öncesinde Fransız devleti araziyi Orleans demiryolu şirketine tahsis etmiş. Amaç, o zamana kadar kullanılan Gare d’Austerlitz’in kentin ücra bir yerinde olması nedeniyle, merkezi bir konumdaki Palais d’Orsay’ın yerine büyük bir tren istasyonu yapılması imiş. Şirket, 1897 yılında üç mimarı davet ederek bir yarışma açmış. 1898 yılında sonuçlanan yarışmayı mimar Victor Laloux’un, yakındaki Louvre Müzesi ve Légion d’honneur Sarayı ile son derece uyumlu bulunan, projesi kazanmış.
Orsay Garı ve oteli iki yıl içinde tamamlanmış ve 14 Temmuz 1900 günü açılışı yapılmış. Paris’in merkezi istasyonu olarak tasarlanan binada yolcu asansörleri, bagaj için rampa ve asansörler, yerin altında 16 demiryolu hattı, elektrikli çekiş sistemi ve girişte resepsiyon hizmetleri gibi zamanın en modern olanakları sağlanmış. Mimar, tüm bu modern hizmetler için gerekli olan metal konstrüksiyonları otelin dış cephesi ile gizleyerek, yapıyı çevredeki tarihi binalarla son derece uyumlu hale getirmiş.
Gare d’Orsay, 1900-1939 yılları arasında, güneybatı Fransız demiryolu ağının merkezi olarak hizmet vermiş. Bu arada, oteli de pek çok ünlüyü ağırlamış. Ancak, 1939’dan sonra gar, daha uzun vagonları olan modern elektrikli trenler için uygun olmaması nedeniyle, sadece banliyö trenleri için kullanılmaya başlanmış. Daha sonra gar, farklı amaçlara da hizmet etmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş esirlerine paket göndermek için bir posta merkezi işlevi görmüş. Kurtuluştan sonra, aynı esirler için bir karşılama ve rehabilitasyon merkezi olmuş. Orson Welles’in Franz Kafka’nın kitabından uyarladığı Dava ve Bernardo Bertolucci’nin Konformist filmleri için set, Renaud-Barrault tiyatro topluluğu tarafından temsil mekanı olarak kullanılmış. 1973 yılında, otel kısmının da kapatılması ile birlikte, bina tamamen terk edilmiş. Ta ki, 1977 yılında Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing‘in girişimi ile müzeye dönüştürülmesine karar verilene kadar. Gar 1900 yılında açıldığı zaman ressam Édouard Detaille (1848-1912) hayranlığını, yapının muhteşem olduğunu ve bir Güzel Sanatlar Müzesi’ne benzediğini söyleyerek ifade etmiş. Müze, 1 Aralık 1986 günü Cumhurbaşkanı François Mitterrand tarafından açıldığı zaman, Édouard Detaille’ın bu benzetmesi 86 yıl sonra gerçekleşmiş olmuş. 2019 yılı verilerine göre, Musée d’Orsay’i 33 yılda 96.954.831 kişi ziyaret etmiş.
Musée d’Orsay’de 1848-1914 yıllarına ait eserler sergileniyor. Başta Empresyonist eserler olmak üzere, zengin bir resim koleksiyonunun yanında müzede heykel, grafik sanatlar, dekoratif sanat, mimarlık ve fotoğrafçılık dallarında yapıtlar bulunuyor. Binanın müzeye dönüştürülmesi projesi, mimarlar M. Bardon, M. Colboc ve M. Philippon tarafından gerçekleştirilmiş. Bunu yaparken, bir yandan Laloux’nun orijinal yapıtının ruhuna sadık kalınmış, öte yandan bir müze için gerekli eklemeler yapılmış. Üç kat üzerine düzenlenen müzede, garın büyük salonu ana eksen olarak kullanılmış. Heykellerin yer aldığı, yüksek tavanlı bu salon içeri girince insanı etkiliyor. Başınızı kaldırdığınızda görünen dev saat ise, yapının tren garı olduğu zamanlardaki gibi, saati göstermeye devam ediyor…
Müze, bizim gibi, gece gezme olanağını değerlendirmek isteyen ziyaretçilerle doluydu. Ancak, özellikle tabloların sergilenişi beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. O güzelim tabloların çoğu doğru dürüst aydınlatılmamıştı. Tepedeki floresan lambaların sürekli vınlaması da ayrıca sinir bozucuydu. Oysa, çoğu Empresyonist ressamın en güzel ve ünlü tabloları burada sergileniyordu. Burada yer alan Gauguin’nin tablolarının çoğunu iki yıl önce, 1988’de, Chicago’da gittiğim bir Gauguin sergisinde görmüş ve inanılmaz etkilenmiştim. O sergide, başta Paris, Rusya ve Londra olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki müze ve özel koleksiyonlardan getirilen eserler müthiş bir şekilde sergilenmişti. Şu yıla kadar unutamadığım bir sergi idi Chicago’daki. Aynı eserleri, bu kez anavatanında özensiz koşullarda görmek beni çok şaşırtmıştı. Kısacası, Fransızlar müzeyi haftada bir gece açık tutmayı akıl etmiş ama sergilemeyi ona göre düzenlememişlerdi. Dilerim, aradan geçen otuz sene içerisinde bu konuda bir iyileştirme yapılmıştır.
Müze çıkışı bizi hoş olmayan bir sürpriz bekliyordu. Daha birkaç saat önce kullandığımız, yakındaki Solférino – Musée d’Orsay metro istasyonu tamirat nedeniyle 20:30’da kapanıyormuş. Haberdar olmadığımız bu durum nedeniyle, Seine nehrinin karşı tarafındaki Concorde Meydanı’na kadar yürümek zorunda kaldık. Bir de üstüne gişedeki görevlinin Blanche için uyarısı eklenince, içimi derin bir endişe ve sıkıntı kapladı.
Kendimizi bir otele atsak… Blanche durağına yaklaştıkça sanki metroya binen insanların tipleri değişiyor. Şu adam sarhoş mu, nedir? Ya şu öbürü? Neden öyle gözlerini dikmiş bana bakıyor? Kimi de, sanki bulutlarda… Kafaları dumanlı gibi sanki. Metronun monoton gürültüsü bir yandan, bu acayip insanlar bir yandan… Kazasız belasız otele varırız umarım.
Neyse, ineceğimiz durağa geldik. Bir de şu kötü aydınlatılmış, loş ve izbe koridorları geçip yer üstüne çıkarsak, rahatlayacağım. Allah, Allah… Birkaç saat içinde çevrede bu ne değişiklik olmuş böyle? Sadece kırmızı neon ışıkların yanıp söndüğü seks dükkanları ve kulüplerin yarattığı keşmekeş değil, insanlar da çok farklı. Sanki bir tiyatro oyununda, yeni bir perde için dekor ve oyuncular değişmiş gibi. Gündüz gördüğümüz insanlar yok olmuşlar ve tamamen farklı bir kitle ortalığı istila etmiş. Kulüplerden dışarı yayılan müzik, işe çıkmış kadınlar ve karanlık görünüşlü adamlar…
Karanlığın basması ile birlikte sanki oteldeki boya badana kokusu daha bir kesifleşmiş. Çıplak, beyaz ışığın altında oda iyice kötü görünüyor. Camı biraz açıp, bir an evvel yatmalı. Yarın gezecek bir sürü yer var. Bir de şu sokaktan gelen gürültü olmasa… Şimdi de otelin içinden bağrışma ve koşma sesleri geliyor. Kapılar çarpılıp duruyor. Sanki birileri zorla birilerinin odasına giriyor gibi. Bir grup insan sözde eğleniyor mu, yoksa birilerinin ırzına mı geçiliyor, belli değil…
Yabancı bir ülkede ya da kaldığım herhangi bir yerde hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Saatler ilerledikçe, sabah kalkıp, bir şey yokmuş gibi gezmeye devam edeceğimiz şeklindeki iyimserliğimiz giderek kayboldu. Sadece o değil. Bağırma, çığlık, koşma ve kapı çarpma sesleri arttıkça, oda kapısının her an kırılarak açılacağı duygusu içimizi sardı. Odanın içindeki ufak bir masayı kapının arkasına dayadık ve sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Bir yandan da, elimizdeki kitaptan otel aramaya başladık.
Sabah olur olmaz kendimizi dışarı attık. Yaptığımız otel listesindeki ikinci otelde yer bulduk. Günümüzde olsa, (zaten böyle bir otele düşmezdik de, hadi diyelim ki oldu) elimizdeki telefon ile kolayca hallederdik sorunu. Yeni otel hem yer olarak hem de ortam olarak bize bir vaha gibi geldi. Hôtel Perreyve, kendi ifadeleri ile, Saint-Germain-des-Prés semtinin tam kalbinde, Luxembourg Bahçesi’nin (Le Jardin du Luxembourg) hemen yakınındaki Rue Madame (Sokağı), 63 numarada idi. Odayı gösterdiklerinde hemen karar verdik. Gerçi oda kapısı, yatağın ayak ucuna neredeyse sürünerek açılıyordu ama, oda ve banyo gayet temizdi. İnternetten gördüğüm kadarıyla, günümüzde bu otel yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam ediyor.
Bavullarımızı almak üzere, büyük bir sabırsızlıkla, Royale Montmartre oteline döndük. Boya kokusundan rahatsız olduğumuzu söyleyerek, sorunsuz bir şekilde otelden çıkış yaptık. Bu talihsiz başlangıca ve birkaç gün sonra cüzdanımı kaptırmama karşın Paris’de kalışımız çok güzel geçti. Rodin Müzesi, Picasso Müzesi gibi hala keyifle hatırladığım müzeler gezdik. (Öyle ki, çok kapsamlı bir müze olmasına karşın, Paris’tekini gezdikten sonra, nedense, Barselona’daki Picasso müzesi beni pek fazla heyecanlandırmadı). Paris’in tarihi ve güzel kafelerinde oturduk ve yeni yeni gelen baharın tadını çıkardık.
Çocukken gidişim sayılmazsa, bir yetişkin olarak bu Paris’e ilk gidişim olduğu için, doğal olarak, ilk olarak giden herkesin gideceği, şehrin görülecek başlıca yerlerine (Eiffel Kulesi, Notre-Dame de Paris Katedrali, Champs-Élysées, Arc de Triomphe, Sacré-Cœur, Montmartre, Centre Pompidou vb.) gittik. Ancak, bunların yanında, çok fazla bilinmeyen, gidilmeyen yerler de keşfetme olanağımız oldu. Bu yazımda bu tür yerlerden birkaç örneğe yer vereceğim. Opera binasının yakınındaki Musée du Parfum (Parfüm Müzesi) bunlardan birisi idi. Ücretsiz gezilebilen bu küçük müze, meraklısı için vakit ayırmaya değer bir müze. Belli saatlerde, birkaç dilde yapılan rehberli turlar da ücretsiz.
Fransa, XV. Louis’nin (1710-1774) parfüm merakı nedeniyle, 18. yüzyıldan beri dünya parfüm endüstrisinin merkezi olmuş. Fransız parfüm üreticileri yüzyıllar içerisinde çiçek, yaprak, yosun, ot, baharat ve başka girdiler kullanarak koku üretim tekniklerini geliştirmişler. Parfüm müzesi, bu üreticilerden birisi olan Parfumerie Fragonard firmasına ait bir müze. Şirket 1926 yılında, dünyanın parfüm başkenti olarak bilinen Grasse’da kurulmuş. 1983 yılında, 19. yüzyıldan kalma bir binada açılan bu müzede, ailenin yıllar boyunca parfüm ile ilgili topladığı nadide objeler ve sanat eserleri sergileniyor. Bunların arasında, antik Mısır’dan günümüze kadar kullanılmış olan, çeşitli boy ve şekillerdeki parfüm şişeleri özellikle ilgi çekici.
Müzede ayrıca, ham maddeden nihai ürüne kadar, parfüm yapım süreci de ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu sürecin en önemli halkası, hiç şüphesiz, Fransızların ilginç bir şekilde “burun” olarak adlandırdıkları uzman kişi. Kullandığımız parfümlerin kokularını yaratan bu sanatçı kişiler, birkaç bin kokuyu ayırt edebilecek bir koku alma yetisine sahipler. Doğuştan normal insanların alamadıkları kokuları sezebilme kapasitesine sahip olmanın yanında, yıllar içinde bu becerilerini daha da geliştiriyorlar. Bir “usta burun” aylar, hatta bazen yıllar süren bir çalışma sonunda, türlü türlü ham maddeyi karıştırarak bir parfüm yaratıyor. Tıpkı bir müzik eseri besteler gibi. Bu benzetmeden olsa gerek, uzmanların kullandığı esans özlerinin durduğu özel masaya “parfüm orgu” adı verilmiş. Bir org klavyesi gibi dizilmiş esans özü şişelerinin yerleşimi de belli bir düzene göre yapılıyor. Müzede, 200 farklı esansın bulunduğu antika bir parfüm orgu ve parfüm formülleri içeren eski bir defter de sergileniyor. Günümüzde parfüm yaratım işlemlerinin çoğu artık bilgisayarlar, test çubukları ve laboratuvar test örnekleri ile yapılıyor. Ancak, uzman “burun”lara hala gereksinim var. Müzede, arzu ederseniz, kendi parfümünüzü yaratabileceğiniz aktivitelere de katılabiliyorsunuz. Bu gezinin hemen ardından, Alman yazar Patrick Süskind’in Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikayesi) isimli kitabını okumuştum. Çok beğendiğim ve etkilendiğim bu kitabı okurken Paris’teki Parfüm Müzesi’nde öğrendiklerim hep aklımın bir köşesindeydi. 2006 yılında, kitabın ummadığım kadar iyi çekilmiş bir filmi de çekilmişti.
Sanırım, Notre-Dame Katedrali Paris’e giden herkesin listesinde olan başlıca yerlerden birisi. Bildiğiniz gibi Notre-Dame, Île de la Cité (Şehir Adası) olarak adlandırılan ve Seine nehri üzerinde bulunan bir adanın üzerinde bulunuyor. Bu ada, şehirde Seine nehri üzerinde olup, günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş iki doğal adadan birisi ve en büyüğü oluyor. Yukardan bakıldığında şekil olarak bir gemiye benzeyen Île de la Cité, nehrin her iki yakasına uzanan toplam sekiz köprü ile karaya bağlanıyor. Dokuzuncu bir köprü ile hem bu adadan hem de nehrin iki yakasından geçilebilen diğer ada ise, Saint-Louis Adası (Île Saint-Louis). Yerleşim tarihi M.Ö. 200 yılına kadar giden Île de la Cité, Paris’in merkezi olarak kabul ediliyor ve Fransa’daki bütün yol mesafeleri, Notre-Dame’ın önündeki Parvis Meydanı sıfır noktası kabul edilerek, buradan hesaplanıyor.
Adada, Notre-Dame Katedrali dışında, Sainte-Chapelle Kilisesi, Adalet Sarayı (Palais de Justice), Emniyet Sarayı (Préfecture de police), Ticaret Mahkemesi (Tribunal de commerce) ve bir hastane de (Hôtel-Dieu) bulunuyor. 2013 yılı sayımına göre, Île de la Cité’de ikamet edenlerin sayısı 981 kişi.
Paris’in kalbi olarak tanımlanan Île de la Cité, asırlar boyunca Fransa’nın da kalbi olmuş denebilir çünkü, Fransa kralları 6. ve 14. yüzyıllar arasında buradaki sarayda oturmuşlar. Orta çağ boyunca, zamanın çoğu şehir kalelerinin etrafında yapay olarak yapılan su hendeğine doğal olarak sahip olan bu ada, aynı zamanda güçlü bir savunma mekanı niteliği de taşımış. Altı yüzyıl boyunca ilaveler ve yeniden yapımlarla inşa edilen kraliyet sarayının önemli bir kısmının yerinde günümüzde, 19. yüzyılda yapılan Adalet Sarayı binaları yer alıyor. Gotik tarzda, müthiş bir kilise olan Sainte-Chapelle Kilisesi ve Seine nehri kıyısındaki azametli dört kule, bu saraydan günümüze kalabilen az sayıda yapı. 14. yüzyıldan Fransız Devrimi’ne kadar olan dönemde saray Fransa Hazinesi, adalet sarayı ve asiller parlamentosu olarak kullanılmış. Devrim sırasında, Marie Antoinette ve diğer soylu mahkumlar burada tutulmuş ve yargılanmışlar.
Île de la Cité’de, 1808 yılından beri kurulan bir çiçek pazarı var. Pazar günleri hariç her gün açık olan bu pazar, Louis Lépine Meydanı’nda, Ticaret Mahkemesi ile hastanenin duvarlarının arasında kuruluyor. Sabit küçük dükkanları ve tenteli portatif tezgahları ile burası, rengarenk her türlü taze çiçeğin satıldığı pek hoş bir pazar. Bulması da bir o kadar kolay çünkü, Cité metro durağı neredeyse bu pazarın içine çıkıyor. 1990 yılında, henüz ülkemizde çiçekçilik bu kadar ilerlememiş iken, daha da bir hoş görünmüştü gözüme. Yine de, 19. yüzyıldan kalma zarif dükkanları ve güzel teşhirleri ile hala ilgi çekici bulunabileceğini düşünüyorum. Pazar günleri, aynı mekanda, kapalı olan çiçek pazarının yerinde, bir kuş pazarı kuruluyor. Burada gördüğüm kuşlar, o güne kadar varlıklarından haberdar bile olmadığım, inanılmaz güzellikte, küçüklü büyüklü, dünyanın dört bir yanından gelmiş kuşlardı. Kafeslerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Kuşlar kadar, onları almak için gelen meraklıları izlemek de çok ilginç gelmişti bana. Yıllar içinde değişen dünya ve gelişen hayvan hakları sonucu, Paris’teki kuş pazarının da kaldırılmasına karar verilmiş. 2023-2025 yılları arasında pazarın faaliyetleri tamamen durdurulacakmış. İstanbul’da, Adalar’daki faytonlar üzerine olan tartışmalarda olduğu gibi, bir yanda hayvan hakları savunucuları kuşların bu şekilde kafeslerde tutulmasına karşı çıkarken, bir kesim de, koşullarının iyileştirilmesi ve sıkı denetim yapılması koşulu ile, bu tarihi pazarın korunması gerektiğini savunmuşlar. Sonunda, pazarın kaldırılmasına karar verilmiş.
Tüm tarihi önemi, yapıları ve pazarlarına karşın, Île de la Cité’ye kıyasla, benim gönlüm hep Saint-Louis Adası’ndan yana olmuştur. O turist kalabalığı ve keşmekeşinden sonra bu sevimli adaya her geçişimde içimi bir mutluluk ve huzur kaplamıştır. Sessiz sokakları, küçük kafeleri, dondurma dükkanları ve güzel evleri ile Saint-Louis Adası insana, küçük ve huzurlu bir Akdeniz yerleşim yerini hatırlatır. Siz de, Paris’de gezmekten yorulup bir soluklanmak isterseniz, Saint-Louis Adası aklınızda olsun…
11 Mayıs 1904 tarihinde doğan Salvador Felipe Jacinto Dalí y Domenech, 1989 yılının 23 Ocak günü öldü. Şurası bir gerçek ki, güzel sanatlar alanında 20. yüzyıla damgasını vuran sanatçılardan biri olan Dali’nin eserlerini sevmemek mümkün, ama kayıtsız kalmak mümkün değil. Dali, o kendine has, deliliğin sınırlarında gezen ruh hali ve sırları ile birlikte bu dünyadan geçip gitti. Sanat tarihçileri, uzmanlar, psikiyatrist ve psikologlar onun iç aleminin ip uçlarını eserlerinde bulup çıkarmaya çalışsalar da, çözüldüğü düşünülen şifreler büyük olasılıkla buz dağının sadece tepesi.
Salvador Dali’nin yaşamında önemli yeri olan Teatre-Museu Dalí ve Pubol Kalesi’ni 27 Mayıs 2018 günü gezmiştik. Çok istememe rağmen, sanatçının Portlligat’taki evine ve stüdyosuna ise, gidecek zamanı bulamamıştık. Aynı yılın aralık ayında, blogumda bu gezi ile ilgili bir yazı yayınlamıştım. Geçen zaman içinde, söz konusu yazıma olan ilgi hiç azalmadı, artarak devam etti. Ben de, Dali’nin ölüm yıl dönümünde, henüz okuma fırsatı bulamamış olan okuyucular için tekrar yayınlamak istedim. Aşağıdaki linke tıklayarak, yazıya erişebilirsiniz.
– Türkiye’de de Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor mu?
– Evet, kutlanıyor.
– O zaman demek ki, dünyada hiçbir yerde erkeklere huzur kalmadı…
Başka türlü söylense, sinir olabilirim. Ama, karşımdaki Norveçli görevli bu sözleri o kadar sevimli ve esprili bir şekilde söylüyor ki, birlikte gülüyoruz… Sabahtan beri bu kaçıncı Dünya Kadınlar Günü esprisi… Hepsi farklı ve komik bir şey söylemeyi başarıyor. Ne derler? Bir şeyi nasıl söylediğin en az ne söylediğin kadar önemli. Hatta bazen, daha da önemli…
Bugün, 8 Mart 1990. Son birkaç günden beri Oslo’da yaşadığım karışıklıklardan sonra şimdi Tromsø’ye (Tromsö okunur) uçuyorum. Sonunda her şey yoluna girdi. Aşağı yukarı yarım saattir uçuyoruz. Yolculuk, 1 saat 45 dakika sürecekmiş. Aşağıda bir süre, uçsuz bucaksız gibi görünen karlı dağlar ve dantel gibi fiyortlar görünüyor. Sonra, bulutların üstüne çıkıyoruz. Kuzey Kutbuna doğru gidiyoruz…
Oslo’da, kâh keyifle gezerek kâh endişe içinde geçirdiğim birkaç günden sonra Tromsø uçağında arkama yaslanıp uçuşun tadını çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Gerçi, tam olarak da rahatladığım söylenemezdi. Daha önce belirttiğim gibi, o günlerin teknolojik ortamında, yolculuk öncesinde Oslo hakkında bile elimde hemen hemen hiç bilgi olmazken, Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alan Tromsø benim için tam bir bilmeceydi. Dünyanın sonunda, ejderhaların yaşadığı bir ülke gibi… (Oslo ile ilgili yazıma erişim için linke tıklayabilirsiniz).
Oslo’daki şirket görevlileri, Tromsø’de beni Prof. Jan Raa’nun (Ro okunur) karşılayacağını söylemişlerdi. Dr. Christiaan Barnard’a olan şaşırtıcı benzerliği nedeniyle, onu tanımamın çok kolay olacağını da eklemişlerdi. 1967 yılında dünyada insandan insana ilk başarılı kalp naklini yapan Güney Afrikalı doktor Barnard’ı tabii ki hatırlıyordum. Gülen yüzü ile, zamanın tüm önemli yabancı ve yerli dergilerine kapak olmuş ve henüz 10 yaşında olmama karşın hafızamda yer etmişti.
Gerek Tromsø-Oslo arasındaki gidiş ve gelişim sırasında gerekse daha sonra Hollanda’ya uçarken, Norveç’te uçak ile yolculuk ve ona bağlı işlemlerin ne kadar kolay olduğu dikkatimi çekmişti. Öyle ki, günümüz Türkiyesinde, otuz yıl sonra bile, böyle bir kolaylığa erişemedik. Norveçliler için uçak, bizim şehirlerarası otobüslerden bile daha pratik bir ulaşım aracı idi. Kelimenin tam anlamıyla, havaalanına gidip, biletlerini alıyor ve uçağa biniyorlardı. Eminim, günümüzün internet ortamında bu işler daha da pratikleşmiştir. Ayrıca, bilete yapılacak değişiklikler de, şaşırtıcı bir şekilde, sorunsuz halledilebiliyordu. Değişen gezi programı nedeniyle, Stavanger ve Bergen’e gidişim iptal olunca, daha sonra Amsterdam ve Paris uçuşları içeren, çok uçuşlu biletimin değişikliği için epeyce heyecanlanmıştım. Oslo’da birlikte çalıştığım Norveçlilere biletimin nasıl düzeltileceğini birkaç kere sorunca, sakin olmamı, Amsterdam’a uçmak için havaalanına gidince sorunun çözüleceğini söylemişlerdi. Buna pek inanamasam da, daha fazla ısrar edememiştim. Nitekim, dedikleri gibi oldu. Birkaç dakika içinde biletim değiştirildi ve ben, yurt içi bir uçuş yerine, Amsterdam uçağına bindim.
Uçak alçalmaya başladı. Aşağıda her yer kar. Pilot, şu anda sıcaklığın -3 derece olduğunu söyledi. Oslo’nun 1800 kilometre kuzeyinde bulunan Tromsø, Kuzey Kutup Dairesi çizgisinin de 350 kilometre içerisinde, yani kuzeyinde, bulunuyor. Buradan Kuzey Kutbu’na uzaklık aşağı yukarı 2200 kilometre imiş.
Artık aşağısı çok net görünüyor. Hava epeyce güneşli ve pırıl pırıl. Gözlerim boşuna bir uçak pisti arıyor. Pist falan görünmüyor. Pilot, pist olması gereken yere, uçağı hiç sarsmadan iniyor.
Uçak piste o kadar rahat inmişti ki, uçaktan inen merdivenden yere adımımı hiç düşünmeden atmış, ancak ayağımın feci şekilde kayması ile birlikte apronun aslında tamamen buz olduğunu anlamıştım. Terminale doğru güçlükle yürürken, pilotu daha da takdir etmiştim. Türkiye’de buzlanan pist nedeniyle ertelenen uçuşlar, hatta keşmekeş haline gelen trafik aklıma gelmişti. Belli ki, Tromsø’de böyle şeyler sorun değildi. Buzul Çağı’nın sonundan beri burada yaşadığı bilinen insanoğlu, doğaya uyum göstermiş, normal ve uygar bir yaşam sürüyordu.
Fazla büyük olmayan terminale girer girmez onu görüyorum. Gerçekten de, Dr. Barnard’a olan benzerliği inanılmaz. Önce karşılıklı bakışıyoruz.
– Siz….
– Evet, diyorum cümlesini tamamlamasını beklemeden. Çünkü, onun Prof. Jan Raa olduğundan eminim.
El sıkışıyoruz. Karşılıklı nezaket sözleri…
– Çok güzel, diyor, atkı gibi boynuma doladığım ve omuzlarımı örten yün şalı göstererek.
Bu iltifatın üzerine, onun giyimi dikkatimi çekiyor. Ne boynunda bir atkı ne başında bir bere var. Üstünde, benim ilkbahar ve sonbaharda giydiğim türden bir deri mont. Önü açık ve içinde sadece bir gömlek görünüyor.
Jan Raa bana daha sonra, o montu Türkiye’den aldığını söyleyecekti. Kendisi, tanıştığım diğer Tromsø’lülere göre biraz daha ince giyiniyordu. Bu doğru. Ama diğerleri de, Kutup Dairesi içinde olmalarına karşın, bize göre daha ince giyiniyor gibiydiler. Jan Raa’nun söylediğine göre, içlerine boğazlarından ayak bileklerine kadar vücutlarını kaplayan, uzun kollu ve ince yünden içlikler giyiyorlarmış. Bana, Türklerin soğuktan korunmak için yanlış giyindiklerini söylediğini de hatırlıyorum. Ona göre, fazlasıyla kat kat giyiniyor olmamız doğru bir yöntem değildi.
Hava, beklemediğim kadar güneşli. Ama, çok kuvvetli esen bir rüzgâr var. O nedenle, Ankara veya İstanbul’da hissettiğimiz -3 dereceden çok daha sert ve üşütücü. Yine de, dayanılmaz değil.
Araba ile önce, kısa bir toplantı yapmak için üniversiteye gidiyoruz. Jan Raa, buzlu yollarda çok olağan bir şekilde arabayı kullanıyor. Yanımızdan geçen arabaların sürücüleri de gayet sakin. Yolların iki yanında uzanan uçsuz bucaksız beyazlığın yarattığı tekdüzelik insana, biraz boğuluyormuş hissi veriyor.
Tromsø’de iki şey beni çok şaşırtmıştı. Birincisi, havayı karanlık bulmayı bekliyordum. Oysa karanlık dönem, 22 Kasım ile 21 Ocak arasındaki 60 gün imiş. 21 Ocak’ta güneşin tekrar yüzünü göstermesi ile birlikte günler uzamaya başlıyormuş. Mart ayının başında güneş sabah saat 7 gibi doğuyor ve akşam saat 5’te batıyordu. İkincisi ise, etrafta gördüğüm ağaçlardı. Doğrusu, Kutup Dairesi içinde ağaç görmeyi hiç ummuyordum. Nitekim, daha sonra, şaşırmakta haklı olduğumu öğrenecektim. Çünkü örneğin, Kanada’nın ve Rusya’nın aynı enlemde bulunan bölgelerinde hiç ağaç yokmuş. Gerek havanın beklediğim kadar soğuk olmaması, gerekse burada ağaçların olması tamamen Gulf Stream etkisinden dolayı imiş. Kış nedeniyle yapraklarını dökmüş olan ağaçların, huş (birch) ağaçları olduklarını söylediler. Daha sonra ülkemizin Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinde de yetiştiğini öğrendiğim bu ağaçların gövdeleri, gümüşe çalan renkleri ile, kavak ağacını andırıyorlardı. Bunların dışında, çam ağaçları da vardı.
Norveç’in kuzeydeki en büyük şehri olan Tromsø, iki ada (Tromsøy ve Kvaløy) üzerine kurulmuş. Adalar birbirlerine ve ana karaya köprü ve tünelle bağlanmış. Burası aynı zamanda dünyada Kuzey Işıkları’nın (Aurora Borealis) da en iyi izlenebildiği yerlerden birisi. Ben, doğru zaman olmadığı için, maalesef bu doğa harikasını izleyemedim.
Tromsø’nün şehir olarak kuruluşu, ilk kilisenin yapıldığı 1252 yılı olarak kabul edilse de, yaklaşık 11.000 yıldan beri burada insanların yaşadığı biliniyor. Şehrin öneminin artıp, Kuzey Kutup bölgesinde önemli bir ticari ve kültürel merkez haline gelmeye başlaması 1794 yılından itibaren oluyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Alman işgali sırasında, kısa bir süre Norveç hükümetine ev sahipliği de yapıyor. Günümüzde Tromsø, balıkçılık, fok avcılığı, denizcilik, balık ürünleri işleme ve depolama alanlarında gelişmiş. Burada ayrıca, 1969 yılında kurulan ve dünyanın en kuzeyindeki üniversite olmakla övünen Tromsø Üniversitesi (2016 verilerine göre, öğrenci sayısı 16.151), bir Meteoroloji Enstitüsü, Lapon (Sami) Çalışmaları Merkezi, Kuzey Işıkları Gözlem İstasyonu ve Norveç Kutup Enstitüsü var. Şehir, restoranları, barları ve genç nüfusu ile oldukça canlı bir yerleşim yeri.
Üniversitede yaptığımız toplantıda Jan Raa bana, önümüzdeki üç günü saat saat gösteren programımı veriyor. Akademisyenler, araştırmacılar, özel şirket yetkilileri, yan sanayi yöneticileri ile görüşmeleri kapsayan, dört dörtlük bir program. Doğrusu, beklediklerinden bir hafta önce gelmeme karşın, sekreteri Irene son anda çok başarılı bir iş çıkarmış.
Üniversite, mimarisi ve iç dekorasyonu ile çok hoşuma gitti. Bir de, içerilerin sıcak olmasına çok sevindim. Anlaşılan, Norveçliler İngilizler gibi ısıtma konusunda tamah etmiyorlar. Norveç’e gelirken en büyük korkum oydu. İngiltere’ye kış aylarında her gidişimde olduğu gibi, içimin bir türlü ısınmayacağını düşünmüştüm. Norveçliler bu konuda hiç cimri değiller ve konforları için Kuzey Denizi’nden çıkardıkları petrolün nimetlerinden yararlanıyorlar.
Şimdi otele gidiyoruz. Jan Raa hem araba kullanıyor hem de sürekli konuşuyor. Projelerinden, genel olarak Norveç ve Tromsø’den söz ediyor. Norveç’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kuzey Denizi’nde petrol bulunana kadar ne kadar fakir bir ülke olduğunu, kendisinin hayatında ilk olarak portakalı on iki yaşında gördüğünü anlatıyor. Arada da, yüksek sesle düşündüğü ve beni şaşırttığı oluyor…
Prof. Jan Raa (1939- ), alanında dünya çapında tanınırlığı ve saygınlığı olan bir bilim insanı. Biyokimya, mikrobiyoloji ve deniz biyolojisi konusunda uzman. Akademisyen olmasının yanında kurduğu veya danışmanlık yaptığı birçok biyoteknoloji şirketi var. Bu anlamda, iş dünyasının da içinde. ABD ve Avrupa’da tescillenmiş sayısız patentin sahibi. Ayrıca, bazısını kendi kurup başkanlık yaptığı, devlete veya üniversitelere bağlı araştırma enstitüleri var. Uzmanlık alanları nedeniyle, başta somon olmak üzere, kültür balıkçılığı konusunda da dünya çapında tanınıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde, somon, kalkan, mersin balığı, yılan balığı gibi balıkların kültür yoluyla üretimine ya danışman ya da şirket ortağı olarak katkıda bulunmuş. Bu yazı için yaptığım bilgi güncellemesi sırasında, 2010 yılında kendisine Norveç Kralı tarafından, Norveç’e ve insanlığa katkılarından ötürü, Aziz Olav Nişanı’nın verildiğini öğrendim.
Jan Raa ile birlikte Scandic Hotel’e giriş işlemlerimi yaptık. Gösterilen saygıdan dolayı, kısa sürede onun adının Tromsø’de her kapıyı açabileceğini, akan suları durdurabileceğini anlıyorum. Buna karşın, kendisi de inanılmaz alçak gönüllü ve yardımsever. Daha itiraz etmeye fırsat bulamadan, bir bakıyorum ki bavulumu almış ve asansöre yönelmiş. Odaya girer girmez, sanki bir otel görevlisi imiş gibi, doğruca kalorifere giderek, sonuna kadar açıyor. Pencereleri kontrol ediyor. Üç kat cam olan pencerelerin çerçeveleri çok kalın.
Otelde birlikte yediğimiz öğlen yemeğinden döndüğümde odayı sıcacık buluyorum. Bir fiyorta bakan odamın kendisi de manzarası da çok güzel. Dün Oslo’dan telefon ettiğimde önce tüm otellerin bir festival nedeniyle dolu olduğu söylenip, sonra yer bulunduğu bildirilince, ben de doğrusu uyduruk bir yerde kalmak zorunda kalacağımı düşünmüştüm.
Tromsø’de kaldığım günler çok yoğun geçmişti. Birbiri ardına gittiğim toplantıların bazılarına Jan Raa da katılıyordu. Ama çoğunlukla, o kendi işleri ve toplantıları ile meşgulken, ben kendi programımı izliyordum. Zaman zaman buluşmamız için sekreteri Irene beni, Raa’nun bulunduğu yere götürüyordu. Bir keresinde, arabası ile 30 kilometre uzaklıktaki üniversitenin Kültür Balıkçılığı Araştırma İstasyonu’na (Tromsø Aquaculture Research Station) gittik. Hatırladığım kadarı ile burası, bir dere ağzında, bir fiyortun kenarında idi. Henüz tam olarak bitmemiş binaya bir ay kadar sonra taşınılacaktı. Ancak, ahşap mimarisi ve dekorasyonu çok güzeldi. Uçsuz bucaksız bir “kar çölünün” ortasında yaratılan bu uygar ve güzel ortamı çok etkileyici bulmuştum.
– Seni bir balık çiftliğine götüreceğim.
– Tamam.
– Çok iyi bir çiftlik olduğu için değil. Aslında hiç iyi durumda olmayan bir yer.
Gerçekten merak ediyorum. Gördüğüm o kadar mükemmel tesisden sonra, buraya niye gidiyoruz? Neyse, hocanın bir bildiği var herhalde…
Araba ile birkaç kilometre gidiyoruz. Artık, ben de bu buz üzerinde araba ile gitme konusunda epeyce rahatladım. Bana da olağan gelmeye başladı. Kullananlar rahat olunca, yolcu olarak benim de endişem geçti. Araba lastiklerinde zincir olmadığı için, başlarda biraz gerilmiştim.
İşte geldik! Etraf biraz derbeder görünüyor gerçekten. Kısa bir süre sonra, gelme nedenimiz anlaşılıyor.
Balık çiftliğinin yöneticisi geliyor ve elimizi sıkıyor. İsmi… O da ne? Karşımda bir Türk var! Üstelik, daha Türkiye’de çağdaş anlamda kültür balıkçılığı henüz doğru dürüst başlamamışken o, bir balık çiftliğinin başında. Daha da şaşırdığım nokta, buraya dokuz sene önce Konya’dan gelmiş olması…
Biraz Türkçe konuştuk kendisi ile. Ayrıldıktan sonra Jan Raa bana Türkçesinin nasıl olduğunu sormuştu. Biraz zayıftı, güçlükle konuşuyordu. Raa’nun söylediğine göre, Norveççesi mükemmelmiş. Bölgedeki tek Türk olunca, Türkçe pratiğini kaybetmişti anlaşılan.
Kuzey Kutup Dairesi içerisinde, hele otuz sene önce, bir Türk ile karşılaştıktan sonra, tüm yurt dışı gezilerimde dikkatli konuşmaya ve davranmaya özen gösterdim. Öyle ya… Kutup bölgesinde bile, en ummadığım yerde, karşıma bir Türk çıktıysa, dünyanın her yerinde çıkabilirdi. Pot kırmamak için dikkatli olmak lazımdı. Nitekim, pot kırmadıysam da on altı yıl sonra, 2006’da Paris’te de böyle ilginç bir karşılaşma olayı yaşamıştım. Yeri gelirse, günün birinde onu da anlatırım…
Bir akşam, Jan Raa’ların evine yemeğe davetli idim. Otelden bir taksiye binip, kolayca verilen adrese gittim. Girişteki antrede, Norveçlilerin yaptığı gibi çizmelerimi çıkardım. Yemekte, Jan Raa’nun pişirdiği nefis bir morina balığı vardı. Biz eşiyle sohbet ederken, o pişirmişti. Yanında da domates salatası. Norveç’te seralarda bol miktarda domates yetiştirildiğini o zaman öğrenmiştim. Yemek ve gece geç saate kadar süren sohbet çok güzeldi. Norveçlilerin sevdiğim yanlarından biri de, bizde “tavuk gibi” diye ifade edilen erkenden yatma huyları olmaması olmuştu. Gerek Oslo’da gerekse Tromsø’de epeyce geç yattıklarını gözlemlemiştim. Gece hayatı konusunda tek çekinceleri, alkollü araba kullanma konusundaydı. Bu konuda çok sert kurallar ve cezalar vardı. Oslo ve diğer güney kentlerinde yüksek para cezaları uygulanırken, Tromsø’de alkollü araç kullanmanın cezası ehliyetinizin elinizden alınmasıydı. Bu nedenle, topluca içki içilecek bir ortama gidiliyorsa, gruptan ya da eşler arasından bir kişi ağzına alkol koymuyordu.
Bir başka akşam, yine uzun ve yorucu bir çalışma gününün sonunda, Peppermøllenisimli bir restorana gittik. Jan Raa’nun eşi ve birkaç gün önce tanıştığım Türk de bizimle geldi. Peppermøllen’ın bulunduğu ahşap bina 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Bu açıdan çok sıra dışı sayılmaz çünkü, Tromsø’nün bir özelliği de Kuzey Norveç’te en çok sayıda ahşap evin bulunduğu yerleşim yeri olması. Bu evlerin en eskisi 1789 yılından kalmış. Aşı boyası olarak tabir ettiğimiz renkte boyanmış Peppermøllen’in binasının özelliği, buranın bir zamanlar, ünlü Norveçli kaşif Roald Amundsen’in (1872-1928) kaldığı ev olması. 14 Aralık 1911 günü Güney Kutbu’na diktiği Norveç bayrağı ile tarihe, buraya ulaşabilen ilk kaşif olarak geçen Amundsen, Kuzey Kutbu’na da seferler yapmış. İşte bu seferlerden önce, Tromsø’de bu evde kalmış. 12 Mayıs 1926’da hava gemisi ile Kuzey Kutbu’na da ulaşan Amundsen, dünyanın her iki kutbuna da ilk olarak varan tek kaşif olmuş. (Bu araçların, 20. yüzyılın başında Alman Kont Ferdinand von Zeppelin tarafından tasarlanarak, ZLT Zeppelin Luftschifftechnik şirketi tarafından üretilenlerine zeplin denilmektedir. Türkçede tüm bu çeşit araçlar zeplin olarak adlandırılmaktadır).
O kadar acıkmışım ki, antre midemin kazınmasını hiç kesmedi. Öğlen, çalışma arasında, füme somonun ağırlıklı olduğu çok hafif bir şeyler atıştırmıştık. O nedenle, bu akşam yemeğini dört gözle bekledim.
İşte ana yemek geldi. Tabii ki yine balık. Buraya geldiğimden beri sabah, öğlen akşam, balıksız bir tek öğün görmedim. Söylendiğine göre, Norveç’te kalp hastalıklarının yok denecek kadar az olması bu yüzdenmiş.
Muhteşem görünümlü bir somon önüme kondu. Yanındaki garnitürü ile birlikte, resim gibi. İlk lokmamı ağzıma atıyorum. Gayet leziz. Hevesle ikinci lokmamı kesiyorum ki, yanımda oturan Prof. Raa’nun eli bileğimi kavrıyor. Bir anlam veremiyorum. Kendisi daha balığına dokunmamış bile.
– Yeme bunu, diyor bana ve garsonu çağırıyor.
Garson gelince,
– Bu balıklar uzun süre buzhanede kaldıktan sonra çözülmüş ve sonra tekrar dondurulmuşlar.
Garson hiçbir şey diyemeden, şaşkınlık içinde öylece dikiliyor. Jan Raa işin peşini bırakmıyor.
– Şimdi bunların hepsini geri götürüp, doğru dürüst balık getiriyorsunuz. Bari bana yapmayın bunu, diyor.
Utanan garsonun eli ayağına dolanıyor. Itiraz etmeden ve hızla tabakları toplayıp gidiyor. Ben ise, hala guruldayan midemle, arkasından bakakalıyorum. Doğrusu, bana göre tadı gayet iyiydi ama, konunun uzmanı öyle diyorsa, bekleyeceğiz artık mecburen…
Neyse ki, Jan Raa sonradan gelen balıkları bir bakışta onayladı da biz de yemeğe devam edebildik. Arctic berry dedikleri kırmızı böğürtlenlerle yapılan tatlı çok güzeldi. Oslo’daki Theatercaféen’de de yemiştim bu böğürtlenlerden ama, sanki anavatanı olan Kutup Dairesi’nde daha bir lezzetliydiler.
Tromsø’de yediğim ve unutmadığım bir başka yemek, tam sevdiğim gibi kremalı ve yoğun bir balık çorbası idi. Yediğimiz restoran, Cumartesi günü olduğu için ailelerin çocukları ile geldikleri, çok yüksek tavanlı ve ahşap bir binada idi. İsmini maalesef hatırlamıyorum. Notlarımın arasında da bulamadım. Çorbamızı bitirdikten sonra, bir garson tüm restoranda bir tepsi gezdirmeye başladı. Üstünde, kürdanlara takılmış, kelimenin tam anlamıyla, simsiyah, bitter çikolata görünümünde, bir şeyler vardı. Yanında da portakal reçeli. Ben de herkes gibi, bir tane alıp reçele batırdım ve ağzıma attım. Daha önce yediğim hiçbir şeye benzemeyen, değişik ve garip bir tadı vardı. Ayı balığı (seal) imiş yediğim.
Tromsø’ye gelip de şehri biraz gezmeden ayrılmak olmazdı. Ne de olsa, öyle insanın her zaman gelebileceği bir yer değildi. O nedenle, Tromsø’den ayrılacağım Cumartesi sabahını şehri gezmeye ayırmıştım. Jan Raa ve eşi ile öğlen yemeği için otelin lobisinde buluşana kadar birkaç saatim vardı.
Cumartesi sabahı Tromsø, şenlik yeri gibi idi. Herkes, çoluk çocuk sokaklardaydı. Söylendiğine göre, her hafta sonu böyle oluyormuş. Tabii ki, yerler buz olduğu için çok dikkatli yürümem gerekmişti. Alttan ısıtılan bazı kaldırımlarda yürümek ise, hiç sorun değildi. Öğlene doğru, Nordnorsk Kunstmuseum’a (Kuzey Norveç Sanat Müzesi) gittim. Fazla büyük olmayan müzede, Oslo’daki Ulusal Galeri’den (Nasjonalgalleriet) ödünç alınmış eserler de sergileniyordu. Müzeye girerken hava günlük güneşlikken, çıktığımda yoğun bir kar yağışı vardı. Hızlı hava değişimleri buraların tipik özelliği imiş.
Tromsø’den ayrılma zamanı da gelmişti… Havaalanında, Prof. Jan Raa karşıladığı gibi sıcak bir şekilde uğurladı beni. Kendisini, danışmanlık için geldiği İstanbul’da birkaç kere daha görecektim. Oslo’ya uçarken, görüş mesafesi yok olana kadar aşağıya, buzullara baktım. İnsanoğlu’nun doğayı yenmesinden mi söz ediyordu birileri? Buna yenmek değil de, talan ve tahrip etmek demek daha doğru idi sanki. Bir başka ifade ile, şikeli döğüştü. Yoksa buradan bakınca, doğa yenilmez görünüyordu. İnsan ise, güçsüz ve yalnız…
Bugün Noel. Hz. İsa’nın doğum günü olması nedeniyle Hristiyan dünyası için önemli bir gün. Öte yandan, süslenmiş çam ağaçları, rengarenk ışıklar ve bu döneme özgü kek, pasta, kurabiye gibi yiyecekler, her ırktan ve inançtan insanın yaşamına şu ya da bu ölçüde girmiş bulunuyor. Bu ritüellerin bir kısmı, Hristiyanlar dışında, örneğin bizde olduğu gibi, Yılbaşı kutlamalarının bir parçası haline geldi. Belki bu sebepten dolayı, Yılbaşı ve Noel birbirine karıştırılarak, gereksiz husumetler, hatta daha fazlası yaşandı geçmişte bu ülkede. 30 Aralık 1994 günü, Taksim’deki The Marmara otelinin pastanesine atılan ve yazar Onat Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan’ın ölümüne neden olan bombayı unutmak ne mümkün. Bir de, 2016’yı 2017’ye bağlayan gece Reina’da yaşananlar var tabii. Çeşitli milletlerden, farklı inançlara sahip 39 canın öldüğü ve 70 kişinin yaralandığı…
Aslına bakılırsa, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmiyor. Hatta, bazı teologlara göre, Ekim ayında doğmuş olabilir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında, tamamen siyasi nedenlerle olmuş. Noel ile en çok ilişkilendirilen çam ağacı ise, Hristiyanlık öncesi pagan adetlerin bir devamı. Anadolu’da, geçmişi Hitit ve Frig dönemlerine kadar giden ağaç süsleme geleneği, Osmanlılarda nahıllarla sürmüş. Arapça nahl (hurma ağacı) kelimesinden türetilmiş olan nahıl ağaçları, özellikle Saray düğünlerinde ve sünnet düğünlerinde, ev sahiplerinin zenginliğini ve gücünü gösteren başlıca simgelermiş. Yaklaşık 100 kişi tarafından taşınabilen büyük nahılların boyu, 15-20 metreyi bulurmuş. Kat kat yapılan nahıllar, bal mumu ve kağıttan yapılan renkli toplar, meyveler ve küplerle süslenir, tepesine de yanan bir mum veya (on sekizinci yüzyıldan sonra) hilal konurmuş.
Farklılıkların giderek keskinleştiği, yaratılan değişik kamplaşmalarla toplumların ve genel olarak dünyanın, kutuplaştırıldığı bir ortamda, kardeşlik ve dostluğa vesile olacak her kutlama sevinçle karşılanmalıdır kanımca. Ben de bu amaçla, Noel ile ilgili iki eski yazımı sizlerle yeniden paylaşmak istedim. Yine, daha önce okumamış olanlar veya tekrar göz atmak isteyenler için. İlki, çocukluk anılarım ile ilgili. İkincisi ise, İstanbul’daki Noel kutlamaları üzerine.
Otel odası fazla büyük değil ama, fena görünmüyor. İçeri girer girmez yüzüme boş ve ısıtılmamış odalara özgü bir soğukluk çarptı. Banyo daha sıcak gibi. Televizyonu açtım. Karşıma daha önce hiç görmediğim, kafası sıfır numara tıraşlı bir kadın şarkıcı çıktı. Alttaki yazıda isminin Sinead O’Connor olduğu yazıyor. Ne kendisini ne de söylediği “Nothing Compares to You” şarkısını daha önce duymamıştım. Kadının yanık yanık söylediği şarkı da, gözleri gibi, çok hüzünlü.
İçinde bulunduğumuz pandemi döneminin zorunlu kıldığı yaşam koşulları, her birimiz üzerinde farklı etkiler yaratıyor. Bunların bir kısmı görünür etkiler. Daha derinde yaşananların bedensel ve ruhsal sonuçları ise belki yıllar sonra karşımıza çıkacaklar. Salgının etkilerini yavaşlatma önlemleri çerçevesinde girdiğimiz bu “ikinci kapanma” evresini sanki herkes daha bir bıkkın ve düşük moralle karşıladı. Yaşama karşı genelde pozitif yaklaşımı olan bir insan olarak ben bile, kendimi bu sefer daha yılgın hissediyorum. Sanki distopik bir dünyanın betimlendiği bir romanın kahramanlarından biriymişim de birileri bu kitabı okuyormuş gibi…
Bu süreçte, kitap okumak ve yazı yazmanın dışında, ben de çoğumuzun yaptığı gibi bol miktarda film ve dizi izliyorum. Böylece, biraz da çok özlemini çektiğim yolculuk yapma arzumu hafifletiyorum belki. Hiç gitmediğim yerlerde geçen filmler yanında, gittiğim yerleri bu yolla yeniden görmek hoş oluyor. Bazıları aynen eskisi gibi. Bazıları ise çok değişmiş. Esasına bakarsanız, çok küçük yaşlarımdan beri, bir yerden ayrılma eylemi bana ölüm sonrası olacakları anımsatır. Her iki durumda da, zamanın o noktası bizim için bir sonu ifade ederken, ayrıldığımız şehir ya da ülkede değişim ve gelişim devam edecek, hayatlar kendi akışında sürecektir. Şehirler farklı şekillerde ve oranlarda büyüyecek veya başkalaşacak, insanlar bizsiz kendi yaşamlarını sürdürecekler. Tüm bu değişimler olurken, o yerin aklımızda kalan son iz düşümü bizim için gerçekliğini korumaya devam edecek. Geçenlerde Netflix’de izlediğimiz Norveç dizisi, Occupied da bana yine bunları düşündürdü. Dizide, 5 Mart 1990 günü ayak bastığım Oslo’dan bana tek tanıdık görünen bina, parlamento binası ve Kraliyet Sarayı oldu. Belki yapımın şehrin modern bölgelerinde çekilmesi özellikle tercih edildiği için, gördüğüm Oslo bambaşka bir yermiş gibi geldi bana.
Doğrusu, otel konusunda şaşırmadım desem yalan olur. İstasyondaki Turizm Danışma’dan önerdikleri Norona Hotel, çok katlı bir binanın sadece aradaki birkaç katını kapsıyor. Otelin resepsiyonuna, bir iş yeri girişi gibi olan binanın zemin katından bindiğiniz bir asansörle ulaşıyorsunuz. Sokaktan içeri adım atılan bir lobby yok. Resepsiyondaki soğuk tavırlı genç kadın, sadece iki gece için yerleri olduğunu hatırlattı. Biliyorum zaten. İstasyondaki görevli üçüncü gece için belki yer açılabileceğini, olmazsa, yine yardımcı olabileceklerini söylemişti. Aslında, daha birkaç ay önce Buket Uzuner’in “Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları” isimli kitabını okuduğum için kendimi bu otel görevlisi kadın gibi tiplere göre ayarlamıştım. O nedenle havaalanındaki pasaport kontrolü öncesi de yüzümü suratsız bir frekansa ayarladım çünkü, daha önce başka ülkelere girerken polislere kibar ve güler yüzlü davranmamın karşılığında aksi ve kaba tavırlarla çok karşılaştım. Ama, o da ne? Norveçli polis inanılmaz esprili birisi çıktı. Sadece o mu? Otele gelene kadar karşılaştığım herkes güler yüzlü ve kibardı. Belki de kısa sürede alıştığım o cana yakınlık yüzünden otel görevlisinin tavrı beni o kadar şaşırttı.
Otuz yıl içinde gelişen teknoloji, yolculuklar açısından pek çok kolaylık getirdi. Günümüzde, herhangi bir yere hayatımızda ilk olarak gidiyor bile olsak, önceden otel (hatta restoran) rezervasyonlarımızı yapabiliyor, araba kiralayabiliyor, gezilecek yerleri önceden saptayıp, müze ve benzeri yerlerin biletlerini önceden alabiliyor ve her günümüzü planlayabiliyoruz. Daha gitmeden, o ülkeye ya da şehire belli bir aşinalığımız oluyor. Tüm bunlar bize müthiş bir rahatlık sağlıyor. Öte yandan, bu durum işin macera kısmını yok ediyor. Bilinmeze doğru giderken duyulan merak ve heyecan önemli ölçüde azalıyor. Günümüzde insanlar nerede fotoğraf çektireceklerine bile gitmeden karar verebiliyorlar.
Gittiğim ilk İskandinav ülkesi olan Norveç’e uçarken yaşadığım heyecanı hatırlıyorum. Planlı bir iş gezisi olmasına rağmen, neler ile karşılaşacağımı ve neler göreceğimi günlerce merak edip durmuştum. Elimdeki yazılı bilgi kısıtlıydı. Internet zaten yoktu. İskandinav ülkeleri de o zamanlar öyle insanların sıklıkla gittikleri ülkelerden değillerdi. Dolayısı ile, çevremde kalınacak yer vb. konusunda danışabileceğim kimse de yoktu.
Yurt dışı yolculuklar sırasında o günlerde yaşanan bir diğer sıkıntı da, para konusu idi. Türkiye’de henüz kredi kartları yaygınlaşmamıştı. Ayrıca, o dönemin kartlarının yurt dışında geçerli olmama gibi bir sorunu vardı ve bu, kartların üzerinde yazardı. Bu durumda, paranızı cebinize koyup, gitmeniz gerekiyordu. Hiç unutmuyorum, benim uçuşum pazartesi günü, çok erken bir saatte idi. O zamanlar çalıştığım bankanın mali işler bölümü, harcırah işlemlerini son iş günü olan bir önceki cuma gününe bırakmıştı. Sonunda, akşam üzeri saat beşte, önüme her biri 20 dolar olmak üzere, 200 tane banknot bırakıldı. Koca bir yığın! Neden böyle bir saçmalığın yapıldığını sorduğumda ise, elde sadece 20 dolarlıkların olduğu belirtildi. Doğal olarak, haftanın son iş günü, o saatte tartışmanın hiçbir yararı yoktu. Böylelikle, diğerlerine ek olarak, yolculukla ilgili bir de bu stres eklenmişti… Bir ay sürecek iş gezisi boyunca bu kadar parayı kaybetmeden ve çaldırmadan taşımam gerekecekti.
Bugünden geriye doğru bakınca, önemli olumsuzluklar olarak görünen tüm bu konulara rağmen, İstanbul’dan bindiğim Finnair uçağı ile Helsinki’ye uçup, oradan Oslo’ya aktarma yapmak, Oslo havaalanından bindiğim otobüsle geldiğim istasyondaki Turizm Danışma aracılığı ile otel bulabilmek bana müthiş bir kolaylık ve uygarlık gibi gelmişti o zaman. Bir de üstelik, her iki uçuş sırasında da beklemediğim bir hoşluk yaşamıştım.
İstanbul’da check-in yaptığım sırada, Finnair’in bankosundaki görevli, utana sıkıla ve benden özür dileyerek, sigara içilmeyen bölümde koltuklarının kalmadığını, o nedenle beni First Class’a koyacaklarını söyledi! Evet, o yıllarda uçaklarda sigara içilirdi ve uçağın çok küçük bir bölümünde sigara içmeyenlere yer ayrılırdı. Bu bile, sigara içmeyenler için, önemli bir gelişme kabul edilmişti. İşte, o sigara içilmeyen kısıtlı bölgede yer kalmadığı için, ben beklemediğim bir konforla uçtum. O zamanların First Class’ı da (henüz Business Class icat edilmemişti), gümüş çatal kaşıkların, keten peçetelerin kullanıldığı, türlü türlü aperatiflerin, şarap ve dijestiflerin sunulduğu bir konfora sahipti. Aynı durum, Helsinki’den Oslo’ya uçarken de oldu. Aslında, o gezide yaptığım toplam sekiz uçuşun yedisinde, aynı sebepten dolayı First Class uçtum. Şansın ötesinde, galiba ben biraz da bu işin sırrını çözmüştüm. Bunun için check-in için acele etmeyip, biraz sonlara kalmak gerekiyordu…
Oslo’ya yerel saatle 16:15’te indik. İstanbul ile aramızda bir saat fark var. İndiğimizde hava güneşli ve 8 derece idi. Alçalırken manzara çok güzeldi. Nereye bakacağımı şaşırdım. Sanki her yer orman. Aralara serpiştirilmiş evler ve o güzelim fiyortlar. Muhteşem bir görüntü…
Otele yerleştikten sonra dışarı çıktım ve bir saat kadar yürüdüm, bir şeyler yedim. Oslo güzel bir şehre benziyor. Sokaklarda hemen hemen hiç insan yoktu. El ayak çekilmiş gibi. Zaten Oslo’nun 680 bin civarında, tüm ülkenin ise 4 milyonun biraz üstünde nüfusu var. Bizim son verilere göre ise, İstanbul 6,5 milyon, Türkiye 55,5 milyon civarında.
O gece dışarı çıktığım zaman, ıssız sokaklarda korkusuzca yürümek bana hala hatırladığım bir özgürlük duygusu vermişti. Sabah İstanbul’da iken, şimdi Oslo’da olmak fikri çok hoşuma gitmişti. Oysa daha önce, birçok Avrupa ülkesinin yanında, Atlantik’i aşıp, Amerika’ya da gitmiştim ama, böyle hissetmemiştim. Bu başka türlü bir duygu idi. Günümüzde, çok daha uzun mesafeleri çok daha kısa sürede katediyoruz ve bu bize gayet olağan geliyor. Teknolojik ilerlemelerin insan üzerinde yarattığı etki, zamana, kişilerin yaşına ve yeniliklere karşı ne derece açık olduklarına çok bağlı. Marcel Proust (1871-1922) ünlü “Kayıp Zamanın İzinde” isimli dev eserinin son ciltlerinden birinde, araba ile yaptığı bir yolculukla ilgili olarak, insan vücudunun böyle bir taşıt aracının hızına adapte olmasının mümkün olamayacağını, bu nedenle araba ile yolculuk yapmanın son derece rahatsızlık verici olduğunu yazmış. O zamanın arabalarının ortalama hızının günümüzün vitesli bisikletlerinin hızından bile daha yavaş olduğunu göz önünde bulundurunca, bu tespit bize şimdi komik geliyor. Hele ki bir zamanlar, bir İngiliz-Fransız ortak yapımı olan Concorde uçaklarının hızının ses hızından iki kat daha fazla olduğu düşünülünce. Bırakın Concorde’u, Proust eğer günümüzün arabalarına binseydi ne derdi, siz tahmin edin.
Oslo, gün ışığında daha da güzel gelmişti bana. Hava güneşli ve beklediğimden çok daha ılıktı. Hiçbir yerde kar yoktu. İş için gelmiştim ama, fırsatı değerlendirip, boş zamanlarımda şehri de gezmeye niyetliydim. Kahvaltıdan sonra, gideceğim şirketi defalarca arayıp da yanıt alamayınca, dışarı çıkmaya karar verdim. Mükellef kahvaltıda beni en çok şaşırtan şeyin, sunulan çok sayıda tuzlanmış ya da kurutulmuş balık çeşidi olduğunu hatırlıyorum.
Bir gün önce Turizm Danışma’dan verdikleri küçük bir rehberde ilgimi çeken birkaç yer işaretlemiştim. Bunların arasından önce, şehrin Bygdøy bölgesindeki Viking Gemi Müzesi’ne gitmeye karar verdim. Bygdøy, Oslo’nun batı kesiminde bulunan bir yarımada. Buraya hem vapur hem de otobüs ile gidilebiliyor. Ben, otobüs ile gitmeyi tercih ettim. Çam ve kavak ağaçlarının arasından giden yol 15 dakika sürdü. Doğaya hayran oldum. Çok güzel ahşap evler vardı. Evlerin kalitesi ve sakin yollar bana buranın zengin bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündürdü. Burası ayrıca, Oslo’nun popüler bir eğlence ve dinlence (rekreasyon) alanı imiş. Hafta içi bir gün olması ve mevsim nedeniyle sanırım, etrafta kimseler yoktu.
Viking Gemi Müzesi’nde, dünyada günümüze kadar gelebilmiş en iyi durumda olan üç Viking gemisi sergileniyor. Bir zamanlar büyük olasılıkla okyanusları aşmış olan bu üç gemi de denizde değil, karada gömülü olarak bulunmuşlar. Çünkü söz konusu gemiler, Viking adetlerine göre, soylu ve zengin sahipleri için mezar olarak kullanılmak üzere, Oslo Fiyort’undan karaya çekilmişler. Gemilerin üstüne ölüler için özel bir bölüm yapılmış. Cesetler ile birlikte değerli eşyalar, kap kacak, eğerler, silahlar, kızaklar, kayaklar ve ayrıca at, köpek ve tavus kuşu gibi hayvanlar da gömülmüş.
Üç geminin içinde en eskisi olan Oseberg’in yaklaşık olarak M.S. 820 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. 1904 yılında yapılan bir kazı ile ortaya çıkarılmış olan bu geminin ahşap süslemeleri inanılmaz derecede güzel. İnsan hem geminin hem de içindeki eşyaların üzerindeki ince işçiliği görünce, Viking’lerin tarihte vahşi, kaba saba insanlar olarak tanıtılmış olmalarına kuşku ile bakıyor gerçekten. Oseberg gemisinde, birisi ellili yaşlarında, diğeri ise yetmiş-seksen yaşında iki tane kadın cesedi bulunmuş. Arkeologlara göre, dini ve siyasi açıdan önemli oldukları düşünülen bu kadınlardan birinin, kurban edilerek diğerinin yanına gömülmüş olabileceği olasılığı da bulunuyor. M.S. 890- 900 yıllarında yapıldığı düşünülen Gokstad, 1880 yılında toprak altından çıkarılmış. Erkek cesedin bacak ve baldır kısımlarındaki kılıç yaraları, savaş sırasında öldüğünü gösteriyor. Mezarda bulunan diğer eşyalar ve hayvan iskeletleri, bu kişinin çok önemli birisi olduğunun işareti olarak kabul ediliyor. Üçüncü gemi, Tune, 1867 yılında toprak altından çıkarılmış. M.S. 910 yılında yapılmış olabileceği belirtilen bu gemi, diğerleri kadar iyi durumda değil. Define avcıları tarafından asırlar boyunca talan edilmiş.
Bygdøy’de görmek istediğim ikinci müze, Kon-Tiki Müzesi idi. Viking Gemi Müzesi’ndeki görevli kadın, yolu tarif ederken, on iki dakikalık yürüme mesafesinde olduğunu söyledi. Yine çok güzel evlerin ve yeşilliklerin arasından yürürken, kendi kendime güldüm. On dakika değil, on beş değil. On iki dakika… Tam da o kadar sürdü. Demek ki, kadının yürüme hızı ile benimki uyumlu imiş.
Kon-Tiki Müzesi, Norveçli etnograf ve kaşif Thor Heyerdahl’ın (1914-2002) iki büyük projesi ile ilgili bir müze. Zooloji, botanik ve coğrafya eğitimi de almış olan Heyerdahl, insanların düşünmediğimiz kadar eski çağlarda deniz ve okyanusları aşabildiklerini kanıtlamak üzere yaptığı yolculuklarla ünlü. 1947 yılında, Orta ve Güney Amerika’da yetişen balsa ağacından yapılmış Kon-Tiki isimli teknesi ve ekibi ile birlikte, Peru’dan yola çıkarak, 8000 km yol almış ve Polinezya’ya ulaşmış. Yolculuk boyunca çekilen film, 1951 yılında “En İyi Belgesel” dalında Akademi Ödülü’nü (Oscar) almış. Müzede, bir sal görünümündeki Kon-Tiki’yi görmek mümkün.
Müzede sergilenen ikinci tekne ise, papirüsden yapılmış olan Ra II. Heyerdahl, 1970 yılında bu tekne ile Kuzey Afrika’dan yola çıkıp, Atlantik Okyanusu’nu geçmiş ve Karayipler’de Barbados’a ulaşmış. Bu şekilde, Antik Mısır uygarlığının Atlantik Okyanusu’nu geçebilme kapasitesi olduğunu, aslında eski uygarlıkların düşündüğümüzden daha çok birbirleri ile temasları olduğunu göstermek istemiş. Heyerdahl ayrıca, Galápagos ve Isla de Pascua (Paskalya) adalarında ve Peru’nun kuzey bölgesindeki Túcume’de birçok kazıya da katılmış. Müzede, gemilerin dışında, Heyerdahl’ın UNESCO’nun “Dünya Belleği Listesi”ne kayıtlı 8000 kitabı, arşivi ve çeşitli buluntular da var.
Sabahtan beri sokaklarda gezmekten epeyce yoruldum. Viking Gemi Müzesi ve Kon-Tiki Müzesi’nden sonra şehir merkezinde dolaştım. Nüfus o kadar az ki, en kalabalık olduğu söylenen yerler bile, İstanbul ölçülerinde inanılmaz tenha geliyor insana. İçinde “Ulusal Tiyatro”nun (Nationaltheatret) da bulunduğu, bir ucunda Kraliyet Sarayı, diğer ucunda Parlamento olan, uzun yeşillik alan pek hoşuma gitti. Ağaçlar, kafeler… Tiyatronun karşısındaki Theatercaféen ve biraz daha ilerdeki Grand Cafe, Norveçlilerin ünlü oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Henrik Ibsen’in de (1828-1906) bir zamanlar müdavimi olduğu yerler. Ulusal Tiyatro, Ibsen hayattayken olduğu gibi, günümüzde de Ibsen oyunlarının ağırlıklı olarak sahnelendiği bir tiyatro. Hedda Gabler, A Doll’s House, ünlü Norveçli besteci Edvard Grieg’in (1843-1907) müziğini bestelediği Peer Gynt… Tiyatronun önünden geçerken bunları anımsadım. Binanın önünde ünlü oyun yazarının bir heykeli de var.
Arada, fırsat buldukça, yine telefon etmeye çalıştım. Uzun uzun çaldırdım ama, boşuna. Yanıt veren yok. Bu işte bir iş var. Yarın, şirkete ulaşmak için başka bir yol denemeliyim…
O zamanlar cep telefonu olmadığı için, iletişim kurmak bir problem idi. Bir yandan Oslo’da gezerken, içimde, derinlerde bir yerde, bir sıkıntı ve endişe olduğunu hatırlıyorum. Buna karşın, arada telefon etmeye devam ederken, Oslo Kalesi’ni de gezme fırsatı bulmuştum. Kalenin saat 19:00’a kadar açık olduğunu öğrenince, akşam üzerini orayı gezerek değerlendirmeye karar vermiştim.
Akershus, deniz kenarında, alçak duvarları olan bir kale. Ancak, duvarların görmeye alışkın olduğumuz kalelerden alçak olması, onun kolay yutulur bir lokma olduğunu düşündürmemeli. Aksine, tarihi boyunca İsveçliler ve Danimarkalılar tarafından yapılan pek çok kuşatmanın hiçbiri, düşmanlara zafer getirmemiş. Kale bir tek, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi İşgalinde Almanların eline geçmiş. Orta Çağ’dan kalma kalenin kesin yapım tarihi bilinmese de, 1290’lı yılların sonuna doğru yapılmış olduğu düşünülüyor. Bir dönem, Norveç Kralları tarafından saray, bir ara da hapishane olarak kullanılmış. Fazla yüksekte olmamasına rağmen, buradan manzara çok güzel.
Oslo’yu gezmek çok hoşuma gitse de, ziyaret edip, birlikte çalışacağım şirket ile haberleşememek sinirlerimi gittikçe germeye başlamıştı. Oslo’da erişemediğim şirketin hazırladığı programa göre, bir sonraki gün, Norveç’in Kutup Dairesi Bölgesi’nin (Arktik Bölge) içinde kalan yerleşim yerlerinden Tromsø’ye uçacaktım. Sonunda, orada ziyaret edeceğim kişiyi aramaya karar verdim.
Oslo Merkez Postanesi’ne adım atınca insanın yüzüne, soğuk havadan içeri girince iyi gelen, bir sıcaklık vuruyor. Buna bir de, koyu renk ahşap duvar kaplamalarının, bankoların ve telefon kabinlerinin göz okşayan sıcaklığı eklenince, insanın içi ısınıyor. Bankodaki adama Tromsø’yü aramak istediğimi söyleyince, numarayı istedi ve belirttiği kabine gidip, beklememi söyledi. Kabin oldukça geniş. İçinde, kendisi gibi ahşap, bir de bank var. Oturdum, bekliyorum.
Telefon çalıyor…
– Alo…
– Aradığınız numara hatta. Görüşebilirsiniz.
Biraz heyecanlanıyorum…
– Alo, Profesör Jan Raa ile görüşebilir miyim?
– Ben sekreteriyim. Kendisi bir toplantıda.
Ses, inanılmaz derecede net geliyor. Kutup bölgesinde bir yer ile konuştuğuma inanmak zor.
Kim olduğumu, planlandığı gibi Oslo’ya geldiğimi ama, … şirketine ulaşamadığımı, ertesi gün Tromsø’ye uçacağımı söylüyorum.
Karşı tarafta bir sessizlik oluyor…
– Oh! Aman Tanrım… Biz size ayın birinde bir faks çekip, bir hafta sonra gelmenizi rica etmiştik. Özel bir festival nedeniyle Tromsø’de bütün oteller dolu…
Bu kez sessiz kalan taraf ben oluyorum çünkü, şok olmuş haldeyim. “Kan beynime sıçradı” derler ya, aynen öyle. Aklımdan hızla, bin bir şey geçiyor… O faksın bana ulaşmamasından kimlerin sorumlu olabileceğini, eğer elime geçerlerse neler yapabileceğimi düşünüyorum. Sanki içime doğmuş gibi, uçak biletini son güne kadar kestirmemiştim…
Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemde geçen, Postacı Kız kitabında telgrafı anlatırken ondan, “Elektrik, düşüncenin hızından çok daha hızlı hareket ediyor, düşüncenin kavrayamayacağı kadar hızlı”, diye söz eder (The Post Office Girl, s. 9). Günümüzde, telgrafı hayatında görmemiş ve yukardaki cümleyi komik duruma düşüren, görüntülü-görüntüsüz her türlü iletişim aracını kullanabilen, kaç nesil yetişti. Yok, 1990’ların başında telgraf ile haberleşmiyorduk. Zamanına göre o da bir haberleşme devrimi sayılan teleks döneminden geçip, faksa ulaşmıştık. Gerçi, artık o da yavaş yavaş haberleşme sahnesinden silinmeye başladı ama, o zamanlar bu alandaki en ileri araçlardan biriydi. Yeter ki, ofislerde bir yerlere takılmasın, yanlışlıkla çöpe atılmasın ve elinize ulaşsın…
Telefonu kapattıktan sonra İstanbul’u, yöneticimi aramıştım. Artık durumu nasıl anlattıysam, sakin olmamı ve bir çözüm bulunamazsa, Oslo’da bir hafta kalabileceğimi söyledi. Neyse ki, buna gerek kalmadı. Prof. Jan Raa’nun becerikli sekreteri iki gündür ulaşamadığım Oslo’daki şirketin sahibine evinden ulaştı. (Şirket o günlerde taşındığı ve telefonları bağlanmadığı için kendilerine ulaşamamışım). Tromsø’de bana bir otelde yer bulundu. Bir sonraki haftaya göre düzenlenmiş tüm randevular, güçlükle de olsa, bazı değişikliklerle tekrar alındı ve ben planlandığı gibi, ertesi gün Tromsø’ye uçtum.
Aksiliklerle başlayan Oslo’daki kalışım, umulmadık şekilde bitti. Değişen program nedeniyle, üç gün sonra Oslo’ya geri döndüm. Ancak bu sefer, herhangi bir yerde değil, şirket ortaklarından, Norveç eski Genel Kurmay Başkanı, General Sverre B. Hamre’nin (1918-1990) evinde kaldım. Bu planda olmayan bir şeydi. Ama, olan aksiliklere o kadar üzülmüşler ki, bu konuda çok ısrarcı oldular. Üç gün boyunca, beni içten bir misafirperverlikle konuk ettiler.
Oslo’ya ikinci gelişimde, hava epeyce soğuk ve karlı idi. Yoğun kara rağmen, ünlü Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944) ve heykeltıraş Gustav Vigeland’ın (1869-1943) müzelerini gezdim. Bir de, Norveç’in hala faaliyette olan en eski tiyatrosu, Centralteatret’te (1897) bir kabare izledim. Denizci şarkılarından oluşturulmuş, pek hoş bir gösteri idi.
Tanıştığım insanların bazıları artık hayatta değiller. Bazıları çok yaşlanmış. Öyle anlaşılıyor ki, gördüğüm yerler de epeyce değişmiş. Ama Norveç ve Oslo, otuz yıl öncesinin heyecanlı ve pek hoş enstantaneleri ile aklımda ve kalbimde yerini aldı.
Yeniden kategorisinde bu kez yayınlayacağım yazı, 30 Ocak 2018 tarihinde yayınladığım Ravenna ile ilgili yazım olacak. Ravenna, 2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesine yaptığımız gezi ile ilgili yazdığım yazı dizisinin bir parçası idi.
Geçen zaman içinde Ravenna’yı pek çok kez hatırladım. Unutmadım demek daha doğru olur… Öyle bir şehir nasıl unutulur ki? Beşinci ve altıncı yüzyıldan kalma o mozaikleri… İstanbul’daki Aya Sofya’nın da hamisi olan Bizans İmparatoruJüstinyen’in yaptırdığı San Vitale Bazilikası’nı ve diğerlerini…
Bu yazıyı seçmemde bir diğer etken de, son zamanlarda çok fazla okuyucusunun olması. Belki, gidilmiş ve anımsanmak istenen bir yer olduğu için. Belki de, Covid-19 nedeniyle kısıtlanan seyahat zevkimiz artık yeni yerlere gitme arzumuzu iyice kamçıladığı için. Bu konuda izlediğimiz gelişmeler, özgürce gezebileceğimiz günlerin henüz çok yakın olmadığını gösteriyor. Ama, ünlü İngiliz ressamDavid Hockney’in dediği gibi, hayallerimizde canımızın istediği her yere gitmemiz mümkün…
Ravenna ile ilgili yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz.
Aralık ayında bu sitede ilk yazımı yayınlayalı dört sene olacak. Bugüne kadar toplam 62 yazı yayınlamışım. İlk başlarda daha çok çocukluk anılarımı yazarken, giderek yurt içinde ve yurt dışında yaptığım gezileri paylaşmaya başladım. Kimileri yazılarımı fazla kısa, kimileri uzun buldu. Ben ise, okuyucularımın sürekli artıyor olmasından güç alarak, yine de içimden geldiği gibi yazmaya devam ettim.
Geriye dönüp baktığımda, bazı çok beğenilen yazılarımın yeni okurlarım tarafından hiç bilinmediklerini fark ettim. O nedenle, sitemde yeni bir Kategori yaratarak, bir Yeniden serisi oluşturmaya karar verdim. Bundan böyle, site istatistiklerine göre en çok okunmuş olan ya da belli özel günler ile bağlantılı yazılarımı tekrar yayınlayacağım. Dilerim bu yinelemeler, hem ilk olarak hem de tekrar okumak isteyenler için keyifli olur.
Yeniden kategorisinde ilk tekrar edeceğim yazı, 11 Ağustos 2017 tarihinde yayınladığım Otranto olacak. Otranto’yu seçmemin iki nedeni var. Birincisi, istatistiklere göre en çok okunmuş yazım olması. İkincisi ise, bir yıl dönümü ile ilgili olması. 540 yıl önce, 14 Ağustos günü, yani bugün, Güney İtalya’nın Otranto kentinde olanlarla…
Tarih boyunca pek çok kötü olay yaşanmış. Acılara sebebiyet vermek konusunda hiç bir ulusun bir diğerinden farklı ya da daha masum olduğunu düşünmüyorum. Her olayın, o günün koşullarında mutlaka haklı sayılabilecek bir açıklaması olabilir. Ancak ben, haklı olduğumuzu düşünelim ya da düşünmeyelim, dünya barışı için ulusların kendi yaşadıkları acılar kadar, sebebiyet verdikleri acılar üzerinde de düşünmeleri, hatta gözyaşı dökmeleri gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki, tarihte olmuş bazı olayları herhangi bir şekilde haklı bulmak da imkansız bana göre.
Dünya barışı bir hayal olabilir. Varsın olsun. Benim kuşağım ülkesi ve tüm dünya için hayalleri olan bir kuşaktı. Söz konusu hayaller, bakış açısına göre, günümüzde ütopik hatta düpedüz yanlış bulunabilir. Önemli olan, ortak bir hayali kurarken bizim neler yaşadığımız, nasıl evrildiğimiz, kendimizi nasıl geliştirmeye çalıştığımız ve hayatımıza nasıl bir anlam kattığımızdır. O nedenle, hayal kurmaktan vaz geçmeyelim. Daha barışçıl, daha adil ve daha iyi bir dünya istemeye devam edelim…
Otranto başlıklı yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Santiago de Cuba’da kaldığımız Hotel Melia’ya vardığımızda saat gece on olmak üzereydi. Yorgunluktan zar zor yemek yiyebildik ve hemen yattık. Yorucu bir gün olmuştu. Havana’dan Santiago de Cuba’ya olan uçuşumuz epeyce rötar yapmıştı. Jose Marti Havaalanı’na geldiğimizde uçuşun iki saat gecikmeli kalkacağını öğrenmiş ve o süreyi gezerek geçirmek üzere tekrar şehre dönmüştük. Aslına bakılırsa, o süre zarfında güzel vakit geçirmiştik. 1930’da yapılmış, Kübalıların Ulusal Kültürel Miras kabul ettikleri Hotel Nacional de Cuba’nın terasında Pina Colada’larımızı bile içmiştik. Ama, hem rötarın ilan edilenden çok daha fazla olması hem de uçuş süresi bizi yordu. Sabah da, Havana’yı gezmek için erken kalkmıştık.
Hotel Melia şehir dışında, beş yıldızlı, tipik bir tatil oteli idi. Çok sayıda Amerikalı turist vardı. Aslında, resmi olarak Amerikalıların Küba’ya gelmeleri kendi devletleri tarafından yasaklanmış. Ancak Amerikalılar, Meksika üzerinden Küba’ya gelerek, bu engeli aşıyorlarmış. Bir de, Küba’ya giriş çıkışlarda, eğer belirtirseniz, pasaportunuza damga basmıyorlar. Bu sadece Amerikan vatandaşları için değil, Amerika Birleşik Devletleri’ne yolculuk yapmayı düşünen diğer ülke vatandaşları için de önemli.
İlk yazımda da belirttiğim gibi, Santiago de Cuba adanın doğusunda, Guantanomo’ya komşu bir vilayet. Karayip Denizi ile Sierra Maestra sıradağları arasında yer alıyor. Vilayetin merkezi olan şehir de aynı ismi taşıyor. Santiago de Cuba, birkaç açıdan önemli bir yerleşim yeri. Her şeyden önce burası, Küba’nın ilk başkenti. 1514 yılında, Küba’nın ilk İspanyol valisi Don Diego Velasquez tarafından kurulmuş. Ada yönetiminin 1589 yılında Havana’ya taşınmasına kadar bu statüsünü korumuş. Günümüzde, Küba’nın ikinci büyük şehri. Ancak, gezdiğimiz şehirlerin içinde en fakir olanıydı. Burası aynı zamanda, adanın en çok Afrika kökenlilerinin yaşadığı yer. Bunu sokakta bile gözlemlemeniz mümkün.
Santiago de Cuba, tarihte hep Meksika ve bölgedeki diğer İspanyol kolonilerine gitmek için bir çıkış noktası olmuş. Meksika’yı fetheden ve Santiago de Cuba’nın ilk belediye başkanı olan Hernan Cortes de 1518 yılında seferine buradan çıkmış. Gerek yönetimin Havana’ya taşınmasından gerekse İspanyol asıllıların Meksika ve diğer kolonilere göç etmesinden dolayı bölgedeki İspanyol nüfus bir ara 150’ye kadar düşmüş. Bir anlamda korumasız kalan şehir, Fransız, İngiliz ve Hollandalı korsanların hedefi haline gelmiş. Korsan saldırıları ve depremler nedeniyle şehir birkaç kere yerle bir olmuş. Santiago de Cuba için, 1547 yılında bulunan bakır madenlerinin işletilmeye başlanması bir dönüm noktası olmuş. Gereken iş gücü için Afrika’dan köleler getirilmeye başlanmış. Böylece burası, Küba’da köle çalıştırılan ilk vilayet olmuş.
1791-1796 yılları arasında Haiti’de kölelerin Fransızlara karşı ayaklanması, Santiago de Cuba’nın sadece ekonomisini değil, kültürel yapısını da etkilemiş. Haiti’den kaçarak buraya gelen 10 bin kadar Fransız aile sayesinde, bölgede çağın en ileri teknolojisi kullanılarak şeker ve kahve üretimi yapılmaya başlanmış. Öte yandan, Fransız, Afrika ve Küba kültürünün birbirleri ile etkileşimi sonucu, Santiaguero olarak adlandırılan, Küba’nın en zengin kültürü ortaya çıkmış. (Hatırlarsanız, Küba ile ilgili ilk yazımda söz ettiğim, Santiago de Cuba’da benden sabun isteyen kadın da Fransızca konuşuyordu).
Santiago de Cuba’nın bir diğer önemi, Fidel Castro’nun şehri olması. Burası, Batista’nın devrildiği 1959 Devrimi’ne giden uzun yolun başlangıç noktası. Şimdi mezarının bulunduğu bu şehir aynı zamanda benim, Küba’da Castro’nun en çok duvar resmini gördüğüm şehir oldu. Küba’da gittiğimiz her yerde Che’nin resimlerinin olmasına karşın, Castro’nun resimlerine bir tek burada rastlamıştık.
Santiago de Cuba’da ilk gittiğimiz yer, Velasquez’in evi idi. Küba’daki en eski yapı olduğu belirtilen ev günümüzde, Koloniyal Sanat Müzesi (Museo de Arte Colonial) olarak kullanılıyor. 1516 yılında yapılmış. Mimarisinde Endülüs özellikleri bariz bir şekilde görülüyor. İkinci katı çevreleyen balkonun paravan benzeri tahta panjurları evin hem serin olmasını sağlıyor hem de mahremiyetini koruyor. Müzede evin kendi eşyalarının dışında, kolonyal döneme ait başka yerlerden getirilmiş eşyalar da sergileniyor.
Havana’da olduğu gibi, Santiago de Cuba’da da bir Devrim Meydanı (Plaza de la Revolucion) var. Burası, 1991 yılında düzenlenen Pan-Amerikan oyunları için yapılmış. Meydandaki Antonio Maceo (1845-1896) anıtı çok etkileyici. Castro gibi Santiago de Cuba’lı olan General Maceo, Kübalıların milli kahramanlarından birisi. 1868-1878 yılında İspanyollara karşı yapılan birinci Bağımsızlık Savaşı’nda kahramanlıklar göstermiş. Aldığı birçok yaraya rağmen hayatta kaldığı için halk arasında kendisine “Bronz Titan” takma adı verilmiş. Yapılan on yıllık mücadele sonunda halktan yeterli desteği bulamayan bağımsızlık taraftarları, İspanyolların reform sözü vermeleri üzerine, Zanjon Anlaşması ile savaşı sona erdirmeye karar verince, Maceo şiddetle karşı çıkmış. Köleliğin kaldırılmadığı ve Küba’nın bağımsızlığını kazanmadığı hiçbir çözümü kabul etmeyen Maceo’nun itirazı tarihe Baragua Protestosu olarak geçmiş. Antonio Maceo, 1895 yılında İspanyollara karşı başlatılan ikinci Bağımsızlık Savaşı sırasında da savaşmış ancak, savaş sırasında (1896) ölmüş.
Devrim Meydanı’ndaki Antonio Maceo anıtı, Santiago de Cubalı sanatçı, Alberto Lescay Merencio tarafından yapılmış. Maceo’nun at üstünde canlandırıldığı heykeli heybetli ve etkileyici. Heykelin arkasındaki, 23 adet stilize edilmiş dev pala, hem şeker kamışı hasatında kullanılması hem de Kübalıların İspanyollara karşı savaşırken bu aletleri silah olarak kullanmalarını temsil ediyormuş. 23 sayısının ise, Maceo’nun ünlü Baragua Protestosu’nun 23 Mart 1878 tarihinde olmasına bir gönderme olduğu belirtiliyor.
Santiago de Cuba’da gördüğümüz ikinci yer, Moncada Kışlası idi. Moncada Kışlası günümüzde okul olarak kullanılıyor. Ancak, Küba’da Castro ve arkadaşlarının verdiği mücadele açısından önemli bir yer. Diktatör Batista’nın 1953 yılında yapılacak seçimlere Fidel Castro ve partisinin (Partido Ortodoxo) katılmasını yasaklaması üzerine, Castro ve arkadaşları silahlı mücadeleye karar vermişler. Bu doğrultuda, ilk eylem olarak, o zamanlar Küba’nın ikinci büyük askeri kışlası olan Moncada Kışlası’na bir saldırı planlanmış. 26 Temmuz 1953 gecesi, o zamanlar 27 yaşında olan Fidel Castro, erkek kardeşi Raul Castro ve 140 kadar arkadaşları kışlaya bir baskın düzenlemişler. Bu baskın başarısız olmasına rağmen, Küba’da devrimci mücadelenin başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor. Birtakım aksilikler nedeniyle, baskın sırasında yapılan planlar uygulanamamış. Çatışmada ölen 10 kadar kişinin dışında 55 devrimci de daha sonra işkence sırasında öldürülmüş. Fidel Castro da yakalanmış. Bu noktada şans Castro’nun yüzüne gülmüş. Çünkü, onu birkaç arkadaşı ile birlikte yakalayan teğmen Pedro Manuel Sarria Tartabull (1900-1972) ahlaki yönden sağlam bir insan çıkmış. Etraftaki asker ve subayların zorlamalarına karşı çıkarak, onları öldürmemiş. Öldürüleceklerini bildiği için askeri birliklere de teslim etmemiş. Doğrudan adli makamlara götürmüş ve resmi bir şekilde kayda alınmalarını sağlamış. Böylece, Castro’nun, kardeşinin ve arkadaşlarının hayatlarını kurtarmış. Castro Tartabull’u asla unutmamış. İlerleyen yıllarda siyasi olarak uyuşmasalar da, Tartabull ölünce cenazesine katılmış.
Fidel Castro, tutuklandıktan sonra 22 ay hapis yatmış. İyi bir hukukçu olan Castro, “Tarih Beni Aklayacaktır” başlıklı ünlü konuşma metnini bu sırada yazmış. Gizlice dışarı çıkarılan ve Küba’da dağıtılan bu metin, bir manifesto gibi Küba’da el altından dağıtılmış. Castro, ülkenin aydınları, yazarları ve halkın baskısı sonucu Batista’nın çıkardığı genel af ile hapisten çıkmış.
Sarıya boyalı Moncada Kışlası günümüzde neşeli okul çocukları ile dolu ve cıvıl cıvıl. Duvarlarda kurşun izlerini görmek mümkün. Baskından sonra, kurşun izleri Batista yönetimi tarafından kapatılmış ancak 1978 yılında yapılan restorasyon sırasında bu izler tekrar ortaya çıkarılmış.
Santiago de Cuba’dan sonra otobüsle Camagüey’e doğru yola çıktık. Yol boyunca, ekili tarlaların ötesinde, Sierra Maestra dağları yükseliyordu. Fidel Castro’nun, kardeşi Raul Castro, Ernesto (Che) Guevara ve arkadaşları ile birlikte Batista rejimine karşı gerilla savaşı yürüttükleri sıradağlar bunlar. Castro, 1955 yılında hapisten çıktıktan sonra, kardeşi ile birlikte Meksika’ya gitmiş. Che ile burada tanışmışlar. Meksika’daki Kübalı sürgünleri, Moncada Kışlası’na yaptıkları saldırının tarihinden esinlenerek, 26 Temmuz Hareketi adı altında devrimci bir grup olarak örgütlemiş. 2 Aralık 1956 günü, Castro ve 81 kişi, Granma isimli ufak bir tekne ile, devrimci bir hareket başlatmak üzere, Küba’nın doğusunda karaya çıkmışlar. Hemen hemen hepsi öldürülmüş ya da yakalanmış. Fidel ve Raul Castro kardeşler, Che ve dokuz kişi sağ kalarak bu dağlara çekilmişler. Giderek artan katılımla hareket büyümüş ve 1958 yılı sonunda Batista’nın ülkeyi terk etmesine kadar süren bir mücadele verilmiş.
Camagüey’e giderken, yolda Castillo de San Pedro de la Roca kalesini gezdik. 1997 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu kale, Santiago de Cuba’nın 10 kilometre kadar dışında. Kalenin yapımına, o dönemin valisi Pedro de la Roca de Borjia’nın talimatı ile başlanmış. Tasarımını, Milanolu mimar Battista Antonelli yapmış. Ancak, kalenin inşaatı 62 yıl sürmüş. 1700 yılında tamamlanabilmiş. Burası da, Havana’daki gibi, doğal ve çok dar bir kanal ile erişilen limanın ağzına yapılmış bir kale. Manzara çok güzel. Dar kanaldan geçildikten sonra, iç tarafta bir de ufak ada görünüyor.
Yaklaşık 300 kilometrelik bir otobüs yolculuğundan sonra Camagüey’e vardık. Kaldığımız Hotel Camagüey şehrin biraz dışında idi. Birinci yazımda belirttiğim gibi burası, Küba’da kaldığımız en kötü oteldi. Rehberimiz, şehir içindeki daha iyi otellerde grup olarak kalmanın yarattığı bazı lojistik sorunlardan dolayı burada kalacağımızı söylemişti. Biz de, bir gece kalacağımız için fazla dert etmedik.
Akşam yemeği için şehre indik. Yemek yediğimiz Restaurante 1800, Camagüey’in tarihi bölgesinde, Plaza San Juan de Dios meydanında idi. Buraya geldiğimizde bizi bir sürpriz bekliyordu. O gün, Camagüey’in kuruluşunun 501. yıl dönümü nedeniyle büyük bir kutlama düzenlenmişti. Camagüey, Velasquez tarafından ilk önce kuzeydeki sahilde Puerto del Principe adıyla kurulmuş (1514). Sonradan (1528), daha iç bölgede, Küba yerlileri Tayno’ların bir yerleşim yeri olan, Camagüey’e taşınmış.
Meydana dev bir sahne kurulmuştu. Restoranın tam karşısındaki sahnenin bizim oturduğumuz, pencere önündeki iki kişilik masadan görünümü de mükemmeldi. Yediğimiz güzel yemeklere ve içtiğimiz şaraba ek olarak, çok güzel bir gösteri de izlemiş olduk. Senfoni orkestrasının çaldığı müzik ile başlayan gece, çeşitli dans gösterileri ile sürdü. Gecenin sonuna doğru yapılan danslarda Küba’nın köklerindeki Afrika damarının etkisi daha belirgindi. Dansçıların capcanlı renkli giysiler içinde yaptıkları bu danslar, insanı adeta transa sokan, inanılmaz ritmik danslardı. Gösterinin sonunda, sahnenin arkasındaki San Juan de Dios Kilisesi’nin gerisinden havai fişekler de atıldı.
Ertesi sabah, gezmek için şehrin yine aynı bölgesine gittik. Bir yeri gündüz gözü ile görmek çok başka oluyor tabii ki. Buna rağmen, bir gece önce karanlıkta bile, Camagüey’in şehir olarak Santiago de Cuba’dan daha iyi durumda olduğunu hissetmiştim. İnsanların giyimleri kuşamları çok daha iyi görünmüştü bana. Gerçekten de, gündüz bu izlenimim pekişti. Hem şehir daha temizdi hem de insanların genel durumu daha iyi görünüyordu.
Camagüey’in tarihi bölgesinde sokaklar çok dar. Bazı yerlere otobüs ile girmek mümkün değil ya da çok zor. Yürüyerek gezmek ise, sıcakta çok yorucu. Günün ilerleyen saatlerinde hava birdenbire çok ısınıyor. Rehberimizin bu durum için bulduğu çözüm harikaydı. Bölgeyi, ikişer ikişer bindiğimiz çekçek bisikletlerle gezdik. Hem kullanışlı hem de eğlenceli idi. Zaman zaman da korkutucu… Bisikleti kullanan çocuk (artık biraz da poz yapmak istediğinden midir, bilemiyorum), bazen çok hızlı gidiyordu. Geçerken tanıdıklarına laf atmaktan, onlarla şakalaşmaktan da geri kalmıyordu.
Bir gece önce önünde sahne kurulmuş olan kilise, San Juan de Dios, 1728 yılında yapılmış. Barok stilde yapılmış olan kilise, meydanı çevreleyen rengarenk boyalı evlerle hoş bir uyum içinde. Kilisenin bağlı olduğu tarikat, Avrupa’daki Hospitalier Şövalyeleri gibi, hastaların bakım ve tedavisi ile uğraştığı için, yan tarafta bir de hastane yapmışlar. Burası günümüzde bir müze. Kilisenin benim için en ilgi çekici yeri altar kısmı oldu. Açıkçası ben, Kutsal Üçlü’nün burada yapıldığı gibi resmedildiğini daha önce hiç görmemiştim. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi’nde Baba genelde yaşlı bir adam olarak gösterilir. Kutsal Ruh ise, bir güvercin ile ifade edilir. Buradaki resimde, Kutsal Üçleme birbirine tıpa tıp benzeyen üç İsa ile resmedilmiş. Baba biraz daha yaşlı, Oğul İsa daha genç ve elleri delik, Kutsal Ruh ise, elinde güvercin ile canlandırılmış.
Plaza del Carmen de Camagüey’in sevimli meydanlarından birisi. Yakın zamana kadar bakımsız olduğu belirtilen meydan restore edilmiş. Burada da meydana hakim, Barok döneme ait güzel bir kilise (Iglesia de Nuestra Senora del Carmen) var. Parke taşlarla döşenmiş meydanda hoş lambalar ve dev saksılar var. Ama en çarpıcı olan şeyler, meydandaki heykeller. Günlük hayatı yansıtan bu bronz heykeller, atölyesi de bu meydanda olan, sanatçı Martha Jimenez Perez’e ait. 1948 yılında doğan Martha Jimenez, Küba’nın en saygın sanatçılarından birisi. Heykel, resim, seramik ve gravür dalında eserler veriyor. 1997 yılında, ulusal kültüre katkısından dolayı, UNESCO’dan ödül almış. 2010 yılında Şangay Bienali’nde, 2011 yılında Türkiye’de, Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’de düzenlediği, 5. Uluslararası Heykel Sempozyumunda ödül almış.
Jimenez’in meydandaki heykelleri çok sevimliler. Sanatçı model olarak çevredeki halkı kullanmış. “Dedikoducu Kadınlar”, sokak satıcısı, bir banka oturmuş yaşlı çift… Hepsi gerçek hayattan alınmış sahnelerdi. Meydanın kiliseye yakın tarafında, bir banka oturmuş gazete okuyan bir adam heykeli vardı. Heykelin hemen yanında ise, aynı adam, elinde aynı gazete ile ve aynı pozda oturuyordu. Turistler doğal olarak ilgi gösteriyorlardı. O da, Küba’da sıklıkla yaptıkları gibi, nereden geldiğimizi sordu. Türkiye’den geldiğimizi duyunca, sevinç gösterdi. Ona 1 CUC verdim. Daha da çok sevindi. Karşılıklı olarak, birbirimize “Viva Turquia”, “Viva Cuba” dedik!
Martha Jimenez’in atölyesi çok hoş bir yerdi. Arka tarafta, avlu gibi küçük bir bahçe vardı. Yeşillikler arasında, içinde nilüferler olan havuz ve heykeller çok hoştu. İçerideki kalabalığa rağmen, çok huzurlu bir ortamdı. Buradan kendimize bir “Dedikoducu Kadınlar” gravürü ve seramikten ufak bir pano aldık.
Bir sonraki durağımız olan Trinidad’a giderken, yolda öğle yemeği için Sancti Spiritus’ta durduk. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, burası da Velasquez’in kurduğu şehirlerden birisi. 1514 yılında kurulmuş. Çok güzel bir restoranda (Meson de la Plaza) yemek yedik. Yemek sırasında, Küba’da her yerde olduğu gibi, bir grup geldi ve müzik çalmaya başladı. Grubun müzik kalitesini çok beğendim. Daha sonra gelen kadın solist ise, beni benden aldı ve götürdü. Duygu yüklü, müthiş bir sesi vardı. Grubun adının Septeto Rompesaragüey olduğunu öğrendik. CD’lerini aldık.
Sancti Spiritus’a bağlı olan Trinidad, Küba’da gezdiğimiz yerleşim yerleri arasında en bakımlı ve turizm açısından en gelişmiş olanıydı. Farklı renklere boyanmış bakımlı evleri ve sokakları, fotoğraf çekmek için de pek çok seçenek sunuyordu. Sokakların bazı yerlerinde yürümek epeyce zordu diye hatırlıyorum. Çünkü, parke taşı olarak nehir taşları kullanılmış ama, bunlar hiç düzeltilmeden, oldukları gibi, yerleştirilmişler.
Trinidad, 1514 yılında kurulmuş olmasına karşın, özellikle 18. yüzyıl ortasından itibaren gelişmiş ve zenginleşmiş. Yakınındaki Valle de los Ingenios vadisindeki şeker kamışı plantasyonlarının sahiplerinin inanılmaz zenginlikleri şehri kalkındırmış. 1988 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınan tarihi Plaza Mayor meydanının çevresindeki binalarının çoğu bu zengin şeker üreticilerinin ve tüccarlarının malikaneleri imiş. Bu binaların önemli bir kısmı şimdi müze olarak kullanılıyor. 19. yüzyılın ortasında köleliliğin kaldırılmasından ve şeker ticaretinin azalmasından sonra, Trinidad’ın yıldızı sönmeye başlamış. 1950’lerin ortasına kadar yeni bina hemen hemen hiç yapılmamış. Bunun sonucunda, eski kolonyal binalar korunmuş. Günümüzde Trinidad, eski kolonyal dönemde donup kalmış bir şehir izlenimi yaratıyor.
Trinidad’a özgü kolonyal evlerin en önemli özelliği pencereleri. Kimi yer seviyesinde kimi ise yerden biraz yüksekte olan bu pencereler oldukça büyükler. Orijinal olarak bu pencerelerde cam yokmuş. Onun yerine, barrotes adı verilen tahta parmaklıklar varmış. Bu şekilde, evlerin sürekli havadar ve serin olmaları sağlanıyormuş. 19. yüzyıldan itibaren tahta parmaklıklar tahta panjur ve demir parmaklıklarla değiştirilmeye başlanmış. Ancak, orijinal tahta parmaklıkları olan evler hala var.
Trinidad’da kaldığımız otel de, Havana’da olduğu gibi, İspanyol turizm zinciri Iberostar’ın işlettiği bir oteldi. Ancak, tarihi bir binada hizmet veren, Iberostar Heritage Grand Trinidad Hotel butik otel anlayışı ile hizmet veren beş yıldızlı bir oteldi. Küba’da kaldıklarımızın içinde gerek dekorasyon gerekse servis kalitesi olarak en üstün otel olduğunu söyleyebilirim. Otelin bulunduğu tarihi bina, bir şeker kamışı tüccarına ait, kolonyal tarzda yapılmış muhteşem bir ev. Bir saray yavrusu denebilir. Çok başarılı bir şekilde restore edilmiş ve kolonyal tarzda döşenmiş.
Yolda, Trinidad’a yaklaşık 25 kilometre mesafede, aynı ailenin şeker plantasyonundan kalanları görmek için durmuştuk. Burası, kölelik kalktıktan sonra terk edilmiş. Geride pek fazla bir şey kalmamış. Toprak sahibinin evi restorana çevrilmiş. Kölelerin kaçmasını engellemek için yapılan gözetleme kulesi ayakta ama yaşadıkları yerler yıkılmış. Etrafta, şeker üretiminde kullanılan birkaç dev kazan vardı. Çevrede yaşayan insanlar son derece fakirdi. Belki de kökleri, bu plantasyonda bir zamanlar çalışmış olan kölelere kadar uzanıyordu. Hepsi bir şeyler satmaya çalışıyorlardı. Burada kumral, açık renk gözlü, genç bir kadından bir CUC’e on tane kolye aldık. (Bir CUC bir dolara denk geliyor. Küba’da ikili bir para sistemi bulunuyor. CUC sadece ülkeyi ziyaret eden yabancılar tarafından kullanılıyor. Halk tarafından kullanılan para birimi CUP. Bir CUC karşılığı 25 CUP ediyor.) Kolyeler, doğal renkleriyle, çeşitli bitki çekirdekleri ve tohumlardan yapılmıştı. Bu çekingen ve ürkek kadın bu kolyeleri yapmak için kim bilir bunları nerelerden toplamış, sonra da iplere dizmişti. Saatlerce uğraşmış olmalıydı. Ona bir CUC daha verince hemen sevinçle bize on kolyelik bir demet daha uzattı. İşaretle, bu son kolyelerin onda kalmasını istediğimizi anlatınca, gözleri sevinçle daha da bir parladı. Küba’da içimi yakan olaylardan biri de bu oldu. Çok yaşlı bir başka kadın ise, kibarca sabun istedi. Bu kez hazırlıydık. Ona da otelden aldığımız sabunlardan verdik…
Trinidad’daki ilk gecemizde, akşam yemeğinden sonra, müzik dinlemek için otelden çıktık. Bize verilen tarif çok basitti. Otelden çıkınca sağ tarafa doğru yürümemiz ve müziğin sesini takip etmemiz söylenmişti! Bu kadar net bir tarif olamazdı. Müziğin sesini izledik ve hafif bir yokuş çıktıktan sonra Plaza Mayor meydanına vardık. Meydandaki Iglesia Parroquial de la Santisima Trinidad (1892) kilisesinin yanındaki merdivenlere bir sahne kurulmuştu. Burada her akşam müzik ve dans oluyormuş. Bütün gün süren otobüs yolculuğu sonrası epeyce yorulmuştuk. Mojito içip müzik dinlemeyi tercih ettik. Meydanı, birer yakışıklı Kübalı genç yakalamak için olağanüstü çaba gösteren orta yaşlı Alman ve İngiliz kadınlara bıraktık…
Trinidad’ın eski bölgesinde hemen hemen her yer restoran, bar ve pansiyonlarla dolu. Pansiyonlar, devletin izniyle ve belirlediği vergiyi ödemek şartıyla işletilen aile işletmeleri. Bunların yanında, devlet tarafından işletilen yerler de var. Bir öğlen yemek yediğimiz Plaza Mayor Restaurant’ın devlet işletmesi olduğunu öğrendiğim zaman çok şaşırdım. Yemek kalitesi ve servis, eski Doğu Bloku ülkelerinde devlet tarafından işletilen lokantalarla kıyas edilemeyecek kadar iyiydi.
Cantero Sarayı (Palacio Cantero), Plaza Mayor çevresindeki en etkileyici binalardan biri. Geniş bir girişten sonra içerde revaklı bir avlu var. Avludan girişi olan kuleden Trinidad şehrini, Plaza Mayor’u ve denizi görebiliyorsunuz. Saray 1828 yılında, o zamanlar Trinidad’ın en varlıklı kişisi (Don Jose Mariano Borrell y Padron) tarafından yaptırılmış. Birkaç kuşak sonra ve evlilikle, Cantero ailesinin eline geçmiş. 19. yüzyılın sonuna kadar kullanılmış. Günümüzde, Belediye Tarih Müzesi olarak kullanılıyor.
Trinidad’daki zengin evlerinin ortak özellikleri, muhteşem yükseklikteki tavanları, orta avluları ve dünyanın her yerinden getirilmiş, birbirinden değerli eşyaları. O dönemde Küba’da şeker kamışı üretimi ve ticaretinden yaratılan zenginlik o kadar büyük olmuş ki, zengin toprak sahipleri dünyada neredeyse paranın satın alabileceği her şeyi satın almışlar.
Gezdiğimiz ikinci ev olan, Brunet ailesine ait, Palacio Brunet çok daha muhteşem bir evdi. Burası, Plaza Mayor’daki kilisenin yanında bulunuyor. 1812 yılında yapılmış. Yaptıran kişi de, Cantero Sarayı’nı da yaptıran Don Borrell. Ancak ev, daha sonra kızının evlendiği, Kont Brunet’in adıyla anılır olmuş. Günümüzde burası Museo Romántico adı altında ziyarete açık. Evin ana avlusu, çok güzel. Yerlerdeki mermerler, duvar freskleri ve dekorasyonları orijinal haliyle duruyor. Mutfaktaki duvar seramikleri de o dönemden kalma. Bazıları başka zengin evlerinden getirilmiş olsa da, eşya ve bibloların büyük bölümünün Borell ailesinin kullandığı eşyalar oldukları belirtiliyor.
Trinidad denilince aklıma gelen en güzel anılardan biri, rehberimiz Deniz beyin “tekavütler orkestrası” olarak adlandırdığı orkestra. Şehrin içinde yürüyerek yaptığımız gezi ve müze ziyaretlerinden sonra, Plaza Mayor’a açılan sokakların birinde bulunan Casa de la Trova isimli yere gittik. Küçük bir bahçesi var. Eski ama bakımlı. Bir bar ve gece kulübü olduğu için, daha çok gece gidilen bir yer. Nitekim, biz daha sonra gece de gittik. Ancak, bizim izleyeceğimiz yaşlı müzisyenler orkestrası, artık geceleri yoruldukları için, gündüz çalıyorlarmış. Bu sevimli müzisyenleri çok sevdik. Çok tatlıydılar. Üstelik, onlardan istediğim Guantanamera (Guantanamolu kız demek) şarkısını söylediler benim için. İçlerinden birinin görevi ise, gruptaki biz kadınları dansa kaldırmak ve figürleri öğretmekti. Neşe içinde dans ettik…
Trinidad’da Karayip Denizi’ne girme fırsatımız da oldu. Çok fazla etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Her zaman bizim girdiğimiz sırada olduğu gibi dalgalı olmayabilir. Bilemiyorum. Öte yandan, zaten Küba’ya giderken beni en az ilgilendiren şeyin denize girmek olduğunu söyleyebilirim. Görecek, öğrenecek o kadar ilginç şey varken, deniz benim önceliklerimden değildi. Turistik dergi fotoğraflarında gördüğüm kadarıyla, Küba’nın deniz açısından çok daha güzel yerleri var. Bembeyaz kumları ve turkuaz rengi deniz suyu olan plajlar. Özellikle Varadero’ya çok giden İngilizler gibi, Küba’ya giden bazı turistler adaya sadece deniz ve plaj için gidiyorlar. Aynı şey Türkiye için de geçerli tabii ki.
Trinidad’dan sonra, Santa Clara’ya doğru yola çıktık. Yolda, Cienfuegos’a uğradık. Küba’nın güney sahilinde bulunan ve anlamı “yüz ateş” demek olan Cienfuegos adını, 1816-1819 yılları arasında adanın en üst askeri komutanı olan Jose Cienfuegos’tan almış. Aslen Tayno’ların yerleşim yeri olan şehir, İspanyol istilacıların eline geçmiş. Daha sonra buraya, 1819 yılında, Fransa ve Louisiana’dan gelen Fransız göçmenler yerleşmişler. Şehirdeki Fransızca sokak ve cadde isimleri o dönemden günümüze kalmış izler. Cienfuegos, Küba’da sömürgeciler tarafından bir yerleşim yeri olarak oldukça geç kullanılmasına karşın, çevresindeki verimli topraklar ve Jamaica ile Güney Amerika şehirlerine yapılan ticaret açısından avantajlı bir konumda olması nedeniyle, 19. yüzyılda çok önem kazanmış.
Cienfuegos’un şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Şehrin en uzun caddesi olan Paseo el Prado’nun üzerinde, sağlı sollu, 19. yüzyıldan kalma, önü direkli evler var. Özellikle, Jose Marti Meydanı’nı çevreleyen binalar çok güzel ve bakımlı. Bu meydanda bulunan Tomas TerryTiyatrosu, kentin önemli tarihi binalarından birisi. Hem dışı hem içi çok etkileyici olan bu tiyatro, Tomás Terry y Adán (1808-1886) isimli bir sanayicinin anısına, 1887-1889 yılları arasında yaptırılmış. İrlanda, İspanya ve Venezuela asıllı olan Terry, köle ve şeker kamışı ticaretinden elde ettiği gelirle, o dönemde dünyanın en zengin adamlarından birisi olmuş. Paris’te ölmüş ve oraya gömülmüş. Tiyatro binasında, koltuklar, localar, tavan freskleri, hepsi çok ince bir zevkle yapılmış. Carrara mermerleri ve Küba ahşap işçiliği mükemmel bir uyum içinde kullanılmış. 1895 yılında sezon, Verdi’nin Aida operası ile açılmış. Ünlü İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ve Rus balerin Anna Pavlova (1881-1931) zamanında Tomas Terry Tiyatrosu’nda sahneye çıkan ünlülerden. Burada sahneye çıkan bir başka ünlü de, Amerikalı dansçı Isadora Duncan (1877-1927). Duncan buraya geldiği zaman, meydanda tiyatro’nun çaprazında bulunan, bir zengine ait, kuleli ve mavi renkli, çok güzel bir evde misafir edilmiş.
Santa Clara, Villa Clara ilinin başşehri ve Küba’nın beşinci büyük kenti. Küba devrim tarihi açısından en önemli şehir denebilir. Çünkü burası, Che ve arkadaşlarının diktatör Batista yönetimine son darbeyi vurdukları ve Batista’nın ülkeden kaçmasına yola açtıkları efsanevi şehir. Santa Clara’ya Che’nin şehri diyebiliriz. Tüm dünyadan Che Guevara’nın hayranları buraya, onun anıt mezarını görmeye geliyor.
Daha önce de belirttiğim gibi, Kübalıların Ernesto Che Guevara (1928-1967) sevgileri bir başka. Bir Arjantinli olarak Küba’nın bağımsızlığı için onca mücadele vermesini, devrimden sonra da tarım reformu, okuma-yazma kampanyası gibi büyük projeleri başarı ile yürütmesini, bir yandan yeni Küba ordusunun eğitimini üstlenirken, Merkez Bankası Başkanlığı yapmasını unutmamışlar. Che 1965 yılında, “tüm dünya ezilenleri ve emekçileri için savaşmak için” Küba’dan ayrılmış. Önce Kongo’da, daha sonra öldürüldüğü Bolivya’da savaşmış. Giderken, kendisi gibi devrimci olan Kübalı eşi Aleida March’ı ve dört çocuğunu Küba halkına emanet etmiş. Aleida March (d.1936) anılarını yayınladığı kitabında, Che Guevara ile aralarındaki büyük aşkı, birlikte Küba için yürüttükleri mücadeleyi ve aile hayatlarını anlatıyor. Küçük yaşta babalarını kaybeden çocukları günümüzde Küba’da yaşıyorlar. Ülkelerine doktor, veteriner, hukukçu ve sanatçı olarak hizmet ediyorlar.
Santa Clara’daki Che Guevara anıtı, Plaza Che Guevara meydanında bulunuyor. Aynı yerde, mozolesi ve bir de müze var. Hangi siyasi görüşten olursanız olun, burası etkileyici bir yer. Bir mücadeleye adanmış bir hayat ve gencecik yaşta gelen ölüm. İnsanın, kendi vatanı olmayan ülkelerin halkları için savaşması, bambaşka bir ahlak, inanç ve devrimcilik gerektiriyor olmalı. Anıt, yaklaşık yedi metre yüksekliğindeki Che Guevara heykeliyle, etkileyici bir eser. 1982 yılında başlanan anıt, 1988 yılında tamamlanmış. Projenin mimarları, Jorge Cao Campos, Blanca Hernández ve José Ramón Linares. Heykeltıraşlar ise, eserin baş yaratıcısı olan José Delarra ve José de Lázaro Bencomo. Ayrıca, yapım sırasında 500 bin Santa Clara’lı insan gönüllü olarak iş gücü katkısında bulunmuş.
Che Guevara 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürülmeden önce, bir bacağı ve kolu kırılmış. O nedenle, heykelinde de kolu askıda olarak canlandırılmış. Heykelin altında, Che’nin Hasta la Victoria Siempre (Daima Zafere Kadar) ifadesi yazıyor… Öldürüldükten sonra, ellerinin anı olarak saklanmak üzere öldürenler tarafından kesildiği ve yanında bulunan piposu ve benzeri eşyalarının açık artırma ile satıldığı söyleniyor. 1997 yılında, Che’nin ve altı arkadaşının kemikleri Bolivya’da bir çukurda bulunduktan sonra Küba’ya getiriliyor. Yapılan DNA testlerinden sonra, büyük bir askeri törenle buraya gömülüyorlar. 1997-2000 yılları arasında, kriminal antropologların gayretleri ile 23 gerilla arkadaşının daha kemikleri bulunuyor ve onlar da buraya getiriliyorlar.
Anıtın alt tarafında iki bölüm var. Bir tarafta, Che’nin özel eşyalarının ve bir kısmı kendi çektikleri olan fotoğrafların bulunduğu bir müze var. Diğer tarafta, Che Guevara ve 29 arkadaşının kemiklerinin bulunduğu mozole bölümü var. Gerek müze bölümü gerekse mezar bölümü beni çok etkiledi. İçeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasaktı.
Che’nin ve arkadaşlarının mezarlarının bulunduğu kısımda beni en çok çarpan şeyin, içerideki sadelik olduğunu söyleyebilirim. Burası, çok büyük olmayan, duvarları tuğla kaplı bir yer. İçerde loş bir ışık var. Giriş kapısının karşısındaki duvarda, sıra sıra, pişmiş topraktan plaketler var. Bu plaketlerin her birinin üstünde, ölenlerin kabartmaları var. Kemikleri, plaketlerin arkasında, duvara gömülü. Ayrıca, her plaketin iki yanında duvardan, pişmiş topraktan yapılmış birer küçük vazo çıkıyor. Bunlara kırmızı birer karanfil konmuş. Che’nin kemiklerinin bulunduğu yeri işaret eden plaketi ise tam ortada, tek başına…
Duvar mezarlarının önünden geçtikten sonra, karşıda yerde bir ateş yandığını görüyorsunuz. Böylece, içerideki aydınlatmanın büyük ölçüde bu ateşle sağlandığını anlıyorsunuz. Arkasındaki yeşilliklerle birlikte, yine etkileyici bir havası var. Hiç sönmeyen devrim ateşi…
Öğle yemeğinden sonra, Santa Clara’da Küba Devrimi açısından önemli bir başka yere gittik. Tren Blindado, yani Zırhlı Tren anıtı, parkı ve müzesi, Kübalı heykeltıraş Jose Delarra tarafından, Santa Clara Savaşı’nın anısına yapılmış. 29 Aralık 1958 günü, diktatör Batista’nın Castro’nun kuvvetlerine karşı gönderdiği, mühimmat ve asker dolu Zırhlı Tren’in burada Che ve adamları tarafından raylardan çıkarılarak ele geçirilmesi, nihai zaferi getirmiş. Bu olaydan sonra Batista, Küba’dan kaçmış. Avenida Liberación’da (Kurtuluş Caddesi) bulunan anıtta, trenin vagonlarının kullanıldığı bir açık hava müzesi, Che Guevara’nın anısına yapılmış bir dikilitaş ile Che ve adamlarının treni raylardan çıkarmak için kullanılan buldozer sergileniyor.
Günler geçtikçe, yavaş yavaş kaçınılmaz bir yorgunluk çökmeye başladı. Santa Clara-Havana arası yaklaşık 280 kilometrelik bir yol. Aşağı yukarı üç saat süren bir yolculuktan sonra, Küba gezimizde başladığımız noktaya dönmüş olduk. Son iki günümüzü de Havana’da kalan görülmesi gereken yerleri gezerek geçirdik. Bunların tamamını birinci yazımda anlatmıştım.
Küba’ya gidişimiz, unutulmaz anılarla dolu, tadı damağımızda kalan bir gezi oldu…
Velasquez’in evinden çıkar çıkmaz yanıma yaklaştı ve koluma hafifçe dokundu. Bir şeyler söylüyordu. Simsiyah kıvırcık saçlı, etine dolgun, siyahi bir güzeldi. Aynı cümleyi hiç durmadan tekrarlıyor, ben ise sadece “Madam” kelimesini ayırt edebiliyordum. Ne yapacağımı bilememenin verdiği bir sıkıntı bastı içime. Bu şekilde Cespedes Meydanı’nı geçtik…
Birkaç dakika sonra, Casa Granda Hotel’in geniş terasında soğuk biramı yudumluyordum. Terasta püfür püfür bir esinti vardı. Manzara güzeldi. Meydanın çapraz köşesinde, az önce gezdiğimiz, Santiago de Cuba şehrinin kurucusu ve Küba’nın ilk valisi Don Diego Velasquez’in evi, sol tarafta 1522 yılında yapılmış katedral, sağ tarafta 29 Aralık 1958 günü Fidel Castro’nun balkonundan devrim zaferini ilk olarak ilan ettiği bina vardı. Buz gibi Bucanero birası eşliğinde keyfimin yerinde olması gerekirdi ama, ben daha da üzülmüş, hüzünlenmiştim.
Otelin terasına adım atacakken, birden genç kadının zor anlaşılır bir şekilde Fransızca konuştuğunu ve ne demek istediğini fark etmiştim. “Madam”ın dışında en çok tekrar ettiği kelime “savon”du. Sanki çok tekrarlarsa, derdini daha iyi anlatabilirmiş gibi aynı cümleyi söyleyip duruyordu. Bu kadıncağız sabun istiyordu… Üstü başı tertemizdi. Para dilenmiyor, sabun istiyordu…
Küba’da kaldığımız sekiz gün boyunca beni en çok etkileyen olaylardan biri bu olmuştu. Tarihinde 400 yıl İspanyol sömürüsü altında yaşamış, iki kere bağımsızlık savaşı vermek zorunda kalmış, en büyük desteği Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ve halen süren A.B.D ambargosu nedeniyle zor şartlarda ama kanaatkar bir şekilde yaşayan bu insanlar sabun gibi maddelerin yokluğunu çekiyorlardı. Yine de, Küba’da gittiğimiz hiç bir şehirde (ki Santiago de Cuba en fakir şehirlerden birisi olarak belirtiliyor) üstü başı pis ya da kokan hiç kimseye rastlamadık. Giydikleri giysi parçaları birbirleriyle uyumlu olmayabilirdi ama hepsi temizdi.
O gün yanımda sabun olmadığı için çok üzüldüm. Bilseydim, Türkiye’den yanımda götürürdüm diye hayıflandım. Sonraki günlerde, her gittiğimiz şehirde, kaldığımız otellerde odamıza konan sabunları toplayıp, sokakta isteyenlere verdik. Nasıl da sevindiler…
Küba’ya gitmek benim için bir rüyanın gerçek olması gibi bir şeydi. Kırk yıl önce bir üniversite öğrencisiyken, Fidel Castro ve Che’nin (manevi) ülkesine gitmeyi hayal bile edemezdim. Küba bir başka gezegendeymiş gibi gelirdi bize. Kırk yıl içinde çok şey değişti. Koskoca Sovyetler Birliği dağıldı, Çin bambaşka bir yola girdi. Küba ise, küçücük bir ülke olarak, kendi siyasi yönetim tarzı ile, hala ayakta ve o da doğal olarak bir değişim içinde. Bir ucundan diğerine karayoluyla gezdiğim ve insanlarını çok sevdiğim bu ülke için güzel ve bugüne kadar olduğu gibi onurlu bir gelecek diliyorum. Çünkü bu ülke tarih boyunca çok çekmiş bir ülke. Özellikle gençlerden gelen değişim ve daha çok dışa açılma isteklerinin, özgürlüklerini tekrar kaybetmeden ve globalizm adı altında paketlenen yeni sömürü yöntemlerine maruz kalmadan gerçekleşmesi en içten dileğim. Bu konuda en büyük ümidim, devletin bugüne kadar yürüttüğü temkinli dışa açılma politikası. Bu politika, Castro’nun 2007 yılında yönetimi devrettiği kardeşi Raul Castro döneminde de devam etmiş. Bundan sonrasını ise, önümüzdeki yıllar gösterecek.
Küba… Tropik iklimin halkın yaşamını kolaylaştırması açısından en büyük şans olduğunu düşündüğüm, tüm fakirliğine rağmen dans, müzik, eğlence, Mojito, Daikiri, puro ve şeker kamışı ülkesi… İnsanın içini ısıtan bir ülke. Burası aynı zamanda, Hemingway’in ülkesi. Hemingway, 1954 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldığını çok sevdiği Küba’da haber almış ve onu Küba halkına adamış. Küba halkı da ona olan vefa borcunu, ölümünden sonra o şahane evini müze yaparak ödemiş.
30 Ocak-8 Şubat 2015 tarihleri arasında yaptığımız Küba gezisi, dudaklarımda daima bir gülümseme ile andığım ve gezip de unutamadığım yerler arasında hiç tereddütsüz ilk üç içine koyduğum bir ülke. Gidilen her ülkenin ya da şehrin kişilerin üzerinde farklı izlenimler bırakması doğal. Bu, biraz sizin gittiğiniz koşullara, nasıl ve ne kadar gezdiğinize, birikiminize ve bakış açınıza bağlı. Tüm bu faktörlere bağlı olarak, çevrenizde Küba hakkında da çok değişik görüşler duymanız mümkün. Seven var, sevmeyen var. Hangi kritere bağlı olduğu tam anlaşılmayan bir şekilde, bozulmuş bulan ya da yapay bulanlar var. Ben aklımda olumlu izlenimler kalmasını, sadece Havana’yı değil, ülkenin geri kalan yerlerini de görme fırsatı bulmamıza bağlıyorum. Eğer Küba’yı gerçekten tanımak ve tarihsel serüvenini anlamak istiyorsanız, diğer şehirleri de görmeniz gerekir diye düşünüyorum. Bu noktada, seyahat şirketiniz ve rehberiniz çok önemli. Biz bu geziyi, Küba konusunda deneyimli ve kaliteli bir seyahat şirketi aracılığıyla, ama en önemlisi, ülkeyi ve tarihini gerçekten çok iyi bilen bir rehber ile yaptık. Gezdiğimiz yerlerin bir kısmında bazı başka Türk turizm şirketleri ile gelen gruplara da rastladık. O grupların başındaki rehberlerin üstün körü ve çok sığ bilgilerle anlatımı, bu tür gezilerde rehber kalitesinin önemini çok açık olarak gösterdi.
Bizim gittiğimiz dönemde henüz Fidel Castro ölmemişti. Daha gitmeden, insanların “Aman Castro ölmeden gitmek lazım. Bozulmadan…” türü söylemlerini çok yadırgıyordum. Gidip gördükten sonra daha da anlamsız ve aşağılayıcı buluyorum. Küba, yönetim sistemine sempati duyulmasına ya da düşmanlık beslenmesine bağlı olarak, sadece nostaljik bir laboratuvar gibi incelenmeyi hak eden bir ülke değil. Bu tavır bana, ünlü ressamlar yaşlanınca, “Aman, tablolarından almak lazım. Ölünce çok değerlenecekler…” yaklaşımını hatırlatıyor. Her şeyden önce, değişim olması normal. Eminim, geçen beş sene içinde de değişen şeyler olmuştur. Kaldı ki, Castro’nun uzun yaşamı boyunca da Küba’da çok değişik farkındalıklar ve değişimler yaşanmış. Yapılan hataların sonradan özeleştirisi yapılmış. Küba ve insanları çok kendine özgü. Beyaz olsun, siyah olsun, farklı ırkların, kadınların ve erkeklerin başka hiçbir ülkede görmediğim bir eşit olma halleri var. Bunu insan ilişkilerinde rahatlıkla görebiliyorsunuz. Bir dönem, eşcinsellere çok kötü davranılmış. Yıllar önce okuduğum, Kübalı eşcinsel yazar Reinaldo Arenas’ın anılarında yapılan bu eziyetler içimi burkmuştu. Bunların günümüzde geride kaldığı söyleniyor.
Küba’da göreceğiniz komünizm, farklı siyasi görüşe sahip herkesi şaşırtacak türden. Geçmişte Demir Perde ülkelerine yaptığım gezilerde gözlemlediğim aşırı ciddiyet ve insana boğuluyormuş hissi veren kasvetli hava asla yok. Belki iklimin de desteklediği bir neşe havası hakim. İnsanlar müzikle ve dansla iç içe. Otobüsle geçerken gördüğüm bir sahne hala gözümün önünde… Konuşmak için komşusunun evinin penceresinden başını uzatmış bir kadın. Yüzü görünmüyor. İçeriden neşeli bir müzik geliyor ve kadının kaldırımdaki bacakları ve kalçaları müziğin ritmine uymuş, kıpır kıpır… Bu neşe, öyle turistlere propaganda olsun diye devletin zorlayarak icra ettirebileceği bir neşe değil.
Ülkede fakirlik var. Evet. Ama, her çocuğa günde bir litre süt sağlanması için devlet başka sıkıntıları göze almış. Eğitim ücretsiz. Kitaplar, eğitim araç gereçleri ve öğrencilerin üniformaları devlet tarafından karşılanıyor. Günümüzde okul olarak kullanılan Santiago de Cuba’daki Moncada Kışlası’nın bahçesindeki ya da Havana’daki Güzel Sanatlar Müzesi’nin (Museo Nacional de BellasArtes de La Habana) fuayesinde velilere gösteri yapan çocukların neşesi ve cıvıltısı görülmeye değerdi. Eğitim gibi, sağlık hizmetleri de ücretsiz.
Küba’ya gitmek için önce Paris’e uçtuk. Oradan Havana’ya uçmak dokuz saatten biraz fazla sürdü. Pilot Bahamalar’ın üzerinden uçtuğumuzu haber verdiği zaman heyecanlandım. İnanılmaz güzellikte bir mavi tonda olan okyanus ve irili ufaklı adalar görünüyordu. Bir an için, 1492 yılında buralara geldiği zaman Kristof Kolomb acaba neler hissetti diye düşündüm. Gerçi okyanus konusundaki düşüncem (en azından Atlantik Okyanusu için), Küba’da da değişmedi. Okyanusa böyle uzaktan ya da fotoğraflarda bakmak, içinde yüzmekten çok daha güzel. Keyifle maviliklerde yüzme konusunda bizim Akdeniz ve Ege sahilleri hala favorim.
Gezimizde, önce Havana’da iki gece kaldık. Ondan sonra, adanın doğu tarafında, Guantanomo’nun hemen yanındaki Santiago de Cuba’ya uçtuk. Oradan otobüsle, Camagüey, Trinidad, Cienfuegos ve Santa Clara üzerinden geri döndük ve son olarak Havana’da tekrar iki gece kaldık. Çok güzel çizilmiş bu rota ile Küba’nın taşra şehirlerini ve kırsal kesimlerini görme fırsatımız da oldu. Böylelikle, Havana’yı görmenin Küba’yı görmek demek olmadığını da anlamış olduk. Başkent olmasına karşın, Havana ülkenin belki de en harap kenti. Özellikle, konut olarak kullanılan bazı tarihi binalar çok da iyi durumda değil. Oysa diğer kentlerde bu yapılar çok daha bakımlı. Hepsi restore edilmiş, boyanmışlar. Bu insana oldukça tuhaf geliyor. Ancak, bunun bilinçli bir politika olduğu belirtiliyor. Fidel Castro’nun talimatı ile, taşra şehirlerinin kalkındırılmasına öncelik tanınmış. Havana’nın geliştirilmesine daha sonra başlanmış. Nitekim, gerek İspanyollar döneminden kalma daha eski yapılara gerekse diktatörlükler döneminde yapılan binalara yavaş yavaş el atılmaya başlanmış. Bunların bir kısmı aslında çok görkemli yapılar.
Gezdiğimiz yerleri anlatmadan önce, merak konusu olabilecek bir noktaya değinmek istiyorum. O da, Küba’ya her hangi bir tura katılmadan gidilip gidilemeyeceği sorusu. Edindiğim deneyime dayanarak, güvenlik açısından Küba’ya bireysel olarak gitme konusunda bir sakınca olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kişi kendisi bir plan yaparak gezebilir. Elbette, dünyanın her yerinde yaşayabileceğiniz gibi, iyi niyetinizden yararlanıp sizi kandırmaya çalışan insanlar olabilir. Bunlara karşı uyanık olmak zorundasınız. Tıpkı, Havana’da bir akşam, önce saati sorup sonra bizi bir bara götürmeye çalışan sempatik çift gibi. Bu gibi durumlarda gitmemek en iyisi. Bir turist tuzağına düşürülmeniz, soyulmanız mümkün.
Tura katılmadan gitmeniz durumunda yaşanabilecek en önemli olumsuzluk, ulaşım ya da konaklama konusunda karşılaşabileceğiniz sorunlarla tek başına baş etmek zorunda kalmanız olabilir. Örneğin biz, Havana’dan Santiago de Cuba’ya uçacağımız zaman, uçak 4-5 saat rötar yaptı. Ancak tur rehberlerimiz (Küba devleti gezi boyunca, kendi rehberiniz yanında bir de yerel rehber bulunmasını şart koşuyor) bu durumdan haberdar edildikleri için, o süreyi şehirde gezerek geçirdik. Tek başına yolculuk yapmanız durumunda havaalanında saatlerce beklemeniz gerekebilir. İç hat uçaklar saatlerce rötar yapabildiği gibi, bazı günler hiç kalkmadıkları da oluyormuş. Ayrıca taşra bölgesinde, bir şehirden diğerine gitmek konusunda zorluk da olabilir. Bu noktaların iyi araştırılarak, zorlukların göze alınması gerekebilir.
Bir diğer konu, konaklama. Kalınacak otellerin seçimi önemli. Biz, Camagüey’de zorunluluk nedeniyle kaldığımız otelin dışında, İspanyol turizm devleri Iberostar ve Melia tarafından işletilen çok kaliteli otellerde kaldık. Özellikle Trinidad’da kaldığımız, Iberostar Trinidad Hotel, butik bir oteldi ve çok güzeldi. Gamagüey’deki otel konusunda rehberimiz tarafından önceden uyarılmıştık. Türkiye’de 1960’larda gidilen askeri kampların kötü inşaat kalitesinde, yatakları son derece rahatsız, pencere ve balkon kapısı çerçeveleri ile duvar arasında, dışarıyı görebileceğiniz, neredeyse dört parmak aralık olan, kliması bir lokomotif gürültüsü ile çalışan bir oteldi. Sadece bir gece kaldığımız ve koşullar hakkında önceden haberdar edildiğimiz için dert etmedik.
Konaklama konusunda bir diğer seçenek, pansiyon ve benzeri küçük yerler olabilir. Bunlar, Fidel Castro’nun ölümünden önce, faaliyet göstermelerine izin verilen küçük işletmeler. Ancak, konum, kalite ve temizlik gibi konularda sürprizlerle karşılaşmamak için bu konuda önceden iyi araştırma yapılmasını öneririm.
Turizm sektöründe İspanyol yatırımlarının olması, Küba’da zaman içinde yabancı sermayeye izin verilmesinin bir sonucu. Onun dışında ülkede Kanada’nın da endüstriyel yatırımları var. Ancak Küba, Devrim öncesi tarihinde ülke topraklarının ve varlıklarının yabancı şirketler tarafından ele geçirilmesi konusunda yaşadığı acı deneyim nedeniyle, bu konuda son derece dikkatli davranıyor. Kontrolü sağlayabilmek için, ülkede yabancı yatırımlara sadece Küba devleti ile yüzde elli yüzde elli ortak olma şartıyla izin veriliyor. Bir tek Venezüela’ya yüzde yüz yatırım yapma olanağı tanınmış. Amerika Birleşik Devletleri, Küba’ya uzun yıllardan beri uyguladığı ambargo çerçevesinde, üçüncü ülkelerin de ticari ilişkilerini ve yatırımlarını engellemeye çalışmış. Ancak, İspanya ve Kanada bu engellemelere boyun eğmemişler. Son olarak, Eylül 2019’da, Avrupa Birliği de Küba ile ekonomik ilişkilerini geliştirmeye karar vermiş.
Yapılan arkeolojik kazılar, Küba’da ilk yerleşimlerin Neolitik dönemde başladığını ortaya koymuş. Bulunan en eski yerleşim yeri olan Levisa, uzmanlar tarafından M.Ö. 3100 yılına tarihlenmiş. M.Ö. 2000 yılı sonrasından kaldıkları düşünülen daha çok sayıda yerleşim yeri de bulunmuş. Adanın bu ilk sakinleri, Güney Amerika’dan buraya göç etmiş olan Guanahatabey ve Kiboni yerlileri imiş. Bulunan yontma taş ve deniz kabuğundan yapılma araç gereçlerden bu insanların avcılık ve toplayıcılık ile yaşamlarını sürdürdüğü anlaşılmış. Adaya daha sonra gelerek doğu tarafına yerleşen Taynolar ise, tarımı ve çanak çömlek yapımını başlatanlar olmuşlar. Kurdukları bazı köylerin nüfusları 3000 kişiye ulaşmış. On beşinci yüzyılın sonunda, İspanyollar adaya ayak bastıklarında, Taynoların sayısının 80-100 bin civarında olduğu belirtiliyor. Bazı kaynaklarda bu sayı 350 bine kadar çıkıyor. Bu insanlar o dönemde adada, ekmek yaptıkları yuka kökü dışında, mısır, tatlı patates, pamuk ve tütün yetiştiriyorlarmış.
Kristof Kolomb Küba’ya ilk olarak, Amerika kıtasına yaptığı birinci yolculuk sırasında ayak basmış. Ekim 1492 yılında, Bahamalar’dan geçerek geldiği adaya doğu ucundan çıkmış. O zamanlar Hindistan’a gitmeye çalışan Kolomb burayı, Asya kıtasından uzanan bir yarımada sanmış. 1494 yılındaki ikinci gelişinde, daha güneye inerek çeşitli noktalarda karaya çıkmış ve Taynolar ile karşılaşmış. Kendi ifadesine göre, insanların çadır benzeri, damları palmiye ağaçlarından yapılmış, çok güzel evlerde oturduklarını not düşmüş. Kristof Kolomb’un Küba’yı İspanyol toprağı ilan etmesine karşın, ilk kalıcı yerleşim yeri çok sonra, 1511 yılında, Diego Velasquez tarafından kurulmuş. Burası, adanın kuzeydoğu kıyısındaki Baracoa şehri. Vali olan Velasquez, altı şehir daha kurmuş. Bunlar Bayamo, Havana, Santiago de Cuba, Trinidad, Camagüey ve Sancti Spiritus şehirleri. Ancak, İspanyolların adaya yerleşme çabaları çok da kolay olmamış. Taynolar, yürüttükleri gerilla savaşı benzeri bir mücadele ile üç yıl direnmişler. Sonunda kanlı bir şekilde bastırılmışlar. Gerek gördükleri şiddet gerekse İspanyolların ülkelerinden getirdikleri kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıklar nedeniyle sayıları ciddi bir şekilde azalmış. 1550 yılına gelindiğinde Küba’daki yerli halk nüfusu 5000’ne kadar inmiş.
Altın yataklarının sınırlı olması nedeniyle, Küba başlarda İspanyollar için sadece bir üs olma özelliği taşımış. Meksika ve Orta Amerika’ya yapılan seferlerin çıkış noktası burası olmuş. 18. yüzyılda, İspanya’dan düzenli gemi seferlerinin başlaması Havana’nın ticari ve stratejik önemini artırmış. Ayrıca, şeker kamışı plantasyonlarının oluşturulması nedeniyle doğan iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere Afrika’dan köle getirilmeye başlanmış. Artan şeker kamışı üretimi yanında, adada hayvancılık ve tütün üretimi de artmış. Tüm bu gelişmeler sonunda, 1763 yılında 150.000 olan Küba’nın nüfusu, yüz yıl içinde 1,3 milyona ulaşmış. (2018 verilerine göre Küba’nın nüfusu 11,34 milyon olarak belirtiliyor). Sürekli getirilen köleler nedeniyle, nüfusun içinde Afrika kökenli olanların sayısında da önemli bir artış olmuş. 1865’te köle ticaretinin kaldırılması nedeniyle ortaya çıkan iş gücü açığını kapatmak için, o tarihten sonra Küba’ya Meksika yerlileri ve Çinliler de sözleşmeli olarak getirilmeye başlanmış.
Küba, 1838’den sonra şeker üretiminde artan makineleşme ve demiryollarının yapılması sonucunda, dünyanın en büyük şeker üreticisi haline gelmiş. 1860 yılına gelindiğinde, dünya şeker üretiminin üçte biri Küba tarafından yapılmaya başlanmış. Adanın ihraç ettiği ürünlerin arasında şeker kamışının oranı %85’e ulaşmış. (Küba’nın bu tek ürüne dayalı ekonomik gelişiminin sonradan yarattığı sorunlar nedeniyle, üretilen ürünlerde çeşitlilik oluşturmak Castro’nun en önemli hedeflerinden biri olmuş). Öte yandan, şeker plantasyonlarının artması adada, çok zengin ve güçlü bir sınıfın ortaya çıkmasına da yol açmış.
İspanyol sömürge yönetiminin giderek hantallaşması, bir süre sonra A.B.D.’li iş adamlarının Küba’ya ilgilerini ve yatırımlarını artırmış. Giderek güç kazanan bu Amerikalı zenginler 19. yüzyılın ortasından itibaren adayı birkaç kere paralı askerler kullanarak işgal etmeye ya da satın almaya çalışmışlar.
Kübalıların İspanyollara karşı birkaç kere bağımsızlık mücadelesi olmuş. Bunlardan ilki, On YılSavaşı olarak da bilinen 1868-1878 yılı arasındaki savaş. Milliyetçi önderlerin mücadeleyi sürdürmek için halktan yeterli destek bulamaması ve İspanya’nın ekonomik reform sözü vermesi nedeniyle, 1878 yılında bu savaşa son verilmiş. Kübalı şair ve gazeteci Jose Marti’nin liderliğindeki ikinci bağımsızlık mücadelesi 1895’te başlamış. Gerilla taktikleri ile sürdürülen savaş adada şeker üretimini ve ticaretini olumsuz etkilemiş. İspanya Küba’ya 200.000 asker çıkarmak zorunda kalmış. Bu arada, 1898 yılında, Havana limanında demirlemiş olan Amerikan savaş gemisi Maine’nin nedeni bilinmeyen, esrarengiz bir patlama sonucu batması üzerine Amerika İspanya’ya savaş açmış. Yaklaşık bir sene sonra imzalanan barış protokolü ile birlikte İspanya, dört yüz yıldır süren hakimiyetinden vaz geçerek, Küba’dan çekilmek zorunda kalmış. 1899-1901 yılları arasında Küba topraklarında bulunan Amerikan askeri kuvvetleri, ülkenin iç ve dış ilişkilerinde söz sahibi olma ve Guantanamo koyunda bir deniz üssü kurma hakkını aldıktan sonra adadan çekilmiş.
Cumhuriyet dönemi olarak adlandırılan 1902-1958 yılları arasında Küba’da birbirini izleyen diktatörlükler yaşanmış. Ülkede bir rüşvet, yolsuzluk ve sosyal adaletsizlik düzeni başlamış. Son olarak, kendisinden önceki cumhurbaşkanı Gerardo Machado’yu deviren Fulgencio Batista Küba’yı 25 yıl boyunca yönetmiş. Bu dönemde, şeker kamışı üretiminin dışında, turizm ve kumarhaneler önemli gelir kaynakları haline gelmiş. Ancak, gelir dağılımında artan eşitsizlik nedeniyle yoksulluk ve işsizlik artmış. Ekonomi ise, daha da dışa bağımlı hale gelmiş. Öyle ki, 1950’li yıllara gelindiğinde, ülkenin ekilebilir alanlarının %75’i, hizmet sektörünün %90’ı ve şeker üretiminin %40’ı, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, yabancı sermayenin eline geçmiş.
Yukarıda belirttiğim gibi, gezinin hem başında hem de sonunda Havana’da kaldık. Havana, bir boğaz gibi karaya doğru içeri giren limanı ile ilginç bir coğrafi yapıya sahip. Kentin konumunu anlamak için en uygun nokta, liman girişindeki tarihi La Cabana Kalesi (Fortaleza de San Carlos de la Cabana). Eğer şehre 1762 yılında yapılmış bu kaleden bakarsanız, şehir içinde gezdiğiniz yerlerin konumları kafanızda yerli yerine oturuyor.
Havana, ya da Kübalıların söylediği şekli ile Habana, 1515 yılında, Diego Velasquez tarafından bugünkü şehrin biraz güneyinde kurulmuş. Yerleşim daha sonra, şehrin günümüzdeki yerine doğru kaymaya başlamış. Havana’nın kuruluşundaki orijinal isminin, San Cristóbal de la Habana olduğu belirtiliyor. Bu isim, Küba için iki tane önemli unsuru içeriyor. İlki, Havana’nın koruyucu azizi kabul edilen San Cristóbal. Habana’nın ise, Velasquez’in İspanya kralına yazdığı bir rapora dayanılarak, zamanında bölgedeki bir yerli kabile reisinin adı olduğu düşünülüyor.
Havana, İspanyol yönetiminin şeker kamışı ticaretinde gösterdiği başarıya paralel olarak gelişerek, zaman içerisinde Yeni Dünya’nın en büyük limanı haline gelmiş. Şehir, 1756-1763 yılları arasında yapılan İspanya- İngiltere Savaşı sırasında, 1762 yılında kısa süreliğine İngilizlerin eline geçmiş. İngilizler burada 11 ay kalmışlar ve Florida’nın İspanyollar tarafından kendilerine bırakılması koşuluyla çekilmişler. Bu kısa süre zarfında İngilizlerin toprak sahipleri lehine yaptıkları düzenlemeler, daha sonra şehri geri alan İspanyollar zamanında da uygulanmaya devam edilmiş. Şehir, 19. yüzyılda bölgenin en önemli şeker, rom, tütün ve kahve ihracatı yapılan limanı haline gelmiş. 20. yüzyılda geniş caddeleri ve yapılarıyla modern bir görünüm kazanmış. Günümüzde şehirde, Havana’nın geçirdiği tüm tarihsel dönemlerin izlerini görmek mümkün.
Havana, neredeyse her köşe başında göreceğiniz müzisyenleri, ünlü barları, gece kulüpleri ve müzeleri ile cıvıl cıvıl bir kent. Özellikle Cumartesi günleri, şehirde sık sık eğlenceli geçitlere rastlıyorsunuz. Müzik zaten Küba’nın her yerinde yaşamın bir parçası. Sadece Havana ya da diğer taşra kentlerinde değil, şehirler arası yollar üstünde duracağınız her mola yeri, kafe ya da restoranda sizi mutlaka bir müzik topluluğu karşılıyor. Harika bir müzik ziyafetinden sonra dilerseniz, müzisyenlerin kendi CD’lerinden satın alabiliyorsunuz.
Küba’ya gelip de, Hemingway’in izini sürmemek olmaz. Buna Hemingway’in Havana’da sevdiği barları gezerek başlayabilirsiniz. Havana’daki ilk akşamımızda epeyce yorgunduk. Buna karşın, önceden planladığımız gibi, Hemingway’in Havana’da sevdiği ve özel olarak Daiquiri içmeye gittiği El Floridita isimli bara gittik. Bir rivayete göre, Hemingway bu ünlü kokteyli burada barmenlerle birlikte icat etmiş. Ancak diyabet hastası olduğu için kendisininkine şeker konmazmış. Ünlü yazar, El Floridita’ya her gün gelir ve entelektüel arkadaşları ile içki içip sohbet edermiş. Bu dostlarının arasında Tennessee Williams ve Jean Paul Sartre da varmış.
El Floridita, bizim kaldığımız Hotel Parque Central’e çok yakındı. Yürüyerek birkaç dakikada gittik ve kolayca bulduk. El Floridita aslında çok eski bir bar. 1819 yılında açılmış.1950 yılında, Esquire dergisi tarafından dünyanın en iyi barlarından birisi seçilmiş. Papyonlu garsonları ve maun barı ile, içeride hala 1930’ların havasından izler var. Bir an için, gözümde canlandırmaya çalıştım. Şık bayanlar ve baylar, havada puro kokusu ve müzik… Son ikisi hala vardı ama, çoğunluk yabancı olduğu halde, insanların şık olduğu söylenemezdi. Maalesef, tüm dünyada gelinen nokta bu… Bar tarafından bordo renkli kadife perdelerle ayrılan restoran bölümünde, beyaz örtülü masalarda oturanların da hali farklı değildi.
El Floridita’da, bara yaslanmış, gerçek boyutta, bronzdan bir Hemingway heykeli var. Doğal olarak, herkes yanında fotoğraf çektirmek istiyor. Duvarlar ise, Fidel ve Hemingway’in fotoğrafları ile dolu. Çok yorgun olmamıza rağmen, Daiquiri’lerimizi keyifle yudumladık ama, sahneye çıkan ikinci müzik topluluğunu çok uzun süre izleyemedik.
Havana’da Hemingway’in sevdiği ikinci bar, Plaza de la Catedral meydanına açılan sokaklardan birindeki La Bodeguita Del Medio. Meydandaki San Cristobal Katedrali’ne sırtınızı verince, sağdaki ilk sokakta. Hemingway’in bu bara da ünlü Mojito’sundan içmeye geldiği söyleniyor. Barın arkasındaki duvarda, Hemingway’in yazdığı söylenen, imzalı bir yazı var. Mojito’sunu Bodeguita’da, Daiquiri’sini de El Florodita’da içtiğini belirten bu yazının orijinal olmadığını ifade eden bazı kaynaklar da var. Her ne olursa olsun, burada içtiğimiz Mojito’nun ben bir benzerini başka bir yerde içmedim. Zaten bu restoran ve bar, Mojito’nun icat edildiği yer olarak biliniyor. Barmen, otomatiğe bağlamış bir şekilde, bardakları hazırlıyor. Hiçbiri bir dakikadan fazla barda beklemiyor.
Hemingway iklimi, tarihi ve kültürü ile çok sevdiği Küba’ya ilk olarak 1928 yılında gelmiş. Ondan sonra, otuz yılı aşkın bir süre boyunca, gezmek, balık avlamak, dostları ile vakit geçirmek ve yazı yazmak için adayı ziyaret etmiş. Önceleri, 1939 yılına kadar, Havana’nın tarihi bölgesindeki (Habana Vieja) Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasında kalmış. Günümüzde bu oda müze gibi korunuyor. İsterseniz gezebiliyorsunuz. 1939 yılında, üçüncü eşi Martha Gellhorn ile birlikte, Havana’nın SanFrancisco de Paula bölgesindeki Finca Vigia isimli evi ve arazisini, önce kiralıyor, sonradan satın alıyorlar. Hemingway, bu tek katlı güzel evde yirmi yıldan fazla bir süre, yılın bir bölümünü geçiriyor. The Old Man and the Sea (Yaşlı Adam ve Deniz) kitabı dahil olmak üzere pek çok kitabını burada yazıyor. 1960 yılının sonunda, bir sonraki yıl geri dönmek üzere Küba’dan ayrılıyor. Ancak, Temmuz 1961’de Amerika’da intihar ediyor.
Hemingway’in ölüm haberi Küba’ya ulaşır ulaşmaz devlet evine el koymuş ve müze haline getirmiş. Burası şimdi, Havana’nın en çok turist çeken noktalarından birisi. Gittiğimizde evin önü turist arabaları ile hınca hınç dolu idi. Gelenlerin çoğu Amerikalı. O kadar çok insan vardı ki bir an, bu kalabalıkta evin nasıl gezilebileceğini düşündüm. Kübalılar bu güzel, tek katlı evin zarar görmeden gezilebilmesi için çok iyi bir çözüm bulmuşlar. Evin içine giremiyorsunuz ama açık tutulan kapı ve pencerelerden içeriye bakabiliyorsunuz. Böylelikle evi rahat bir şekilde görebiliyorsunuz. Evin tamamı olduğu gibi duruyor. Sade ama zevkle döşenmiş bir ev burası. Duvarlarda, ava meraklı olan Hemingway’in Afrika’da ve dünyanın diğer yerlerinde avladığı hayvanların doldurulmuş başları var. Her oda kitaplarla dolu. Evde toplam 6000 tane kitap olduğu belirtiliyor. Yazı masası ve daktilosu yerli yerinde. Sanki Hemingway gelip yazmaya başlayacakmış gibi duruyor.
Hemingway’in evin orijinal haline yaptığı tek ilave, bahçesindeki kule olmuş. Evden biraz ayrı duran bu kuleye tırmandığınızda, yeşillikler arasından denizi gören, harika bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Hemingway’in burada da ufak bir çalışma odası var. Belli ki, zaman zaman buraya çekilmekten hoşlanıyormuş.
Evin geniş bahçesi yeşillikler içinde. Büyük bir yüzme havuzu var. Ayrıca bahçede, Hemingway’in balığa çıktığı ünlü Pilar isimli teknesini de görebilirsiniz. Tekne sergilenmek üzere, Hemingway’in denize açıldığı yakındaki Cojimar balıkçı köyünden buraya getirilmiş. Cojimar, tek katlı evleri olan şirin bir köy. Burası aynı zamanda, Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” kitabına esin kaynağı olan yaşlı balıkçı arkadaşının köyü. Tabii ki, Cojimar’da da Hemingway’in müdavimi olduğu bir bar var. Duvarlar, Hemingway’in Castro ile birlikte çekilen fotoğrafları ile dolu. Yaşlı balıkçı arkadaşı ile de bir fotoğrafı var. Oliver Stone’un 2002 yılında Fidel Castro ile çekilmiş bir karesi de gözüme çarptı. Tahmin edeceğiniz gibi, burada da ünlü yazarın içmeyi sevdiği söylenen bir kokteyl yapıyorlar. Curacao kullanılarak yapıldığı için nefis mavi bir rengi olan bu kokteyl de, Hemingway’in diğer sevdiği kokteyller gibi, çok güzel.
Havana, açıkçası benim beklemediğim kadar çok sayıda etkileyici binaları olan bir şehir. Özellikle geceleri, bu binalar çok güzel aydınlatılıyor. Eski dönemlerden kalma binaların bir kısmı şimdi, ilk kullanım amaçlarından farklı alanlarda müzeler haline getirilmiş. Örneğin, 1776-1791 yılları arasında yapılmış Palacio de Los Capitanes Generales (Eski Vali Sarayı) şimdi Havana Kent Müzesi. Küba Devrimi’ne kadar Küba Ulusal Kongre Binası olan Capitolio günümüzde Küba BilimAkademisi. Bir de, Hotel Inglaterra ve Hotel Sevilla gibi, hem dışarısı hem içerisi görülmeye değer tarihi otelleri var. Kitabı okumuş olanlar hatırlayacaktır. Hotel Sevilla, GrahamGreene’nin ünlü Our Man in Havana (Havana’daki Adamımız) kitabındaki kahramanın kaldığı otel.
Kübalılar, özgürlük mücadelesi vermiş tüm halklara ve onların liderlerine saygı duyuyorlar. Bunların arasında, Türklerin ve Atatürk’ün özel bir yeri var. Bu izlenimi edinmemin nedeni sadece Havana’daki Atatürk büstü değil. Gamagüey gibi taşra şehirlerinde bile en beklemediğiniz insanlardan, Türk olduğunuzu duyunca önce Mustafa Kemal Atatürk, sonra Viva Turquia ifadelerini duyabiliyorsunuz. Aslına bakarsanız, Atatürk büstünün kendisi bizim okul bahçelerinde gördüklerimizden çok da farklı değil. Önceleri Atatürk büstü şehrin bir başka yerinde imiş. Ancak, Türkiye’den geldikleri tahmin edilen bazı kişiler tarafından saldırıya uğramış. Bunun üzerine Castro’nun talimatı ile 2008 yılında daha iyi bir noktaya, günümüzde bulunduğu Cespedes Parkı’nın içindeki yerine tekrar konmuş. Buna karşılık, Ankara’daki Çankaya Parkı’na, Kübalı önder Jose Marti’nin heykeli konmuş. Büstün heykeltıraşı, Metin Yurdanur. Bu arada, sosyal medyada yayılan ve gerçek olmayan bir noktaya da değinmek istiyorum. Buna göre, Küba’da yabancı lider olarak bir tek Atatürk’ün heykeli olduğu iddia ediliyor. Her ne kadar gururumuzu okşasa da, bu gerçek olmayan bir bilgi. Abraham Lincoln, Vladimir Lenin, Simon Bolivar, José Carlos Mariátegui, Yaser Arafat ve Ho Chi Minh Küba’da heykellerine rastlayabileceğiniz yabancı liderlerden bazıları. Küba’da heykelini görmediğim için şaşırdığım kişi, Castro idi. Kübalı rehberimizin belirttiğine göre, Castro bunu özellikle istememiş. Öldüğünde de önce, mezar yerinin bilinmesini istemediğini okumuştum. Ancak, bu yazı için yaptığım araştırma sırasında Santiago de Cuba’da, Küba’nın 19. yüzyıldaki özgürlük savaşçılarından Jose Marti’nin yanına gömüldüğünü öğrendim. Belki gerçekten de bir mezarının olmasını istememişti. Belki, çok sevdiği Küba’nın bilinmeyen bir köşesinde, öylesine toprağa karışmaktı arzusu. Bilmiyoruz. Yine de, fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, çok sade bir mezarı var.
Bilindiği üzere, dünyanın en makbul puroları Küba’da üretiliyor. Bu durumda, bu dünyaca ünlü ürünü ister için ister içmeyin, Küba’ya gidince bir puro fabrikası da görmek istiyorsunuz. Havana’da görebileceğiniz birkaç tane fabrika var. Biz bunlardan Romeo y Julieta / H. Upmann fabrikasını gezdik. Burası, diğer puro fabrikaları gibi şehrin içinde, 3-4 katlı bir bina. Gezebilmek için önceden randevu alınması gerekiyor.
Tarihçilerin genel kanısına göre puro ilk olarak Mayalar tarafından icat edilmiş. Mayalar tütünü, palmiye ya da muz yapraklarına sararak içerlermiş. Arkeologların çıkardığı 10. yüzyıldan kalma toprak bir kabın üstünde resmedilmiş olan tütün içen bir Mayalı, bu konuda bugüne kadar bulunmuş en eski kanıt olarak gösteriliyormuş. Batılılar arasında tütün ile ilk tanışan, Kolomb ve adamları olmuş. Yerlilerin öğrettikleri şekilde tütün içmeyi çok çabuk öğrenmişler ve bu alışkanlığı İspanya ve Portekiz’e götürmüşler. Fransa’nın Portekiz’deki büyükelçisi Jean Nicot (nikotin kelimesi bu kişinin soyadından geliyor) ise, puronun Fransa’da yaygınlaşmasını sağlamış. Puro içimi Avrupa’da yaygınlaşırken, İspanyollar bir yandan da tütünü, tütün yaprakları yerine, kağıda da sarmaya başlamışlar. Sıcak iklimi ve verimli toprakları nedeniyle Küba, İspanyolların tütün endüstrisi için çok uygun bir merkez olmuş. Küba’da üretilen tütün, İspanyollar tarafından, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyaya dağıtılmaya başlanmış. Ayrıca, Küba’daki üreticilerin kendilerinin dışında başka devletlere satış yapmalarını yasaklayarak, 1817 yılına kadar süren bir tekel oluşturmuşlar.
Randevulu gitmemize karşın, Romeo y Julieta / H. Upmann fabrikasını gezmek için epeyce bir süre beklemek zorunda kaldık. Upmann, işletmenin devrim öncesi ismi. 1844 yılında iki Alman iş adamı kardeş, Herman ve August Upmann tarafından kurulmuş. Şu anda 500 kişi çalışıyor ve günde 20.000 puro üretiliyor. Üretilen puro markalarının arasında, Fidel Castro’nun da içtiği, efsanevi Cohiba markalı purolar da var. Bu markanın üretilmesi için, kendisi de puro düşkünü olan, Che’nin çok emeği geçmiş ama, ne yazık ki, üretimine onun ölümünden sonra başlanabilmiş. Çok özel bir karışımdan yapıldığı belirtilen Cohiba, Fidel Castro’nun korumalarından birinin içtiği özel bir karışımdan yola çıkılarak geliştirilmiş ve uzun yıllar sadece Küba’nın üst düzey yöneticileri için üretilmiş.
İçeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Puroların sarıldığı büyük salonda çalışanlar, arka arkaya sıralı tek kişilik masalarda oturuyorlar. Havada, insanın genzini hafifçe yakan bir tütün kokusu var. Çalışanlar, kadınlı erkekli, son derece sakin çalışıyorlar. Büyük bir tütün yaprağının içine birkaç değişik çeşit tütün yaprağı koyuyorlar. Üretimin standart kalitede olabilmesi için bu karışım, tütün yapraklarının işlemden geçtiği bir önceki bölümden getirilip masalara eşit bir şekilde dağıtılıyor. Karışım yerleştirildikten sonra büyük yaprak sarılıyor. Bir sonraki aşamada, en dışa sarılacak tütün yaprakları büyük bir titizlikle damarlarından ayıklanıyor ve hazırlanmış yarı mamul purolara sarılıyorlar. En son olarak, uçları kesiliyor.
Üretim süreci izlenince, maalesef buraya belli bir şehir efsanesi beklentisi ile gelenlerin hayalleri yıkılıyor. Fantezileri ne kadar süslemiş olursa olsun, puro sarma işlemi kadınların baldırlarında değil, işçilerin önlerindeki sert zeminli tahta veya metal masalarda yapılıyor. Buna karşın, insanı şaşırtan bir başka uygulama var. O da, üretim sırasında, salonun bir köşesinde oturan kişinin mikrofon kullanarak gazete okuması. Biz gezerken, okuyucu yaşlı bir kadındı. Bazen de roman okunuyormuş. Ben önce bunun Komünist rejimle gelen, halkı bilinçlendirmeye yönelik bir uygulama olduğunu düşündüm. Oysa, öyle değilmiş. Bu alışkanlık, İspanyolların döneminden beri varmış. Victor Hugo’nun 1862 yılında basılan Sefiller kitabı da puro fabrikalarında benzer şekilde okunmuş. Romanı çok beğenen Kübalı işçiler Hugo’ya övgü dolu ortak bir mektup bile yazmışlar.
Her şehrin olduğu gibi, Havana’nın da çok farklı bölgeleri ve buna bağlı olarak, farklı yüzleri var. Bir öğlen yemeği için gittiğimiz Miramar semti Havana’nın çok güzel bir bölgesi. Miramar, birbirinden güzel evlerin, büyükelçiliklerin ve otellerin bulunduğu, deniz kenarında bir bölge. Ağaçlık ve geniş caddelerin iki yanına sıralanmış çok güzel evler var. Bunlar devrim öncesinde, zenginlere ait olan evler. Evlerin bir kısmı yabancı ülkelere büyükelçilik olarak verilmiş. Diğerlerinde parti yöneticileri ve üst düzey bürokratlar oturuyorlar. Kübalı rehberimiz Lazaro, Castro’nun da burada, birkaç evde birden, sürekli yer değiştirerek oturduğunu söyledi. Yollardan birinin sol tarafındaki ağaçlık bir alanı göstererek, evlerden birinin ağaçların ardında olduğunu belirtti. Böyle bir önlemin sebebi, Castro’nun yaşadığı 638 suikast girişimi olsa gerek.
Havana’nın sadece, Eski Şehir bölgesindeki gibi, harap bir şehir olmadığını anlamak için gidilebilecek bir başka semt de Vedado. 20. yüzyılda gelişen bu bölge modern bir iş ve yerleşim merkezi. Havana Üniversitesi’nin de bulunduğu bu bölgenin en meşhur caddesi, La Rampa olarak da bilinen, Calle 23. John Lennon Parkı, A.B.D. Büyükelçiliği, Radyo Merkezi, Maine Gemisi Kurbanları Anıtı gibi yerlerin dışında, Küba’nın devlet tarafından işletilen ünlü CoppeliaDondurmacısı da Vedado’da bulunuyor.
José Rodríguez Fuster, Kübalı bir resim ve seramik sanatçısı. 1946 yılında doğmuş. 1963 yılında Havana’daki Sanat Öğretmenliği Okulu’ndan mezun olmuş. Fuster, Küba’da ve yurtdışında (Romanya, Fransa, İngiltere) birçok sergi açmış. Ama, onun en önemli eseri, Havana yakınlarındaki balıkçı köyü Jaimanitasdenebilir. 1975 yılında buraya taşınan Fuster, önce kendi evini, daha sonra da oturanlarından izin isteyerek diğer evleri, capcanlı seramiklerle kaplamış. 10 yıl içinde çevredeki seksenin üzerinde evi kendine özgü eserleri ile donatmış. Fuster’in evinin neşeli havası, gezerken insana bir masal dünyasındaymış hissi veriyor. Bir yandan da, sürekli Gaudi’yi anımsıyorsunuz. Tarzları çok benziyor çünkü.
Havana’ya iner inmez, rengarenk eski arabalar insanın gözünü alıyor. 1950’li ve 1960’lı yıllardan kalma bu arabalardan Küba’nın diğer yerlerinde de görmek mümkün ama, sanırım en çok Havana’da varlar. Şehirde bunlarla bir gezinti yapmak hemen hemen her turistin yapılacaklar listesinde oluyor. Ancak bindiğiniz zaman, bu şirin arabaların hareket edebiliyor olmaları bile insana mucizevi bir olaymış gibi geliyor. Bir akşam, La Zorra y Cuervo caz kulübünden dönerken bindiğimiz taksi tam bir felaketti. Her tarafından ayrı sesler gelen araba bir iki kere stop etti. Bir yandan içeri dolan mazot ve egzoz kokusundan dolayı güçlükle nefes alırken bir yandan da gülmekten kendimizi alamadık. Arabanın hiçbir penceresi kapanmıyordu. İyi ki de öyleydi. Camlar sonuna kadar açık olduğu halde, şoförün kafası sürekli bulutlarda olmalıydı…
Eski arabalarla nostaljik bir gezinti yapmak için üstü açık olanlar en iyisi. Ertesi gün bindiğimiz gıpgıcır mavi arabanın üstü açıktı. Yine biraz gürültülüydü ama dayanılmaz değildi. Bu arabalarla şehirde bir tur yapabiliyorsunuz. Önde şoförün yanında oturan kibar adamın İngilizce anlattıklarının bir kısmını kendi rehberimizden zaten öğrenmiştik. Ama, hiç bilmediğimiz sürprizler de oldu. Bunların arasında en önemlisi, bir başka Kübalı sanatçının eserleri ile donattığı bir sokaktı.
Salvador Gonzáles Escalona da, Fuster gibi, yaşadığı çevreyi dönüştürmüş bir sanatçı. 1948 yılında Gamagüey’de doğan sanatçı, hiçbir sanat eğitimi almamasına karşın, henüz 20 yaşında iken Havana’daki Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde sergi açmış. Resim, duvar resmi ve heykel yapan sanatçı sonraki yıllarda Küba’da ve yurtdışında birçok sergi açmış. Norveç, Danimarka, Meksika, Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, İtalya bu ülkelerden bazıları. Ayrıca, çok sayıda ülkede de duvar resimleri varmış. Tarzı Afro-Küba olarak tanımlanan Salvador, günümüzde atölyesinin bulunduğu Callejon de Hamel sokağına ilk olarak 1990 yılında bir arkadaşının evinin duvarına resim yapmak için gelmiş. Burası, Havana Üniversitesi’nin yakınındaki Cayo Hueso mahallesinde bir sokak. Oldukça yoksul görünümlü ve döküntü halde binalarla dolu. Ancak, Salvador’un burada bir duvar resmi ile başladığı yolculuk, hemen hemen tüm binaların duvarlarına yaptığı soyut, sürrealist ve kübik duvar resimleri ve heykellerle son derece ilginç bir hale gelmiş. Çevre halkı da kendisine boya ve heykelleri için malzeme sağlayarak katkıda bulunmuşlar. O nedenle, Salvador’un heykel ve yerleştirmelerinde banyo küvetlerinden çeşitli eski eşyaya kadar her şey var. Vakit darlığından oldukça hızlı gezmek zorunda kaldığımız bu ilginç sokakta bir de Yoruba geleneğinden gelen Santeria törenine rastladık. Bu da güzel bir sürpriz oldu. Çünkü, çok istememe rağmen, Havana’daki Yoruba Kültür Derneği’nin haftanın belli günlerinde düzenlediği Santeria törenlerine gidememiştik. Az da olsa, Kübalıların Afrikalı köklerine dayanan bu gelenekleri hakkında bir fikrimiz oldu. Kısaca özetlemek gerekirse Santeria, 16. ve 19. yüzyıllar arasında iş gücü olarak Batı Afrika’dan (özellikle Nijerya’dan) getirilen Yoruba soyundan kölelerin geliştirdiği bir din ya da inanç sistemi. Adaya getirildikten sonra İspanyollar tarafından Katolik olmaya zorlanan bu insanlar, eski dinlerinden de vaz geçmemişler. Afrika’da inandıkları 500 kadar tanrıyı, Katolik aziz ve azizelerle eşleştirerek onları bir anlamda yeni inançlarının içine gizlemişler. Kilisenin cadılık ve büyücülükle suçlayarak engellemeye çalıştığı dini ayin ve danslarını mümkün olduğunca kuşaktan kuşağa aktarmışlar.
Küba ile ilgili yazmak istediklerimin bu ilk bölümünde Havana ve çevresinde ilginç bulduğum yerlerden söz ettim. Bir sonraki yazımda yolculuğumuz, Küba’nın doğusundan batısına doğru gezdiğimiz yerleşim yerleri ile devam edecek…
Üç buçuk sene kadar önce Helsinki, Tallinn, Riga ve Vilnius’u kapsayan bir Baltık ülkeleri gezisine gitmiştik. O zaman henüz bir web sitem olmadığı için bu gezi hakkında yazamamıştım. Buna karşın Riga hakkında yazmamış olmak hep içimde kaldı. Gittiğimiz yerlerin hepsinde çok ilginç şeyler gördük ama, Riga benim için hep özel oldu ve aklımdan hiç çıkmadı. Şimdi, bu Covid-19 günlerinde, hazır evlere kapanmışken, fırsat bu fırsat dedim ve Riga hakkında bir yazı yazmaya karar verdim.
Baltık ülkeleri genelde öyle çok bildiğimiz, gittiğimiz ülkelerden değiller. Bunda 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin bir parçası olmalarının büyük payı var. Tam anlamıyla turizme açılmaları ise, 2004 yılında Avrupa Birliği ve NATO’ya katılmalarından sonra olmuş denebilir. Ben gitmeden önce, Baltık ülkelerinin İskandinav ülkelerine benziyor olabileceğini düşünmüştüm. Ancak gezince gördüm ki, hem İskandinav ülkelerinden hem de, ortak tarihleri olmasına karşın, birbirlerinden farklılıkları olan ülkeler bunlar.
Letonya’nın başkenti Riga, güzel parkları, UNESCO Dünya Mirası listesindeki Eski Şehir kısmı ve insanı şaşırtan sayıda ve güzellikteki ArtNouveau tarzdaki binaları ile gerçek bir Avrupa şehri izlenimi bıraktı bende. Kaldığımız Radisson Blu Ridzene oteli yeşilliklerin ortasında, Eski Şehre olan yakınlığı nedeniyle mükemmel bir konumda idi. Dolu dolu gezdiğimiz iki gün boyunca otelden dışarı her adım attığımızda oteli çevreleyen parkları ve buralarda keyifle yürüyen, koşan, kanalda kürek çeken insanları görmek çok güzeldi.
Riga’nın güzelliklerini anlatmaya geçmeden önce bölgenin ve Letonya’nın tarihinden kısaca söz etmekte yarar var. Arkeologlar, Baltık bölgesinde Buzul Çağı’nın sonlarından (M.Ö. 10000) beri yaşam olduğunu belirtiyorlar. Eldeki buluntulardan bu Taş devri insanlarının avcılık ve balıkçılık yaptıkları biliniyor. Günümüzde Estonyalı, Letonyalı ve Litvanyalı olarak bilinen halkların atalarının bölgeye Asya’dan gelişleri ise M.Ö. 3000 yıllarında oluyor. Fin-Ugor olarak bilinen bu kabilelerin M.Ö. 2000 yıllarında bölgeye Avrupa’dan gelen Hint-Avrupa halkları ile karışmaları sonucunda günümüzde topluca Baltlar olarak bilinen ırklar ortaya çıkıyor. M.S. 1. yüzyıldan itibaren kabilelerin bölgesel olarak ayrışmaları belirginleşiyor. M.S. 9. yüzyılda bölge Vikinglerin yönetimine giriyor. 1200’lerin başına kadar olan sürede, St. Petersburg’a kadar olan sahil boyunca birbirlerinden bağımsız yerleşim yerleri kuruluyor. Ancak, bu dönemde yapıların taş yerine ahşap olmaları nedeniyle elde çok fazla arkeolojik kayıt bulunmuyor. Yine de, sahip olunan sınırlı bilgi, Baltların çok iyi gemi yapımcıları olduklarını, korsanlık yapmaları nedeniyle bölgenin korkulu rüyası olduklarını ortaya koyuyor. Ayrıca, İsveç, Almanya ve Rusya’nın iç kısımlarını kapsayan bir ticaret ağı geliştiriyorlar.
Baltların Hristiyanlığa geçmeleri oldukça geç oluyor. Avrupa çoktan Hristiyan dinini benimsemişken onlar pagan inançlarını sürdürüyorlar. Yürütülen misyonerlik çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine, Papa Innocent III 1198 yılında bölgeye birinci Haçlı Seferi’ni düzenliyor. Bunun üzerine, Töton Şövalyeleri olarak da bilinen Alman savaşçı rahipleri Baltlara saldırıyorlar. Rahipler, tüm Baltık kıyıları boyunca koloniler kurmaya başlıyor. 1201 yılında Riga’da bir başpiskoposluk merkezi kurarak buradan tüm Baltık bölgesini fethetmeyi sürdürüyorlar. 1207 yılında, kabaca günümüzün Estonya ve Letonya devletlerinin topraklarını kapsayan Livonia’yı kuruyorlar ve burayı Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlıyorlar.
Livonia Töton Şövalyelerinin yönetiminde gelişmeye başlıyor. Tallinn ve Riga, özellikle HansaBirliği olarak adlandırılan ve Alman liman şehirlerinin tüccar ve loncalarının kurduğu birliğe katıldıktan sonra, çok gelişiyor. Ancak, tamamen Almanların yönetiminde olan bu yeni sosyal düzende yerli halkın hiçbir söz hakkı bulunmuyor. Sadece ticaretten değil, tarımdan da tamamen dışlanıyorlar. Tek seçenekleri, serf olarak yaşamlarını sürdürmek oluyor.
Bölgenin günümüzdeki diğer ülkesi Litvanya’nın tarihi biraz daha farklı gelişiyor. Hristiyanlık diğer Baltık bölgelerinde yaygın hale geldikten sonra bile, Litvanyalılar pagan inanışlarını sürdürüyorlar. 1251 yılında Dük Mindaugas’ın kısa süreli bir Hristiyanlığı kabul dönemi olsa da, sonradan tekrar paganizme geri dönülüyor. 1385 yılında Dük Jogalia Polonyalı bir prenses ile evlenince hem Polonya ve Litvanya’nın taçlarına sahip oluyor hem de Hristiyanlık kesin olarak kabul edilmiş oluyor. 1410 yılında Jogalia ve kuzeni Töton Şövalyelerini büyük bir yenilgiye uğratınca Litvanya Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri olarak tarihte yerini alıyor. Ancak, bu devlet daha sonra gittikçe Polonya’nın kontrolüne geçiyor.
Baltık bölgesi, tarih boyunca Almanların, İsveçlilerin, Polonyalıların ve Rusların etkisi altında kalıyor. Çeşitli kereler bu devletler arasında el değiştiriyor. Ancak, yönetimler değişse de, Almanların sosyal ve kültürel etkisi devam ediyor. Kiliselerde Latinceye alternatif olarak Almanca kullanılmaya başlanıyor. Riga ve Tartu’daki üniversiteler sadece Almanca eğitim veriyor, İsveç kralları tarafından Alman tüccarlara özel haklar veriliyor. Ta ki, 18. Yüzyılın başında İsveç Krallığı Alman baronların topraklarını kamulaştırana kadar. Buna karşın Alman tüccarlar özel imtiyazlı konumlarını sürdürüyorlar.
Letonya’nın özel tarihine dönersek, 16. yüzyılın sonlarına doğru gelişen Katolik Polonyalılar ve Protestan İsveçliler arasındaki mücadele sonunda ülkenin kuzeyi ve Riga İsveçlilerin eline geçiyor (1621). Bu dönemde Letonya tarihindeki en yumuşak yabancı işgalini yaşıyor. Okullarda Letonya dilinde eğitime izin veriliyor. Ülkenin güneyindeki Courland bölgesi Polonya’ya bağlı bir Dukalık haline geliyor. Courland Dükü Jakob Kettler (1642-1681), çok güçlü bir donanma kurarak, Karayipler’deki Tobago’da ve Batı Afrika’da Gambia nehrinin üstünde, Letonya’nın tarihteki tek kolonilerini kuruyor.
1710 yılında, Büyük Kuzey Savaşı sırasında İsveçliler, Tallinn ve Riga da dahil olmak üzere, Livonia’daki bütün topraklarını Çar Büyük Petro’ya (bizim tarih kitaplarımızdaki adıyla DeliPetro’ya) teslim etmek zorunda kalıyorlar. Bundan sonraki 200 yıl boyunca Riga olağanüstü gelişiyor ve o kadar büyüyor ki, 1857-1863 yılları arasında, daha önce İsveçliler tarafından yaptırılmış olan şehir surlarının büyük bölümü yıkılarak, günümüzde yeni şehir kısmı olan modern Avrupai kent inşa edilmeye başlanıyor.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Ruslar Letonya’da asırlardır süren Alman kültürel etkisini yok etmek için ulusal dil olarak Almanca yerine Rusçayı kabul ettirmeye çalışınca, ülkede büyük bir karışıklık çıkıyor. Aydınların öncülüğünde, Çar yönetimine karşı büyük bir hareket başlıyor. Bu ortamda, Rusya’daki 1905 Devrimi kendine Riga ve tüm Letonya’da bir zemin buluyor. Birçok malikane yakılıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Letonya Almanların ve Rusların savaş alanı haline geliyor. Bu dönemde pek çok Letonyalı Rus ordusunda savaşmaya zorlanıyorlar. Letonyalılar kahramanca savaşmalarına karşın yeniliyorlar ve Almanlar Riga’yı işgal ediyorlar (1916). Ancak, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması nedeniyle Almanya 1918 yılında Letonya’dan çekilmek zorunda kalıyor. Birkaç gün sonra, 18 Kasım 1918’de, Letonya bağımsızlığını ilan ediyor. Buna rağmen, 1920’de Sovyet Rusya ile imzalanan barış anlaşmasına kadar Bolşevikler Letonya’yı ve Riga’yı bırakmak istemiyorlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında da Letonya hem Sovyetler Birliği hem Nazi Almanya’sı tarafından işgal ediliyor. Önce Ruslar (1940), bir sene sonra (1941) Almanlar ülkeyi istila ediyorlar. Bu dönemde çok sayıda Yahudi katlediliyor.
Sovyetler 1945 yılında, Letonya’yı ve Riga’yı “kurtarma” amacıyla tekrar bu topraklara dönüyorlar. Bundan sonra, 1991 yılındaki ikinci bağımsızlık ilanına kadar, Letonyalılar çeşitli baskılara göğüs germek zorunda kalıyorlar. Sovyetler Birliği’nin parçası oldukları dönemde, Letonyalıların bir bölümü kendi topraklarından sürülüyorlar. Onların yerine, özellikle Stalin döneminde, Ruslar buralara yoğun olarak yerleştiriliyorlar. Öyle ki, 1990 yılına gelindiğinde, nüfusun yarısı ana dil olarak Rusça konuştuğu için Letonya dili yok olma tehlikesi ile karşılaşıyor. Ancak, çok sevdiğim bir ifade ile, gün oluyor devran dönüyor… Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından ve Letonya’nın bağımsızlığından sonra, ülkedeki Rusların bir kısmı Beyaz Rusya (Belarus) ve Rusya’ya göç ediyorlar. Bir kısmı ise, bu topraklarda doğup büyüdükleri için (nüfusun yaklaşık %26’sı) burada kalmaya devam ediyor. Şehrin bazı bölgelerinde, uzun bir dönem imtiyazlı yaşamış, belki Sovyet döneminde önemli pozisyonlarda çalışmış bu Rusları perişan bir vaziyette, dilenirken görmek mümkün. Bu kişiler şu anda vatandaş da sayılmıyorlar çünkü, bunun için zorunlu olan Letonya dili ve vatandaşlık sınavlarından geçememişler. Ya da yerel dili bilmedikleri için bu sınavlara girmemişler bile. Bu durumda, bu Rus kökenliler seçimlerde oy kullanamıyorlar ve Avrupa’da serbest çalışma ve dolaşım hakkına da sahip değiller. Günümüzde, Letonya’nın yaklaşık 2 milyon olan nüfusunun %61’i Letonyalılardan meydana geliyor. Kalan nüfus, Rusların dışında, Ukraynalı, Litvanyalı ve Beyaz Rusyalılardan oluşuyor.
Eylül ayında gittiğimiz Riga’da kaldığımız süre boyunca hava güneşli ve güzeldi ama, oldukça serindi. Gölge yerlerde insanın içi ürperiyordu. Birkaç hafta sonra havalar iyice soğuyacakmış gibi geldi bana. Giyim kuşam olarak tedbirli gitmeme rağmen hafif bir soğuk algınlığı geçirdim. Yanımda götürdüğüm ilaçlarla ve bir iki gece erken yatarak atlattım.
Riga’nın başlıca simgelerinden biri olan Özgürlük Anıtı otelimize yürüme mesafesinde idi. Yüksekliği 42 metre olan anıtın yapımına 1931 yılında başlanmış. Daha önce aynı yerde Rus Çarı Büyük Petro’nun bir heykeli bulunmaktaymış. 1918 yılındaki birinci bağımsızlık ilanını anmak üzere yapımına karar verilen anıt tamamen halkın bağışları ile finanse edilmiş. Tasarımı heykeltıraş Karlis Zale tarafından yapılan anıt 1935 yılında bitmiş. Anıtın granitten kaidesi üzerindeki kabartmalar Letonya kültür ve tarihini simgeliyor. Kaidenin üzerinde 19 metre yüksekliğinde bir sütun bulunuyor. Bunun tepesindeki bakırdan kadın heykeli yukarıya kalkmış elleri üzerinde üç adet yıldız taşıyor. Yıldızların her biri Letonya’nın kültürel olarak farklı bölgelerini simgelemek üzere yapılmış. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Letonya Sovyetler Birliği’nin işgaline uğrayınca anıt yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Letonyalıların milliyetçi duygularını bir tehdit olarak gören Ruslar, anıta halkın çiçek koymasını yasaklamışlar. Ancak, anıtı yıkmayı da göze alamamışlar. Yıkımı engellemek için en çok mücadele veren kişilerden birisi, Riga’da doğmuş bir Rus olan heykeltıraş Vera Mukhina imiş. Bunun üzerine Ruslar, anıta farklı bir anlam yüklemeye çalışmışlar. Halk arasında Milda olarak anılan bakır kadın heykelinin elindeki üç yıldızın Sovyet topraklarına dahil olan üç Baltık ülkesini temsil etmesine karar vermişler. Anıt bu şekilde yıkılmaktan kurtulmuş. 1987 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı ayaklanmanın da başlangıç yeri olan bu anıt, Letonyalılar için bağımsızlıklarının en önemli simgelerinden birisi sayılıyor.
Riga’nın İsveç egemenliği altındaki dönemden (1621-1710) geriye az sayıda yapı kalmış. Bunların arasında, turistlerin uğrak yerlerinden, İsveç Kapısı, Aziz Jacob Kışlası ve BarutKulesi bulunuyor. İsveç Kapısı (Zviedru Varti) 1698 yılında yapılmış. O zamanlar şehre bunun gibi sekiz tane giriş varmış. Günümüze bir tek bu kapı kalmış. Aslında bu kapı, Torna sokaktaki 11 numaralı evin zemin katından açılmış bir geçit. Efsaneye göre, evin sahibi olan zengin tüccar bu kapıyı sahibi olduğu depoya daha kolay erişim sağlamak için gayri kanuni olarak açmış. Gerçekte ise, günümüze çok az bir bölümü kalmış olan kent surlarının dışındaki Aziz Jacob Kışlası’nda konuşlanmış askerlerin kullanımı için açıldığı düşünülüyor. Sarı renkli bir blok olan kışla, 17. yüzyılda İsveçli askerler için yapılmış. Surların bu bölümü, aynı zamanda kent surlarının en eski kısmı. 13 ile 16. yüzyıllar arasında yapılmış ve Sovyet döneminde restorasyon geçirmiş.
Riga’nın Eski Şehir kısmına İsveç Kapısı’ndan giriliyor. İçerde, sağınıza ve solunuza doğru, surlar boyunca uzanan sokağın adı “Gürültü Sokağı” (Troksnu iela). Bunun nedeni, bir zamanlar burada oturan insanların görevinin şehre dışardan gelebilecek bir tehlikeyi gürültü yaparak şehir halkına haber vermek olması. Sokağın bir diğer özelliği, tabanındaki irili ufaklı taşlar. Bu taşlar, şehre gelmek isteyenlerin o zamanlar beraberlerinde getirmek zorunda olduğu taşlarmış. Şehre girebilmek için böyle bir şart varmış ve herkes cebine birkaç taş atıp gelirmiş. Kent yollarını yapmak için geliştirilmiş orijinal bir yöntem.
Riga’nın Eski Şehir bölgesinin tamamı, yukarda belirtiğim gibi, UNESCO Dünya Mirası listesi kapsamında. Bu bölge, 13. yüzyıldan itibaren inşa edilmeye başlanmış. Şehrin Esplanade olarak adlandırılan yeni bölümü 18. yüzyıldan itibaren, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl başlarında gelişmeye başlamış.
Kendisi olmasa da, temel kısmı Eski Şehir bölgesindeki en eski yapılardan biri, ünlü Barut Kulesi (Pulvertornis). Bu silindir şeklindeki kule, geçmişte şehrin savunması için yapılmış olan 18 kuleden geriye kalan tek kule. 14. yüzyıldan kalma temel kısmı, o dönemde de şehrin savunma duvarlarının bir parçası iken, 1621 yılında İsveç ordusu tarafından yıkılmış. İsveçliler daha sonra, 1650 yılında şehrin savunma duvarlarını güçlendirirken, bu kuleyi yapmışlar. Duvar kalınlığı 2,5 metre olan yapı, barut depolamak amacıyla yapılmış. Kulenin duvarına saplı duran, Ruslarla yapılan savaşlardan kalma, dokuz adet top mermisi yapının duvarlarının ne kadar sağlam olduğunun bir göstergesi. Günümüzde burada, Letonya Savaş Müzesi bulunuyor.
Dome Katedrali (Doma Baznica), 1211 yılında Aziz Mary adı ile, zamanın Alman piskoposu Albert von Buxhoevden tarafından yaptırılmış. Daha sonra, Reformasyon döneminde, Dome Katedrali adını almış. Baltık bölgesindeki en büyük ibadet yeri olduğu belirtilen yapı yıllar içinde pek çok değişikliğe uğramış. Bu nedenle içeride, Romanesk, Neo-Gotik, Baroque ve Art Nouveau gibi mimari tarzları bir arada görmek mümkün. Talinn’deki kiliselerde gördüğümüz gibi burada da, duvarlarda Alman asil ailelerinin armaları bulunuyor.
Eski Riga’nın en etkileyici binalarından birisi Kara Kafalılar Evi (Melngalvju Nams). Burası ve yanındaki Schwab Evi aslında 1941 yılındaki bombardımanlarla tamamen yerle bir olmuş. Sovyet döneminde enkaz kaldırılmış ve öylece bırakılmış. 1999 yılında gerçekleştirilen bir proje ile iki yapı da aslına uygun olarak tamamen yeniden yapılmışlar. Kara Kafalılar Evi aslında 1334 yılında yapılmış bir lonca evi. Söz konusu loncanın üyeleri, evlenmemiş yabancı gemi sahipleri ve tüccarlar imiş. Evlenen üyeler, buradan ayrılıp Büyük Lonca’ya üye olurlarmış. Son derece keyiflerine ve sefaya düşkün oldukları söylenen Kara Kafalılar, İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar birliklerini sürdürmüşler. Bu tarihte, Hitler’in Baltık Almanlarını anavatana çağırması üzerine dağılmışlar. Lonca adını, genelde siyah derili bir Magribi olarak canlandırılan, koruyucu azizleri Aziz Maurice’ten almış.
Yukarda da belirttiğim gibi, Kara Kafalılar Evi asıl olarak 1334 yılında inşa edilmiş. Binanın giriş katında bir zamanlar dükkanlar varmış. Loncanın salonu birinci katta bulunuyormuş. Zaman içinde binada değişiklikler yapılmış. Örneğin, Hollanda tipi basamaklı çatı 1500’lerin sonunda, astronomik saat 1622’de, Hansa Birliği’nin simgeleri olan dört figür 1896 yılında eklenmiş. Kara kafalılar Evi’nin yanına ek bina olarak yapılan Schwab Evi 1891 yılında yapılmış.
Kara Kafalılar Evi tarafına gelmişken, Eski Şehir bölgesinden çıkıp Merkez Pazarı‘na (Central Market) gitmek iyi bir fikir. Burası daha çok taze meyve ve sebzenin satıldığı çok büyük bir pazar. Gittiğimiz ülkelerde mümkünse yiyecek satan pazar yerlerine ve dükkanlara göz atmayı severim. İnsan böylece hem genel olarak yerli halkın ne yiyip içtiği hem de ülkedeki temel gıda fiyatları hakkında fikir sahibi olabiliyor. Ancak, Riga’nın Merkez Pazarı’nı bunların ötesinde ilginç kılan, içinde yer aldığı binalar. Bunlar, beş tane büyük Zeppelin hangarı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından Letonya’nın Kurzeme (Courland) bölgesinde terk edilmişler. 1920’li yıllarda Riga’ya taşınmışlar. Başlarda lüks bir alış veriş merkezi olarak kullanılmaları düşünülmüş ama, İkinci Dünya Savaşı çıkınca bundan vazgeçilmiş. Merkez Pazarı’nın çevresi de yerel el işleri ve ucuz oyuncak ve benzeri satan tezgahlarla dolu. Satıcıların büyük çoğunluğu, daha önce söz ettiğim, Rus kökenli insanlar. Letonya vatandaşı sayılmayan bu insanların bazıları da evsiz olarak sokak köşelerine ve kaldırımlara konuşlanmışlar.
Eski Şehir bölgesinde, Kedi Evi (Kaku Nams) yemek yemek için önerilebilecek bir yer. Restoranın bulunduğu bina 1909 yılında yapılmış. Mimarı Friedrich Scheffel olan binanın, Orta Çağ ile Art Nouveau karışımı bir mimari stili var. Kedi Evi adını, tepesinde bulunan iki adet bakırdan yapılmış kedi heykelinden alıyor. Kedilerin ikisi de, dikleşmiş sırtları ve kalkık kuyrukları ile, son derece kızgın görünüyorlar. Binanın bir de bu kediler ile ilgili bir öyküsü var. Söylendiğine göre, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, binanın sahibi olan Letonyalı tüccarın Büyük Lonca’ya üye olmasına izin verilmemiş. O zamanlar bu, sadece Alman tüccarların sahip oldukları bir hakmış. Buna çok kızan Letonyalı tüccar, Büyük Lonca’nın binasının karşısında olan kendi binasının tepesine bu kedi heykellerini, arka tarafları Lonca’ya dönük şekilde, koydurmuş. Uzun bir hukuksal savaştan sonra, tüccar Büyük Lonca’ya girebilmiş ve o zaman kedilerin yönünü değiştirtmiş. Kediler hala kızgın görünüyorlar ama, en azından yüzleri artık Büyük Lonca’ya bakıyor.
Riga’da beni en çok çarpan ve akılımdan çıkmayan bölge Sessiz Merkez (Klusais Centre) olarak adlandırılan bölge oldu. Burası, eski şehrin dışında, Riga’nın sonradan gelişmiş bir bölgesi. İlginç olması, olağanüstü güzellikte ve beklenmedik sayıda Art Nouveau tarzı binalarla dolu olması. Doğrusu, gidip görene kadar ben Riga’nın böylesi bir zenginliğe sahip olduğunu bilmiyordum. Sırf bu binaları görmek için bile Riga’ya gidilebilir. Çoğu 20. yüzyılın başında yapılmışlar. Önemli bir kısmı UNESCO koruması altındalar.
19. yüzyılın sonuna kadar Riga’da mimarinin eklektik bir yapısı olduğu belirtiliyor. Binaların yapımında gelmiş geçmiş tüm mimari akımların bir karışımı kullanılıyor. 20. yüzyıla girerken, Art Nouveau stili, bir tür başkaldırı şeklinde, baskın olmaya başlıyor. Erken örnekleri şehrin eski tarafında görülmeye başlanan bu stilde, önceki mimari tarzın aksine, yuvarlak hatlar, çiçek motifleri, insan yüzleri, egzotik hayvanlar, sfenks, antik tanrı ve kadın figürleri kullanılıyor. Bu özellikler şüphesiz, dünyanın başka şehirlerinde de göreceğiniz Art Nouveau tarzı binalarda da var. Ancak, ben hiç birini bu kadar etkileyici bulmadım. Güzelliklerinin yanında, bunun bir nedeni de, Sessiz bölgede bu kadar çok sayıda ve çok iyi korunmuş halde olmaları olabilir.
20. yüzyılın başında Riga’da 850 tane Art Nouveau stili bina yapılıyor. Bunların en güzel örnekleri, Sessiz Merkez’deki Elizabetes ve Alberta sokaklarında bulunuyor. Gezerken insan gerçekten ne tarafa bakacağını, hangi detayları inceleyeceğini bilemiyor. Bir baktığınız binaya daha sonra tekrar bakınca bambaşka detaylar görüyorsunuz. Genelde Riga Politeknik Okulu’nun mezunu olan mimarların en ünlüleri M. Eisenstein, J. Alksnis, K. Pekschen, E.Laube, ve W. Bockslaff. Bu mimarların büyük ustası sayılan ve Riga’ya çok güzel binalar kazandıran Mikhail Eisenstein, 1867 yılında St. Petersburg’da, kökleri Alman olan, Yahudi bir ailenin oğlu olarak doğmuş. St. Petersburg’da inşaat mühendisliği okumuş. Şehrin zengin ailelerinden birinin kızıyla evlendikten kısa bir süre sonra genç çift Riga’ya taşınmış. Burada, 1898 yılında, daha sonra dünya ve Sovyet sinemasının büyük yönetmeni, Potemkin Zırhlısı ve Korkunç Ivan gibi sinema klasiklerinin yaratıcısı olarak tanıyacağımız oğlu, Sergey Eisenstein doğmuş.
Mikhail Eisenstein 20 yıl kaldığı Riga’da 20 tane Art Nouveau bina tasarlamış. Başlarda yaptığı bir iki denemeden sonra Paris’e gitmesi, onun sonradan tasarladığı binalarında çok etkili olmuş. Ancak, dönemin mimari akımından haberdar olmak açısından Paris gezisi önemli olsa da, onun tarzının özgün olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hepsi birbirinden güzel ve etkileyici. Bu büyük mimar ve mühendis 1920 yılında Almanya’da ölmüş.
Riga Art Nouveau Müzesi, Alberta Sokağı 12 numarada. Bina, 1903 yılında ünlü Letonyalı mimar Konstantins Pekschen ve arkadaşı Elzens Laube tarafından, Pekschen’in kişisel evi olarak, tasarlanmış. Dışı, Letonya’ya özgü bitki ve hayvan kabartmaları ile süslü binanın içinde de aynı motifler sürdürülmüş. Ayrıca, balkonlar, kuleler ve armalar büyük bir uyum içinde. Apartmanın içinde, yukarı doğru yükselen merdiven boşluğu, sadece Riga’da değil, tüm Avrupa’da bir sanat şaheseri olarak kabul ediliyor. Estetik açıdan etkileyici. Apartmanda kalorifer ve sıcak su sistemi daha o zaman yapılmış.
Müze, 2009 yılında, mimar Pekschen’in oturduğu dairede açılmış. İçerisi, mimarın ve ailesinin kullandığı orijinal eşyalar olmamakla beraber, 20. yüzyıl başında bu Art Nouveau binalarda sürdürülen yaşama göre döşenmiş. Mobilyalar, porselen takımlar, tablo ve aksesuarlar, saatler, hepsi bu dönemi yansıtıyorlar. Ayrıca, içerdeki görevliler de döneme uygun kıyafetler giyinmişler. Kimi şık hanımlar, kimi evin hizmetlileri olarak size açıklamalarda bulunuyorlar. Bir de, Riga’nın Art Nouveau tarihiyle ilgili film gösterimi var.
Bu geziye çıkmadan önce, gideceğimiz şehirlerde bizim kalacağımız tarihlere denk gelen opera veya bale gösterileri olup olmadığını araştırmıştım. Bu, bir tek Riga’da mümkün oldu. Orada kaldığımız akşamların birinde bir bale gösterisi vardı. Biletlerimizi önceden internetten aldık.
Letonya Ulusal Balesi, Letonya Ulusal Opera binasının çatısı altında temsillerini veriyor. 1860-1863 yılları arasında yapılan bina aynı zamanda, Eski Riga’nın dışında yapılmış ilk taş bina olma özelliğini taşıyor. Binanın tasarımı Alman mimar Ludwig Bohnstedt tarafından yapılmış. Otelimize yürüme mesafesinde, güzel bir parkın ucunda bulunan bina uzaktan insanın dikkatini çekiyor. Yapı, 1882 yılında çıkan yangından sonra, 1887 yılında mimar Reinhold Schmelling tarafından yeni baştan inşa edilmiş. 1990-1995 yılları arasında bina yeniden elden geçirilerek, orijinal mimarisi bozulmadan, çağımızın ihtiyaçlarına uygun bir hale getirilmiş.
Programda üç ayrı bale gösterisi vardı. Bunların içinde nispeten daha çok beğendiğim Ravel’in Bolero’su oldu. Diğer iki gösteriyi (Mussorgsky’nin Bir Sergiden Tablolar ve Ravel’in Daphnis ve Cloe isimli eserleri), bale açısından çok etkileyici bulmadım. Buna sebep, o tarihten birkaç yıl önce, Moskova’da Bolshoi Balesi’ni izlemiş olmam olabilir. Beklentimi yüksek tutmuş olabilirim. Buna karşın, güzel bir akşam oldu. Özenle giyinmiş seyircilerin şampanyalarını yudumladığı fuayeyi, gösterinin yer aldığı büyük salonu görmek güzeldi. Çıkışta, opera binası ile aynı parkta bulunan, camlı restoranda yemek yedik.
Ertesi gün, Tallinn’den uçakla geldiğimiz Riga’dan otobüsle, Litvanya’ya gitmek üzere, ayrıldık. Riga’da görülmeye değer daha pek çok yer, müze var. Havaların daha sıcak olduğu bir zamanda, parklarda, açık havada kafe ve restoranlarda oturmak da çok keyifli olur, eminim. Şayet henüz gitmediyseniz, Riga’yı görülecek yerler listenize eklemenizi öneririm. Benden söylemesi…
Not: Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.