Anılar… Yaşadıklarımızdan geriye kalanlardır anılar… Yaşamımız tüm anılarımızın toplamıdır bir anlamda. Unuttuklarımız ve hafızamızda tutabildiklerimizle birlikte…
Bir ömür boyu biriktirdiğimiz anılardır varoluşumuzu tescilleyen. Bizi, biz yapan. Bize varlığımızı hissettiren. Çağımızın en baş edilemez hastalıklarından biri gibi görünen Alzheimer bu yüzden insana bu denli trajik gelir. Bir ömür boyu biriktirilen anılar yavaş yavaş uçup giderken, köksüz bir varlığa dönüşür insan. Geçmişi ve geleceği olmayan… Julianne Moore’a En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar ödülü getiren “Still Alice” filminde Alice’in ifade ettiği gibi… Sadece bir ömür boyu biriktirilen entelektüel sermaye, beceriler ve duygular değil, anılar da terk eder insanı birer, birer.
Öte yandan, hatırlayabildiklerimiz de ne kadar doğrudur? Akıl ve hafıza insana sonsuz oyunlar oynar. Bazı yaşananları tamamen silerken, bazı gerçek olmayan şeyleri de yaşanmış gibi hissettirebilir insana. Ya da, uzunca bir süre önce yaşananlara bugünkü “ben” olarak baktığımızda, farklı şeyler görebilir, hissedebilir ve anlatabiliriz.
Eğer uzun yıllardan beri günlük tutuyorsanız, her gün olmasa bile, bir kenara yaşadıklarınızı, duygu ve düşüncelerinizi, umutlarınızı, düş kırıklıklarınızı, acınızı, sevincinizi not düşmüşseniz, geri çekilen dalgaların kumda bıraktığı izler gibi hafızanızda kalanlarla, olayları yaşadığınız zaman yazdıklarınızın, duygu ve düşüncelerinizin ne kadar faklı olduğunu hayretle görürsünüz. Şu anda hatırlamakta bile zorluk çektiğiniz olayların sizi nasıl etkilediğine, üzdüğüne şaşar kalırsınız. Ya da, çok önemseyerek hakkında yazdığınız pek çok kişiyi hatırlamakta bile zorluk çekersiniz. Sizi derinden etkilediğini bildiğiniz kimi kişilerden ise hiç söz etmemişsinizdir…
Edebiyatta, zamanın akışı ile birlikte kişisel olarak yaşananların bireyde bıraktığı tortunun en iyi benzeşimini yapan eser, bana göre, Marcel Proust’un “ Kayıp Zamanın İzinde” adlı eseridir. Bazen tek bir cümlenin 14-15 satır sürdüğü, cümlenin sonuna gelindiğinde başının unutulduğu ve çoğu kere aynı cümleyi birkaç kere okumanın şart olduğu bu ( bana göre) “anıtsal” eseri tamamladığınızda, aynen gerçek hayatta olduğu gibi, kitapta yer alan olayların, karakterlerin bir kısmını unutmuş olursunuz. Esasen, inanılmaz dokunaklı bölümleri ve renkli tiplemelerine rağmen, bu kitap olay örgüsü ve kurgusu için değil, damağımızda bıraktığı bu tarifsiz tat nedeniyle güzeldir bence.
Proust’a göre, bir koku, tat veya görüntünün harekete geçirdiği “istem dışı hatırlama” “bilinçli hatırlama”ya göre çok daha etkili ve gerçektir. Bir parfüm kokusunun hatırlattığı 40 yıl önceki sevgili, yediğimiz bir şeyin damağımızda bıraktığı tadın bizi yıllar öncesine götürmesi, ağaçlıklı bir yolda dalların arasından süzülen güneş ışınlarının bize hatırlattıkları…
Kırmızı, spor, üstü açık, MG marka bir arabada son sürat gidiyorum… 1960’ların ve 1970’lerin en “cool” arabalarından… 10-11 yaşlarında olmalıyım. O kadar hızlı gidiyoruz ki, saçlarım yüzümü acıtmasın diye başımı bir eşarpla, Audrey Hepburn tarzı bağlamışım. Arabayı Yvette kullanıyor. Onun da başı aynı şekilde bağlı. Yvette gençken planör pilotluğu da yapmış. Çeşitli bröveler almış. Korkusuz bir kadın. Arabayı da korkusuzca kullanıyor.
Kendi yarattığımız rüzgâr gözlerimi tam olarak açmama engel oluyor. Kirpiklerimin arasından, yüksek çam ağaçlarının dallarının izin verdiği ölçüde süzülen güneş ışığında, yanından hızla geçtiğimiz nesneleri hayal meyal seçebiliyorum. Bazen de gözlerimi sımsıkı yumup, güneşin gözkapaklarımın üstüne vurarak yarattığı ışık oyunlarının keyfine varıyorum. Her iki durumda da, gördüklerim empresyonist ressamların tablolarını andırıyor. Renk lekelerinden oluşan bir cümbüş…
Ostia’ya gidiyoruz. Plaja. Direksiyonu sağda olan bu kırmızı MG ile sonraki yıllarda da daha pek çok yere gideceğiz birlikte…