Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (2): Belém

Bir gün önce o kadar yorulmuşum ki, o sabah uyandığımda kemiklerim hala sızlıyordu. İkinci gün için planımız, Lizbon şehir merkezinin birkaç kilometre batısında, Tagus (Portekizliler Tejo diyor) nehrinin kıyısındaki Belém’e gitmekti. İstanbul’da en az 10 günden beri izlediğim tahminler maalesef bizi şaşırtmadı. Hava epeyce kapalıydı. Ne yapalım? Gezginlikte bu da vardır. Yılacak değildik ama, şöyle bir gün önce olduğu gibi günlük güneşlik bir hava olsa hiç fena olmazdı…

Belém’e gitme konusunda internette tramvay ya da otobüs yoluyla gitmek için çeşitli önerilerle karşılaşmıştım. Sonra birden Yeşil Metro Hattı’nın son durağı olan Cais do Sodré’den Belém’e her 20 dakikada bir tren kalktığı bilgisine ulaştım. Oradan yolculuk 7 dakika sürüyor. Otobüslerin trafik sıkışıklığını aşma sorunu ile tramvayların ancak belli bir hızda gidebildiği düşünülünce, benim de Belém’e gitmek için size önereceğim en iyi ulaşım yöntemi bu olacak. Otelin yakınındaki, Mavi Hat istasyonlarından Restauradores’ten metroya bindik. (Avenida istasyonu da otele 5 dakika uzaklıkta idi ama, onun için geriye doğru yokuş yukarı yürümek gerektiği için orayı genelde otele dönüşlerde kullandık). Bir durak sonra, Baixa-Chiado’da indik ve Yeşil Hatta geçtik. Cais do Sodré bir durak sonra. Burası zaten hattın da son durağı. Cais do Sodré, üç tarafı revaklı yapılarla çevrili ünlü Praça do Comércio meydanının Tagus nehri kıyısına bakan sahilinde yer alıyor. Bu meydan hakkında bir sonraki yazımda bilgi vereceğim. Cais do Sodré aynı zamanda hem arzu ederseniz nehrin karşı kıyısına (Cacilhas) geçmeniz için bir rıhtım hem de bir tren istasyonu. Yakında otobüs ve tramvay durakları da var. Metrodan trene geçmek için üst kata çıkılıyor.

Makinalardan bilet alıp, trene binmek sorun olmadı. Oturacak yer bulduk ama, oldukça hareketli, ineni bineni bol bir trendi. Yerel halkı izlemek için iyi bir fırsat oldu. Yine çok fazla gülmeyen, insana dünyadan kopuklarmış gibi gelen, çeşitli ırk ve renkten insanlar vardı. Yolculuk sırasında geçtiğimiz bazı bölgeler çirkin toplu konutlar ve neredeyse aralıksız duvar yazıları yüzünden çok da hoş değildi. Yol üstünde altından geçilen köprü, Tagus ırmağının iki kıyısını birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü. 1966 yılında yapıldığı zaman adı Salazar Köprüsü imiş. Diktatörlüğü yıkan Karanfil Devrimi’nden (1974) sonra adı o tarihi günü anmak üzere değiştirilmiş.

Belém’e indiğimizde hava iyice kapamış, hafiften bir yağmur da başlamıştı. Trenden indikten sonra, geniş ana yolu geçmek için kullanılan üst geçitte rüzgâr şemsiyeleri ters çevirecek kadar kuvvetliydi. Trenden bizimle birlikte, neredeyse tamamı turist, epeyce insan inmişti. Hep birlikte, hızlı adımlarla üst geçitten kendimizi Belém’in merkezine atmaya çalıştık.

Antiga Confeitaria de Belém

Lizbon’un en çok turist çeken noktalarından Belém, Portekiz’in Keşifler Çağı için son derece önemli bir yer. Burası dönemin, bilinmez ülkelere doğru yelken açan, inanılmaz bir zenginlik ve kölelerle dönen gemilerinin okyanusa açıldığı tarihi nokta. Tagus (ya da Tejo) nehrinin ağzındaki Belém bu nedenle Portekiz tarihi açısından ayrı bir yere sahip. (Kısa bir Portekiz tarihi özeti için Portekiz ile ilgili ilk yazıma bakabilirsiniz). Bunun karşılığında, Belém’de keşiflerin sağladığı zenginliğin ürünü, eşsiz güzellikte eserler yapılmış. Kral I. Manuel’in (1495-1521) dönemine ait, özellikle Manuelin tarzda yapılmış pek çok eser 1755 yılındaki deprem sırasında Lizbon’un merkezinde yerle bir olurken, burada ayakta kalabilmiş çok güzel örnekler var.

Tarihi pastanenin duvar fayansları (azulejos) pek güzeller

1755 yılındaki büyük deprem felaketinden sonra Kral I. José (1750-1777) saray maiyetini, önce çadırlarda ikamet etmek üzere, Belém tepelerine taşımış. Kraliyet ailesinin yaklaşık 30 yıl burada ikamet etmesi Belém’de ticaretin gelişmesini ve zenginliğin artmasını sağlamış.

Üretim sürecinin gizli olmayan kısmını buradan izleyebilirsiniz
Bizim gibi oturmayı tercih edenlerin yanında pastanenin
ürünlerinden alıp gidenler de çok
Çeşit çeşit lezzetler…

İlk olarak, ünlü Pasteis de Belém tatlısının yapıldığı Antiga Confeitaria de Belém pastanesine (bazı kaynaklarda Fábrica dos Pastéis de Belém olarak da geçebiliyor) gitmeye karar vermiştik. Genelde açlığa çok dayanamasam da alacağımız kalorileri düşünerek kahvaltı yapmamıştım. Burası, Portekiz’in en önemli tatlarından sayılan tatlının patentli olarak yapıldığı yer. Bir önceki gün Lizbon’un merkezindeki Fábrica da Nata‘da Pastéis de Nata yemiştik. İlk yazımı okumamış olanlar için kısaca belirteyim; aslında altı hafif tuzlu ve çıtır bir hamur, üstü yumurta sarısı, şeker ve limon kabuğu rendesi ile yapılmış krema olan bu iki tatlı temel olarak aynı. Tatlının sadece Belém’deki bu pastanede yapılanına Pasteis de Belém deniyor. Bu konuda çeşitli tartışmalar var. Kimileri, burada uzun kuyruk beklemeye gerek olmadığını, başka yerlerde de aynı şeyin yenebileceğini savunuyor. Ben ikisini de karşılaştırma olanağı buldum. Aslında, öyle ya da böyle, tüm üreticiler, Portekiz’in bu tatlısının dünyaya tanıtımı konusunda Antiga Confeitaria de Belém’in katkısını kabul ediyorlar.

Antiga Confeitaria de Belém’de başta içki olmak
üzere başka birçok ürün satılıyor
İşte menüden seçtiklerimiz. Ortadaki tabakta tabii ki Pasteis de Belém var. Pasteis Portekizce hamur işleri için kullanılıyor. Pastel, kelimenin tekil hali. İki türlü de duymanız mümkün.

Bizimle birlikte trenden inen büyük yabancı grubunun yöneldiği yerin Antiga Confeitaria de Belém olduğu kısa zamanda belli oldu. Beklediğimiz gibi, pastanenin önünde uzun bir kuyruk vardı. Bazı kaynaklarda, daha çok küçük pastaları eline alıp gitmek isteyenlerin oluşturduğu kuyruktan ürkmek yerine, 250 kişilik salonda oturmak üzere kapıya yönelmenin akıllıca olacağı yazılıydı. Biz de öyle yaptık ama, oturmak isteyenlerin kuyruğu da epeyce uzundu. Biraz bekledik. Pastanenin içinde de inanılmaz bir hareket vardı. Oturma yerlerine yönlendiren görevliler, ağır tepsilerle oradan oraya koşturan garsonlar. Oturanlar, kalkanlar, büyük gruplar, aileler. Kuyruk beklerken tarihi pastanenin duvar fayanslarını (azulejos) inceleme fırsatım oldu. Bazıları çok güzeldi. Dükkânın iç içe geçen bölümlerinin bir tanesinde üretim sürecinin bir bölümünü de görmeniz mümkün.

Pasteis de Belém’in çıkış yeri olduğu kabul edilen Mosteiro dos Jerónimos manastırı ve kilisesinin önünde sabahın erken saatlerinden
itibaren uzun bir kuyruk vardı
Manastırın kilisesi Igreja de Santa Maria de Belém

19. yüzyılın başlarında, daha sonra gezeceğimiz Mosteiro dos Jerónimos manastırının yakınındaki bu yerde bir şeker kamışı işleme tesisi ve ona bağlı bir dükkân varmış. 1820’ler boyunca süren iç savaşta liberal monarşistlerin galip gelmesi sonucu 1834 yılında bütün tarikatlar yasaklanıp manastırlar kapatılınca, birçok rahip, rahibe ve buralarda çalışan insan ortada kalmış. Bu sırada yaşanan hayatta kalma mücadelesi sırasında manastırın eski üyelerinden birisi bu dükkânda satılmak üzere kendi yaptığı, daha sonra Pastéis de Belém olarak tanınacak, tatlılardan getirmiş. 1837 yılında, manastırın gizli ve özel olduğu söylenen tarifi ile pastanede üretime başlanmış. O dönem Lizbon’dan uzak sayılan ve sadece gemi ile gelinebilen Belém’in bu tatlılarının şöhreti kısa sürede yayılmış. Pastanenin sahipleri tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan bu tarif ile günümüzde günde ortalama 20.000, yazın bazı günlerde 40.000 Pastéis de Belém üretildiği söyleniyor. Tarif hala gizli tutuluyor ve söylendiğine göre, lezzet için en önemli dokunuşlar, baş pastacılar tarafından herkesin giremediği bir “sır odası”nda yapılıyor. Okuduğum, ailenin temsilcisi Miguel Clarinha’nın ifadesine göre (@culinarybackstreets.com), Pastéis de Belém’in tarifinin tamamını, babası, kendisi, kuzeni ve dört şef olmak üzere, sadece yedi kişi biliyormuş.

Kilisenin ana kapısı Manuelin tarzda ayrıntılarla dolu

Sonunda oturduk. Aslında, iç içe salonlardan meydana gelen pastanenin oturma bölümü epeyce büyük ama talep o kadar çok ki, yetmiyor. Belki de bu kadar çok birbirinin içinden geçilen salon olmasının nedeni de yıllar içinde artan talep yüzünden. Yanlış hatırlamıyorsam, bir görevli üst katta da oturulabileceğini söyledi. Biz 2 tane Pastéis de Belém, 2 tane kek (Queque), 2 portakal suyu, 2 kahve ve eve, İstanbul’a götürmek üzere ayrıca 6’lı bir paket Pastéis de Belém aldık. Hepsine 24,95 Euro verdik. Fiyatlar konusunda yangın yerine dönen ülkemiz ile karşılaştırma yapabilmeniz için bu bilgiyi de paylaşıyorum.

Kilisenin apsis kısmı
1501 yılında verdiği talimatla kilise ve manastırın yapımını başlatan Kral I. Manuel ve eşi Aragon
Kraliçesi Maria‘nın mezarı

Şimdi gelelim, Pastéis de Belém hakkında düşündüklerime. İki gün üst üste tatma fırsatı bulduktan sonra, ben Pastéis de Belém’i daha çok beğendiğimi söyleyeceğim. Bu açıdan kuyrukta beklediğimize değdi kanımca. Sanırım işin sırrı gerçekte kullanılan malzemede. Belki yapım sırasında bir iki küçük püf noktası da vardır. Bana Belém’inki daha farklı, daha lezzetli geldi. Belki psikolojiktir diyebilirsiniz. En iyisi, sizin de mümkünse ikisini de tatmanız ve kendiniz karar vermeniz. Yalnız önerim, bu tatlıdan bizim gibi sonra da yemek üzere alırsanız, kısa zamanda tüketmeniz çünkü, durdukça, tadı bozulmasa da alt kısmının çıtırlığı kayboluyor. Pastéis de Belém’in en hoşuma giden özelliği elinizle yedikten sonra ellerinizde yağ veya şekerden dolayı yapışkanlık hissetmemeniz. Son olarak, bu küçük tatlılar hakkında okuduğum ilginç bir bilgiyi daha ekliyeyim. Söylendiğine göre, aslen manastırda yapıldığı zamanlarda, yumurtaların sarıları tatlının kremasında kullanılırken, beyazları da papaz ve rahibeler tarafından kıyafetleri için kola olarak kullanılırmış.

Tavan detayları

Daima işin kaynağına, özüne gitmeyi seven bir insan olarak, Belém tatlılarımızı yedikten sonra Jerónimos Manastırı’na gitmesek olmazdı. Şaka bir yana, Belém’e kadar gelip de Manuelin tarzı mimarinin incisi kabul edilen tarihi yapıya gitmemek çok yazık olur. Pastaneye çok yakın olan manastırın ve bitişiğindeki kilisesinin (Igreja de Santa Maria de Belém) önünde daha sabahtan çok uzun kuyruklar vardı. Ne yalan söyleyeyim, ekim ayında bu kadar uzun bir kuyruk beklemiyordum. O nedenle, önceden internetten bilet almamıştım. Bilet almak için karşıdaki parkın içindeki bilet satış yerine gittik. Açıkçası, görevli çok umut verici konuşmadı. Sıradaki herkesi bilet satmadan önce, en az iki saat bekleyecekleri konusunda uyarıyordu.  Yine de bilet aldık. Kilise bölümü ücretsiz ama onun da önünde uzun bir kuyruk vardı çünkü, içeride aynı anda belli bir sayının üzerinde ziyaretçi olmasını istemiyorlar.

Ölümü halk arasında bir efsanenin yayılmasına neden
olan Kral I. Sebastião‘nun mezarı
Vasco de Gama‘nın mezarı

Portekiz Keşifler Çağı’nın ve dönemin zenginliğinin en önemli sembollerinden birisi olan Jerónimos Manastırı 1983 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Portekiz Geç Gotik mimarisinin en güzel örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor. Manastırın yapımına 1501 yılında, zamanın hükümdarı Kral I. Manuel’in talimatıyla başlanmış. İnşa süreci neredeyse 16. yüzyıl boyunca çeşitli mimarların katkıları ile devam etmiş. 1850 yılında manastıra Neo-Manuelin mimari tarzında bir ekleme de yapılmış. Günümüzde manastırın bu kanadında bir arkeoloji müzesi (Museu Nacional de Arqueologia) var.

Jerónimos Manastırı ve kilisesine deniz kıyısından bakış
Manastır avlusunu çevreleyen revak
Büyük Portekiz şair ve yazarı Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı

Jerónimos Manastırı’nın bulunduğu yerde daha önce Gemici Prens Henrique’nin yaptırdığı ve yeni ülkeleri keşfetmek üzere yola çıkan gemicilerin dua ettiği bir kilise varmış. Bu kilisenin yerine yapılan Jerónimos Manastırı ve Santa Maria de Belém Kilisesi, o dönemde dünyanın en zengin ülkesi sayılan Portekiz’in sömürgelerinden elde ettiği varlığı fazlasıyla yansıtıyor. İnşaat parasal olarak, ülkeye getirilen baharat, değerli taşlar ve altından alınan vergilerle finanse edilmiş. Başlangıçta, Portekiz Kraliyet ailesinin gömülmesi için tasarlanan kilise, daha sonra aynı zamanda asil olmayıp, ülke için önemli olan başka kişilerin de gömüldüğü bir yer olmuş. Vasco de Gama bunlardan birisi. Buradaki önemli mezarlardan birisi de boş bir mezar. Bir önceki yazımda Kral I. Sebastião‘nun 1578 yılında Fas’a yaptığı ve Portekiz’in genişleme döneminin sonunu getiren seferden söz etmiş ve kralın Alcácer Quibir Savaşı’ında “kesin olarak öldüğü” ifadesini kullanmıştım. Bu ifademin özel bir nedeni vardı zira, halk arasında Kral I. Sebastião’nun aslında ölmediği ve bir gün çıkıp geleceği inancı o kadar kuvvetle yayılmış ki, sonunda kemiklerinin bulunduğu iddia edilerek bu mezar yapılmış. Kilisenin sütunları ve yukarıda, tavandaki desenlerle birleşirken verdikleri palmiye ağacı izlenimi bana bir anda Gaudi’nin hala bitmeyen eseri Sagrada Familia’nın içerisinde sütunlarla yarattığı o eşsiz havayı anımsattı.

Avlunun yukarıdan görünüşü

Kiliseyi gezdikten sonra bitişik olan manastırın giriş kapısındaki uzun kuyruğun sonuna gittik. Bu arada hava gittikçe kapamaya başladı. İki saat beklemedik ama yine de içeri girmemiz 30 ile 45 dakika arasında sürdü. Manastırın içinde, avluyu çevreleyen revaklı bölümü (cloister) ve yemekhane (refectory) salonunu gezebiliyorsunuz. İki katlı avlunun mimarisi gerçekten çok güzel. Burada, Portekiz’in Gotik mimarisi ile fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu ülkelerinin mimari ve estetik özelliklerinin, Manuelin tarzı tanımlamak için ifade edilen şekilde, ne kadar güzel harmanlandığını görmek mümkün. Avluyu çepeçevre dolaşırken bir bakıyorsunuz kendinizi Kuzey Afrika Arap mimarisi, bir bakıyorsunuz Uzak Doğu havası ile sarmalanmış hissediyorsunuz. Portekizli büyük şair ve yazar Fernando Pessoa’nun (1888-1935) mezarı da bu avluda. Yaşamı sırasında hak ettiği gibi kabul görmeyen ve öldüğü zaman çok mütevazi bir mezarlığa gömülen Pessoa, ölümünden sonra ünlenince, buraya nakledilmiş.

Manuelin mimari tarzının ince detayları her yerde göze çarpıyor

Manastırın yemekhanesi epeyce büyük. Bu bölüm, 16. yüzyılda, yapının banisi Kral I. Manuel’in hükümdarlığı sırasında tamamlanmış. Yapımda, Portekizli mimar Leonardo Vaz ve yönetimindeki 10 usta çalışmışlar. Gerek mekânsal büyüklük gerekse mimari olarak etkileyici. Bir zamanlar pencerelerin karşısındaki duvarda yemek sırasında İncil okunması için tahtadan bir minber varmış. 1780-1785 yılları arasında duvarlar kısmen İncil’den dini sahnelerin resmedildiği azulejo’larla (fayans kareler) kaplanmış.

Manastırın ünlü yemekhanesi ve bir duvar detayı
El yıkamak için lavabo

Jerónimos’tan çıktığımız zaman hava iyice bozmuş, yağmur artmıştı. Manastırın karşısındaki parkın içinden geçip, alt geçidi kullanarak sahildeki geniş ana caddenin karşı tarafına geçtik. Padrão Dos Descobrimentos (Keşifler Anıtı) heybetli bir şekilde önümüzde yükseliyordu. Niyetimiz, en tepedeki seyir terasına çıkıp, manzarayı seyretmek ve birkaç fotoğraf çekmekti.  Bilet almak için içeri girerken kapıdaki görevli genç kadın seyir terasının üstünün açık olduğunu ve şiddetli rüzgâr ve yağmur olduğunu söyledi. İsteyenlere yine de bilet satıyorlardı. Kısa bir duraklamadan sonra yukarı çıkmaktan vaz geçtik. Dışarı çıkıp anıtın fotoğraflarını çekmeye karar verdik.

Keşiflere ithaf edilmiş Padrão Dos Descobrimentos anıtı

Padrão Dos Descobrimentos anıtı, 15. yüzyılda Portekiz’in Keşifler Çağı olarak adlandırılan dönemine ithaf edilmiş bir eser. İlk olarak, 1940 yılında Lizbon’da yapılan Dünya Fuarı için tahta ve alçı kullanılarak yapılmış. Fuarın bitiminde sökülmüş. 1960’larda, diktatörlük döneminde esen geçmişin ihtişamlı havasını canlandırma eğilimi kapsamında, Gemici Prens Henrique’nin ölümünün 500. yılını anmak için tekrar yapılmış. Kalıcı olması planlanan anıt bu kez kireç taşı, beton ve çelik kullanılarak yeniden inşa edilmiş. 52 metre olan anıt Belém’in sahilinde, Tagus Dalyanı’nın kıyısında görkemli bir şekilde yükseliyor. Burası tam da 15. yüzyılda dünyayı keşfe çıkan üçgen yelkenli karavelaların (Portekizce’de caravela) yola çıktığı nokta. Karavela, keşifler için ideal olan orta büyüklükte, hızlı, manevra kabiliyeti yüksek ve yelken açmak için yalnızca küçük bir mürettebata ihtiyaç duyan bir gemi türü.

Kendisi de bir karavela formunda yapılmış olan Padrão Dos Descobrimentos’un en uç noktasında, bizzat seferlere hiç çıkmamış olsa da keşifler açısından Portekiz’in en önemli tarihi şahsiyeti kabul edilen Gemici Prens Henrique’nin heykeli var. O da elinde küçük bir karavela gemi tutuyor. Gemici Henrique’den geriye doğru, iki yanda Keşifler Çağı açısından önemli çeşitli kişilerin heykelleri sıralanmış. Sağ tarafta, kendisi de kâşif ve diplomat olan Pêro da Covilhã’nın elinde tuttuğu Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı (Portekiz’de, kralın izniyle, İsa’nın Tarikatı adı altında varlıklarını sürdürmüşler) bu tarikatın keşifleri maddi olarak finanse etmiş olmasını simgeliyor. Anıttaki tek kadın heykeli de bu tarafta. Lancaster’den gelin gelerek Portekiz kraliçesi olan Kraliçe Philippa Gemici Henrique’nin annesi. Anıtın diğer tarafında, Prens Henrique’nin hemen arkasında Kral V. Alfonso, onun arkasında sırasıyla Vasco da Gama, Brezilya’yı keşfeden Pedro Álvares Cabral ve dünyanın çevresini dolaşan ilk gemici ve kâşif Ferdinand Magellan var. Daha arkaya doğru sıralananlar arasında dönemin ünlü diğer gemicileri ile haritacı, vakanüvis (zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi), yönetici ve benzeri kişileri bulunuyor. Yine bu yüzde Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão’nun birer Padrão ile adeta boğuştukları görülüyor. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar. Eskiden Portekiz sömürgesi olan dünyanın çeşitli yerlerinde bunlara hala rastlamak mümkünmüş.

En önde elinde bir karavela tipi gemi modeli tutan Gemici Prens Henrique. Arkasında sıralanmış tarihi kişilerin arasında bulunan kâşif ve diplomat Pêro da Covilhã’nın elinde Portekiz’e sığınmış olan
Tapınak Şövalyeleri’nin bayrağı görülüyor.

Padrão Dos Descobrimentos anıtında Portekiz’in Keşifler Çağı’nın karanlık yüzü elbette yansıtılmıyor. Hristiyanlık adına yapılan tüm bu keşifler yerli halkların inanılmaz bir şiddetle yok ya da esir edilmesine herhangi bir gönderme barındırmıyor. Ya da ezilen ve yok edilenlerin açısından yansıtmıyor demek daha doğru olur çünkü, anıta uzaktan ve arkadan baktığınızda, karavel geminin ana yelken direği bir Latin haçını anımsatıyor. Biraz yaklaşınca, bunun aynı zamanda ucu aşağı doğru uzanan dev bir kılıç olduğunu görüyorsunuz. Bu, keşifler sırasında Hristiyanlığın kılıç zoruyla uzak diyarlarda kabul ettirilmesi gerçeğinin simgesel olarak anlamlı bir ifadesi.

Sol tarafta Ümit Burnu’nu geçen Bartolomeu Dias ve Kongo Nehri’ne ilk ulaşan Diogo Cão birer Padrão dikmeye uğraşıyorlar. Padrão’lar Keşifler Çağı sırasında fethedilen ülkelerin artık Portekiz kralına ait olduklarını simgeleyen ve üzerlerinde haç olan taşlar.

Burada paylaştığım fotoğraflarda havanın kapalı olduğu belli olmakla beraber, Okyanus’tan karaya doğru esen güçlü rüzgarı ve şiddetli yağmuru anlamak mümkün değil. Bugüne kadar hiç görmediğim şekilde patlayan fırtına sanki bir zamanlar okyanuslara açılan gemicilerin ne tür koşulları göğüslemeleri gerektiğini anlamamız için kurgulanmıştı. O rüzgârda şemsiye açmak da mümkün olmadı. Mecburen sahilde, biraz ilerimizde görünen bir başka Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki anıta gitmekten vaz geçmek zorunda kaldık. Doğrusu, Manuelin mimarinin ayakta kalabilmiş nadir güzelliklerinden Torre de Belém’e (Belém Kulesi) gidemediğimiz için üzüldüm. Ama, gitmeye çalışmak da pek gerçekçi olmayacaktı. Arap mimarisinden esinlenilmiş kuleleri, halat şeklinde süslemeleri ve balkonları görebilmek için daha çok dışarıda olmak gerekecekti. Belém Kulesi, Kral I. Manuel’in isteği üzerine, 1514-1520 yılları arasında yapılmış. Anıt, Portekiz’in şaşaalı döneminin en önemli simgelerinden biri olarak kabul ediliyor.

Fırtına yüzünden gidemediğimiz Torre de Belém
Kaynak: visitlisboa.com

Yağmurun altında elimden geldiği kadar fotoğraf çektim. Bu arada yakınımızda Türkçe konuşmalar duydum. 9-10 kişilik bir erkek grubu idi. Onlar da zorlukla fotoğraf çekmeye ya da birbirlerini anıtın önünde çekmeye çalışıyorlardı. İçlerinden bir tanesi rehberleriydi. O hava koşullarında Türkçe olarak anıt hakkında bilgi vermeye çalışıyordu. Derken, yağmur iyice şiddetlendi. Artık hava koşullarına direnmeye çalışmanın bir anlamı da kalmamıştı. Vakit geçirmeden otele dönmeye karar verdik ama, yağmurun altında tren istasyonuna o yolu nasıl geri gidecek, en önemlisi, sabah geçtiğimiz o üst geçitten nasıl geçecektik?

Çaresiz koşmaya başladık. Anıtın giriş kapısının önünde, 1960 yılında Güney Afrika’nın Gemici Prens Henrique’nin 500. ölüm yıl dönümü için Portekiz’e hediye ettiği, çeşitli renklerde mermerlerden mozaik şeklinde yapılmış dev pusulayı, fazla inceleyemeden, şöyle bir görebildik. 50 metre çapı olan pusulanın ortasındaki haritada, Portekiz’in 16. yüzyılda fethettiği tüm toprakları görmek mümkün.

Ana yola doğru koşarken, uzakta, yol kenarında park etmiş bir taksi gördük. Şoför dışarıda, açtığı arabanın bagaj kapağının altında sakin sakin sigara içiyordu. Bizi hemen arabasına buyur etti. Nereye gideceğimizi sordu. İngilizce konuşabilen, kibar bir adamdı. Hava kötüydü ama, İstanbul’da yağmur yağdığı zaman bir felakete dönüşen trafik gibi bir sıkışıklık yoktu. Araba kullanma şekli bir yana, ne de olsa Lisbon’un nüfusu 545 bin civarındaydı. Sonunda, taksi şoförü bizi, otelin yakınındaki Avenida da Liberdade üzerinde bıraktı. Akşam yemeğine gidene kadar mecburen dinlenecektik çünkü Lizbon’un merkezinde de hava berbattı.

Yemek için, Lizbon’a gelmeden Cervejaria Ramiro’da yer ayırtmıştım. Burayı, hem Lizbon’da beş yıl çalışıp, yaşamış genç bir tanıdığım önermiş hem de kaldığımız Hapimag Lisbon’un şehirde önerdiği restoranlar arasında görmüştüm. Ayrıca, çeşitli sitelerde Lizbon’da deniz ürünleri yenebilecek en iyi yerlerden birisi olarak söz ediliyordu.

Ortada Queijo Monte da Vinha ve çevresinde
Manchego peynirleri

Avenida Almirante Reis 1 adresindeki Cervejaria Ramiro’ya metro ile gittik. Yeşil metro hattındaki Intendente durağında inip, kısa bir yürüyüşten sonra kolayca bulduk. İki kata yayılmış, fena sayılmayacak bir oturma kapasitesi vardı. Buna karşın tıklım tıklım doluydu. Bizim gibi, her milletten yabancının dışında, onlardan daha fazla Portekizli göze çarpıyordu. Bu da buranın sadece turistik bir yer olmadığını gösteriyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk bakışta bana daha çok bir esnaf lokantası gibi geldi. Elbette değildi ama, biraz fazla kokulu, kalabalık, gürültülü ve hengâme havası olan bir yerdi. Bu ambiyansa, çeşitli masalarda süren yengeç kırma çabaları ve o nedenle çıkan sesler de ayrı bir hava katıyordu. Yanımızdaki masada üç Portekizli kadın vardı. İçlerinden biri, arkadaşının bu konuda başarısız olduğunu görünce çekici eline aldı ve kare bir mermerin üzerinde duran yengece okkalı bir vuruş yaptı. Yengecin kabuğunu kırmayı başardı. Ancak, yengecin kabuğu masada kalırken, içinden kocaman bir et parçası yere fırladı. Üçünü birden bir gülme krizi tuttu. Aman ne güldüler ne güldüler! Portekiz’de gördüğüm en neşeli tiplerdi. Bu hallerine bayıldım.

İnsan her gezide yeni şeyler öğreniyor. Deve dikeninin peynir
yapımında kullanıldığını hiç bilmiyordum.

Yemekler çok lezzetli, servis hızlıydı. Başlangıç olarak iki peynir aldık. Bunlardan birisi, bildiğimiz bir peynir, Manchego idi. Asıl şaşırtıcı olan Queijo Monte da Vinha idi. Kaşıkla servis yapılması gereken, krem peynir kıvamındaki Monte da Vinha çok hoşumuza gitti. Marketlerde arayıp, eve götürmek için satın almaya karar verdik. Ertesi gün, gittiğimiz büyük bir markette aradık. Reyonlardaki yüzlerce peynir arasında bulamayınca, sorduk. İçeriden getirdiler. Ben bunun, Monte da Vinha peynirinin farklı saklama koşulları gerektirdiği için olduğunu düşünüyorum. Monte da Vinha peynirinin internet sitesinden öğrendiğime göre bu peynir, tamamen elle ve hiçbir katkı maddesi kulanılmadan üretilen, artisanal bir peynirmiş. Üretimde sadece çiğ koyun sütü, tuz ve bitkisel pıhtılaştırıcı olarak (coagulant) deve dikeni kullanılıyormuş. 2019 yılında İtalya’nın Bergamo kentinde yapılan Dünya Peynir Yarışması’nda, 6 kıta ve 42 ülkeden katılan 3804 peynir arasından altın madalyaya layık bulunmuş.

Sahanda karidesler çok lezzetli idi

Peynirlerin ardından, sahanda iri karidesler yedik. Sarımsaklı sosu ekmek batırıp yenecek kadar lezizdi. O kadar söyleyeyim. Şarap olarak Kuzey Portekiz’in Vinho Verde vadisi alt bölgesi Monção e Melgaço’da bulunan 50 yıllık, ilk Soalheiro bağından elde edilen Alvarinho çeşidi üzümlerden yapılan Soalheiro Primeiras Vinhas Alvarinho DOC 2023 beyaz şarabını içtik.

Morgado do Bussaco tatlısı

Ben, bir gece önce içtiğimiz Alvarinho kadar beğenmedim ama, havalandıkça daha bir iyiye gidiş oldu. Tatlıyı bir tane alıp, paylaşsak daha iyi olurdu aslında. Epeyce doymuştuk ama, yolculuklarda kendimi kısıtlamam genelde. Biraz aç gözlülük yaptık, doğru, ama Morgado do Bussaco denilen tatlı pek güzeldi. Bol cevizli ve ballı. Menüde öyle demiyordu ama, ben incir tadı da aldım. Yanında Duoro Vadisi bağlarının Tempranillo, Touriga Franca, Touriga Nacional, Tinta Barroca üzümlerinden yapılan, ve 10 yıl meşe fıçılarda yaşlandırıldığı için kırmızımsı kehribar rengini alan W&J Graham’s 10 Tawny Port içmeyi ihmal etmedik elbet…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.