Yine yılın o malum zamanı geldi. Pırlanta reklamları zamanı… Her yıl, Şubat ayının başından itibaren, yazılı ve görsel medyada neredeyse geleneksel olan bu reklamlarda tema hep aynı. Sevgi, aşk, ülkemizde her nedense Sevgililer Günü haline bürünen 14 Şubat ve tabii ki, bunların tümünün olmazsa olmazı, pırlanta… Benzer bir furya da Anneler Günü öncesinde eser oldu birkaç zamandır. Annenizi seviyorsanız, ne yapıp edip, ona bir pırlanta almalısınız. Ürünün fiyatı ile reklamlarda oynatılan çocukların yaşına bakınca, babanıza aldırmalısınız demeleri daha doğru olur aslında.
Toplumda sevgisizliğin, tahammülsüzlüğün, kabalığın ve şiddetin bu kadar arttığı bir dönemde, bir de sevginin bu şekilde maddiyata bağlanması ne acı… Üstelik, azımsanmayacak sayıda insan bu pazarlama cinliklerine, tuzaklarına düşüyor. Anladığım kadarıyla, kimi hemcinslerimiz 14 Şubat’ta kendilerine, nokta kadarcık da olsa, bir pırlanta alınıp alınmayacağı heyecanını, erkekler ise, taksitle falan da olsa, güçlerinin yetip yetmeyeceği endişesini yaşıyorlar. Bir de gençlerde o gün evlenme teklifi beklentisi var ki, o da ayrı bir stres konusu…
Oysa, bir zamanlar her şey ne kadar daha yalın ve kolaydı. Bir o kadar da içten… Sevgi karat ile ölçülmezdi. Türkiye’de Sevgililer Günü diye bir şey olmadığı gibi, evlenme teklifi de öyle pırlanta yüzük ile yapılmazdı. Yüzük, ki bu çoğunlukla sade bir altın alyans olurdu, nişanda takılırdı. Ailelerin ait oldukları sosyal sınıfa ve maddi olanaklarına göre, ek takılar da takılırdı elbette ama, şart da değildi. Bırakın maddi bir karşılıkla ölçülmelerini, sevgi, sevmek, sevgili olmak bu kadar dillerde pelesenk olmamış, amiyane tabirle ayağa düşmemişti. Aşk ise, bambaşka bir konuydu… İnsan ömründe ya bir kere, bilemediniz iki kere aşık olurdu. Aşk kelimesi sakınılarak, dikkatle kullanılırdı. Şimdiki gibi, olur olmaz zamanlarda, insanlar birbirine ulu orta “aşkım” diye seslenmezdi. Sizi bilmiyorum ama, ben süpermarkette, “Tuvalet kağıdı almamız lazım aşkım” ve benzeri cümleler duyunca irkilmeden edemiyorum.
Benim 14 Şubat kutlamasından haberdar olmam, 1960’ların sonlarında, çocukken yurtdışında oldu. O gün sınıf arkadaşlarım, kız erkek demeden, birbirlerine ve öğretmene küçük kartlar verince, önce ne olduğunu anlamadım. Üstünde kalplerle birlikte arkadaşlık ve sevgi sözcükleri olan bu kartlardan bana da düştü birkaç tane… 14 Şubat Aziz Valentin günü Sevgililer Günü değil, Sevgi Günü idi. Dostluk, arkadaşlık ve her türlü sevginin kutsandığı bir gündü…
14 Şubat Aziz Valentin günüyle ilgili çeşitli efsaneler var. Bunların arasında en yaygın olanı, İ.S. üçüncü yüzyılda geçiyor. Dönemin Roma İmparatoru II. Cladius, bekar erkeklerin evli olanlardan daha iyi savaştıklarına kanaat getiriyor ve askerlerin evlenmelerini yasaklıyor. Bunun büyük bir haksızlık olduğunu düşünen Valentin genç çiftleri gizlice evlendirmeye başlıyor ve durum ortaya çıkınca 14 Şubat’ta idam ediliyor. Ondan sonra Valentin günü kutlanmaya başlanıyor.
Öte yandan bu kutlamanın, tıpkı İsa peygamberin doğum tarihi kabul edilen 25 Aralık (Noel) için olduğu gibi, Hristiyanlık öncesinde paganların 14 Şubat’ta kutladıkları bereket festivalini gölgelemek için beşinci yüzyılda Papa tarafından ilan edildiği de biliniyor. Orta Çağ’da İngiltere ve Fransa’da kutlanmaya başlanan 14 Şubat, 18. yüzyıldan itibaren ABD, Kanada ve Avusturalya’da da kutlanmaya başlanıyor. Eskiden şeker, tebrik kartı ve çoğu el yapımı ufak tefek hediyelerle yetinilirken, şimdi nerdeyse tüm dünyada yılın en büyük alış veriş dönemlerinden birine vesile oluyor. Varlığı sürekli büyümeye, satış yapmaya bağlı olan kapitalist sistem 14 Şubat’ı da ticarileştirmeden edemiyor.
İçinde genel anlamda insan sevgisi ve hoşgörü olmayanın en yakınlarını bile sevemeyeceğine inanırım ben. Onlar ancak sevdiklerini zannederler. Şüphesiz, çevremizdeki her insanı sevmemiz mümkün değil, şart da değil. Ancak, insanlara önyargısız, ait oldukları toplumsal sınıf, etnik köken, milliyet ve inanıştan etkilenmeden bakabilmek bir adımdır. Kişisel ve toplumsal huzur için, barış için bir adım…
Yıllar içinde toplumumuzda artan şiddet, sevgisizlik ve kabalık son zamanlarda iyice rahatsız edici boyutlara ulaştı. Bunun belirgin göstergesi sadece artan cinayetler de değil üstelik. Günlük hayatta çevremde karşılaştığım ufak tefek durumların hepsi birer ipucu. Örneğin, pardon kelimesinin bu kadar az kullanılması. Siz kullandığınızda da, anlamsızca size bakılması. Günümüzde herkes, her durumda haklı. Kimsenin bir saniye düşünüp, “Belki istemeyerek de olsa, bir hata yapmışımdır. Özür dilemeliyim”, diye düşündüğü yok. Hele, kibarca da olsa, ufak bir uyarı yapmanız iyice af edilmez bir durum. Hemen ağzınızın payını alırsınız. Üzülerek görüyorum ki, çoğu zaman bu konuda en kaba, en nobran olanlar da maalesef hemcinslerim. Sanki bazı kadınlarımız yaş aldıkça daha bir düşüncesiz, hoyrat ve nadan oluyorlar. Artık bunun nedeni, kendi yaşadıkları sevgi eksikliğinden mi, yoksa hayatın onlara verdiklerinden duydukları hayal kırıklığından mı, bilemiyorum.
Hayatta bazı hoş rastlantılar vardır. Milliyet ve din farkına bakmaksızın, beni bir çocuk olarak, adeta kendi çocuğu gibi seven Yvette’in doğum günü 14 Şubat’tı. Fransız, Katolik ve iki yetişkin çocuk sahibi olmasına karşın beni o kadar sevmiş olmasının değerini o zaman tam olarak kavrayabildiğimi sanmıyorum. Şimdi geçmişe bakıp, düşündüğümde de nedeninin tam olarak ne olabileceğini bulduğumu söyleyemem. Ama işte, belki de güzel olan tarafı bu idi. Sebepsiz sevmesi…
Katolik inanca göre, yılın her günü bir Aziz’e ait olduğu için, Yvette’in Aziz’i de doğal olarak Aziz Valentin idi. Onun gibi sevgi doluydu. Ama aynı zamanda otoriterdi de. Yani, kendi çocuklarına nasıl davranmışsa öyle idi. Hatta bana biraz iltimas yaptığı bile söylenebilir. Örneğin, arada bir, kendi çocuklarını on iki yaşlarını tamamlayıncaya kadar sofraya oturtmadığını, onların erkenden yemeklerini yiyip yattıklarını söylerdi. Sofra adabını tam olarak öğrenmelerinden sonra anne ve babaları ile birlikte yemek yemelerine izin verilmiş. Bu anlamda kayırılmış olsam da, yemek boyunca uyarılar hiç bitmezdi. “Dirseklerini masaya dayama.” “Dik otur”. “Ekmeğini bitir”. Bu ve benzeri şekilde süren uyarılar. Hele bu ekmek ile ilgili hiç unutmadığım bir anım var. Kalan bir ekmek parçasını bitirmem için Yvette bana biraz daha tereyağı almamı söylemişti. Ne var ki, bu sefer de ekmek bitti, tereyağı arttı. Tabii ki, yeniden ufak bir parça ekmek almam gerekti. Böylece, sofradan kalkmak için sabırsızlanan aile üyelerinin bakışları altında, ekmek ve tereyağını denkleştirmek için epeyce bir uğraş vermek zorunda kaldım. Kabus gibiydi…
Birlikte geçirdiğimiz Noel ve Paskalya tatilleri, Yvette’in kırmızı spor arabasına binip gittiğimiz gezmeler, kışın sıcak limonata içerken yaptığımız yap-bozlar, bazı geceler koyun koyuna uyumamız… Hepsi hatırımda…
Arada bir de, yemek sonrasında benden, kendisine ait özel çikolata kutusunu getirmemi isterdi. Bunlar el yapımı, anladığım kadarı ile, oldukça pahalı çikolatalardı. Yvette getirdiğim kutuyu açar, eşinin ve tatil için gelmiş çocuklarının gözleri önünde, bir tane bana verir, bir tane kendisi alır ve kutuyu geri götürmemi isterdi. Kendi evimizde asla böyle bir ayrım yapılmadığı için, bir çocuk olarak bu olayı anlamakta zorluk çeksem de, içimde hafif bir nispet yapma duygusu ile, ağzımda yavaş yavaş erittiğim çikolatanın tadını çıkarırdım…
Toprağın bol olsun Sevgili Yvette… Ya da, sana hitap etmemi istediğin şekilde, Tante Yvette…
Kimi zaman da, sizi tanımayan ama, yüreği sevgi ile dolu bir insan öyle bir şey yapar ki, asla unutamazsınız. Sevgi denilince aklınıza gelir. Siz de onu sevgi ile anarsınız. 14 Şubat günü o da aklınıza gelir. Kim olduğunu, nerede olduğunu bilmeseniz de… Birkaç yıl önce böyle bir şey yaşadık ve unutulmaz anılarımızın arasına ekledik.
Birkaç yıl önce gittiğimiz New York’da, bir akşamımızı ünlü Tavern on the Green restoranında bir akşam yemeği yemek üzere ayırmaya karar verdik. Tavern on the Green, Manhattan’da, Central Park’ın batı tarafı ile 67. sokağın birleştiği noktada, yeşilliklerin üstünde bir restoran. Bina, 1870 yılında Central Park’ın “Koyun Çayırı”nda otlayan 200 kadar koyunu barındırmak için ahır olarak yapılmış. 1934 yılında parkın ıslahı gündeme gelince, koyunlar Brooklyn’deki Prospect Park’a gönderilmiş ve bina restoran haline getirilmiş. 1940 ve 1950’lerde eklenen geniş veranda ve dans pistiyle popülaritesi iyice artan restoran, 1976 yılında, yeni sahibi, Warner LeRoy’un eklediği Crystal Room (Kristal Oda) ile birlikte şöhretinin doruğuna ulaşmış. Işıl ışıl bakara kristalinden avizelerin altında senatörler, film ve tiyatro oyuncuları, finansçılar ve üst düzey yöneticiler yemek yer olmuşlar. Ne var ki, yıllar içinde biriken borçlarla birlikte, sahibi LeRoy’un ölümü, varislerin 2000’li yılların sonunda iflas ilan etmelerine yol açmış. Bu arada, 2009 yılında o muhteşem Kristal Oda, Belediye Başkanı Michael Bloomberg tarafından, kaçak yapı olduğu gerekçesi ile yıkılmış.
Tavern on the Green, akıbeti belirsizlik içinde, birkaç yıl kapalı kaldıktan sonra, 2014 yılında yeniden açıldı. O zaman basında, yeni sahiplerinin tamir ve yenileme için 20 milyon dolar civarında harcama yaptıkları yazılmıştı. Ancak, restoranın yeni dekorasyonu eskisinden oldukça farklıydı. Daha modern, daha minimalist bir tarzı vardı. Ağaçların altında yemek yenebilecek geniş bahçede de artık Kristal Oda yoktu.
Biz, serin bir Haziran akşamında gittik Tavern on the Green’e. Çok sıcak olmasa da, eğer tedarikli gittiyseniz, bahçede oturulabilecek bir hava vardı. Girişteki karşılama sırasında, ayırttığımız masanın içeride mi yoksa dışarıda mı olduğu konusunda bir konuşma oldu ama, açıkçası, ben etrafı incelemekten pek ilgilenemedim. Sonra, bana sanki en uzun yoldan gidiyormuşuz gibi gelen bir şekilde, bahçeye çıktık ve yer gösteren hanımı izleyerek masamıza yöneldik. Uzaktan masanın üzerinde gördüğüm kocaman kırmızı gül buketine önce bir anlam veremedim. Diğer masalarda da var mı diye de tam olarak bakamadım. Ama, yerimize oturtulunca iyice emin oldum. Hayır, diğer masalarda böyle bir buket yoktu… Üstelik, üstüne bir kart iliştirilmişti… Heyecanlandım. Hem çok hoşuma gitti hem de çok şaşırdım. Her dakika birlikteydik. Hangi arada derede bu güzel sürprizi organize etmişti? Bir türlü anlayamadım.
Bu arada, belli ki bizi başkaları da izliyordu… Zira, ben henüz şaşkınlığımı üstümden atıp, bir şeyler sipariş verme aşamasına geçemeden, garson iki kadeh şampanya ile masamıza geldi. Şampanyaları, uzak masalardan birinden, o günün bizim için özel olduğunu tahmin eden bir beyin, bize hediye olarak gönderdiğini söyledi. Kim olduğunu sorduğumda, uzakları işaret ederek, “Oradaki şapkalı bay” dedi. Baktım ama, kim olduğunu anlayamadım. Yine de, o tarafa doğru kadeh kaldırıp, havaya doğru teşekkür ettim. Garsona da teşekkürlerimizi iletmesini söyledik.
Ortam çok romantik, her şey çok güzeldi. Gece ilerliyordu. Yemeğin sonuna geliyorduk ki, bu sefer garson kocaman bir tatlı tabağı ile geldi ve yine aynı kişinin yolladığını söyledi… Mahcubiyetimiz arttı… Belli ki, yüce gönüllü bir insandı. Kimi insan vardır, mutlu insan görmeye tahammül bile edemez. O ise, mutluluğu kutsayan, mutlu bir çift görmekten kendi de mutlu olan bir insandı… Yaptığı ince jeste nasıl karşılık vereceğimizi bilemedik. Kalkıp, yanına gitsek olmazdı. Zaten, hala anlayamamıştık kim olduğunu. Yine teşekkürlerimizi yolladık.
Yemeğimiz bitmiş, masadan kalkma vakti gelmişti. Bizimle birlikte kalkan epeyce insan olmuştu. Çıkışa doğru yönelirken ben önden yürüyordum. Arkamdan birisinin, “My man!” (Adamım benim), dediğini duydum. Kalabalıkta ben yine göremedim onu. Neyse, en azından, birimiz görmüş ve şahsen teşekkür etme fırsatı bulmuştuk… O ince zevkli, nazik insan, siperlikli şapkasını ters takmış bir Afro-Amerikalı imiş…
Sevgi olsun… Aşk olsun…
Hepinizin, 14 Şubat Sevgi Gününüz Kutlu Olsun…