Alaca Karanlıkta (2)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Zar zor metroya bindim. Başta gelen iki tanesine binmeye yeltenmedim bile. O kadar kalabalıktı ki… İtiş kakış. Nasıl olsa bir yere yetişmiyorum. Üçüncüyü bekledim. Yine kolay olmadı ama, bir şekilde bindim. Kendime şöyle köşede ayakta durabileceğim bir yer buldum. Çantamı da siper ettim kendime, rahatım. Şu tipsiz aklı sıra bana sürtünecek ama hevesi kursağında kaldı. Ben yedirir miyim sana hiç kendimi? Ben ne badireler atlatmışım. Sana mı yem olacağım? Salak…

İstanbul’a geçen sene ilk geldiğim zaman Kartal’da babamın amcasının oğlunun yanında kaldım bir süre. Kartal dediysem, sahil tarafında değil. E-5’in üst tarafında, yukarılarda. O karayolunun aşağısı ile yukarısı bir değildir. Başka bir dünya sanki. Yol iz bilmediğim bir şehirde başlangıç için bir kolaylık oldu tabii. Ona bir diyeceğim yok. Ama, başvurduğum yerlere görüşmeye gitmek falan epeyce zor oluyordu. Öyle küçük, kurumsal olmayan bir yerde çalışmak istemiyordum. Küçük patron şirketlerinde çalışan genç kızların başlarına gelenleri gazetelerde, haberlerde okuyor ve izliyoruz. Taciz ya da kandırma ile başlayıp, ölüme kadar gidebilen bir yol. İstemedim onun için. Gel gör ki, büyük şirketlere de girmek kolay değil. Anladım ki, üniversite mezunu olmak değil önemli olan. Mesele hangi üniversitenin mezunu olduğun. Girebileceğimi düşündüğüm en alt seviyedeki işler için bile, büyük şehir üniversitelerinden mi yoksa taşradakilerden birinden mi mezunsun, ona bakıyorlar. Açık Öğretim’in bile benim Hallaç Mazhar Üniversitesi’nden daha çok itibarı var.

Neyse, başlarda işte sağa sola görüşme için giderken evin büyük oğlu ile birlikte gidiyorduk. Lise terkmiş. Kısa sürelerle civardaki dükkanlarda işe girip, bir süre sonra ayrılıyormuş. Bence, iş verenler ne mal olduğunu anlayıp işten çıkarıyorlardı. Geri zekalının teki. Ama erkek ya, hemen kendini bana denk görmeye başladı. Otobüste otururken kolunu koltuğun arkasına atmalar, yanlışlıkla olmuş gibi değmeler falan… İdare edebilirim gibi geldi önce. Sonra baktım, evde de bir tuhaf durumlar başladı. Annesi bizi evde yalnız bırakmaya çalışıyor. Kız kardeşi ile aynı odada yatıyorduk. O da,

– Hava çok sıcak. İki kişi zor oluyor bu odada,

demeye başladı. Sonra da salona taşındı. O gece, odadaki komodini kapının arkasına ittim. Bavulumu da üstüne koydum. Sabaha karşı, uykumun en tatlı yerinde, kapı kolunun ve açılmaya çalışılan kapının sesini duydum. Dümen ortaya çıktı. Öyle bir bağırmışım ki,

– Kim var orada?

Eminim, komşular bile duydular. Tırsıp gitti soysuz. Sonra, sabah anası bir şeyler geveleyip durdu. Oğlu sabaha karşı banyoya gidiyorum diye yanlışlıkla benim yattığım odaya girmeye çalışmış da, falan filan. Yedim ben de. Banyo neredee oda nerede. İnsan doğup büyüdüğü evde yolunu mu kaybeder?

Baktım bu iş böyle olmayacak. Ben boşuna mı üniversiteye gittim, buralara geldim? Öyle akraba ile evlenmeye falan niyetim yok benim. İş aramaya hız verdim. Her yere başvurmaya başladım. Sonunda, okuldan tanıdığım bir kız şimdi çalıştığım yerde danışma için eleman aradıklarını haber verdi. Kendisi de bir başka plazada çalışıyormuş. Yüreğim küt küt atarak gittim görüşmeye. Birkaç gün sonra olumlu sonucu öğrenince dünyalar benim oldu. Asgari ücret ama, olsun. Zaten ne bekliyordum ki? Sigortalıyım hiç olmazsa.

– Şişli-Mecidiyeköy

Anons, metro vagonundaki insan sayısı kadar çok ve farklı dünyaların üzerinde bir anlık bir hakimiyet kuruyor. Herkes şöyle bir kıpırdanıyor. Kendine geliyor. Kitap okuyan, müzik dinleyen, kafasının içinde dertleri ile boğuşan ya da öylesine hayallere dalanlar şöyle bir kıpırdanıp, çevrelerine bakıyorlar. Gayrettepe’de epeyce inen oldu her zamanki gibi. Şimdi bu durakta da olur. Taksim’e az kaldı. Bundan sonraki ikinci durakta iniyorum.

Gelecek ay ben de bir kulaklık alayım diyorum. Karaköy’deki alt geçitten taksitle alırım. Yolda hem oyalanırım hem de havalı olur. Müzik, video… Artık ne istersem dinler, izlerim.

İşe metro ile gidip gelebiliyor olmak büyük şans bu İstanbul’da. Sadece kolaylık değil. Otobüs ya da minibüs ile gitmekten daha prestijli sanki. Geçenlerde, öğle tatili için dışarı çıkarken bankonun önünden geçen kadınlı erkekli bir grup çalışanın konuşmalarını duydum.

– Vallahi şekerim, artık araba ile gelmiyorum. Trafik asabımı bozuyor. İş çıkışı özel bir programım yoksa, metroya biniyorum. Hem metrodaki ortam hiç beklemediğim kadar uygar. Kısa bir süre için de olsa, kendimi yurt dışında, uygar bir ülkedeymişim gibi hissediyorum, dedi kızıl saçlı, hoş bir hatun. Yanındakiler de onayladı.

– New York’da banka CEO’ları bile metro ile işe gidiyorlar, dedi gruptaki adamlardan biri.

Yurt dışına hiç gitmedim. Herhalde gidemem de. Ama dizilerde, filmlerde görüyorum bazen. Yabancı dizi ve film de izlemiyorum pek aslında ama, arada televizyon kanalları arasında gezinirken gözüme takılıyor. Neyse, demek ki, metroya binmek iyi karşılanıyor. Ben de iş çıkışı artık, daha bir özgüvenle ve yüksek sesle,

– Metroya koşuyorum, diyorum etrafımdakilere.

Birazdan ineceğim. Yağmur başlamamış olsa bari. Ben kendimi bir eve atayım da. Bu gibi havalarda o Sıraselviler Caddesi sanki bir uzar, yürü yürü bitmez.

Ev işini de bir arkadaşın arkadaşı aracılığıyla halletmiştim. Kızın ev arkadaşı arayan bir arkadaşı varmış. Önce, Katip Mustafa Çelebi’de dediklerinde anlayamamıştım nerede olduğunu. O güne kadar İstanbul’da ancak belli başlı semtleri öğrenmiştim. İşte, Beşiktaş, Levent, Üsküdar, Kadıköy falan. Sonra, arkadaşımla evi görmeye gittik. Sıraselviler boyunca yürüyüp, epeyce sonra sağa sapıyorsun. Yürürken, Taksim’de önünden geçtiğimiz dev kiliseyi aklıma yazmıştım. Bir daha kendi başıma geldiğimde yolu kolay bulayım diye. Şimdi, avucumun içi gibi biliyorum bizim oraları. Bir zamanlar gözde bir semtmiş. Ama, öyle böyle değil, yüz sene önce falan. Herhalde o itibarlı zamandan kalma, bir Fransız lisesi var yakınımızda. Biraz aşağıda Taksim Eğitim Araştırma Hastanesi. Kavgası bol bir mahalle için en önemli adres neredeyse.

Sıraselviler’in karşı tarafı, Cihangir. Orası da bir zamanlar, bahçe içinde köşkleri ile gözde bir semtmiş. Sonra müthiş bir düşüş olmuş. Şimdi yine, bu kez başka şekilde gözde bir semt. Okuyan yazan, entelektüel dedikleri tipler çok buralarda. Bir de Fransız çok. Çoğu Fransız okullarında ve Fransız Kültür Merkezi’nde öğretmenmiş. Gün boyu ve geç saatlere kadar açık kafe ve restoranları her daim doludur. Bazen oralardan geçerken, o insanların ne iş yaptıklarını düşünürüm. Bazı tipler sanki hep oradalar. Özensizmiş gibi duran ama aslında pahalı giysileri, başka bir dünyadanmışlar gibi konuşmaları ile ilgimi çekerler.

Sıraselviler’de oturduğumu söylediğim zaman karşımdakinde daha iyi bir etki yarattığımı fark ettiğimden beri Katip Mustafa Çelebi demiyorum. Böylece Cihangir’de oturduğumu sanıyorlar. Ne var bunda? Sanki iş yerinde, Levent’te oturuyorum diyenlerin aslında nerede oturduklarını bilmiyoruz. Levent derler ama aslında Gültepe’dir oturdukları semt. Öyle işte. Birkaç yüz metre çok şey değiştirir bu şehirde. Hani imaj deyip duruyorlar ya? İşte o hesap…

– Taksim

Duyar duymaz vagonun kapısına yöneldim. Devam eden anonsun saydığı füniküler ve bağlantı bilgilerine kulak asmadan, kendimi insan seline bıraktım. Gerçek bir sel. Bu saatte bazı noktalarda neredeyse insanın ayakları yerden kesilecek. Yürüyen merdivenler tıkış tıkış. O kadar yorgunum ki, yürüyen merdivenlerde yürüyerek çıkanlar gibi koşturmaya halim yok. Sağ tarafta duruyorum. En sevdiğim yer, o upuzun koridordaki yürüme bandı. Kimi zaman ben de yürürüm sol kenardan ama, çoğunlukla bandın üstünde de sabırla dururum. Nasıl olursa olsun, üstünde kayarken sağ taraftaki ayna kaplı duvara bakar, orada kendimi bulurum. Hoşuma giden bir eğlencedir bu benim için.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.