Alaca Karanlıkta (17)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Tuvalet masasının aynasına yüzünü yaklaştırdı. Kendi gözlerinin içine baktı uzun uzun. Bunu her gece yapıyordu. Aynada kendisine bakan gözlerinin içine nüfuz etmek, kendi kendinin içine girmek istiyordu sanki. Orada ne bulmayı, ne keşfetmeyi umuyordu? Kendisi ile ilgili gerçeği çok uzun zamandan beri biliyordu zaten. Daha çocukken fark etmişti.

– Bir ben vardır bende, benden içeri…

Bir başka zamanda, bir başka anlamda söylemiş ozan ama, olsun.

İçini çekti. Önünde fondöten, pudra, allık, çeşit çeşit göz kalemi, her türlü makyaj malzemesi duruyordu. Önce, ağır ağır fondöten sürdü. Sonra, yüzünü pudraladı ve bir süre durdu. Her gece böyle bir başka insana dönüşmeyi seviyordu. Bu süreç onu heyecanlandırıyordu.

Bu gece geç kaldığı için bir başına idi. Mehtap abla ile Perihan abla da çoktan gitmişler, giderken de, her zaman yaptıkları gibi, radyo ile odalardan birinin ışığını açık bırakmışlardı. Hırsız falan içeri girmeye yeltenirse, evde birisi var sansın diye.

Sağ gözünü kenarından çekti ve daha önce far sürdüğü göz kapağına siyah kalem çekti. Sonra, aynı işlemi sol gözüne yaptı. Bir an aynadan uzaklaştı ve kendine baktı. Göz altlarına çekilen kalem, kirpiklere sürülen maskara ve allık birbirini izledi. Kıpkırmızı rujunu en sona, giyindikten sonraya bıraktı…

Bu gece yalnızdı. Aslında, kendisini bildi bileli yalnızdı. Çocukken, ergenlikte, yetişkin olduktan sonra; evde, okulda, askerde, işte, daima… Kendisi olduğunu düşündüğü zamanlarda da yalnızdı. Hatta belki de en yalnız ve çaresiz zamanı o zamandı. Böylesi bir yaşam değildi istediği. Ama, başka da çıkış yolu bulamamıştı.

Giyinmeye başladı. Aklına Mehtap ve Perihan ablaları geldi. Çalıştıkları pavyonun tuvaletinde tanışmıştı onlarla. Orada giyinmeye çalışırken karşılaşmışlardı birkaç kez. O zamanlar önce, müşteri gibi onların pavyona giriyordu. Ama, bir süre sonra kapıdaki fedailer neler döndüğünü anlamış, patrona haber vermişlerdi. Mehtap ablası kurtarmıştı onu patronun adamlarının elinden. Evin anahtarını o zaman vermişti. Ama baştan da açık açık kuralları koymayı ihmal etmemişti. Sabah gün ağarırken eve geldiklerinde orada olmayacak, evi derli toplu bırakacaktı. Bir süre sonra, arkadaşının da eve aynı şekilde gelmesine izin verdiler.

Önce meraktan, oyun gibi başlayan bu kılık değiştirme zamanla ikili bir yaşama dönüşmüştü. Gündüz başka, gece başka biriydi… Keşke hep gece olsaydı. Hep kendi olabilseydi. Gündüz yaşamı dayanılmaz olmaya başlamıştı. Gündüz öyleydi de, gece dayanılır mıydı? Verdiklerinden çoğunu almıyor muydu geceler ondan? Önceleri, sanki vücudunun içinde kendini bildi bileli hissettiği tutsaklık yok olmuştu. Kılık değiştirince, sanki bir cendereden kurtulmuş gibi gelmişti ona. Giyinip, başka biriymiş- ya da kendiymiş- gibi dolaşmaya başlamıştı geceler boyu. O gecelerden birinde rastlamıştı Menekşe’ye. Hiç öyle, kimdir, nedir, nerelidir diye sormamışlardı birbirlerine. Bakışmışlar ve birlikte yürümeye başlamışlardı. Birkaç gün sonra, Menekşe onu viyadüğün altına götürmüştü. Önceleri zorlanmıştı. İşin içinde aşağılanma, küfür, dayak ve her türlü şiddet vardı. En kötüsü, pahalı arabalarla gelen beyefendi görünümlü olanlardı. Belki lüks bir restoranda dostları ile yedikleri yemekten dönüyorlardı, belki sevgililerinin yanından. Belki de sonrasında eve, karılarına gidiyorlardı. Onlar da farklı bir ikili hayat yaşıyorlardı ama, onların ödediği bedel sadece parasaldı. Bir de, kendilerine duydukları kızgınlıkdan dolayı vahşi ve acımasız oluyordu böyleleri.

Menekşe ona kendisini koruma konusunda birkaç yöntem göstermişti. Bir de küçük bir bıçağı vardı hep cebinde ya da çantasında taşıdığı. Ama her şey pamuk ipliğine bağlıydı işte. Allah kerimdi yani…

Yavaş yavaş elbisesini giymeye başladı. Hava soğuktu bu gece. Kalın külotlu çorap giydi. Keşke geç kalmasaydı da, Menekşe ile beraber çıkmış olsaydı. Beraber bir taksiye biner giderlerdi. Kamil beyin eve gideceği tutmuştu. Kamil bey deyince, aklına geçenlerde olan olay geldi. Birden ateş bastı bütün vücudunu.

Plakaya dikkat etmemişti ama arabayı da gözü bir yerden ısırmıştı. Araba viyadüğün altından geçerken yavaşlayınca yola doğru bir hamle yapmış, kapının kulpuna doğru elini uzatmıştı ki, Kamil beyi görmüştü.

– Tövbe, tövbe…

Ne işi vardı Kamil beyin o saatte orada? Evine gidiyordu besbelli de, niye yavaşlamıştı? O panikle geri kaçarken, Kamil bey de gaza basıp uzaklaşmıştı. Kalbi uzun süre hızla çarpmaya devam etti. Bir an pişman oldu. Arabaya binip kendini belli etmediğine,

– Ben ne utanacağım, sen utan Kamil bey, demediğine hayıflandı.

Onunki ahlaksızlıksa, Kamil beyinki de ahlaksızlıktı. Ayrıca, verdiği asgari ücretle nasıl geçiyor sanıyordu bu hayat? Ona bir ay için verilen parayı Kamil beyin oğlu lüks yerlerde bir gecede harcıyordu. Ondan emindi. Gece işe çıkmaya para için başlamamıştı ama, giderek o da önemli olmaya başlamıştı. Çocuk doğduğundan beri masraflar artmıştı.

Nihayet hazırdı. Çıkabilirdi. Aynada son bir kez kendine baktı baştan aşağı. Sonra, dudaklarına kırmızı ruj sürdü. Tekrar aynaya baktı. Yeşil peluş paltosunu giydi ve çıktı.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

“Alaca Karanlıkta (17)” üzerine 2 yorum

  1. Zor yaşam ve acımasız insanlar, ikili hayatları güzel gözlemlemiş ve yazmışsın eline sağlık tatlım heyecanlı bir öykü.

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.