Çok şükür bugün de bitmek üzere… Şunun şurasında bir saat kaldı. Çarşamba olduğuna göre, artık hafta da neredeyse bitti demektir. En zoru pazartesi ve salı günleri. Pazartesiden baktın mı, hafta sonu uzun bir tünelin sonunda gibi görünür. Ama çarşamba oldu mu, hafta sonu tatiline yaklaştık demektir. Haftanın ilk yarısı, bankoya gelen insanlar da sanki daha bir nemrut olur. Plazanın değişik katlarındaki iş yerlerine koşturanlar. Kimlik kartını evde unutup, benden geçici misafir kartı isteyenler. Randevusuna çok erken ya da geç gelmiş ziyaretçiler. Hepsi. Ha… Her gün, her koşulda güler yüzlü ve kibar olanlar da var tabii. Ama az… Onlar, yağmur, çamur da olsa güneşli bir bahar günü de olsa hep kibar ve hafiften neşelidirler.
Hafta başı insanlar öyle asık yüzlü oluyorlar da, ben nasıl oluyorum…? Burnumdan soluyorum. Ama, kimsenin eleştirmeye hakkı yok. İşe girdiğimizde bize ne demişlerdi?
– Resepsiyonist olmak öyle kolay bir iş değildir. Plazanın dışarıya karşı yüzü olacaksınız. Kibar ve ciddi.
Böyle demişti ilk işe girdiğim zaman binanın İdari İşler Müdürü. Bayağı sertti. Korkmadım desem yalan olur. Emekli astsubay mıymış neymiş? Çocukken bizim köye gelip herkesi köy meydanında sıraya dizen ve babama tokat atan jandarma komutanı gelmişti aklıma. Rütbesi ne idi, hiç bilmiyorum. Çok küçüktüm. Annemin arkasında, eteğine yapışmıştım. Kafamı arada uzatıp bakıyordum. Çok korkmuştum. Birilerini arıyorlarmış. Komutan çok kızgındı. Hırsını, köyde yabancı kimse olmadığını söyleyen babamdan çıkarmıştı. Konuşmasını laubali bulmuş, tokatı basmıştı. Nasıl üzülmüştüm… Benim bildiğim kadınlar ve çocuklar dayak yerdi. Kocaman babalar değil… Ağlamaya başlamıştım. Zavallı anam, komutan daha çok kızmasın diye beni susturmak için nasıl çabalamıştı…
İdari İşler Amiri devam etmişti,
– İnsanlar buraya gelince ilk olarak sizinle temasları olacak. Kuledeki iş yerlerinin vereceği ilk kalite sınavı siz olacaksınız. Kimse, “Bu şirket ne biçim bir yerde”, diye düşünmemeli. Onun için her zaman düzgün, temiz giyimli, ağırbaşlı ve ciddi olacaksınız. Mesafeli, ama kibar olun. Laubalilik yaptığınızı görürsem, kendinizi kapının önünde bulursunuz.
Aslında, Amir denmesine acaip bozuluyor. Ama ne yapayım? Amir işte… Müdür kelimesinden daha çok yakışıyor ona. Tipine daha çok uyuyor. Yine de, ağzımdan kaçırmamaya çalışıyorum. Zaten zor buldum bu işi de.
Haftanın ilk günleri bu talimatın arkasına sığınıp daha bir suratsız olabiliyorum. Gıcıklığımı ciddiyetin arkasına saklayabiliyorum. İşimi aynı şekilde yapsam da, yaydığım enerji farklı oluyor.
– Buyrun, nereye gelmiştiniz? Kiminle görüşecektiniz ?
Böyle karşılıyoruz gelenleri. Bankoda bir arkadaş daha var. Sema ile yan yana oturuyoruz. Çok samimi değiliz ama, birbirimizi kolluyoruz yine de. Arada bir telefonuma daldığımda, kendisi meşgulse ve tepemde ilgi bekleyen biri varsa, dikkatimi çekmenin bir yolunu buluyor. Hafifçe sesleniyor ya da alttan dokunuyor. Sigara molalarında da sırayla birbirimizi idare ediyoruz. Sema da benim gibi, küçük yerden gelmiş İstanbul’a. Ama o, epeyce tecrübeli. Yıllar önce, ailesi ile birlikte bir Orta Anadolu kasabasından göç etmişler. Hala onlarla birlikte yaşıyor. İş çıkışı onu almaya gelen bir sevgilisi var. Belki evlenirler bir süre sonra.
– Pardon, yalnız bu kimlik geçmiyor. Nüfus cüzdanınız ya da ehliyetiniz varsa, rica edeyim.
Böyle söyleyince bazıları çok sinirleniyorlar da, ben ne yapayım? Bize böyle dendi. Ya soğuk damga ya da çip olacak kimlikte. Neyse, bu tip fazla uzatmadı. Nüfus cüzdanı varmış yanında. Şimdi iş, gideceği şirketin danışmasını aramaya kaldı. Bu yukarıdaki tiplerde de bir hava bir hava. Burunlarından konuşur, bizi beğenmezler. Her seferinde,
– Kardeşim afrayı tafrayı bırak! Sen de benim gibi bir resepsiyonistsin işte,
dememek için kendimi zor tutuyorum. Tabii, bizden çok para alıyorlar. Giyimlerinden belli. Kimisi de üniversite öğrencisi imiş. Onlar daha bir sevecen. Gülümseyeni, arada hal hatır soranı oluyor.
Şirket danışmalarındaki elemanların üstünde sekreterler var. Onlar bir üst sınıf. Yüksek topuklu ayakkabılarının üstünde sekerek, şen kahkahalarla geçip gidiyorlar. En çok kargo da bu tiplere geliyor. Her gün internet alışveriş sitelerinden bir sürü, irili ufaklı paketler geliyor bunlara. Mevsimine göre, içinde ayakkabı veya çizme olduğunu tahmin ettiğim büyük, sert kutular; yazın daha ufak ve yumuşak paketler. Artık ne varsa içlerinde… Tiril tiril tatil elbiseleri, bikiniler… Kargo şirketlerinin elemanlarının biri gelir biri gider akşama kadar bunlar için. Zavallı adamlar. Şirketlere gelen evrak ve benzeri şeyleri bize bırakır, paketleri arka taraftaki odaya koyarlar. İş bununla da bitmez. Bir de, üste olmayan, yanlış beden ısmarlanmış veya beğenilmemiş ürünlerin iadesi var. Onlar da aynı odada, geri gönderilmek üzere beklerler. Gelen elemanlar, getirdikleri paketlerden kurtulmuşken, neredeyse bir o kadarını da geri götürürler. İş arasında, patrona çaktırmamaya çalışarak, alelacele yapılan alışveriş öyle olur işte. Sonra, her şey fotoğrafta göründüğü gibi olur mu hiç?
Ben istesem de, alamam o kadar. Zaten elime ne geçiyor ki? Kira, yol parası ve gıdaya anca yetişiyor. Arada annem memleketten tarhana, bulgur yollarsa, ne mutlu bana… Neyse ki, bizim üniformamız var. Her gün değişik bir şey giyeceğim derdi yok. Siyah pantolon, beyaz gömlek. İşe başlayınca, bir pantolon iki gömlek vermişlerdi. Hafta içi gömlekleri yıkamak zor oluyor diye kendim üç tane daha aldım. Sema Kadıköy’de ucuz bir yerler tarif etti. Bir hafta sonu karşıya geçip aldım.
Kargo dedim de… Gelen çocuklardan biri bayağı hoş. Arada bir bana gülümsediği, eğer yan taraftaki kapının önünde sigara molasında isem, iki çift laf ettiği oluyor. Sözde şaka yapıyor ama biraz mahcup sanki. Aman, öyle olsun. Dert istemiyorum. Daha yeni yeni alışıyorum İstanbul’a da. Eğitim Fakültesi’ne girdiğimde kafaya koymuştum İstanbul’a gelmeyi. Türkçe öğretmeni olmaya hiç niyetim yoktu. Zaten istesen de olamazsın ki öyle hemen. İnsanlar yıllarca atama bekliyorlar.
Plazaya gelenler azaldı. Tek tük işten biraz erken çıkanlar turnikelerden geçiyorlar. Birazdan tam bir akın olur. Herkes kapının önündeki servislere koşturur. Benim de çıkmam yakın artık. Bankoyu gece görev yapan güvenlikçi arkadaşa bırakıp çıkacağız. Gökyüzü bulutlarla kaplandı birden. Hava iyice karardı. Feci bir yağmur indirecek gibi. Metro durağına kendimi bir atsam, gerisini düşünürüz.
İşte, bugün de mesai bitti. Çok şükür….
Sema, dışarda bekleyen sevgilisine bir an önce kavuşma isteği ile acele ederken,
– Görüşürüz Meral. İyi akşamlar, diyor.
– Görüşürüz…
(Devam edecek)
Ülgen Özgül
© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.