Her Paskalya Zamanı Aklıma Positano Düşer…

Kırmızı, üstü açık, spor arabada son sürat gidiyoruz. Yvette arabayı yine korkusuzca kullanıyor. Ben de korkmuyorum. Ona güveniyorum. Çocuk olmama karşın arabayı ustalıkla kullandığını fark edebiliyorum. Kemerim bağlı. Güneş içimizi ısıtmakla kalmıyor, şortumdan açıkta kalan çöp gibi bacaklarımı da yakıyor bir yandan.

Paskalya zamanı ve okulum üç hafta tatil. Roma’dan güneye doğru indikçe insan artık Bahar’ın geldiğini daha çok hissediyor. Rüzgar Bahar, deniz, çayır, çimen ve her türlü çiçek kokusunu içimize dolduruyor. Tatlı bir sarhoşluk hali…

Yvette Positano’da ev tutmuş. Napoli’nin güneyindeki bu şirin kasabaya Amalfi sahili boyunca giden dar ve bol virajlı yoldan varılıyor. Sol tarafta sarp ve dik kayalar, sağ tarafta ise yüksek uçurumların dibinde uzanan masmavi, pırıl pırıl deniz. Müthiş bir manzara…

45 yıl sonra Positano’ya tekrar gittiğimde bu güzelim manzarayı bozacak bir tek çivinin bile çakılmamış olduğunu, yolun kalitesi iyileştirilmiş olsa da, ülkemizde sıklıkla yapıldığı gibi kayaların dinamitlenerek, yolun genişletilmediğini hem hayret, hem de sevinçle gördüm. Dik yamaca, birbirinin deniz manzarasını kapamayacak şekilde, kartal yuvası gibi yapılmış evler aynen duruyordu. Öyle ki, üç sene üst üste Paskalya tatilinde kaldığımız evi de elimle koymuş gibi buldum. Badana rengi bile aynıydı. Kimsenin aklına bu iki ya da üç katlı şirin evleri yıkıp, yüksek apartmanlar yapmak gelmemişti…

Positano, Amalfi sahilinin en popüler yerleşim yerlerinden biri. Ortaçağda denizci bir devlet olan Amalfi Cumhuriyetinin bir liman şehri. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda zenginliğinin doruğuna ulaşmışken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde eski zenginliğini kaybetmiş. Amerika’ya göç dalgası nedeniyle nüfusu da epeyce azalmış. Ta ki, 1950’li yıllarda turizm ile yıldızı yeniden parlayana kadar. Bazılarına göre, John Steinbeck 1953 yılında Harper’s Bazaar dergisinde Positano ile ilgili bir yazı yazarak bu konuda önemli bir rol oynamış. Ondan sonra Positano’nun uluslararası şöhreti giderek artmış. Capri adası ve tüm Amalfi sahili ile birlikte zenginlerin, sanatçıların, gezginlerin uğrak yeri olmuş.

Virajlı yolun bazı yerlerinde yol o kadar daralıyor ki, karşıdan gelen arabaya sürtmemek için azami dikkat gerekiyor. Yvette ister istemez daha yavaş gitmek zorunda artık. Bu sayede radyodan yayılan müziği duyabiliyorum. Domenico Modugno bizi “uçuruyor” (Nel blu dipinto di blu !). Bu zamansız şarkı neredeyse on yıllık o zamanlar. Yvette normalde İtalyan radyosu dinlemez ama anlaşılan çevremizdeki güzellik nedeniyle o da bu manzaraya ancak İtalyanca bir şarkının yakışacağını düşünüyor.

Positano’ya varınca arabayı yerleşim bölgesinin girişinde bırakmamız gerekiyor çünkü buraya taşıt girmiyor. Aşağıdaki sahile doğru inen dik yamaca sıralanmış rengarenk evler merdivenlerden oluşan, bazı yerlerde inanılmaz daralan sokaklarla birbirine bağlanmış. Bavulları yüklenip, inişe geçmekten başka çare yok. Nerdeyse boyum kadar bavulu sürükleye, sürükleye Yvette’in arkasından iniyorum aşağı. Merdivenli sokaklar boyunca bikiniler, elbiseler, hırkalar satan butikler ve seramikçi dükkanları sıralı. Hakim renkler sarı, turuncu, cart yeşil, çingene pembesi. Tam bir cümbüş.

Çocuk olarak, yüz yıl sürmüş gibi gelen bir süreden sonra Yvette, “ İşte burası,” diyor. Kollarım kopmuş bir vaziyette etrafa bakıyorum. Yorgunluktan bitmişim ama şikayet yok çünkü biliyorum ki Yvette asla kulak asmayacaktır. Yvette ile birlikte olmanın birinci şartı, kendi işini kendin yapacaksın… O ne zaman yardıma gerçekten ihtiyacın olduğunu bilir…

Önünde durduğumuz evin tanımlaması zor, gülkurusu ile kavuniçi arası, hoş bir rengi var. Positano’daki diğer evler gibi kod farkı sayesinde üç dört kata sahip. Giriş kapısı ufacık bir meydana bakıyor (Flavio Gioia) ve karşıda Santa Maria Assunta kilisesi var. Kilisenin heybetli ana kapısının üzerinde türlü, türlü deniz hayvanları, deniz yıldızları, dev dalgalar, dalgalarla boğuşan yelkenliler var. Çünkü Aziz Meryem aynı zamanda denizcilerin koruyucusu… Çok büyük olmayan bu kilisenin tarihi 10.yüzyıla kadar gidiyor ancak, günümüzde 18. yüzyılda restorasyondan geçmiş halini görüyoruz.

Santa Maria Assunta Kilisesi- Positano
Santa Maria Assunta Kilisesinin Kapısı- Positano

Santa Maria Assunta kilisesi ile ilgili çocukluğumdan kafama kazınan en önemli ayrıntı kilisenin ana mihrabının üstünde yer alan Meryem Ana ikonası ve onunla ilintili efsane. Meryem Ana’nın zenci olarak tasvir edildiği bu ikonanın büyük olasılıkla Benedikt rahipleri tarafından Bizans’dan buraya getirildiği ve 13. yüzyılda (bazı kaynaklar 12. yüzyıl da diyor) yapıldığı düşünülüyor. Şimdi öğreniyorum ki, söz konusu ikona ile Positano’yu ilişkilendiren efsanenin değişik versiyonları var. Benim ilk öğrendiğim hali ise şu şekilde: İtalya’nın tüm güney kıyıları gibi Positano da bir dönem yoğun bir şekilde korsanların saldırısına uğruyormuş. Bir keresinde, korsanlar Santa Maria Assunta kilisesindeki bu ikonayı yerinden indirip, gemiye yüklemişler ve denize açılmışlar. Ancak, denizin ortasında öyle büyük bir fırtına kopmuş ki, neye uğradıklarını şaşırmışlar. Dev dalgalar koca gemiyi neredeyse alabora ediyormuş. Korkuya kapılan korsanlar geri dönüp, ikonayı yerine bırakmak zorunda kalmışlar.

1960’ların sonunda Positano’da korsan yerine “Türk” kelimesini kullanıyorlardı. Aynı şekilde, yukardaki ve benzeri tüm öykülerde, efsanelerde Türklerden söz ediliyordu. Seramikleri ile ünlü Positano’nun sokaklarında, kulakları küpeli, sarıklı ve ellerinde palaları, kılıçları olan Türkleri gösteren pek çok seramik pano hatırlıyorum. Bu panolardan birindeki bir tiplemeyi Yvette babama benzetmiş ve beni çok güldürmüştü. Ondan sonra bu işi oyun haline getirmiş ve Yvette’in de tanıdığı tüm Türkleri bu duvar resimlerindeki figürlerle eşleştirmeye başlamıştık. Yaklaşık yarım asır sonra Positano’ya tekrar gittiğimde kentin duvarlarında artık bu tür panolar olmadığını ve “Türk” ifadesinin yerine “Saracini”nin(*) kullanıldığını fark ettim. Bu dönüşümün tam olarak nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum ama, benim tahminim hem günümüzde bu tür ifadelerin “politik doğruluk” (political correctness) açısından uygun olmadığının düşünülmesi, hem de İtalya’ya giden Türklerin sayısının artmış olması etkin olmuş bu konuda.

Günümüzde hayal etmek epeyce zor ama, bundan elli yıl öncesinin dünyasında, bırakın internetin varlığını, televizyon ve uydu yayınlarının bile doğru dürüst olmadığını, insanların bu kadar rahatlıkla seyahat edemediklerini, bilginin çok daha rahat saklandığını, çarpıtıldığını hatırlayalım. Böylesi bir ortamda “Türk” kelimesinin yarattığı çağırışım şimdikinden çok farklıydı. Günümüzde İtalya’da Türk olduğunuzu, hele İstanbul’dan geldiğinizi söylemenin yarattığı ilgi, alaka, sempatiye karşın, 1960’ların sonunda yüzlerde beliren, yüzyılların birikimi ile kuşaktan kuşağa geçmiş dehşet, hayret ve ürkme ifadelerinin arasında büyük fark var benim kişisel deneyimlerim açısından.

Yvette dairenin kapısını anahtarla açıyor ve içinde gerekenden fazla eşya olmayan, güneş ışınları ile pırıl pırıl, ferah bir daireye giriyoruz. Yerler kiremit rengi, sekizgen, seramik karolarla kaplı. Duvarlar beyaza boyanmış. Göz alıcı aydınlık biraz da ondan. Duvarlarda bel hizasına gelen yükseklikte, beyaz fon üzerine mor, sarı, mavi çiçeklerin yer aldığı seramik bordürler var çepeçevre. Mobilyalar koyu renk ve rüstik. Yvette’in bana uygun gördüğü odaya yerleşmem fazla uzun sürmüyor. Çok geçmeden plaja gitmek için hazırım.

(*)- Saracini, Orta Çağdan itibaren bazı Hristiyan yazarlar tarafından Müslüman korsanlar için kullanılan isimdir. Bazen sadece Müslüman yerine de kullanılmaktaydı.

Devam edecek…

“Benden Selam Söyle Anadolu’ya”

(Bu şarkıyı çok seven babamın anısına… “Pire’nin çocukları” Müzik: Manos Hadjidakis (1925-1994))

2013 yılının Ağustos ayında, Bodrum’da kız kıza tatil yaparken, feribot ile Kos’a geçtik. 40 dakikalık bir feribot yolculuğu ile havamız değişti. Üstelik, Kos güzellik ve popülerlik açısından Yunan Adaları içinde en üst sıralarda olmamasına rağmen.

Eskiden, Yunan Adalarından Türkçe isimleri ile söz ederdik. Şimdilerde orijinal isimleri kullanılır oldu. Kos’a da bir zamanlar, 400 yıllık Osmanlı idaresi boyunca adlandırıldığı üzere, İstanköy denirdi.

Büyüklük açısından On İki Adalar’ın içinde üçüncü sırada olan Kos’da Eski Yunan, Roma, Bizans, Aziz John Şövalyeleri (Hospitaliers- Hastane Şövalyeleri de deniyor) ve Osmanlı dönemlerinin izlerini görmek mümkün. Ada 1912 yılında İtalyanlara, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Almanlara geçmiş ve savaşın sonuna kadar onların elinde kalmış.

O gün, Ağustos sıcağında pek tavsiye edilmeyecek bir şey yapıp, şehir merkezine 3.5 kilometre uzaklıkta bir tepe üzerinde bulunan Asklepeion’u gezdik. Sıcak göz açtırmıyordu ama yine de, zaman zaman bayılacak gibi olsak da, tarihi Milattan önce üçüncü yüzyıla kadar giden bu kalıntıları gezmeyi başardık. Aslında pek bir şey de kalmamış. Hastane, hamam, tapınak ve diğer binaların taşları Saint John Şövalyeleri tarafından sahildeki Kos kalesinin, Osmanlılar tarafından da çeşitli camilerin yapımı için kullanılmış. Yine de, Hipokrat’ın da eğitim aldığı bu Antik Çağ tıp ve sağlık merkezi ilgi çekici idi.

Asklepeion- Kos

Üçüncü terasa tırmanıp, tapınağa vardığımızda sıcak o kadar dayanılmaz oldu ki, bazılarımız güneşten yanıp kavrulmamak için giydikleri t-shirt’leri çıkarıp, içlerindeki askılı bluzlarla gezmeye devam etmek istedi. Ancak, çevredeki görevliler bu tapınağın üstüne bir zamanlar bir kilise yapılmış olmasını gerekçe göstererek, buna engel oldular. Bunca yıldır, dünyanın çeşitli yerlerinde gezdiğim, benzer ören yerlerinde karşılaşmadığım bu bağnazlık beni çok şaşırttı. Neyse ki, bir başka gezide, yine çok sıcak günlerde gezdiğimiz ve içlerinde daha sonraki yüzyıllarda yapılmış kiliseler barındıran Rodos’taki Lindos Akropolünde ve Atina’daki Akropolde aynı kısıtlama ile karşılaşmadık.

Asklepeion’un üçüncü terasından, gerçek değil de, rüyaymış gibi görünen Bodrum ve civarının manzarasını da seyrettik uzun, uzun. Güzel ve çirkinleştirilmiş yönleri ile…Bu benim Türkiye’yi karşı kıyıdan ilk görüşüm oldu sanırım. Tuhaf bir duygu uyandırdı bende. İnsanın ruhunun bedeninden ayrılıp, kendisine bakması gibi geldi bana…

Asklepeion- Kos’dan Bodrum manzarası

Öğle yemeğini şehir merkezinde, Fidelio’da yedik. Garsonumuz Yannis bizi ağaçların altında güzel bir masaya buyur etti. Annesi Ayvalık’tan, babası Foça’dan göç etmişler. Kendisi de her sene Foça’ya gezmeye gittiğini söyledi. Bize inanılmaz yakınlık gösterdi. Bir yandan diğer masalara hizmet verirken, her fırsatta bizim masaya uğrayıp, sohbete devam etti. Her birimizin isimlerini Yunan alfabesi ile kağıttan masa örtüsünün üstüne yazdı.

Garsonumuz Yannis’in kağıt masa örtüsünün üzerindeki yazılarından-Fidelio Restaurant, Kos

Sadece Kos’da değil, bir sonraki yaz gemi ile gittiğimiz Rodos, Girit, Santorini ve Mikanos’da da atalarının Türkiye’nin değişik yerlerinden, İstanbul, İzmir, Edirne ve başka şehirlerden, kasabalardan göç ettiğini söyleyip, bize yakınlık gösteren pek çok kişi oldu. Her biri beni ayrı duygulandırdı. Gezi dönüşü, benzer şeyler hissedeceğini düşündüğüm bir tanıdığımın “aman canım, turist olarak sizi tavlamak için öyle konuşuyorlardır” diye kestirip, atması beni inanılmaz şaşırttı. Böylesi yüzeysel, duyarsız ve duygusuz bir yaklaşımı hiç beklemiyordum.

Peninta Peninta Tavernası- Heraklion, Girit

Türkiye Cumhuriyeti ve Yunan Krallığı arasında, 1923 Lozan Anlaşması’nın bir ek sözleşmesi çerçevesinde yapılan nüfus değişiminin (Nüfus Mübadelesi) sonucunda yaklaşık 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 kadar da Müslüman Yunanistan’dan Anadolu’ya göç ettirildiler. Genel olarak buradan gidenlere Rum, Anadolu’ya gelenlere ise Türk dense de her iki grup da aslında homojen değildi. Değişim kriterinin dil ya da ırk değil de, sadece din olması nedeniyle Anadolu’dan göç edenler arasında sadece Rumlar değil, aslında Türk olan ve Türkçeden başka dil konuşamayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar ve Ortodoks Karaman Türkleri de bulunmaktaydı. Benzer bir şekilde, Yunanistan’dan Anadolu’ya zorunlu göçe tabii tutulanlar arasında da sadece Türkler değil, kendi dillerini konuşan Pomaklar, Ulahlar, Arnavutlar bulunmaktaydı.

Yoğun olarak 1923-1924 yıllarında yaşanıp 1930’a kadar dalgalar halinde süren bu büyük göçün yarattığı kişisel dramlar ve özlemler Selanik günlerimizde bizim de hayatımıza değişik şekillerde dokundu. Çevremizde pek çok Anadolu göçmeni vardı. Oturduğumuz evin sahipleri, apartmanın altındaki pastanenin sahipleri, ağabeyime özel İngilizce dersi veren Mrs. Cüneyto isimli çok yaşlı hanım ve başkaları.. Hatta, ağabeyimin gittiği Amerikan Koleji de göç eden Rumlarla Merzifon’dan Selanik’e taşınmış bir okuldu. Kütüphaneden ödünç aldığı kitapların bir kısmının içinde “Merzifon Amerikan Koleji” ibaresi olurdu.

Şimdi düşününce, aslında 1960’ların başında bu insanların göç etmelerinin üzerinden henüz 30 küsur sene geçmiş olduğunun farkına varıyorum. Başka bir ülkenin yerlisi olmak için kısa, özlem çekmek için uzun bir süre.. Buradan göçen birinci kuşak bu özlemi hep içinde taşıyıp, sonraki kuşaklara anlatmış. Apartmanın altındaki pastanenin sahipleri Türkiye’den göç etmiş ninelerinden, dedelerinden, ana, babalarından, onların Selanik’e alışamadıklarından, onlarla anlaşabilmek için evde Türkçe konuştuklarından söz ederlerdi. Babamın başından geçen ve yıllar sonra bana gözleri yaşararak anlattığı bir olay ise gerçekten fazla söze gerek bırakmayan, yürek burkan cinsten…

Selanik’e gitmemizden kısa bir süre sonra babam gümrükten ev eşyalarımızı çekmek için, üzerinde askeri üniforması ile gümrük müdürlüğüne gidiyor. İşlemlerin bitmesini beklerken yanına yaşlı bir adam yaklaşıyor ve babama Türkçe olarak, “ Zabit Efendi, Zabit Efendi ben Anadolu’dan göç ettim” diyor. Gözlerinden yaşlar süzülürken, bir yandan eliyle babamın üniformasının parlak düğmelerini okşuyor, bir yandan da Çanakkale Savaşında İngilizlere karşı savaştığını anlatıyor… Doğup, büyüdüğün, uğruna savaştığın vatanından bir gün göç etmek zorunda kalmak ve bütün bir ömrünü özlemle geçirmek ne acı… Üstelik göç ettiğin topraklarda da daima “sonradan gelen” ve yabancı olarak kalmak…

Louis de Bernieres’in “Birds Without Wings” (Kanatsız Kuşlar) kitabı, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminin, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen Nüfus Mübadelesinin bir güney-batı Anadolu köyünde (kitapta Eskibahçe olarak geçer ama Fethiye’ye bağlı Kayaköy’dür yazarın ilham aldığı yer) yüzyıllarca birlikte, kardeşçe yaşayan Türklerin ve Rumların yaşamlarını ve kaderlerini nasıl değiştirdiğini çok güzel anlatır.

Bu konuyu dokunaklı bir şekilde işleyen bir başka kitap da, 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülünü alan ve kendisi de Anadolu’dan (Aydın’dan) göç etmiş olan Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli kitabıdır. “Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin … Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”