Ne güzel yazmış Haluk Şahin Bozcaada Kitabı’nda… “Herkesin Bozcaada’sı farklıdır. Herkes bakma becerisine ve beynindeki gözün donatımına göre daha fazla ya da daha az şeyler görür bu küçük adanın taşında, toprağında, otunda, kuşunda…”, demiş. Aynı şey, her yer için geçerli değil midir? Herkesin kendine göre bir Roma’sı, Paris’i, Londra’sı, New York’u, Barselona’sı ve benim için en önemlisi, kendine ait bir İstanbul’u vardır. İşte o nedenledir ki, birinin sevdiği yerden diğeri nefret eder. Biri büyülenmişçesine aynı şehre ya da ülkeye tekrar tekrar gider, ötekisi ise bir daha dönmemek üzere, hatta kaçarcasına ayrılır. Kimi gittiği şehrin tarihi yerlerini, müzelerini görmek ister; kimi sokaklarda, bar, kafe ve restoranlarda, parklarda vakit geçirmeyi sever. Benim gibi hepsini yapmak isteyenler, hele zaman da kısıtlıysa, yorgunluktan helak olurlar…
Bozcaada, özellikle son birkaç yıldan beri, methini sıkça duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Ancak, bir yanım gitmek isterken, diğer yanım hep bu gidiş hayalini bir sonraki seneye erteledi. Sanırım, gidişin zor olacağını düşündüğüm için oldu bu. Belki üşenmekten, belki de uzun yıllar önce adaya çok zor koşullarda gidildiğini bildiğim ve hala öyle olduğunu düşündüğüm için. Tam bilemiyorum. Oysa bu arada, otuz yıl önce 8-9 saatte anca gidilen Bozcaada çok daha kolay erişilebilir olmuş. Çevremdeki insanların kısa süreler için bile ve eskiye göre çok daha sık Bozcaada’ya gittiklerini fark etmem, bizim de gitmemiz konusunda itici güç oldu benim için. Böylece, bu sene yaz tatiline birkaç gün Bozcaada’da kalarak başlamaya karar verdik.
Coğrafya ve tarih derslerinde mutlaka okumuş olmalıyız ama, benim Bozcaada’yı ilk olarak bilinçli bir şekilde zihnime yazmam sanırım otuz-otuz beş sene önce oldu. O zaman bir arkadaşım, Bozcaada’da çok ucuz fiyata eski bir Rum evi ve üzüm bağı aldıklarını söylemişti. Şaşırmıştık. Ankara’da idik o sıralar ama arkadaşımız, çalışmak için Ankara’ya gelen, nadir İstanbullulardandı. Bozcaada’ya o nedenle daha aşina olmalıydı. Bizim için ise, Bozcaada dünyanın bir ucunda gibiydi.
Sonra, 1990’lı yıllarda, Haluk Şahin köşe yazılarında Bozcaada’dan çokça söz etmeye başladı. Kitabında da anlattığı gibi, kendisi ailesi ile birlikte, yazması istenen bir yazı için 1988 yılında ilk olarak Bozcaada’ya gitmiş ve “ilk bakışta aşık olmuştu”. Burada, 1991 yılında eski bir Rum evi satın almış ve gönülden adalı olmanın yanında, gerçek bir Bozcaadalı olmuştu. Haluk Şahin, o zamanki Truva kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Manfred Korfmann ve akademisyen, yazar ve şair Cevat Çapan’ın ortak gayretleri ile başlatılan “Homeros Okuma” günlerinden 2002 yılında haberdar olduk. Kulağa oldukça çılgın gelen ve 4 Ağustos 2019 günü 18.si düzenlenen bu etkinlikte gün doğumuna karşı, farklı dillerde, Homeros okunuyor. Önceleri iki gün olarak düzenlenen etkinlik, daha sonra bir güne indirilmiş.
Bozcaada, ya da mitoloji ve tarihteki adıyla Tenedos, tarihi çok eskilere giden bir ada. 1959, 1968 ve 1990 yılında Çanakkale Müzesi tarafından burada yapılan kazılarda M.Ö. 3000 yılına ait mezarlar bulunmuş. Ancak, kazılar sürdürülmediği için o döneme ait daha fazla bulgu elde edilememiş. Eminim, ilerde daha fazla kaynak ile yapılacak kazılardan prehistorik döneme ait önemli kalıntılar bulunacaktır. Öte yandan, aynı nekropolde bulunan M.Ö. VII, VI ve IV. yüzyıllara ait mezarlar buranın prehistorik çağlardan beri çeşitli milletler tarafından istila edildiğini ve savaşlara sahne olduğunu ortaya koymaya yetmiş. Mezarlığın Rumlar ve Osmanlılar zamanında da kullanılmaya devam edilmesi, çok fazla tahrip olmasını önlemiş. Günümüzde, burada bulunan mezar taşlarının bir kısmı Bozcaada Kalesi’nde sergileniyorlar.
Tenedos ismini, Kolonai Kralı Kyknos’un oğlu Tenes’den almış. Efsaneye göre, Tenes ve kız kardeşi Hemithea’nın anneleri Procelia ölünce, babaları Filonome ile evlenmiş. Üvey anne Filonome Tenes’e aşık olmuş ama onu baştan çıkaramamış. Buna çok sinirlenen Filonome, Kral Kyknos’a Tenes’in kendisini baştan çıkarmaya çalıştığını (hatta bazı kaynaklara göre tecavüz ettiğini) söylemiş. Şahit olarak da, Eumolpos isimli bir flütçüyü göstermiş. Çok sinirlenen Kral, iki kardeşi bir sandığa koydurup denize attırmış. Sandık bir süre sonra, dalgalar ile Leukofris Adası’na sürüklenmiş. Tenes ve kardeşi karaya çıkmışlar. Ada halkı bir zaman sonra Tenes’i kral yapmış ve Leukofris adını, Tenes’in adası anlamında, Tenedos olarak değiştirmiş.
Kral Kyknos bir süre sonra gerçeği öğrenince, flütçüyü taşlatarak öldürtmüş. Karısını da diri diri gömdürmüş ve oğlunu bulmak için denize açılmış. Babasının barışmak için Tenedos’a geldiğini ve limana gemilerini demirlettiğini gören Tenes, baltası ile giderek gemilerin halatlarını kesmiş ve babasını adaya kabul etmemiş. Bu efsaneden Yunancaya “Tenes baltası” deyimi kalmış. Bu deyim, herhangi birisi ile ilişkisini sürdürmek istemeyenler için, “ilişkiyi Tenes’in baltası ile kesti” şeklinde kullanılmaktaymış.
Günümüzde, bilim adamları Bozcaada’nın İlk Çağ’daki halkının Yunan değil, tıpkı Troya’da olduğu gibi, Anadolu kökenli olduklarını düşünüyorlar. Troya için bu tezi kanıtları ile birlikte ortaya koyan kişi, 1988-2005 yılları arasında burada kazı heyeti başkanlığı yapan, Prof. Dr. Manfred Korfmann olmuş. Korfmann, Hitit dili uzmanlarının yardımı ile, çeşitli belgelere dayanarak Troya’nın Luvice çivi yazısı ile yazılmış metinlerde geçen Wilusa kenti olduğunu kanıtlamış. Korfmann’ın tezine göre kentte Luvice konuşuluyor ve Hititlere özgü dinsel törenlerle Hitit gelenekleri sürdürülüyormuş.
Troya için verdiği emek ve katkılarından dolayı 2003 yılında Türk vatandaşlığı verilen Prof. Korfmann bu tarihten sonra, kendisine Osman Hoca diye hitap eden Çanakkale köylülerine atfen, resmi olarak Manfred Osman Korfmann adını kullanmaya başlamış. Kendisi, 2005 yılında kanserden ölene kadar Troya ve Çanakkale için çalışmış.
Tenedos (ve daha sonra Bozcaada), konumu nedeniyle, tarih boyunca Çanakkale Boğazı’nı geçip Marmara Denizi’ne ulaşmak isteyen herkes için çok önemli olmuş. 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında düşman kuvvetler tarafından nasıl stratejik açıdan elzem görülüp işgal edildiyse, M.Ö. XII. yüzyılda yaşanan Troya Savaşı’nda da aynı nedenle Akhalılar tarafından ele geçirilmiş. O dönemde Tenedos adası Troya’nın bir uydu kenti imiş. Aralarındaki bu bağ, Homeros’un İlyada destanında da bir anlamda ifade edilmiş.
Troya Savaşı’nda, Akhalılar Tenedos’u almak için Akhilleus önderliğinde gemilerle adaya yanaştıkları zaman, Tenes onları taşlayarak, açıkça Troya’dan yana olduğunu belli etmiş. Buna karşılık Akhilleus hem Kral Tenes’i öldürmüş hem de bütün ada halkını kılıçtan geçirtmiş. Efsaneye göre, Tenes’i öldürmesi Akhilleus’un genç yaşta öleceğinin işareti olmuş çünkü, annesi Thetis onu bu konuda uyarmış. Ona, eğer Tenes’i öldürürse, Troyalıların tarafını tutan tanrı Apollon’un da onu öldüreceğini söylemiş. Zira, bu büyük savaşta tanrılar da taraf tutmuşlar…
Yine söylenceye göre, Akhilleus’un Tenes’i öldürdüğü yerde daha sonra bir Apollon Tapınağı yapılmış. Tapınak ile ilgili iki tane önemli yasak varmış. Bunlardan ilki, tapınağa flütçülerin girmesinin yasak olmasıymış. Belli ki bu, Tenes’in üvey annesi Filonome’nin attığı iftiraya şahitlik yapan flütçüye bir gönderme. İkinci yasak ise, tapınak alanında Akhilleus’un adının kesinlikle ağza alınmaması imiş. Ben, Bozcada’da bu tapınakla ilgili bir buluntu bilgisine rastlamadım. Kim bilir, belki de toprak altından çıkarılmayı bekleyen arkeolojik eserler arasındadır.
Belirtildiğine göre, pek çok Antik Çağ eserinde Tenedos ismine rastlamak mümkünmüş. Bunların arasında en çok bilineni, hiç şüphesiz, Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları. Tarihçi Herodot (İ.Ö. 490- 425), Coğrafyacı Strabon (İ.Ö. 63-14) ve felsefenin köşe taşlarından Aristoteles (İ.Ö. 384-322) de çeşitli eserlerinde Tenedos’dan söz etmişler. Bir de büyük Latin şair Vergilius (İ.Ö. 70-19) var Tenedos’tan söz eden. Vergilius, başyapıtı sayılan Aeneid’te, Troya kentinin Yunanlılar tarafından yağmalanıp, yakılıp yıkılmasından sağ salim kurtulan Troyalı Aeneas’ın öyküsünü anlatmış. Aeneas, bin bir zorluk ve uzun bir serüvenden sonra İtalya’ya ulaşmış ve Roma kentini kurmuş. Yani bu efsaneye göre, Roma’nın kökeni Troya’dan, dolayısı ile, Anadolu’dan gelmektedir. Eserde Aeneas, Kartaca Kraliçesi Dido’ya Troya’nın sonunun nasıl geldiğini anlatır. 10 yıllık kuşatmaya rağmen Troya’yı ele geçiremeyen Akhalılar çareyi hilede bulmuşlardır:
“Anakaranın tam karşısında bir ada görünür
Dillere destan Tenedos Adası’dır bu
Priamos’un krallığının iyi günlerinde
rahatça yaşardı zengin insanları
ama şimdi in cin top oynuyor
doğru dürüst çapa bile tutmuyor limanı
Yunanlılar buraya gelip saklandılar işte
biz hazır pupa yelken rüzgar bulmuşken
çekip Mykenai’ye gittiler sandık onları… ”
Oysa gitmemişlerdir Akhalılar… Tahta atı ve öykünün sonunu hepimiz biliriz… Onlar, Bozcaada’nın arka tarafında (günümüzün Ayazma Plajı’nın olduğu yerde) saklanmışlar, elli adamıyla tahta atın içine gizlenmiş olan Ulysses’den (Odysseia) gelecek işareti beklemektedirler…
Troya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan birkaç yüzyıl sonra Tenedos’a, Midilli’den gelen ve Anadolu’da İzmir-Çanakkale arasında da koloniler kurmuş olan, Aeoller yerleşmiş. Dört ana Yunan kabilesinden biri olan Aeollere bazı kaynaklarda Aiol ya da Eolisliler de denmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda Tenedos, Pers saldırılarından korunmak için Atinalıların hükümranlığı altına girmiş. Buna rağmen M.Ö. V. yüzyılda Perslerin işgalinden kurtulamamışlar. Bir ara Büyük İskender adayı aldıysa da, sonra tekrar Pers işgaline uğramış. Herodot’un anlatısına göre, Pers askerleri el ele tutuşarak canlı bir zincir oluşturmuşlar ve bu şekilde ilerlerken önlerine çıkan tüm ada canlılarını öldürmüşler. Tenedos, M.Ö. 168 yılında Romalıların hakimiyetine girmiş. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma’nın bir parçası olmuş. 1203’ten sonra Tenedos Ceneviz, Venedik ve Bizanslılar arasında egemenlik mücadelesine sahne olmuş. Ada birkaç kere Venedikliler ve Cenevizliler arasında el değiştirmiş. Sonunda, iki taraf arasında yapılan bir anlaşma ile, 1382 yılında tamamen boşaltılmış. Yaklaşık 4000 kişi olduğu söylenen sivil halkın tamamı Girit ve Eğriboz (Euboia) adalarına yollanmış. XV. yüzyılda Tenedos tekrar Venediklilerin olmuş. Bizanslılarla yapılan bir dizi anlaşma sonucu adada huzur sağlanmış.
Osmanlıların Tenedos’a ayak basmaları, Konstantinopolis’in fethinden sonra, 1455 yılında olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in buraya gelip gelmediği kesin olarak bilinmemekle beraber, kendisinin 1461 yılında Troya’yı ziyaret ettikten sonra, Midilli ve Bozcaada’ya da uğradığı tahmin ediliyor. Fatih Sultan Mehmet’i çok iyi tanıyan İmroz adalı (Gökçeada) tarihçi Kritovulos’un anlattığına göre, Fatih Eski Troya harabelerini denizden ve karadan dikkatle inceledikten sonra, İlyada destanından kahramanlıklarını bildiği Akhilleus ve diğer savaşçıların mezarlarını sormuş ve onlardan övgü ile söz etmiş. (Fatih’in okuduğu bu Yunanca İlyada kitabı günümüzde Topkapı Sarayı kütüphanesindedir). Sonra başını iki yana sallayarak, “Tanrı şunca yıldır bu kentin ve halkının intikamını alma hakkını bana bahşetti. Onların (Troyalıların) düşmanlarına baş eğdirdim, kentlerini yağmaladım, ganimet olarak dağıttım. Burayı zamanında yerle bir edenler kimlerdi ? Yunanlılar, Makedonyalılar, Tesalyalılar, Pelasgoslar değil mi? İşte onların torunları, Asyalılara o gün ve ondan sonra çok kez reva gördükleri kötülüklerin cezasını çekiyorlar.”
1478-1479 yıllarında Fatih, Tenedos’un yıkık dökük kalesini yeniden yaptırınca artık Türkler için ada, Bozcaada olmuş. Ancak, bundan sonra da Bozcaada birkaç kez daha Venediklilerin eline geçmiş. Ta ki, 1697 yılında Osmanlılar Venediklileri Bozcaada Deniz Savaşı’nda kesin olarak yenilgiye uğratana kadar. 1807’de Bozcaada bu kez Rusların işgaline uğramış. Yakılıp yıkılan kalesini daha sonra Sultan II. Mahmut 1815 yılında yeniden yaptırmış. 1912 yılında, Balkan Savaşı sırasında ada, Yunanistan’ın eline geçmiş. 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adayı geri almış. Bu arada, Çanakkale Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar tarafından askeri üs olarak kullanılmış. Bunun için, adanın Habbele denen bölgesinde, bugün tam olarak neresi olduğu bilinmeyen, bir askeri havaalanı yapılmış.
Bozcaada’ya gitmenin birkaç değişik yolu var. Biz, Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot ile gitmeyi tercih ettik. Oradan, Bozcaada feribotuna bineceğimiz Geyikli’ye gitmemiz araba ile üç saatten az sürdü. Yol da çok keyifli idi. Her yer yeşillik. Çam ve zeytin ağaçlarının, ekilmiş, verimli tarlaların arasından geçiyorsunuz. Yol kalitesi gayet güzel. Her iki feribota da önceden bilet aldığımız için kuyrukta bekleme sorunu olmadı. Sanırım insanlar çoğunlukla bizim gibi yapıyor ama, yine de, iki yerde de bilet kuyruklarında bekleyen tahminimden çok araba vardı.
Feribot Geyikli’den hareket edince heyecanlandım. Anadolu tarafından bakınca ada gerçekten boz ve kıraç görünüyor. Ama bu sizi yanıltmasın. Bizim de sonradan göreceğimiz gibi, adanın diğer tarafı orman ve üzüm bağları ile kaplı. Bağcılık ve şarapçılık burada Antik Çağlara kadar uzanıyor. M.Ö. 420’li yıllara ait sikkelerde görülen üzüm salkımları burada bir Dionysos kültünün varlığına kanıt olarak gösteriliyor. Adanın yerli Rum halkı tarafından yüzyıllarca sürdürülen gelenek, günümüzde de çeşitli zorluklara karşın devam ettiriliyor. Bu gezide, üzüm çeşitleri arasında özellikle Çavuş Üzümü’nün aslen Bozcaada’nın bir üzüm çeşidi olduğunu öğrendim. İlk akşam içtiğimiz, Çavuş Üzümü’nden yapılmış Corvus marka şarabı da değişik ve içimi güzel buldum. Kendilerine çıkarılan tüm zorluklara rağmen, Bozcaada’da üretim yapan birkaç şarap işletmesi var. Bunlar Corvus, Amadeus, Ataol, Gülerada, Talay ve Yunatçılar. Corvus, Talay ve Amadeus yaz ayları boyunca fabrikalarında tur ve tadım olanağı sunuyorlar. Kısıtlı zaman nedeniyle biz bu deneyimi bir dahaki sefere bırakmak zorunda kaldık. Ancak, adada kaldığımız süre boyunca yerel şarapları içmeye özen gösterdik.
Türkiye’nin, Gökçeada ve Marmara adalarından sonra üçüncü büyük adası olan Bozcaada’ya feribot ile geçmemiz 35 dakika sürdü. Yakınlığı nedeniyle anakaradan rahatlıkla görülen adaya yaklaşırken Bozcaada Kalesi’nin görüntüsü çok etkileyici. Limanda bütün görkemi ile yükselirken, insanlara adeta buranın sadece yeme içme ve eğlence yeri değil, çok eski çağlardan beri var olan, çok görmüş geçirmiş bir yer olduğunu anlatmak istiyor.
Bozcaada’da feribotun yanaştığı liman, adanın ana yerleşim yerinde. Yani feribottan iner inmez kendinizi ana caddenin ucunda ve hayatın içinde buluyorsunuz. Zaten Bozcaada, Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olarak geçiyor. Adanın diğer taraflarında, bazı lojmanları ve başarısız bir site inşaatı denemesini saymazsanız, evler dağınık konumdalar.
Bozcaada merkezine araba ile giriş yaz aylarında Kaymakamlık tarafından yasaklanmış. Bunu sağlamak için de her yere kapanlar yerleştirilmiş. Merkezde kalacaksanız, otelinizin konumuna göre, arabanızı otoparka bırakıp bavullarınızla yürümeniz gerekebiliyor. Bizim kaldığımız Kaikias Otel yer olarak mükemmel bir noktada idi. Feribottan indikten sonra araba ile önüne kadar gelebiliyor ve arabanızı neredeyse pencerenizin önüne park edebiliyorsunuz. Adanın diğer yerlerine araba ile gidip gelmek için, hemen otelin yakınından “Çevreyolu”na çıkabiliyorsunuz. Dönüşte de, yine şehir merkezine girişi engellemek için yapılan bariyerlerin başında duran görevlilere Kaikias Otel’de kaldığınızı söylerseniz, size çevreyolunu kullanarak nasıl gideceğinizi tarif ediyorlar.
Bozcaada’ya gitmeden, güvendiğim birkaç kişiye kalacak otel ismi sormuştum. Önerdikleri farklı otellerin arasında hepsinin Kaikias’ı belirtmeleri orayı seçmemizde etken oldu. Adada, farklı fiyatlara, kalacak birçok sevimli yer var. Bütçeniz ve zevkinize uygun mutlaka bir yer bulabilirsiniz. Otellerin dışında, pansiyonlar da mevcut.
Kaikias, kalenin arkasındaki konumuyla her yere yakın. Ayrıca, adanın çeşitli plajlarına giden dolmuşların kalktığı yer de fazla uzakta değil. Otelin sahibi olan mimar çift, uzun yıllar adadaki bağ evlerini yeniden tasarlayıp onararak sonradan Bozcaadalı olanlara hizmet vermişler. 2001 yılında Kaikias’ı açmışlar. Otel, sırtınızı denize verdiğiniz zaman ana caddenin sağ tarafında yer alan Rum mahallesinde bulunuyor. Bu taraftaki Rum tarzı taş evlere karşılık, caddenin sol tarafındaki Türk mahallesinde cumbalı evler var. Eskiden iki mahalleyi birbirinden ayıran bir dere varken, daha sonra üstü kapatılmış ve günümüzdeki Çınar Çarşı Caddesi haline getirilmiş.
Kaikias Otel, iki ev ve bunlardan birine ait kayıkhanenin düzenlenmesi ile meydana gelmiş. Evlerden biri, adanın yerleşik Rum ailelerinden Pavli Pandelera’ya aitmiş. Biz de bu kısımda kaldık. Aileden kalan mobilyalar, eşyalar ve belgeler binanın girişindeki camekanlarda ve duvarlarda özenle sergileniyorlar. Diğer ev ve kayıkhane, halen 1945’te göç ettiği Avusturalya’da yaşayan, İstirati Dali’ye aitmiş. Kendisi bu evde doğmuş ve büyümüş. Bir ara, Rum mahallesinin muhtarlığını da yapmış. Restorasyon sırasında, merdivenlerin, tavanların ve dolapların korunmasına özen gösterilmiş.
Otele vardığımızda saat üç buçuk civarıydı. Odamıza yerleşip hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktık ve bize önerildiği gibi, Rum mahallesinin sokaklarında gezinmeye başladık. Dış cephelerine boyanmış çeşit çeşit resimlerle daha da şirin hale gelmiş binaların olduğu sokaklarda dükkanlar, kafeler ve restoranlar vardı. Sakin öğle saatlerinden sonra, her yer akşam için yapılan hazırlıklarla canlanmaya başlamıştı. Bozcaada’nın, herhangi bir yere benzeme gayreti içinde olmadan, kendine özgü olması, etrafta sakil plastik sandalye ve benzerinin olmaması çok hoşuma gitti.
Ara sokaklarda gezinirken, akşam yemeği yemeyi düşündüğümüz Sandal çıktı birden karşımıza. Burayı da önerenler çok olmuştu. Garsonun önerisine uyarak akşam için yer ayırttık. İyi ki de ayırtmışız. Saat yedi buçuktan itibaren tüm restoranlar dolmaya başladı. Gerek Sandal’da gerekse diğer akşamlar yemek yediğimiz Cabalı ve Ayazma Restoran’da her şey çok taze ve lezzetli idi. Alışılmışın dışındaki mezeler arasında Sandal’daki zerdeçallı domates ve patlıcan mezesi, Cabalı’daki Ege Karma dedikleri kurutulmuş domatesli meze, kılıç pastırma, sirkede pişirilmiş sardalye, beğendi üstünde levrek aklımda kalan nefis tatlar.
Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi de bu ilk gezinti sırasında birden karşımıza çıktı. Gelmeden hakkında okuduğum bu müzeyi görmeyi çok istiyordum. Çocuk gibi sevindim. Sizi bilmiyorum ama, ben ilk olarak gittiğim herhangi bir yerin gelmişini geçmişini biraz öğrenmek isterim. Bilmediğim bir yerde sadece deniz, kum ve akşam eğlencesi beni doyurmaz. Bozcaada Müzesi bu anlamda, ister şöyle hızlıca bir gezin ister bizim yaptığımız gibi biraz daha detaylı inceleyin, adanın 20. yüzyılın başından beri görüp geçirdiklerini belgeleri ile sunuyor. Müzenin koleksiyonu, 1961 İstanbul Fener doğumlu Hakan Gürüney’e ait. Yirmi yılı aşkın bir zamandan beri topladığı gravür, fotoğraf, obje, eşya ve belgelerle Bozcaada’ya kültür ve tarih açısından gerçekten çok takdir edilecek bir katkıda bulunmuş. Kendisi, 1992 yılında, tutkulu bir şekilde yaptığı deniz kabuğu koleksiyonu için aradığı nadir rastlanan bir kabuğu bulmak amacıyla geldiği Bozcaada’da, buranın yerlisinden daha fazla adalı olmuş diyebilirim.
Bozcaada Müze binası, 2006 yılında zamanın kaymakamı tarafından Hakan Gürüney’in koleksiyonu için tahsis edilmiş, 130 yıllık bir Rum evi. 1874 yangınından sonra, Dimosten Tulmidis tarafından yaptırıldığı belirtilen yapı, ailenin 1950 yılında Avusturalya’ya göç etmesinden sonra harabeye dönmüş. Oysa, bir zamanlar Bozcaada’nın en görkemli ve yüksek yapısıymış. Bina, önceleri iki kat daha yüksek ve önü sütunlu iken, yukardan düşen taşların yarattığı tehlike nedeniyle daha sonra üst katları yıkılmış. Şu anda gezilen yerler evin bodrum ve zemin katları oluyor. Çeşitli odalarda hem evin sahiplerinin kişisel tarihlerini hem de 45 ayrı konu başlığı altında toplanmış 6000’den fazla fotoğraf, belge ve objeyi görüyorsunuz. Sizi çok kibar bir şekilde karşılayan Hakan bey, istediğiniz zaman detaylı bilgi de veriyor. Müzede sergilenenler arasında, 1900 yılında çekilmiş Bozcaada’nın bilinen en eski fotoğrafı, 1909 yılından kalma fotoğraflar, 1915 Çanakkale Savaşı sırasında burayı üs olarak kullanan Fransız ve İngiliz askerlerinin ailelerine yolladıkları kartpostallar, ayrıca bu askerlerin geride bıraktıkları çeşitli eşyalar ve bir de Ara Güler’in 1955 yılında Bozcaada’da çektiği ve Hakan Gürüney’e hediye ettiği 25 fotoğraf var.
Müzede, 1998-2009 yılları arasında, yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli müzayede ve sahaflardan toplanmış veya hediye edilmiş değerli belgelerin ve fotoğrafların dışında, adadaki Rum halkın geride bıraktığı eşyalar da çeşitli konu başlıkları altında, faklı odalarda sergileniyor. Artık sayıları iyice azalmış olan Rumların geçmişlerinin korunması ve Bozcaada’nın belleğinin canlı tutulması açısından bu, bence çok önemli bir çaba. Bozcaada’da Rumlar ve Türkler, 1455 yılındaki fetihten sonra, 500 yıl birlikte yaşamışlar. Çeşitli zamanlarda, Rum ve Türk nüfus fazlalık açısından birbirinin önüne geçmiş. Örneğin, bazı kaynaklara göre XVI. yüzyılda adada 242 Hristiyan (Rum) ve 55 Müslüman aile varken, 1745’te 300 Müslüman ve 250 Rum aile bulunmaktaymış. 1831 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus sayımına göre 439 Müslüman ve 793 Hristiyan (Rum) kaydedilmiş. Adanın 1912-1923 yılları arasında olan Yunan işgali sırasında Rum nüfusunda bir fazlalaşma, Türk nüfusunda azalma görülürken, toplam nüfus 5000’e çıkmış. Lozan’dan sonra ada nüfusu toplam 2000-2500 arası olmuş. Yaz aylarında 10.000’e kadar çıkabilen nüfus, kış aylarında yine 2500 civarında olarak belirtiliyor.
Türkiye’nin Rum vatandaşları açısından en tedirgin edici dönemler olan 6-7 Eylül 1955 ve 1974 Kıbrıs Harekatları sırasında Bozcaada’da hiçbir olumsuzluk yaşanmamış. Buna karşın, 1950’lerin ortasından itibaren, ve özellikle 1960’larda, adanın Rum nüfusu göç etmeye başlamış. Bir kısmı İngiltere, Fransa ve Amerika’ya, bir kısmı da o dönemde göçmen alımını özellikle artıran Avusturalya’ya gitmişler. 1994 sonbaharında yapılan sayıma göre, adada 20-25 dolayında Rum saptanmış. Bozcaada Belediyesi’nin web sitesine göre ise, günümüzde adada sadece 3 tane Rum kalmış.
Bozcaada Müzesi’ni gezerken Rumca konuşan bir grup geldi. Hakan bey ile sarılıp kucaklaştılar. Ona getirdikleri hediyeleri verdiler. Bunlar, Bozcaada’dan dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş adalı Rumlar ve çocuklarıydı. Hakan bey, onların iki gün sonra kutlanacak olan Aya Paraskevi günü için geldiklerini söyledi. “Her sene gelir, buraları ağlayarak gezer, anılarını ya da büyüklerini yad ederler” dedi. Günümüzde Avusturalya, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yaşıyor olsalar da, her sene 26 Temmuz’da Bozcaada’ya geliyorlarmış. Biz de sonraki günlerde şehir içinde dolaşırken ve Türk Mahallesinin meydanındaki Eski Kahve’de otururken çok sayıda eski Bozcaadalı Rum ile karşılaştık. Yürüteç ile masaların arasından geçmeye çalışan bir hanımın, yol vermek için ayağa kalkan eşime önce Rumca, sonra Türkçe teşekkür etmesi çok dokunaklı idi…
26 Temmuz günü tüm Yunanistan ve adalarında kutlanan Aya Paraskevi için farklı anlatımlar ve efsaneler olduğunu fark ettim. Bozcaada Rumlarının kutlama yapmak üzere ziyaret ettikleri Aya Paraskevi Manastırı ile ilgili hikayenin bile birkaç versiyonu var. Bunlardan birine göre Paraskevi, M.S. 138-161 yılları arasında Bozcaada’da yaşamış genç ve güzel bir kızmış. Günümüzde Göztepe olarak bilinen adanın en yüksek tepesindeki Ayyulas Manastırı’ndan genç bir rahibe aşık olmuş. Genç rahip de ona aşıkmış ama, kızın babası birlikte olmalarına izin vermemiş. Kızını, bugün Aya Paraskevi Manastırı’nın bulunduğu yerde sıkı bir göz hapsine almış. Aşıklar hiçbir zaman kavuşamamışlar. Paraskevi genç yaşta aşk acısı nedeniyle ölmüş. Günümüzdeki manastır binası 1700’lü yıllarda yapılmış. Yalnız, manastır kelimesi sizi yanıltmasın. Burası, tek katlı küçük bir şapel aslında. Kavuşamayan aşıkların anısına bir de dilek pınarı var.
26 Temmuz Aya Paraskevi Günü sabahında, manastırda bir ayin yapılıyormuş. Türkiye’nin diğer yerlerinden ve Gökçeada’dan da katılanların olduğu ayinin ardından, manastırın yanında, sekiz çınar ağacının altındaki Ayazma Restoran’da gün boyu eğleniliyormuş. Bazı yıllar Yunanistan’dan gelen dans ekiplerinin de katıldığı bu eğlencede yenilip içiliyor ve dans ediliyormuş. Biz, akşam yemeği için gittiğimizde eğlenceler sona ermiş ve kalabalık dağılmıştı. Ama, hem Yunanca hem de Türkçe şarkılar söyleyen müzisyen ikilinin eşliğinde harika bir gece geçirdik. Restoranı, adalı bir Rum aile işletiyor. Hoş bir esintide, uzaktan aşağıdaki Ayazma Plajı’nın seyrederek yemek yemek çok keyifli oldu. Hele gece olup, uzaktaki gemilerin ışıkları yanınca, kendimizi ortamın büyüsüne bıraktık…
Bozcaada Kalesi, gezmek için herkese önereceğim bir yer. Tarihe meraklı olmasanız bile, en azından çok güzel fotoğraflar çekebileceğiniz, şehrin topoğrafyasını tam olarak anlayabileceğiniz ve masmavi denizi doya doya seyredebileceğiniz bir nokta burası. Buradan Anadolu topraklarına ve Troya’ya bakmak da çok heyecan verici. Haluk Şahin’in dediği gibi, “Troya’nın yanışı en iyi Bozcaada’dan seyredilmiş olmalıydı”.
Adanın kuzeydoğu burnunda bulunan Bozcaada Kalesi’ni ilk olarak kimlerin yaptırdığı kesin olarak bilinmiyor. Yalnız burada, çeşitli dönemlerde Bizanslıların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin kullandığı bir kale hep olmuş. Çok stratejik bir noktada olması nedeniyle, adanın 1455 yılında alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478-1479 yıllarında yeniden inşa ettirilmiş. İçine, bir Osmanlı kalesinin olmazsa olmazı olan bir cami yaptırılmış. Bu cami daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından yenilenmiş ama, şu anda sadece temelleri var. Daha önce belirttiğim gibi, Bozcaada Osmanlıların ilk fethinden sonra birkaç kere Venediklilerin eline geçmiş. 1697 yılında Venediklilerden kesin olarak geri alınınca, 18. yüzyıl boyunca çeşitli defalar onarılmış. Osmanlı dönemindeki en büyük onarım, II. Mahmut zamanında, 1815 yılında, yapılmış. Cumhuriyet döneminde, 1965-1970 arasında ve en son 1996 yılında onarım görmüş.
Kalenin kara tarafında, bir zamanlar su doldurulduğu anlaşılan bir hendek var. Yaklaşık 10 metre genişliği ve 250 metre uzunluğu olduğu söylenen bu hendeğin üzerinde bir asma köprü varmış. Günümüzde giriş bu kapıdan yapılıyor. Deniz ve mendirek tarafındaki diğer iki kapı kullanılmıyor. İç ve dış kale olmak üzere iki ana bölümü olan kalenin dış kısmında, iki cephanelik, bir kuyu, iki tabya, tören ve eğitim alanları, kamacı atölyelerinin temelleri ve eskiden kale içinde yaşayanların evlerinin olduğu bir alan var. İç kale iki bölümden oluşuyor. Birinci kısımda revir, cami, minare, zindan ve kışla kalıntıları bulunuyor. Asıl iç kale olarak tabir edilen ikinci kısımda ise, sekiz burç, ortada bir levazım deposu, cephanelik ve sarnıç kalıntıları görülüyor.
Bozcada’da bir de, bizim gitmediğimiz, Yeni kale var. Bozcaada Kalesi’nin arka tarafındaki, değirmenlerin olduğu, tepede olduğu söyleniyor. Kaynaklarda buranın aslında, halk arasında Yeni Kale denmesine karşın, bir tabya olduğu belirtiliyor. II. Mahmut’un padişahlık döneminde, 1827 yılında Bozcaada Muhafızı Hafız Ali Paşa tarafından yaptırılan tabyadan günümüze sadece kalıntılar kalmış.
Halen Bozcaada’nın ibadete açık tek Rum Ortodoks kilisesi olan Meryem Ana ya da diğer ismiyle, Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi’ne de gittik. Ancak, kapalı olduğu için içini göremedik. Sanırım, içini görmek için Pazar sabahı ayinine gitmek gerek. Adada çok az cemaat kaldığını düşününce, kapalı tutulması normal. Yakın zamana kadar fotoğraflarında bir çan kulesi olduğu görülse de, şu anda çan kulesi yok. Etraftaki esnaftan öğrendiğimize göre, 1980’lerde yıkılma tehlikesi olduğu için kısmen sökülüp metal kafes içine alınan kule, sonradan yeniden yapılmak üzere tamamen yıkılmış. Giriş kapısında 1869 yılı yazan kilisenin yerinde Venedikliler zamanında da bir kilise olduğu söyleniyor. Bir zamanlar her yerden görünen çan kulesi 1895 yılında yapılmış. Orijinal halinde kule, 23,8 metre imiş. Dilerim, bir zamanlar Rum mahallesinin simgesi olan bu kule yakın zamanda, aslına uygun bir şekilde, yeniden yapılır.
Bozcaada’da iki tane de tarihi cami var. Her iki cami de Alaybey, yani Türk Mahallesinde. Köprülü Mehmet Paşa Camii, 1655 yılında, daha önce burada olan ve Venedikliler tarafından yıktırılan, Mıhçı Cami’nin yerine, Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı, sade bir cami. Zaman içinde olan tahribatlar nedeniyle birkaç kere onarım görmüş. Minaresi de 1965 yılında tamamen yeniden yapılmış. Halk arasında bu camiye Yalı Camii de deniyor.
Alaybey Camii, Bozcaada’nın Türk tarafındaki büyük ana meydana bakıyor. Burası, gördüğüm kadarı ile, çay bahçesi ve çocuk parkıyla birlikte, yerli halkın zaman geçirdiği asıl yer. Bu tarafta, Rum Mahallesi’ne göre daha az kafe, restoran ve otel var. Sokaklar daha sakin.
Caminin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor ama, 1700’lü yıllarda inşa edildiği tahmin ediliyor. İsminin, o zamanlar Kale kumandanı olan Miralay (albay) Ahmet Ağa’dan geldiği ve kendisinin, daha önce burada olup harabeye dönen Ali Ağa Camii’ni yeniden yaptırdığı düşünülüyor. Ana binası kırmızı, minaresi beyaz kesme taştan yapılma bu cami de diğeri gibi oldukça sade. Ancak, Alaybey Camii’nin haziresi biraz zaman harcamaya değer.
Cami avlusundaki 14 mezardan biri Osmanlı sadrazamlarından Halil Hamit Paşa’ya (1736-1785) ait. I. Abdülhamit döneminde sadrazamlık yapan Halil Hamit Paşa, eski Devlet Bakanı Kemal Derviş’in de altıncı kuşaktan büyükbabası oluyor. Halil Hamit Paşa, 2 yıl 3 ay yaptığı sadrazamlık sırasında Osmanlı devletini ekonomik olarak canlandırmak ve israfı kısmak için bir dizi reform yapmış. Fransızlarla teknik anlaşmalar yaparak, Fransız eğitmen ve mühendislerinin Türk donanmasına, topçu ve istihkam subaylarına ders vermesini sağlamış. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan Mühendishane-i Hümayunu yeniden yapılandırmış. Burada da Fransız hocaların astronomi, matematik, gemicilik gibi konularda ders vermesini sağlamış. Tüm bu modernleşme çabalarının yanında, Ruslarla da daha uyumlu bir dış politikadan yana olmuş. Oysa bu sırada, devlet içinde bir grup, Kırım’ı geri almak amacıyla, Ruslara karşı savaş açılmasından yanaymış. Sonunda, Padişahın kız kardeşinin de içinde olduğu bir komplo ile I. Abdülhamit, Halil Hamit Paşa’nın kendisini tahttan indirip III. Selim’i tahta çıkaracak bir grubun üyesi olduğuna inandırılmış. Paşa sadrazamlıktan azledilip Bozcaada’ya sürgüne gönderilmiş. Burada, bir hafta sonra kellesi uçurularak idam edilmiş. Vücudu, Bozcaada Alabey Cami’nin avlusundaki hazireye defnedilirken, kellesi bal tulumuna konarak İstanbul’a gönderilmiş. O da, ibreti alem olarak bir süre teşhir edildikten sonra, Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanına gömülmüş. İki yıl sonra girilen Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1787-1792) sonu ise, Halil Hamit Paşa’nın öngördüğü gibi, Osmanlı için hüsran olmuş…
Bozcaada’da sadece tarihi yer gezmedik elbet. Adanın mavi, hatta turkuaz denizinde doyasıya yüzdük de. Bozcaada’nın denize girmek açısından en iyi özelliği, rüzgar durumuna göre, adada daima uygun bir plaj olması. Poyraz esince, adanın arka tarafındaki Ayazma, Sulubahçe, Habbele ve Akvaryum koylarının sakin sularında yüzebiliyorsunuz. Ancak, Bozcaada’nın deniz suyunun, sıcak deniz sevenlere göre olmadığını söylemek zorundayım. İnsanı ürpertiyor. Denizin en sıcak olduğu ayların Eylül ve Ekim olduğu söyleniyor.
Biz, bir günümüzü Ayazma plajında geçirdik. Burada, ücret karşılığında şezlong ve şemsiyelerden yararlanabiliyorsunuz. Sosyal medyada çok sayıda fotoğrafı paylaşılan Akvaryum Koyu’nda ise, o tür bir hizmet yok. Deniz çok güzel görünmekle beraber, koşullar ilkel. Hatta sahile inen yol arabalar için oldukça tehlikeli. Umarım, kısa zamanda hem yol hem de plaj hizmeti açısından gelişme olur.
Denize girmek için, şehir içinde, Bozcaada Kalesi’nin önü de çok güzel bir nokta. Doğrusu, kaleyi gezmeye gitmeseydik biz bu seçeneğin farkında olmayacaktık. Yukardan aşağı bakarken gördüğümüz denize giren insanlar sayesinde, daha sonra mendirek tarafına gitmeyi akıl ettik. Buraya yan yana sıralanmış kafelerin şezlonglarından ve masalarından gün boyu yararlanabiliyor, masmavi ve tertemiz denizde yüzebiliyorsunuz. Biz çok keyif aldık. Üstelik otele de çok yakın.
Bozcaada’dan, tekrar gelmek üzere ayrıldık. Kim bilir, belki bir sonraki sefer bağ bozumu zamanı gelir, adanın bağcılık ve şarapçılık yönünü daha fazla görme, öğrenme ve yaşama olanağı buluruz.
Aslında Bozcaada, 2019 yılı yaz tatilimizde gittiğimiz tek ada olmayacak. Siz bu satırları okurken ben, büyük olasılıkla, yine bir adaya gitmenin hazırlıklarını yapıyor olacağım. Bir sonraki yazımda, bir başka adada buluşmak üzere, hoşça kalın…
Eline sağlık. Çok detaylı ve aydınlatıcı olmuş