Alaca Karanlıkta (5)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Bir keresinde, biraz geç bir saatte eve dönüyordum. Apartman kapısından girer girmez bu translardan iki tanesi ile burun buruna geldim. Onlar da merdivenleri yeni inmiş, iki adım ilerdeki daire kapımızla benim aramda bir duvar gibi duruyorlardı. Upuzun boyları, iri yapıları, bana bir devinki gibi görünen kocaman elleri ve ayakları ile neredeyse aklımı başımdan almışlardı. Daracık yerde ne yapacağımı bilemedim. Oysa, geçebilmeleri için benim biraz kenara çekilmem gerekiyordu.

Bir tanesi, yüksek sesle bir kahkaha attı ve arkadaşına,

– Kız Aysel, bu korktu galiba bizden, dedi.

Sonra, bana yaklaştı. Biraz eğilip, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözlerimin taa içine baktı… Donmuş, kalmıştım. Kalbim küt küt atıyordu… Her ne yapmayı düşünüyorduysa, işin tadını çıkarmaya niyetli görünüyordu. Sonra yüzünde alaycı bir ifade belirdi.

– Ne o şekerim, korktun mu? Ne bakıyorsun öyle araba farının karşısında donmuş kalmış tavşan gibi? İnsan yemeyiz. Biz de senin gibi insanız, insan, dedi.

Dizlerimin bağı çözülüyor gibi oldu. Bir elimle duvara tutundum. O yine kulaklarımı çınlatan bir kahkahayı bastı.

– Yürü kız Menekşe. Yeter artık. İşimiz gücümüz var.

Arkadaşı kolundan çekerek apartmandan dışarı çıkarmaya çalışırken o bana dönüp, yüzündeki o içimi ürperten gülümseme ile, hem göz kırptı hem de bir öpücük gönderdi.

O sırada ben duvara iyice yapışmıştım. Görünmez olmak istiyordum neredeyse. Apartman kapısı arkalarından kapanırken gözlerimden yaşlar boşaldı. Girişteki iki basamağı zor çıktım. Zili çaldım ve kapının önüne yığıldım. Bana çok uzun gelen bir zaman sonra Funda kapıyı açtı. Beni öyle yerde görünce, hafif bir çığlık attı.

– Kızım ne oldu sana? Meral… Meral… İyi misin? Birisi bir şey mi yaptı?

Funda bir yandan peşpeşe bu soruları sorarken, bir yandan da beni yerden kaldırıp, içeri soktu. Salondaki kanepeye uzandım. Bir tarafımda herhangi bir yara olmadığından emin olunca, bana bir bardak su getirdi. Sırtıma koluyla destek olup, suyu içmeme yardım etti. Benden hala tek bir kelime çıkmamıştı. Sadece gözlerimden yaşlar durmadan akıyordu. Funda, sürekli sormanın bir yararı olmadığını anlayınca, sabırla sakinleşmemi beklemeye başladı. Derken, göz yaşlarım giderek azaldı. Geriye istemsiz hıçkırıklar kaldı. Sonra, onlar da seyrekleşti ve sonunda durdu.

Şişmiş gözlerim ve kızarmış burnumla olanları anlatınca, Funda hafiften gülümsedi. Saçlarımı okşadı. Onun hiç öyle duygusal olabileceğini, bana bir yakınlık hissedebileceğini düşünmemiştim. Çok iyi geldi. Şu dünyada, insan insana muhtaç…

– Kızım sen manyak mısın? Ne var korkacak o kadar? Onlar da senin benim gibi insanlar. Onlar da bizim gibi tutsak. Üstelik, senin benim gibi, düzenin, fakirliğin, aile baskısının tutsaklığı yanında, bir de vücutlarının içindeki tutsaklığı yaşıyorlar. Hangisi yaşamak ister o hayatı, her gece ayılarla birlikte olmayı, bedenlerini satmayı? Paranın gözü kör olsun… Durumlarını anlayışla karşılayan paralı bir aileleri, iyi bir eğitimleri, düzgün işleri olsa böyle mi olur?

Funda konuştukça, ben biraz açıldım. Olanları tekrar aklımdan geçirmeye çalıştım. Ne vardı gerçekten o kadar korkacak? Biraz kenara çekilip, bizim daire kapısına doğru ilerleyecektim işte.

– Benim patron epeyce hoşgörülü bu konuda. Dükkanda çalışan bir trans kadın var. Gerçi, onun çalışmasının turistlere satışlarda bir etkisi olur diye mi düşünüyor, bilemiyorum. Her ne ise, çocuk için iyi sonuçta. Müşterilerden bazıları bir tuhaf oluyorlar görünce ama, o fark etmiyormuş gibi yapıp, işine bakıyor. Şanslı sayılır.

Doğrulup, oturdum. İçerden sesler gelmeye başlamıştı. Banyo kapısı açılıp, kapandı gibi geldi bana. Funda’nın bir misafiri vardı anlaşılan. Bana zaman ayırması gururumu okşadı. Buraya taşındıktan sonra uzunca bir süre mesafeli davrandığı için, beni sadece kirayı paylaşan bir varlık olarak gördüğünü düşünmüştüm. Demek ki, öyle değilmiş… İçimi bir sevinç kapladı. İnsan bir ruh halinden diğerine nasıl da hızla geçebiliyor? En azından, ben öyle olduğumu biliyorum.

Banyo kapısı yine açıldı. Funda başını o tarafa doğru çevirdi ve,

– I come, diye seslendi.

Haydiii… Şimdi de eve bir yabancıyı mı getirmişti? Dükkana gelen müşterilerden biri olabilirdi. Bu konuda bir yeteneği olduğunu biliyordum da, bir yabancıya ilk olarak rastlamıştım.

– Ne o İngilizce mi konuşuyorsun haberim olmadan? diye sordum gülerek.

– Üç beş kelime yetiyor zaten sadede geçmek için, dedi o da gülerek.

Artık iyi olduğuma kanaat getirince, kanapenin yanında oturduğu yerden kalktı.

– Bak canım, dedi. Bilirsin, çocukken okuldaki belalı oğlanlara korktuğunu belli edersen, daha çok üstüne gelirlerdi. Tıpkı sokak köpekleri gibi. Hatta, kimi sahipli cins köpekler bile öyle. Korktuğunu anlayınca, bela kesilirler. Onun için, bunlara da korktuğunu belli etmeyeceksin. Anlaşıldı mı?

Hafiften başımı salladım. Kısa ve dar koridor boyunca yürüyüp, odasına doğru gidişini izledim.

Kapı kapandı…

Sonraki günlerde, apartmana girip, çıkarken hep Funda’nın dediklerini geçirdim aklımdan. Kimse ile karşılaşmadım ama, başım dik, kararlı adımlarla daire kapımıza yürüdüm. Kalbim çarpıyordu yine de. O da zamanla azaldı. Bazı geceler, salonda kendi başıma televizyon izlerken, Aysel ile Menekşe’nin seslerini duyuyorum. Yanlarında adamlarla geldiklerinde, iki kat aşağıya kadar gelen gürültü sabaha kadar hiç kesilmiyor. Bazen çığlık da duyuyorum. Kırılan tabak çanak, şişe sesleri… Kulaklarımı ellerimle kapatıyorum.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (4)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Markette epeyce bir oyalanmak zorunda kaldım. Nasıl da indirdi yağmur? Hafifler hafiflemez attım kendimi dışarı. Hava oldukça serin. Yaklaşan kış kokuları geliyor burnuma. Bu demek oluyor ki, hafiften odun sobaları yanmaya başlamış. Şaşılacak bir şey ama, bizde doğalgaz ve kombi var. Binanın döküntü haline bakınca, insan hiç beklemiyor.

Üç katlı, eski bir binanın giriş katında oturuyoruz. Epeyce rengi atmış dış cephe boyasına ve yer yer dökülmüş sıvalara karşın, bir zamanlar gül kurusu renge boyalı olduğu anlaşılıyor. Apartman kapısından girer girmez insanın burnuna bir rutubet kokusu geliyor. İstanbul’da en zor alıştığım şey bu koku oldu. Şehrin eski semtlerindeki apartmanlarda oluyor genellikle. Önceleri, çocuk bezi kokuyor sanıyordum. Sonradan, bizimki gibi, çocuk olmayan binalarda da olduğunu fark ettim. İyi ısınmayan yerlerde rutubet sadece kötü görünümlü, siyah, mantarımsı lekelerle değil, bu koku ile de binaları esir alıyor anlaşılan. Binanın, arka taraftan girilen bodrumunda da, tek göz odada kalan birileri varmış ama, ben hiç görmedim. Artık, oranın ne halde olduğunu düşünemiyorum bile.

Oturduğumuz daire o kadar küçük ki. Sadece önde ve arkada birer pencere var. Salon dediğimiz ön tarafta eski bir kanepe, fazla büyük olmayan bir masa ve üç sandalye var. Yerdeki tüyleri dökülmüş eski halının üstüne gelişi güzel atılmış birkaç minder dışında, başka da bir şeye yer yok. Buradaki en kıymetli eşyamız, ortaklaşa aldığımız ufak televizyon. Daha taksiti bitmedi. Diğer pencerenin olduğu arka oda, Funda’nın. Camın önünde, nasıl olmuşsa dikilmiş bir elma ağacı var. Baharda çiçek açınca, insanın havası değişiyor. Benim odam, iki kişinin zor girebildiği mutfak ve aynı derecede küçük banyo ile birlikte, aydınlığa bakıyor. Kapıdan girince, solda salon, karşıda mutfak, sonra sırasıyla benim oda ve banyo var. Sözde benim odada ve mutfakta da pencere var ama, ha var ha yok. Camdan bakıp, duvar görmek çok iç kapayıcı. Benim odaya eski bir perde uydurdum. Mutfak penceresine de bir çarşaf gerdim. Böylece, sadece kirli duvarı değil, yukardan atılan ve aşağı düşerken cama çarpan iğrenç şeyleri görmekten de kurtuldum. Sigara izmaritleri, paçavralar, bezler, gazeteler, ayın belli günlerinde kanlı pedler. Her türlü pislik… Üst katlardan atılan yanan izmaritler yüzünden bu zamana kadar yangın çıkmaması bir mucize. Funda’nın hiç derdi değil.

– Boş ver, kafana takma, dediyse de, rahat edemedim öyle.

Odam ve mutfak bitişik binanın aydınlığa bakan pencerelerinden tabak gibi görünüyor. Sandık odası demek daha doğru olabilir. Hatta, kimi evlerin yüklüğü. Zar zor sığan bir yatak, komodin ve ayak ucumda incecik bir dolap. Yıllarca yurtta kaldığım için eşyalarımı küçük dolaplara gayet güzel sığdırmayı biliyorum. Neyse, buna da şükür. Eşyalar Funda’nın bir önceki ev arkadaşından kalmış. Kız giderken bırakmış hepsini.

Odalarımızın arasında banyo olmasına seviniyorum. Hap kadar evin içinde her şey duyuluyor zaten de, Funda’nın erkek misafiri olduğu akşamlar sabaha kadar süren seslerin uzaktan gelmesi biraz daha dayanılır oluyor. Gerçi, apartman epeyce şenlikli. Bizim üstümüzde tam olarak kim olduğunu, ne yaptığını anlayamadığımız orta yaşlı bir adam oturuyor. Apartmana girip çıkarken gördüğüm elindeki torbalardan her gün içip içip sızdığını düşünüyorum ama, öte yandan, arada inanılmaz gürültüler, bağırışmalar da geliyor. İçeri giren ya da çıkan ondan başka kimseyi görmediğimiz için, adamın evinde zorla birisini alıkoyduğuna inanmaya başladık. Gel gör ki, mahallenin yazılı olmayan kuralı, bu gibi durumlarda asla polisi arayan olmamak. Mahallenin nalburu da adamın esas kendisinin sivil polis olabileceğini ima edince, o niyeti hepten sildik kafamızdan. Başımıza daha büyük bir bela almaya gerek yok.

Apartmanın esas gürültü merkezi en üst katta. Orada pavyonda çalışan iki kadın oturuyor. Haliyle, gündüz uyuyup, gece çalışıyorlar. Sabaha karşı, bir gürültü patırtı ile dönüyorlar. Kendileri yokken, evi saatlik kiralıyorlar mı nedir, giren çıkan eksik olmuyor. Sabaha kadar açılıp, kapanan kapı sesi, kahkahalar, bağırışmalar, küfürler, arada kırılan masa sandalye sesi ile birlikte merdivenlerden yuvarlanan sarhoşlar… Müşteri getirenlerin arasında arada translar da oluyor.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (3)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Hafiften bir yağmur çiselemeye başlamış Taksim Meydanı’nda. Yürüyen merdivenlerden çıkınca yüzüme tek tük damlalar düştü. Bu meydanı da sevemedim gitti. Sıcaklığı olmayan, boş bir alan. Arada, güzel havalarda, Gezi Parkı’na gider, banklara otururum. Betonların arasında bir huzur noktası. Birkaç yıl önce nasıl da ortalık karışmıştı. Liseyi bitiriyordum o zamanlar. Bizim buralarda herkesin söylediği, Gezi’den sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı. Bir sürü mekan kapanmış. Çok moda olan Asmalımescit mekanları, şöhreti yurt dışına taşan lüks restoranlar, gece kulüpleri. Hepsi kepenkleri indirmişler. Ben görememiş oldum o zamanları. Oralara gidebileceğimden değil de, merak işte. Bir de, öyle mekanların çevreye de olumlu etkisi oluyordur diye düşünüyorum. Şimdi sanki yine bir aşağı doğru gidiş var buralarda. Eski halini bilmediğime göre bu saptamayı nasıl yapıyorum? Kulak kabarttığım plaza konuşmalarında duydum herhalde. Kimi sağdan soldan duyduğu şeyleri insan nasıl da kolaylıkla kendi fikriymiş gibi yapıyor. Kendin bile inanıyorsun.

Yolda markete uğrayıp bir şeyler alayım. Yemek ve alış veriş sırası bende. Yumurta, domates ve biber. Menemen yaparım. Annemin yolladığı tarhana ile de bir çorba. Tamamdır. Ekmek ve süt de almalı. Et, tavuk gibi şeyleri işte, öğlen yemeğinde çıkarsa yiyorum. Yoksa nasıl yetiştiririm paramı? Bazen kendime bir kıyak çektiğim oluyor ama, o daha çok giyim kuşam için. Zamanla ucuza giysi alabileceğim yerleri öğrendim. Terkos Pasajı, Şişli’nin arka sokaklarındaki pasajlar, Kadıköy, karşının semt pazarları. Hafta sonları arada ev arkadaşım Funda ile keşfe çıkıyoruz.

Funda, Beyoğlu’nda bir dükkanda tezgahtar olarak çalışıyor. Şimdilerde dükkanlarda tezgah da kalmadığı için olsa gerek, satış elemanı deniyor onlara. Liseyi bitirmeden evi terk edip, İstanbul’a gelmiş. Kendisi hakkında fazla konuşmaz ama, genç yaşında epeyce görmüş geçirmiş sanki. O da benim gibi sigara içiyor. Onun için o konuda bir sorun olmuyor. Yalnız, arada kokudan, başka şeyler içtiğini de anlıyorum. Bir de bazen, tuhaf görünümlü oğlanlar geliyor eve. Onlarla odasına çekiliyor. O zamanlarda koku iyice artıyor. Arada bana,

– Sen de bir sevgili yap, diyor.

Bu cümleden, o tuhaf kılıklı, saçları rastalı adamların onun sevgilileri olduğunu mu çıkarmalıyım, bilemiyorum. Korkuyorum, polis falan basacak da, televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına düşeceğiz diye. Sesimi çıkarmıyorum yine de. Başımı sokacak bir yer bulabildiğim için mutluyum. Şöyle birkaç sene geçsin, daha düzgün bir yere geçerim diye hayal kuruyorum. Kısmet…

Feci bir şimşek çaktı. Ardından da gök gürültüsü. Birazdan kötü indirecek. Neyse, yaklaştım sayılır. Olmadı, markette yağmurun dinmesini beklerim artık…

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (2)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Zar zor metroya bindim. Başta gelen iki tanesine binmeye yeltenmedim bile. O kadar kalabalıktı ki… İtiş kakış. Nasıl olsa bir yere yetişmiyorum. Üçüncüyü bekledim. Yine kolay olmadı ama, bir şekilde bindim. Kendime şöyle köşede ayakta durabileceğim bir yer buldum. Çantamı da siper ettim kendime, rahatım. Şu tipsiz aklı sıra bana sürtünecek ama hevesi kursağında kaldı. Ben yedirir miyim sana hiç kendimi? Ben ne badireler atlatmışım. Sana mı yem olacağım? Salak…

İstanbul’a geçen sene ilk geldiğim zaman Kartal’da babamın amcasının oğlunun yanında kaldım bir süre. Kartal dediysem, sahil tarafında değil. E-5’in üst tarafında, yukarılarda. O karayolunun aşağısı ile yukarısı bir değildir. Başka bir dünya sanki. Yol iz bilmediğim bir şehirde başlangıç için bir kolaylık oldu tabii. Ona bir diyeceğim yok. Ama, başvurduğum yerlere görüşmeye gitmek falan epeyce zor oluyordu. Öyle küçük, kurumsal olmayan bir yerde çalışmak istemiyordum. Küçük patron şirketlerinde çalışan genç kızların başlarına gelenleri gazetelerde, haberlerde okuyor ve izliyoruz. Taciz ya da kandırma ile başlayıp, ölüme kadar gidebilen bir yol. İstemedim onun için. Gel gör ki, büyük şirketlere de girmek kolay değil. Anladım ki, üniversite mezunu olmak değil önemli olan. Mesele hangi üniversitenin mezunu olduğun. Girebileceğimi düşündüğüm en alt seviyedeki işler için bile, büyük şehir üniversitelerinden mi yoksa taşradakilerden birinden mi mezunsun, ona bakıyorlar. Açık Öğretim’in bile benim Hallaç Mazhar Üniversitesi’nden daha çok itibarı var.

Neyse, başlarda işte sağa sola görüşme için giderken evin büyük oğlu ile birlikte gidiyorduk. Lise terkmiş. Kısa sürelerle civardaki dükkanlarda işe girip, bir süre sonra ayrılıyormuş. Bence, iş verenler ne mal olduğunu anlayıp işten çıkarıyorlardı. Geri zekalının teki. Ama erkek ya, hemen kendini bana denk görmeye başladı. Otobüste otururken kolunu koltuğun arkasına atmalar, yanlışlıkla olmuş gibi değmeler falan… İdare edebilirim gibi geldi önce. Sonra baktım, evde de bir tuhaf durumlar başladı. Annesi bizi evde yalnız bırakmaya çalışıyor. Kız kardeşi ile aynı odada yatıyorduk. O da,

– Hava çok sıcak. İki kişi zor oluyor bu odada,

demeye başladı. Sonra da salona taşındı. O gece, odadaki komodini kapının arkasına ittim. Bavulumu da üstüne koydum. Sabaha karşı, uykumun en tatlı yerinde, kapı kolunun ve açılmaya çalışılan kapının sesini duydum. Dümen ortaya çıktı. Öyle bir bağırmışım ki,

– Kim var orada?

Eminim, komşular bile duydular. Tırsıp gitti soysuz. Sonra, sabah anası bir şeyler geveleyip durdu. Oğlu sabaha karşı banyoya gidiyorum diye yanlışlıkla benim yattığım odaya girmeye çalışmış da, falan filan. Yedim ben de. Banyo neredee oda nerede. İnsan doğup büyüdüğü evde yolunu mu kaybeder?

Baktım bu iş böyle olmayacak. Ben boşuna mı üniversiteye gittim, buralara geldim? Öyle akraba ile evlenmeye falan niyetim yok benim. İş aramaya hız verdim. Her yere başvurmaya başladım. Sonunda, okuldan tanıdığım bir kız şimdi çalıştığım yerde danışma için eleman aradıklarını haber verdi. Kendisi de bir başka plazada çalışıyormuş. Yüreğim küt küt atarak gittim görüşmeye. Birkaç gün sonra olumlu sonucu öğrenince dünyalar benim oldu. Asgari ücret ama, olsun. Zaten ne bekliyordum ki? Sigortalıyım hiç olmazsa.

– Şişli-Mecidiyeköy

Anons, metro vagonundaki insan sayısı kadar çok ve farklı dünyaların üzerinde bir anlık bir hakimiyet kuruyor. Herkes şöyle bir kıpırdanıyor. Kendine geliyor. Kitap okuyan, müzik dinleyen, kafasının içinde dertleri ile boğuşan ya da öylesine hayallere dalanlar şöyle bir kıpırdanıp, çevrelerine bakıyorlar. Gayrettepe’de epeyce inen oldu her zamanki gibi. Şimdi bu durakta da olur. Taksim’e az kaldı. Bundan sonraki ikinci durakta iniyorum.

Gelecek ay ben de bir kulaklık alayım diyorum. Karaköy’deki alt geçitten taksitle alırım. Yolda hem oyalanırım hem de havalı olur. Müzik, video… Artık ne istersem dinler, izlerim.

İşe metro ile gidip gelebiliyor olmak büyük şans bu İstanbul’da. Sadece kolaylık değil. Otobüs ya da minibüs ile gitmekten daha prestijli sanki. Geçenlerde, öğle tatili için dışarı çıkarken bankonun önünden geçen kadınlı erkekli bir grup çalışanın konuşmalarını duydum.

– Vallahi şekerim, artık araba ile gelmiyorum. Trafik asabımı bozuyor. İş çıkışı özel bir programım yoksa, metroya biniyorum. Hem metrodaki ortam hiç beklemediğim kadar uygar. Kısa bir süre için de olsa, kendimi yurt dışında, uygar bir ülkedeymişim gibi hissediyorum, dedi kızıl saçlı, hoş bir hatun. Yanındakiler de onayladı.

– New York’da banka CEO’ları bile metro ile işe gidiyorlar, dedi gruptaki adamlardan biri.

Yurt dışına hiç gitmedim. Herhalde gidemem de. Ama dizilerde, filmlerde görüyorum bazen. Yabancı dizi ve film de izlemiyorum pek aslında ama, arada televizyon kanalları arasında gezinirken gözüme takılıyor. Neyse, demek ki, metroya binmek iyi karşılanıyor. Ben de iş çıkışı artık, daha bir özgüvenle ve yüksek sesle,

– Metroya koşuyorum, diyorum etrafımdakilere.

Birazdan ineceğim. Yağmur başlamamış olsa bari. Ben kendimi bir eve atayım da. Bu gibi havalarda o Sıraselviler Caddesi sanki bir uzar, yürü yürü bitmez.

Ev işini de bir arkadaşın arkadaşı aracılığıyla halletmiştim. Kızın ev arkadaşı arayan bir arkadaşı varmış. Önce, Katip Mustafa Çelebi’de dediklerinde anlayamamıştım nerede olduğunu. O güne kadar İstanbul’da ancak belli başlı semtleri öğrenmiştim. İşte, Beşiktaş, Levent, Üsküdar, Kadıköy falan. Sonra, arkadaşımla evi görmeye gittik. Sıraselviler boyunca yürüyüp, epeyce sonra sağa sapıyorsun. Yürürken, Taksim’de önünden geçtiğimiz dev kiliseyi aklıma yazmıştım. Bir daha kendi başıma geldiğimde yolu kolay bulayım diye. Şimdi, avucumun içi gibi biliyorum bizim oraları. Bir zamanlar gözde bir semtmiş. Ama, öyle böyle değil, yüz sene önce falan. Herhalde o itibarlı zamandan kalma, bir Fransız lisesi var yakınımızda. Biraz aşağıda Taksim Eğitim Araştırma Hastanesi. Kavgası bol bir mahalle için en önemli adres neredeyse.

Sıraselviler’in karşı tarafı, Cihangir. Orası da bir zamanlar, bahçe içinde köşkleri ile gözde bir semtmiş. Sonra müthiş bir düşüş olmuş. Şimdi yine, bu kez başka şekilde gözde bir semt. Okuyan yazan, entelektüel dedikleri tipler çok buralarda. Bir de Fransız çok. Çoğu Fransız okullarında ve Fransız Kültür Merkezi’nde öğretmenmiş. Gün boyu ve geç saatlere kadar açık kafe ve restoranları her daim doludur. Bazen oralardan geçerken, o insanların ne iş yaptıklarını düşünürüm. Bazı tipler sanki hep oradalar. Özensizmiş gibi duran ama aslında pahalı giysileri, başka bir dünyadanmışlar gibi konuşmaları ile ilgimi çekerler.

Sıraselviler’de oturduğumu söylediğim zaman karşımdakinde daha iyi bir etki yarattığımı fark ettiğimden beri Katip Mustafa Çelebi demiyorum. Böylece Cihangir’de oturduğumu sanıyorlar. Ne var bunda? Sanki iş yerinde, Levent’te oturuyorum diyenlerin aslında nerede oturduklarını bilmiyoruz. Levent derler ama aslında Gültepe’dir oturdukları semt. Öyle işte. Birkaç yüz metre çok şey değiştirir bu şehirde. Hani imaj deyip duruyorlar ya? İşte o hesap…

– Taksim

Duyar duymaz vagonun kapısına yöneldim. Devam eden anonsun saydığı füniküler ve bağlantı bilgilerine kulak asmadan, kendimi insan seline bıraktım. Gerçek bir sel. Bu saatte bazı noktalarda neredeyse insanın ayakları yerden kesilecek. Yürüyen merdivenler tıkış tıkış. O kadar yorgunum ki, yürüyen merdivenlerde yürüyerek çıkanlar gibi koşturmaya halim yok. Sağ tarafta duruyorum. En sevdiğim yer, o upuzun koridordaki yürüme bandı. Kimi zaman ben de yürürüm sol kenardan ama, çoğunlukla bandın üstünde de sabırla dururum. Nasıl olursa olsun, üstünde kayarken sağ taraftaki ayna kaplı duvara bakar, orada kendimi bulurum. Hoşuma giden bir eğlencedir bu benim için.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (1)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Çok şükür bugün de bitmek üzere… Şunun şurasında bir saat kaldı. Çarşamba olduğuna göre, artık hafta da neredeyse bitti demektir. En zoru pazartesi ve salı günleri. Pazartesiden baktın mı, hafta sonu uzun bir tünelin sonunda gibi görünür. Ama çarşamba oldu mu, hafta sonu tatiline yaklaştık demektir. Haftanın ilk yarısı, bankoya gelen insanlar da sanki daha bir nemrut olur. Plazanın değişik katlarındaki iş yerlerine koşturanlar. Kimlik kartını evde unutup, benden geçici misafir kartı isteyenler. Randevusuna çok erken ya da geç gelmiş ziyaretçiler. Hepsi. Ha… Her gün, her koşulda güler yüzlü ve kibar olanlar da var tabii. Ama az… Onlar, yağmur, çamur da olsa güneşli bir bahar günü de olsa hep kibar ve hafiften neşelidirler.

Hafta başı insanlar öyle asık yüzlü oluyorlar da, ben nasıl oluyorum…? Burnumdan soluyorum. Ama, kimsenin eleştirmeye hakkı yok. İşe girdiğimizde bize ne demişlerdi?

– Resepsiyonist olmak öyle kolay bir iş değildir. Plazanın dışarıya karşı yüzü olacaksınız. Kibar ve ciddi.

Böyle demişti ilk işe girdiğim zaman binanın İdari İşler Müdürü. Bayağı sertti. Korkmadım desem yalan olur. Emekli astsubay mıymış neymiş? Çocukken bizim köye gelip herkesi köy meydanında sıraya dizen ve babama tokat atan jandarma komutanı gelmişti aklıma. Rütbesi ne idi, hiç bilmiyorum. Çok küçüktüm. Annemin arkasında, eteğine yapışmıştım. Kafamı arada uzatıp bakıyordum. Çok korkmuştum. Birilerini arıyorlarmış. Komutan çok kızgındı. Hırsını, köyde yabancı kimse olmadığını söyleyen babamdan çıkarmıştı. Konuşmasını laubali bulmuş, tokatı basmıştı. Nasıl üzülmüştüm… Benim bildiğim kadınlar ve çocuklar dayak yerdi. Kocaman babalar değil… Ağlamaya başlamıştım. Zavallı anam, komutan daha çok kızmasın diye beni susturmak için nasıl çabalamıştı…

İdari İşler Amiri devam etmişti,

– İnsanlar buraya gelince ilk olarak sizinle temasları olacak. Kuledeki iş yerlerinin vereceği ilk kalite sınavı siz olacaksınız. Kimse, “Bu şirket ne biçim bir yerde”, diye düşünmemeli. Onun için her zaman düzgün, temiz giyimli, ağırbaşlı ve ciddi olacaksınız. Mesafeli, ama kibar olun. Laubalilik yaptığınızı görürsem, kendinizi kapının önünde bulursunuz.

Aslında, Amir denmesine acaip bozuluyor. Ama ne yapayım? Amir işte… Müdür kelimesinden daha çok yakışıyor ona. Tipine daha çok uyuyor. Yine de, ağzımdan kaçırmamaya çalışıyorum. Zaten zor buldum bu işi de.

Haftanın ilk günleri bu talimatın arkasına sığınıp daha bir suratsız olabiliyorum. Gıcıklığımı ciddiyetin arkasına saklayabiliyorum. İşimi aynı şekilde yapsam da, yaydığım enerji farklı oluyor.

– Buyrun, nereye gelmiştiniz? Kiminle görüşecektiniz ?

Böyle karşılıyoruz gelenleri. Bankoda bir arkadaş daha var. Sema ile yan yana oturuyoruz. Çok samimi değiliz ama, birbirimizi kolluyoruz yine de. Arada bir telefonuma daldığımda, kendisi meşgulse ve tepemde ilgi bekleyen biri varsa, dikkatimi çekmenin bir yolunu buluyor. Hafifçe sesleniyor ya da alttan dokunuyor. Sigara molalarında da sırayla birbirimizi idare ediyoruz. Sema da benim gibi, küçük yerden gelmiş İstanbul’a. Ama o, epeyce tecrübeli. Yıllar önce, ailesi ile birlikte bir Orta Anadolu kasabasından göç etmişler. Hala onlarla birlikte yaşıyor. İş çıkışı onu almaya gelen bir sevgilisi var. Belki evlenirler bir süre sonra.

– Pardon, yalnız bu kimlik geçmiyor. Nüfus cüzdanınız ya da ehliyetiniz varsa, rica edeyim.

Böyle söyleyince bazıları çok sinirleniyorlar da, ben ne yapayım? Bize böyle dendi. Ya soğuk damga ya da çip olacak kimlikte. Neyse, bu tip fazla uzatmadı. Nüfus cüzdanı varmış yanında. Şimdi iş, gideceği şirketin danışmasını aramaya kaldı. Bu yukarıdaki tiplerde de bir hava bir hava. Burunlarından konuşur, bizi beğenmezler. Her seferinde,

– Kardeşim afrayı tafrayı bırak! Sen de benim gibi bir resepsiyonistsin işte,

dememek için kendimi zor tutuyorum. Tabii, bizden çok para alıyorlar. Giyimlerinden belli. Kimisi de üniversite öğrencisi imiş. Onlar daha bir sevecen. Gülümseyeni, arada hal hatır soranı oluyor.

Şirket danışmalarındaki elemanların üstünde sekreterler var. Onlar bir üst sınıf. Yüksek topuklu ayakkabılarının üstünde sekerek, şen kahkahalarla geçip gidiyorlar. En çok kargo da bu tiplere geliyor. Her gün internet alışveriş sitelerinden bir sürü, irili ufaklı paketler geliyor bunlara. Mevsimine göre, içinde ayakkabı veya çizme olduğunu tahmin ettiğim büyük, sert kutular; yazın daha ufak ve yumuşak paketler. Artık ne varsa içlerinde… Tiril tiril tatil elbiseleri, bikiniler… Kargo şirketlerinin elemanlarının biri gelir biri gider akşama kadar bunlar için. Zavallı adamlar. Şirketlere gelen evrak ve benzeri şeyleri bize bırakır, paketleri arka taraftaki odaya koyarlar. İş bununla da bitmez. Bir de, üste olmayan, yanlış beden ısmarlanmış veya beğenilmemiş ürünlerin iadesi var. Onlar da aynı odada, geri gönderilmek üzere beklerler. Gelen elemanlar, getirdikleri paketlerden kurtulmuşken, neredeyse bir o kadarını da geri götürürler. İş arasında, patrona çaktırmamaya çalışarak, alelacele yapılan alışveriş öyle olur işte. Sonra, her şey fotoğrafta göründüğü gibi olur mu hiç?

Ben istesem de, alamam o kadar. Zaten elime ne geçiyor ki? Kira, yol parası ve gıdaya anca yetişiyor. Arada annem memleketten tarhana, bulgur yollarsa, ne mutlu bana… Neyse ki, bizim üniformamız var. Her gün değişik bir şey giyeceğim derdi yok. Siyah pantolon, beyaz gömlek. İşe başlayınca, bir pantolon iki gömlek vermişlerdi. Hafta içi gömlekleri yıkamak zor oluyor diye kendim üç tane daha aldım. Sema Kadıköy’de ucuz bir yerler tarif etti. Bir hafta sonu karşıya geçip aldım.

Kargo dedim de… Gelen çocuklardan biri bayağı hoş. Arada bir bana gülümsediği, eğer yan taraftaki kapının önünde sigara molasında isem, iki çift laf ettiği oluyor. Sözde şaka yapıyor ama biraz mahcup sanki. Aman, öyle olsun. Dert istemiyorum. Daha yeni yeni alışıyorum İstanbul’a da. Eğitim Fakültesi’ne girdiğimde kafaya koymuştum İstanbul’a gelmeyi. Türkçe öğretmeni olmaya hiç niyetim yoktu. Zaten istesen de olamazsın ki öyle hemen. İnsanlar yıllarca atama bekliyorlar.

Plazaya gelenler azaldı. Tek tük işten biraz erken çıkanlar turnikelerden geçiyorlar. Birazdan tam bir akın olur. Herkes kapının önündeki servislere koşturur. Benim de çıkmam yakın artık. Bankoyu gece görev yapan güvenlikçi arkadaşa bırakıp çıkacağız. Gökyüzü bulutlarla kaplandı birden. Hava iyice karardı. Feci bir yağmur indirecek gibi. Metro durağına kendimi bir atsam, gerisini düşünürüz.

İşte, bugün de mesai bitti. Çok şükür….

Sema, dışarda bekleyen sevgilisine bir an önce kavuşma isteği ile acele ederken,

– Görüşürüz Meral. İyi akşamlar, diyor.

– Görüşürüz…

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.



İçimdeki Öyküler…

Bu sitede yazılarımı yayınlamaya başlayalı beş sene oldu. O ilk günlerin heyecanı hala dünmüş gibi aklımda. Hiç aşina olmadığım bir alanda teknik engelleri kendi başıma aşarken, sitenin tasarımını yaparken ve ilk yazılarımı yayınlarken çektiğim sıkıntıları, endişeyi, ama en çok da başarma duygusunu unutamam. Hepsi güzel birer anı şimdi.

Aralık 2016’da siteme Hoş Geldiniz! derken şöyle yazmışım:

Bu sitede neler mi var ?

Yaşamdan enstantaneler; anlar, anılar, geziler, düşler, düşünceler, özlemler ve öyküler var… Tüm çirkinliklere, zorluklara ve üzüntülere karşın, yaşamın tadına varmam için bana ilham veren şeyler var… Unutamadıklarım ve hayal ettiklerim var… Okuduklarım, gördüklerim ve hissettiklerim var. Dilerim, birilerinin yüreğine, aklına, bilincine dokunur, onlara da esin kaynağı olurlar.”

Bugüne kadar 75 yazı yayınlamışım. Çocukluktan bugüne, biriktirdiğim anlar, anılar, gezi ve düşünceler bolca yer aldı bu yazılarda. Kelimenin gerçek anlamıyla, beş kıtadan binlerce okuyan oldu o yazıları. Hem onların hem de yakın çevremin verdiği destekle bu yazılara devam edeceğim.

Öte yandan, baştan belirttiğim halde, bugüne kadar hiç öykü yayınlamadım. Yazılarımın içinde tabii ki öyküler oldu. Bunlar, duyduğum, okuduğum ya da başımdan geçen olaylarla ilgiliydi. Gezi yazılarımda bile kuru kuru bilgi vermekten kaçındım. Bilginin yanında, yaşadıklarım ve gözlemlerim de olsun istedim. Bunlardan söz etmiyorum. Kastettiğim, tamamen hayal ürünü, kurmaca öyküler. Bundan böyle, bu tür öykülerimi de bu sitede bulabileceksiniz.

Yeni açtığım Öykü kategorisi altında yer alacak bu yazılarımın ilkini yarından itibaren bölümler halinde yayınlayacağım. Eskiden gazetelerde tefrika (yazı dizisi) halinde yayınlanan roman ya da uzun öyküler olurdu. Benim kuşağım da bu uygulamaya yetişti. Buna göre, belli bir metin, yayının günlük, haftalık ya da aylık olmasına bağlı olarak, bölümler halinde yayınlanırdı. Ben de aynı mantıkla, ilk uzun öykümü bölümler halinde, iki günde bir yayınlayacağım. Bittikten sonra, metnin tamamını da sitede bulabileceksiniz.

Öykü bölümlerinin duyurusunu, her zaman olduğu gibi, sosyal medya hesaplarımdan düzenli olarak yapacağım. Ancak, daha kolay haberdar olmanız için www.selgideranilarkalir.com adresinden siteme üye olmanızı öneririm. Böylelikle, yazılarım yayınlanır yayınlanmaz bilgilendirilirsiniz. Eğer yazılarımı akıllı telefondan okuyorsanız, ana sayfanın sağ üst köşesinde gördüğünüz kutu içindeki üç çizgiye basabilir ve çıkan menünün en altındaki ÜYE OLMAK İÇİN bölümüne mail adresinizi bırakarak üye olabilirsiniz. Masa veya diz üstü bilgisayarlarda ise, anasayfanın sol tarafında göreceğiniz menünün en altına giderek, yine aynı şekilde üye olabilirsiniz.

Hoşça kalın…