#TBT

Açıkçası, benim bu #tbt olayının farkına varmam çok eski değil. #tbt… Yani, sosyal medyada kullanılan “Throwback Thursday” etiketi. Oysa, 2011’den beri Instagram’da kullanılıyormuş. Giderek, popülerliği o kadar artmış ki, şimdi Twitter, Facebook gibi sosyal medya ortamlarında da sık sık kullanılıyor. “Throwback” deyiminin çıkışı ise, Instagram’ın ortaya çıkmasından bile önce imiş. Konuşma dilinde bugünkü anlamında kullanılması 2003 yılına kadar gidiyormuş.

“Throwback Thursday”, sosyal medya ortamında insanların, perşembe günleri, #tbt etiketi koyarak oluşturdukları bir paylaşım zinciri. Amaç, eski ve güzel günlere, anılara bir dönüş yapmak. Çıkışı Instagram olduğu için, bu genelde bir fotoğraf oluyor ama, diğer sosyal medya ortamlarının da bu kervana katılması ile birlikte, müzik ya da video gibi farklı araçlar da kullanılabiliyor. Şimdi bir de, bu uygulamayı haftanın farklı günlerine yayarak, #tbf, #tbs gibi etiketler de çıkmaya başladı. Böylece, cuma günleri ayrı, cumartesi ya da pazar günleri ayrı temaları temel alan paylaşımlar yapılıyor.

Ne yalan söyleyeyim, başta bana oldukça saçma geldi tüm bu olay. “Bu da nereden çıktı?” diye düşünmeden edemedim. Hoş, daha saçmalarını da görmüşlüğümüz var… Neydi o bir aralar, koca koca insanların kafalarından aşağı su döküp, videosunu paylaşmaları? Hatırladığım kadarı ile, önemli bir şeye dikkat çekmek içindi ama, bence yine de çok saçma idi. Saçma veya değil, sosyal medya şirketleri bu tür şeyleri ortaya atıyorlar ve siz, başta yadırgasanız da, giderek alışıyorsunuz. Sonra, bir bakmışsınız, şirketler de bu modayı reklam amaçlı olarak, etkin bir şekilde kullanmaya başlıyorlar.

Bugün, günlerden perşembe… Hadi, “trend”e uyup, ben de bir #tbt yapayım diyorum… O günü, 2 Aralık 1977 gününü anayım diyorum… İki gün sonra tam 40 yıl olacak… Ama elimde o güne dair bir fotoğraf yok. O zamanlar, fotoğraf çekmek böylesine kolay, böylesine sıradan bir olay değildi. Akıllı telefon ile her anı kaydetmek diye bir şey hayal bile edilemezdi. Akıllı telefon hayal edilemezdi… Fotoğraf çekeceksen, yanında makine taşıyacaksın. İçinde yeterli filmin olacak. Sonra, filmi tab ettireceksin ve fotoğrafçıdan fotoğrafları teslim alana kadar resimlerin nasıl çıktığını bilemeyeceksin. Kimi zaman da, fotoğraflar o aşamaya bile gelemeyecek. Filmi dibine kadar sarmadığın için ya da arkadaki kapağı zamansız açtığın için resimler “yanacak”…

Her neyse… Yani demem o ki, bu #tbt tamamen hafızamıza dayanacak. Yıllardır unutamadıklarımıza… Yıllardır gözümüzün önüne gelenlere… Öyle bir günü unutmak mümkün mü?

1977 yılı karanlık bir yıldı… 1970’lerin tamamı öyleydi aslında ama biz, ilk gençlik çağındakiler, başlangıçtaki olayları çok da iyi algılayamamıştık. Ya da benim sosyal ortamımda öyleydi diyeyim. Bir takım şeyler tabii ki duyuyor, siyah beyaz televizyon kanalında izliyorduk. 12 Mart Muhtırası, ardından gelişen olaylar… Geceleri arada silah sesleri duyuyor, gazetelerde bazı eylemleri, çatışmaları, idamları, kurulamayan hükümetleri okuyorduk. Ama biz, ergenlik yaşlarının kendi sorunları ve heyecanları ile birlikte, başka bir dünyada yaşıyor gibiydik. Ta ki, üniversite yıllarımıza gelene kadar…

1975 yılının ağustos ayı sonunda ODTÜ’yü kazandığımı öğrenince çok mutlu olmuştum. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okuyacak olmak son derece gurur vericiydi benim için. Gerçi, sadece birkaç yıl önce olan “olaylar” değil, biz lise son sınıfta iken yapılan 6 aylık boykot nedeniyle de, çevremde ODTÜ ile ilgili bir tedirginlik vardı…

ODTÜ’de yapılan 6 aylık boykot nedeniyle, 1975 Güz dönemi girişli olan bizler, okula zamanında başlayamamıştık. Önce, eski öğrencilerin yaşanan ders kaybını kapamalarını beklememiz gerekmişti. Bu yüzden, derslere başlayabildiğimiz Şubat 1976’ya kadar kendimi tuhaf bir ruh halinde, bir tür arafta hissetmiştim. Lise bitmişti, üniversiteyi kazanmıştım ama, üniversite öğrencisi olamamıştım…

ODTÜ’de fiilen okumaya başladıktan bir yıl sonra, 13 Şubat 1977’de, Mütevelli Heyeti, Aydınlar Ocağı üyesi ve MHP yanlısı Hasan Tan’ı rektör olarak atadı. Evet, o zamanlar ODTÜ, özel çıkarılmış bir yasa çerçevesinde, diğer üniversitelerden ayrı bir statüde yönetilmekteydi ve bugün sadece vakıf üniversitelerinde olduğu gibi, bir Mütevelli Heyeti vardı.

Hasan Tan rektör olur olmaz, okulda gerilim arttı. Öğrenciler ve akademisyenler tepki göstererek, dersleri boykot ettiler. Ardından rektör, 400 faşist militanı işçi olarak işe aldı. Bunlar sürü halinde yerleşkede gezmeye ve ona buna sataşmaya başladılar. Rektörün bölümlerde keyfi olarak yaptığı atama ve uygulamalara tepki gösteren akademisyenlerin evlerine bombalı saldırılar yaparak baskı kurmaya çalıştılar. Sonunda, direnişi kırmak için, Hasan Tan okulu kapatıp, yurtları boşalttı ve böylece 9 aylık boykot başlamış oldu. Bu boykotun en önemli özelliği, sadece öğrencilerin bir hareketi olmayıp, akademisyeni, çalışanı ve işçisi ile, hep birlikte yapılmış bir eylem olmasıdır. Sadece öğrencilerin derse girmemesi değil, akademisyenlerin de ders vermeyi reddetmesidir aynı zamanda.

Hasan Tan’ın zoraki rektörlüğü, Ertuğrul Karakaya isimli öğrencinin ana kapıda vurularak öldürülmesine kadar sürdü. Olaydan sonra Hasan Tan istifa etti ama, işe aldığı 400 militan okulda çalışmaya devam etti. Birkaç ay sonra, okul açıldı… Yavaş yavaş okula, derslere yeniden alışmaya çalışıyorduk. O gün, günlerden 2 Aralık 1977 idi…

Dersteyiz. Şiddetli bir patlama sesi… Hoca dersi kesiyor ve camdan bakıyor. Herkes dehşet içinde birbirine bakıp, hep bir ağızdan konuşurken, kapı açılıyor ve içeri Öğrenci Temsilciliğinden bir arkadaş giriyor. Hasan Tan’ın işe aldığı militanların Rektörlük binasının üst katlarında toplandıklarını ve bir ses bombası attıklarını söylüyor. Sınıflar boşalıyor. Bazı öğretim üyelerinin de katılımıyla, herkes Rektörlüğün arka tarafındaki çimenlik alana gitmek üzere merdivenlerden iniyor. Ben, tuvalete gitmem gerektiği için arkadaşlarımdan geride kalıyorum. Nasıl olsa yetişir, onları orada bulurum.

Matematik binasından çıkıp, Rektörlük binasının arka tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Bütün okul orada toplanmış bile. Üst katlardan aşağıya doğru küfür ediyorlar. Aşağıdan yukarıya doğru, binlerce kişi hep bir ağızdan slogan atıyor. Küfür eden faşist militanlardan birisi kız. Tiz sesi açık alanda yankılanıyor ve insanın kulağını tırmalıyor.

Fizik binasını geçtim. Toplanılan alana çok yakınım artık. Birden, yukardan aşağıya bir cisim atılıyor. Kitap mı, başka bir şey mi, tam olarak göremiyorum. Kalabalıkta hafif bir dalgalanma oluyor ama, sonra herkes eski yerine dönüp, slogan atmaya devam ediyor. Birkaç adım sonra ben de yeşillik alanda olacağım. Yukardan kalabalığın üzerine ikinci kez bir şey atılıyor. Bu sefer kimse kıpırdamıyor… Birden bire, müthiş bir patlama sesi… Çığlıklar, bağrışmalar… Her yöne kaçmaya çalışanlar, koşanlar…

Arkamı dönüp, geldiğim yöne doğru koşmaya başlıyorum. Şimdi silah sesleri de başladı. Rektörlük binasından aşağıya, öğrencilerin üzerine ateş açtılar. Herkes birbirini eziyor. Herkes panik içinde. Ne olursa olsun, yere düşmemeliyim… Yakınlarda bir ağaçtan yüzlerce serçe havalanıyor, çığlık çığlığa… O ağaçta bu kadar serçe varmış meğer. Aklımdan hızla bu da geçiyor. Koşuyorum, koşuyorum… Kulaklarımda bir uğultu. Sanki sesler çok uzaktan geliyor gibi… Bir de, kalp atışımı duyuyorum sürekli. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor…Dilim, damağım kurumuş vaziyette ama, vücudum ter içinde…

Daha yakın diye, kendimi Fizik Bölümünün gerisine atıyorum. Oradan, Matematik binasının arka taraftaki kantinine geliyorum. Benimle aynı yolu izleyen 5-10 kişi daha var. Şimdi içerdeyim ama, nefes alışım bir türlü sakinleşmiyor. Dışarda hala gürültü, patırtı var. Bir sandalyeye oturup, arkadaşlarımı bekliyorum… Bir öğrenci vurulmuş diyorlar…

Bir zaman sonra, bizim sınıftakiler birer ikişer geliyorlar. Renkler bembeyaz… Göz bebekleri büyümüş, yüzlerde dehşet ifadesi… Herkes, hep bir ağızdan, olayı ve nasıl kaçtığını birbirine anlatmaya çalışıyor. Anlatırsak sanki sakinleşeceğiz. Derken, biri çok zayıf, diğeri orta yapılı, sonuncusu ise oldukça şişman, üç arkadaşımız içeri giriyor, soluk soluğa… Onlarda da aynı yüz ifadesi… Sonra, birbirlerine bakıp, katılırcasına gülmeye başlıyorlar. Anlaşılan o ki, bombanın atıldığı noktaya çok yakın olan bu arkadaşlarımız can havliyle kaçarken, en zayıf arkadaş yere düşüyor. Onun üstüne orta yapılı olan, onun da üstüne şişman arkadaşımız düşüyor. En altta kalan, “Oğlum mahvettiniz beni” diyor gülerken. “Hadi lan, vücudumla sizi korudum” diyor şişman olanı. Herkes gülmeye başlıyor. Sinirler boşalıyor artık…

O kadar yakınımıza geldiği halde, ölüm tehlikesine gülebildiğimiz o günde, 20 yaşındaydık henüz. Belki bazılarımız biraz daha büyüktü. Bu, olayın vahametini kavrayamadığımızdan, ya da hafife aldığımızdan değildi. Gençliğin verdiği bir tür “ölümsüzlük” duygusundandı kanımca. Oysa, ölüm yabancı olduğumuz bir şey değildi o günlerde…

Saldırganların, önce ses bombası kullanarak herkesi Rektörlük binasının etrafına topladığı, sonra bomba atıp, ateş ettiği kalabalıktaki herkes bizim kadar şanslı değildi. 2 Aralık 1977 günü ODTÜ’de yapılan bu saldırıda 52 kişi yaralandı, bir kişi kaldırıldığı hastanede öldü. Saatler sonra, daha güvenli olduğu için, binlerce kişi yurtlara gitmek için yürüyüşe geçtiğinde, Rektörlük binasının arka tarafındaki alanın yanından geçtik. Etrafta kitaplar, defterler, kırılmış gözlükler ve bol miktarda ayakkabı teki… Bombanın düştüğü yerde ise kocaman bir delik vardı. Günümüzde genç ODTÜ’lü arkadaşlar neyi temsil ettiğini biliyorlar mı, bilemiyorum ama, şimdi orada bir anıt var. Dokuz çubuktan oluşan bu anıt, hem 1977’deki 9 aylık boykotun, hem de 2 Aralık saldırısının anısına yapılmıştır…

ODTÜ 2 Aralık 1977 Anıtı (Fotoğraf: Aydın T)

Modena

Emilia-Romagna bölgesi gezimize başlamak için Bologna’ya uçtuk ama, orada kalmadık. Görmek istediğimiz diğer şehirlere gittikten sonra, Bologna’da son birkaç günümüzü geçirmeye karar vermiştik. Bunun en önemli nedeni, bazı İtalya gezilerimizde, son gün havaalanına yetişmek için yaşadığımız gerginlikler oldu. Yol tamiratı, güzergah üstünde olmuş bir kaza ve benzeri olaylar nedeniyle birkaç kere uçağa ucu ucuna yetişebilmiştik. Onun için, uçaktan iner inmez, havaalanından kiraladığımız araba ile Modena’ya doğru yola koyulduk.

Bologna’dan Modena’ya araba ile yaklaşık bir saatte gidiliyor. İnişi çıkışı olmayan, düz bir yol bu. Zaten, bu gezi boyunca yükseklere tırmanmamız gereken tek yer San Marino oldu. Onun dışında, bölge genel olarak fazla yüksekliği olmayan bir yapıda.

Modena, nüfusu 200.000 bile olmayan, küçük bir şehir. İstanbul gibi bir metropolden gidince, insan ilk başta bu sakinlik ve sessizliği yadırgamıyor değil. Trafik az, sokaklar tenha, insanlar telaşsız ve keyifli…

Modena Katedrali (11-12.yy)

Kaldığımız Hotel Estense, şehrin tarihi bölgesine kısa bir yürüyüş mesafesinde. İtalya’da şehirleri Duomo’dan, yani şehir katedralinden gezmeye başlamak sizi hiç yanıltmaz çünkü, bu büyük ibadethanelerde mutlaka dönemin önemli sanatçılarının sanat eserleri bulunur. Orta Çağ boyunca olsun, Rönesans ve Barok dönemlerde olsun, irili ufaklı tüm İtalyan yerleşim yerleri, güçleri yettiğince yaptırdıkları kilise ve katedralleri duvar resimleri, tablolar ve heykellerle donatmışlardır. Bu nedenle, hiç ummadığınız yerlerde, gizli saklı köşelerde bile karşınıza sanat şaheserleri çıkar.

Modena Katedralinin İçi
Modena Katedralinin İçinden Detaylar

Modena katedrali, 11. ve 12. yüzyıllarda yapılmış ve 1997 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Çok büyük olmamakla beraber, Gotik ve Romanesk mimari tarzlarının kaynaştırılması ve içeride kullanılan koyu renk tuğlaları ile etkileyici bir atmosferi var. Ayrıca, pencerelerdeki vitraylar da çok güzel. Özellikle etkileyici bulduğum eserler ise, iki tane. Her ikisi de, terracotta (pişmiş toprak) eserler. İlki, katedralin kript’inde (bodrum katında) sergilenen, Guido Mazzoni’ye ait Madonna della Pappa. Pişmiş topraktan yapılmış, beş adet insan boyunda figürden oluşan bu eser çok gerçek duruyor. Diğer eser ise, katedralin çıkışına yakın bir noktada sergilenen, Antonio Begarelli’nin 16.yüzyılda yaptığı İsa’nın Doğumu isimli eseri.

Madonna della Pappa- Guido Mazzoni (15.yy)
İsa’nın Doğumu- Antonio Begarelli (16.yy)

Duomo’nun arka tarafında yükselen kule, Torre Ghirlandina, sadece bir çan kulesi değil, aynı zamanda Modena’nın sembolü. 13.yüzyılda yapılmış. Şehir sakinlerine ibadet saatlerini, düğün ve cenazeleri duyurmanın dışında, salgın hastalıkları, şehre yaklaşan saldırı tehlikelerini ve yangınları da duyurmak için kullanılırmış.

Modena Katedrali ve Ghirlandina Kulesi

Hava güneşli ve ılık… Duomo’nun önündeki meydanda yiyecek tezgahları var. Köylülerin ürünlerini doğrudan getirip, sattıkları bir haftalık bir “gastronomi panayırı” imiş bu. Yöreye özgü her türlü yiyeceği görmek mümkün. Peynirler, domuz jambonları, sebze ve meyve… Hepsi çok iştah açıcı. Bir de trüf mantarı tezgahları var bol miktarda. Konserve ve taze olarak satıyorlar. Bu kara ve şekilsiz görünen mantarların bu kadar lezzetli olması doğanın hoş bir sürprizi gibi sanki…

Duomo’yu, önündeki pazarı ve aynı meydana bakan belediye binasının (Palazzo Comunale) halka açık, tarihi salonlarını gezdikten sonra, doğrusu dinlenmeyi hak ettik. Katedralin arka tarafındaki caddeye bakan küçük bir kafede oturup, kahvemizi yudumlarken, etrafı izledik. Çokça bisikletlinin, az sayıda arabanın geçtiği caddenin kaldırımlarında insanlar sakin ve keyifli adımlarla önümüzden geçiyorlardı. İtalya’nın bana daima hissettirdiği keyif ve rehavet havası işte yine beni teslim almaya başlamıştı. Güneş de tatlı tatlı sırtımı ısıtıyordu. Yanımızdaki masada bir grup yaşlı erkek gülüşerek konuşuyor, şakalaşıyorlardı…

Eminim, kişiden kişiye farklılık gösteriyordur ama, Ferrari denilince ilk aklıma gelenler kırmızı renk, gençlik ve hız oluyor. Bir de zenginlik, doğal olarak. Paranız yoksa, tabii ki bir Ferrari’niz de olamaz. Öyle taksitle de alınabilecek gibi değil hani… Marka imajı denilince bence, Ferrari bu konuda en başarılılarından. Çünkü, hedef kitlesi olmayan, ürününü satın almayı hayal bile edemeyen milyonlarca insan için bile bir tutku olmayı başarmış bir araba markası o.

Emilia-Romagna bölgesi, araba yapımcılarının çok olduğu bir bölge. Ferrari, Lamborghini ve Maserati bunlardan birkaçı. Açık söylemek gerekirse, bunlardan birinin öyküsünün peşine düşeceksek, bu Ferrari olmalı diye düşündüm ben. Ah! Yine kafamdaki o, şeker gibi, kırmızı araba imajı işte…

Ferrari’nin, biri Modena’nın içinde, diğeri şehrin yaklaşık 15 kilometre dışında, Maranello’daki fabrikasının yanında olan, iki müzesi var. Modena’nın içindeki müze aslında, Ferrari ailesinin eviymiş. Kurucu Enzo Ferrari de bu evde doğmuş, büyümüş. Enzo Ferrari, 1927 yılında, bir yarış arabası alabilmek için bu evi satmış. Daha sonra tekrar satın alındığı anlaşılan bu adreste bir takım motorlar ve arabalar sergileniyor ama, esas görülesi yer Maranello’daki müze.

Museo Casa Enzo Ferrari- Modena

Enzo Ferrari, 1898 yılında doğmuş. Henüz 10 yaşında iken babası ile birlikte gittiği bir araba yarışından çok etkilenmiş. Araba yarışı dediysem, bugünkü Formula 1 yarışları aklınıza gelmesin. O zaman arabalar 12 beygir gücünde ve en fazla saatte 60 kilometre gidiyorlar. Ondan sonra, arabalar ve yarışlar onun için bir tutku olmuş. Uzun bir süre, Alfa Romeo’nun yarış pilotluğunu yapmış. İlk Ferrari arabasını ise, 1947 yılında tasarlamış ve üretmiş.

Maranello’daki müzede, Ferrari’nin öyküsünü baştan, günümüze kadar izleyebiliyorsunuz. Bugüne kadar üretilmiş her model ve renk araba sergileniyor burada. Ama kırmızı olanlar bir başka güzel, bir başka çekici sanki. Enzo Ferrari, “Bir çocuğa araba resmi çizmesini söyleyin. Mutlaka kırmızı renkli çizecektir” diyerek, kırmızı arabalara olan tutkusunu ifade etmiş. Kendisi, 90 yaşında Modena’da ölmüş ama, “En iyi Ferrari, henüz daha üretilmemiş olandır” sözleri ile efsanenin devam edeceğine işaret etmiş. Evet, müzeyi gezen insan seli, efsanenin sürdüğünü gösteriyor…

“Sonsuz Kırmızı”ya Bilet…

Ferrari müzelerini gezerken aklıma sürekli, geçmişte haberi yapılan bir yurttaşımız geldi ve kendimi için için gülmekten alamadım. Hatırladığıma göre, Belçika’da yaşayan bu kişi Ferrari’sine, ekonomik olsun diye tüp taktırmak istemiş. İşlem sırasında çıkan sorunlar nedeniyle, Ferrari’nin temsilciliğine sorunun nasıl çözülebileceğini sormuş. Dehşete kapılan Ferrari ekibi, markalarının imajını korumak adına, derhal bedelini ödeyip, arabaya el koymuşlar. Neyse ki, müzede bu olayla ilgili bir bilgi verilmiyordu…

Museo Casa Enzo Ferrari

Sadece müzeyi gezmekle kalmayıp, bir de test sürüşü yapmak isterseniz, Maranello’da bunu da yapabiliyorsunuz. Değişik Ferrari modellerine göre, 10 kilometrelik bir sürüş (süresi yaklaşık 10 dakika olarak belirtiliyor) için ücret, 80 ile 200 Euro arasında değişiyor.

Modena’ya gelmeden önce okuduğum bütün kaynaklar, burada bir balzamik sirke üreticisinin ziyaret edilmesini öneriyordu. Balzamik sirke, son yıllarda ülkemizde sadece restoranlarda değil, evlerde de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Marketlerde, İtalya’dan ithal edilmiş balzamik sirkelerin dışında, Türk üreticilerin de ürünlerini bulmak mümkün. Balzamik sirkeyi biz de evde severek kullanmamıza rağmen, doğrusu, üretim sürecinin görülmesinin niye bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Yıllar önce, Türkiye’de iş için bir sirke üreticisine gitmişliğim vardı. Süreç oldukça basitti. Modena’nın ve Avrupa’nın en eski balzamik sirke üreticisi Acetai Giusti’ye giderken düşündüklerim bunlardı açıkçası. Ama gidince, bugüne kadar balzamik sirke ve üretimi hakkında hiçbir şey bilmediğimi gördüm. Ayrıca bizim, İtalya’dan ithal edilmiş de olsa, marketlerden aldığımız balzamik sirkenin ticari, gerçek ve yüksek kaliteli olanının ise, iyi bir şarap gibi değerli olduğunu öğrendim.

Giusti, 1605’ten Beri…

Acetai Giusti, 1605 yılında kurulmuş. Guisti ailesi 17 kuşaktan beri balzamik sirke üretiyor. Kuşaklar boyunca, Avrupa’nın kraliyet aileleri, soyluları ve Papaları için üretim yapmışlar. O dönemlerde sadece zenginlerin alabildiği bir ürünmüş. Şimdi de çok ucuz olduğu söylenemez. Eski çağlarda özellikle şifa niyetine, ilaç gibi kullanılıyormuş. Soğuk algınlığına, ses kısıklığına, mide rahatsızlıklarına iyi geldiği düşünülüyormuş. Modena’lı olan ünlü tenor Luciano Pavarotti de, sahneye çıkmadan, sesini açmak için, ufak bir kadeh balzamik sirke içermiş. Öğrendiğimize göre, bu yörede balzamik sirkenin, İtalya’nın yemek sonrası içilen “digestivo”ları (hazmı kolaylaştırıcı içkiler) gibi, yemek sonrası içilmesi yaygınmış. Tesisi gezdikten sonra yapılan tadımda tattığımız değişik sirkeler, bunun pekala mümkün olduğunu gösterdi bize. Özel meşe fıçılarda, 25 yıla kadar bekletilen balzamik sirkelerin, yıllanma yaşına göre farklı tatları, kıvamları, kokuları vardı. Kimi trüf mantarlı, kimi böğürtlenliydi. Küçük çay kaşıkları ile yaptığımız tadımda, 25 yıl yıllanmış olan, ailenin geleneksel sirkesi çok lezzetliydi. Bu çeşidi, Parmesan peyniri, balık, tavuk gibi yiyeceklerin üzerinde tükettiklerini belirttiler. Bazısını ise, tatlıların üstüne damlatarak tüketiyorlarmış. Biz, bir şişe 12 yıllık trüf mantarlı, bir de 20 yıllık sade sirkelerinden satın aldık.

Balzamik Sirke 25 Yıla Kadar Meşe Fıçılarda Yıllandırılıyor

İtalya’da veya dışında, İtalyan yiyecek ürünlerinin kalitesinden emin olmak istiyorsanız, ambalajında DOP (*) damgasını aramalısınız. Bu damga ile, ürünün (balzamik sirke, Parmesan peyniri, jambon, zeytinyağı vb) kaynağının belli olduğu, yerel üreticiler tarafından, katkı maddesi konmadan ve geleneksel yöntemlerle üretildiği ifade ediliyor. Tıpkı şarapların DOC ve DOCG damgaları gibi, gıda maddesinin kalitesi de, bağlı olunan konsorsiyumun sıkı denetimi ile garanti altına alınmış demek oluyor.

Sağdaki 25, Soldaki 12 Yıllık Balzamik Sirke…

Modena’lıların bir diğer övünç kaynağı Pavarotti. Ünlü tenor, 1935 yılında, şehrin eteklerinde, bir fırıncı ve amatör şarkıcının oğlu olarak, çok kalabalık bir aileye doğmuş. 2007 yılında, 71 yaşındayken yine Modena’da ölmüş. Yeşilliklerin ortasındaki mütevazi evi günümüzde müze. Operanın genç kuşaklar tarafından sevilmesine büyük katkısı olan bu büyük sanatçının evinin bu denli sade olması beni çok şaşırttı. Öyle anlaşılıyor ki, yaşadığı hayat da çok sade idi. Piyanosunun bulunduğu salon, arkadaşları ile haftanın belli günlerinde kağıt oynadığı oda, dostlarına yemek pişirdiği mutfak ve öldüğü yatak odası… Hepsi son derece alçak gönüllü bir kişiliği yansıtıyor.

Pavarotti’nin Evi- Modena

Pavarotti’nin evini gezerken insan, onun sadece başarılı bir tenor değil, aynı zamanda çok hayırsever bir insan olduğunu da anlıyor. U2 grubunun solisti Bono ile Bosna savaşı mağdurları için topladığı yardımlar ve Prenses Diana ile işbirliği yaparak, dünyadaki kara mayınlarının imha edilmesi ve engellenmesi için kaynak sağlaması bunlardan sadece ikisi…

Pavarotti’nin Piyanosu, Sahne Kostümleri ve Kişisel Eşyaları

Son olarak Modena’da, Emilia-Romagna bölgesinin en eski şarap üreticilerinden Chiarli’yi ziyaret ettik. Burası, 1860 yılında Cleto Chiarli tarafından kurulmuş bir tesis. Modena’daki bağlarından yılda 1 milyon, daha kuzeydeki bağlarından yılda 20 milyon litre şarap elde ediyorlarmış. İddialı oldukları şaraplar, Lambrusco ve Pignoletto. Bunlar, hem bu bölgeye özgü üzüm çeşitlerine, hem de şarap türlerine verilen isimler. İlki kırmızı, ikincisi beyaz şarap. Emilia-Romagna’nın şarapları çoğunlukla kabarcıklı şaraplar. Hem kırmızı, hem beyaz olabilen bu şaraplara spumante veya frizzante deniyor. Özellikle Lambrusco’nun üretim tarihinin Romalılar dönemine kadar gittiği söyleniyor. Katıldığımız tadımda, kabarcıklı şarabın, ana yemekten önce yenen Parmesan peyniri ve prosciutto’nun (domuz jambonu) ağızda bıraktığı kuvvetli tadın izlerini silmekte etkili olduğunu belirttiler. Böylece, diğer yemeklerin tadına daha iyi varılabiliyormuş.

İtalya’nın değişik bölgelerine gidince anlıyorsunuz ki, şarap konusunda bölgeler arası epeyce bir rekabet ve kendi şarap türlerine öncelik verme var. Ortalamanın üstünde bir restorana gitmediğiniz sürece, ünlü de olsa, bir başka bölgenin şarabını bulmanız kolay olmuyor. Bu durumda, yerel şarapların tadını çıkarmaya bakmak en iyisi.

Chiarli Şarapları Tesisi

Modena’da güzel yemekler yedik. Ayrılırken, Antica Moka lokantasında yediğim balkabağı dolgulu tortellini’nin tadı damağımda kaldı. Bir de, tütünlü dondurmanın! Şehrin epeyce dışında olan bu aile işletmesine gittiğimize değdi doğrusu…

Tütünlü Dondurma- Antica Moka, Modena

________________________________________________________________

(*)- Açılımı, Denominazione di Origine Protetta

Sonbahar Rotası (2017)

Sonbaharı severim… Belki sonbaharda doğduğum için. Bilemiyorum… Aslında bütün mevsimleri severim ama, sonbaharı, hele de ılık geçen, pastırma yazı dedikleri türde olanını bir başka severim… Sıcakta kavrulup, serin ama üşütmeyen sulara dalmak gibi, keyif verici gelir bana sonbahar.

Sonbahar, deniz kıyısında ayrı, dağda ayrı, bozkırda ayrı güzeldir. Evet, bir şehirde deniz olmazsa, güzellik olmaz diye düşünenlerin aksine, bozkır da çok güzeldir sonbaharda… Bembeyaz bulutlarla dolu, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında uzanan sararmış tarlalar ve kıraç dağlar… Çok çok etkileyicidir…

Sonbahar aynı zamanda, dostların yaz boyu dağılmış oldukları yazlıklardan, tatillerden geri dönme zamanıdır. Arkadaşlarla, dost ve akrabalarla yeniden bir araya gelme, hasret giderme zamanıdır. Bunun için de çok severim sonbaharı…

Bir de sonbaharda yapmaktan özellikle hoşlandığım bazı şeyler vardır. Örneğin, klasik kitaplardan birini (ilk olarak veya tekrar) okuyacaksam, sonbaharda başlamak isterim. Bu bir Rus klasiği ise, daha da keyif alırım…

Sonbaharda yapılan gezilerin de ayrı bir yeri vardır benim için… Bir iki günlük olsun, daha uzun olsun, bu mevsimde yapılan geziler çok hoştur. Hele hava da yağışsız ve açıksa, keyfinize diyecek yoktur… Arkeolojik yerler gezmek, yeni bir şehir, bölge ya da ülke keşfetmek için güzel bir mevsimdir sonbahar.

Biz, bu sonbahar da geleneğimizi bozmadık ve İtalya’ya, İtalya’da daha önce hiç görmediğimiz yerlere, gittik. Önceki yıllarda gittiğimiz Toscana, Amalfi ve Puglia’dan sonra, bu kez de İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesini keşfetmeye karar verdik. Yine unutulmaz anılar, damağımızda tatlar ve bir sürü yeni bilgi ile geri döndük…

Açık söylemek gerekirse, rotayı çizerken merkeze koyduğum ve ilk aklıma gelen şehir Ravenna idi. Ravenna’nın çeşitli kiliselerindeki Bizans mozaiklerinin resimlerini uzun zaman önce görmüş ve hayran olmuştum. Hep gidip, görmek istemiştim. Bu nefes kesen mozaiklerin asıllarını görünce, hiçbir fotoğrafın bu güzellikleri tam anlamıyla yansıtamadığını düşündüm…

Ravenna’da karar kıldıktan sonra, ardından Modena, Parma, Bologna ve bir de, dünyanın en küçük beşinci devleti olan, San Marino girdi listeye. Zamanımızın yetmeyeceğini bildiğimiz için, aklımız kalsa da, Piacenza, Ferrara ve Giuseppe Verdi’nin şehri Busseto gibi birkaç yeri bir başka sefere bıraktık.

Emilia-Romagna bölgesi, İtalya’nın gastronomik olarak en ileri bölgelerinden birisi kabul ediliyor. İtalya’ya özgü olarak bildiğimiz pek çok ürünün ve tadın anavatanı burası. O nedenle, Modena’da balzamik sirke, Parma’da meşhur Parmigiano Reggiano (Parmesan peyniri) ve prosciutto (domuz jambonu) üretim tesisi görmeden olmazdı. Bir de tabii, Ferrari’nin vatanı da burası. Arabalara fazla ilgi duymayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir efsane…

Parma’nın, içi tamamen ahşaptan yapılmış, büyüleyici Teatro Farnese’si, katedrali ve vaftizhanesi… “Kızıl” Bologna’nın, kuleleri ve canlı havası… Masalsı San Marino…

Bu gezide gördüğümüz yerleri, keşfettiğimiz yeni lezzetleri, gittiğimiz restoranları ve karşılaştığımız ilginç insanları, rotamızda yer aldıkları sıraya bağlı kalarak kaleme aldım.

2017 sonbahar rotamız:

Modena
Parma
San Marino
Ravenna
Bologna

Ünlülerle Karşılaşmalar

Ünlü bir kişiyle karşılaştığınızda ne yaparsınız? Çarşıda, pazarda, uçakta, restoranda, sinemada ya da konserde… Özellikle çok yakınınızda oldukları, hatta göz temasınız olduğu zamanlar…

Sizi bilmiyorum ama, benim ilk tepkim önce bir irkilmek oluyor. Söz konusu kişiyi olağan kabul ettiğimiz ortamının dışında görmek tuhafıma gidiyor. Düpedüz yadırgıyorum. Sonra, bir ne yapacağımı bilememe hali geliyor üstüme. Acaba görmezden mi gelsem? Bakışlarımı kaçırsam mı? Ya da tanıdığımı belli etsem mi? Karar veremiyorum… Kendimi karşı tarafın yerine koymaya çalışıyorum. Hangisini tercih eder acaba?

Kimileri var ki, hayranı olsunlar olmasınlar, ünlü kişilere rahatlıkla yaklaşıp, senli benli olabiliyor, bir şeyler talep edebiliyorlar. Cep telefonunun hayatımızda olmadığı, fotoğraf çekmenin bu kadar kolaylaşmadığı yıllarda, bu talep genellikle bir imza istemek oluyordu. Günümüzde bu iş, birlikte selfie çekmeye kadar vardı. Amaç, ünlü kişi ile çekilen fotoğrafı sosyal medyada yayınlayarak, Andy Warhol’a atfedilen ifade ile, “on beş dakikalık şöhret” yakalamak…

Kanımca, ünlü kişilere yaklaşma konusundaki bu teklifsizliğin altında çeşitli kişilik özellikleri var. Karşısındaki kişinin özel alanına dikkat edemeyecek derecede bir aymazlık ya da aşırı kendine güven ve cesaret. Bunların yanında, bu tip ilişkilerde risk alabilme kapasitesi de olmalı. Öyle ya, sırf kamuoyunda tanınan bir insan diye, o kişiyi özel hayatında gidip, rahatsız edebiliyorsanız, azarlanmayı, terslenmeyi de göze alabilmeniz gerekli.

Hiç bana göre şeyler değil… Hatta bu konuda, biraz abartarak, iki ünlü kişi ile bağlantılı bir fobim olduğunu bile söyleyebilirim… Birisi, günümüzde artık çok popüler olmasa da, ülkemizin bir talk-show’cusu ve televizyon programcısı. Diğeri ise, yine bir dönem adı çok geçen, günümüzde ise pek ortalarda olmayan bir kadın edebiyatçı ve köşe yazarı. İkisi de sivri dilli… İkisi de radarlarındaki kişi ile alttan alta dalga geçmeyi seviyorlar… Hele ilki, işi zaman zaman düpedüz hakarete kadar vardırabiliyor. Yaptığı televizyon programlarına telefonla bağlanan izleyiciler acaba mazoşistler mi diye düşünmüşümdür hep. Bu izleyicileri alaya almadığı, terslemediği durumlar o kadar nadir ki… İnsan bile bile ne diye arar, bir türlü anlayamadım… Neyse, benim için korkulu rüya bu iki ünlüden biri ile (ikisi ile birden olması tam bir kabus olurdu) yalnız olarak asansöre binmek diyebilirim. Kaçamazsın, edemezsin… Tavana mı baksan, yere mi baksan? Selam mı versen, tanımıyormuş gibi mi yapsan? Çok şükür, bugüne kadar başıma gelmedi daha ama, olsa ne yaparım, hala bilmiyorum…

Karanlık, kasvetli bir gün. Ankara’nın soğuğu insanın içine işliyor. İşyeri de pek ısınmıyor. Zaten, handan bozma bir bina. Ben ilkokulda iken burası Türk-Amerikan Derneği idi. Annemle dedem, birlikte, İngilizce kursuna giderlerdi. Derslerdeki maceralarını bütün aile gülerek dinlerdik. Yıllar içinde, Türk-Amerikan Derneği Çankaya’ya taşındı. Arada ne oldu bilmiyorum ama, yaklaşık yirmi yıl sonra, girdiğim ilk iş Mithat Paşa Caddesindeki bu binada.

Kat kat giyiniyoruz, yine de fayda etmiyor. O çelik masaların kenarları yazı yazarken insanın kollarına değince, o kadar kazak, hırka fayda etmiyor… Sanki insanın vücuduna elektrik veriyorlar. Çalışma ortamının buz gibi olması yetmezmiş gibi, öğlenleri yemek yemek için de dışarıya, daha da keskin bir soğuğa çıkmak gerekiyor. Bizim Personel İşleri, aynı cadde üzerinde olan Yüksek Ticaretliler Lokali ile anlaşmış. Yemek için oraya gidiyoruz.

İşten birkaç arkadaş, birlikte geldik bugün yemeğe. Zemin katın bir kat üstünde bir salon burası. Masalarında bordo renkli, ucuz masa örtüleri olan, zevksiz bir yer. Yemeği çabuk yersek, aynı cadde üzerindeki sanat galerilerine ve kitapçılara uğramaya vakit kalır belki.

Onu, oturur oturmaz gördüm. Birkaç masa ileride, geniş pencerelerden birinin yanındaki bir masada tek başına yemek yiyor. Arada bir, pencereden dışarıya bakıp, dalıyor… Yüzü bana dönük. Yanılmama imkan yok. Bembeyaz saçları, gözlüğü, yanındaki sandalyenin arkasına koyduğu lacivert paltosu ve ekose kaşkolü. Evet… O… Daha iki sene önce Devlet Sanatçısı unvanı alan… Bilmeyen, tanımayan onu sadece tonton bir ihtiyar zanneder.

Bakışlarımı üstünde hissetmiş olmalı ki, kafasını kaldırıyor. Göz göze geliyoruz… Telaşlanıyorum… Hemen gözlerimi kaçırıyorum. Bir yandan da, tekrar o tarafa doğru bakmak için içimde inanılmaz bir istek… İçim burkuluyor. Bu kadar usta, büyük bir sanatçı…

Askeri darbe sonrası, şu günlerde herkes sanat ve edebiyata verdi kendini. Okulda iken roman okumayı bile “küçük burjuva alışkanlığı” olarak görenler, şimdi her biri birer eleştirmen oldular başımıza nerdeyse. Sanat dergileri hem sayı olarak, hem içerik olarak patlama yaptı. Bir tür toplumsal rehabilitasyon.

Aynı şekilde, resim galerileri de çoğaldı Ankara’da. En son, bizim eve yakın, Tunalı Hilmi Caddesinde yeni açılan Levni var mesela. İnsan sergiye gitmese bile, her gün önünden geçerken, büyük pencerelerinden içeride sahibi, Enis Batur’u görebiliyor.

Hemen hemen her hafta sonu galerilerin birinde bir sergi açılışı var. Bu açılış kokteyllerinden birinde görmüştüm ilk olarak kendisini. Birisi bana, “Bak, o yaşlı adam Eşref Üren” demişti… Resim Heykel Müzesi’nde gördüğüm tablolarına hayran olmuştum. Bir tablosu da amcamın evinde var. Ankara Koleji’nde (o zamanki adıyla, Ankara Maarif Koleji’nde) resim öğretmenliği yaptığı sıralar amcama hediye etmiş.

Artık yaşı seksen beşin üstünde olduğu için, açılışlarda hep bir kenarda oturuyor. Etrafı son derece sevecen bakışlarla izliyor. Sanatçılar, öğrencileri, tanıdıkları saygıyla yanına gidip, konuşuyorlar. Ressam olan eşi uzun yıllar önce öldüğünden beri yalnız yaşıyormuş. Çocuğu yokmuş. Ancak, yanında kendisinden epeyce genç ve onunla kızıymış gibi ilgilenen bir hanım var hep. Öğrencisi imiş.

Yemeğini bitirdi. Yine biraz pencereden dışarıyı seyretti. Şimdi ayağa kalkıyor. Kaşkolünü özenle boynuna doluyor, yavaş yavaş paltosunu giyiyor. Çıkmak için bizim masanın yanından geçmesi gerekiyor. Bakışlarımı telaşla tabağıma çeviriyorum. Sonra… Tam yanımızdan geçerken kafamı kaldırıyorum. İyi ki kaldırıyorum… Başıyla hafifçe selam verirken, sıcacık gülümsüyor bana…

Eşref Üren’i daha sonra da, 1984 yılında ölene kadar, çeşitli zamanlarda gördüm. 1897 yılında doğmuş, 87 yaşında ölmüştü. İstanbul’da doğduğu Fehim Paşa konağında, varlık içinde başlayan hayatı, yokluklar ve sıkıntılar içinde geçmiş. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edildiği zaman, saraya yakın olan babası öldürülmüş. Zorluklar içinde Bursa Ziraat Mektebini bitirmiş ve bir süre de bu alanda çalışmış. Ta ki bir gün, sokakta şövalesinin başında Yeşil Türbe’yi resmeden İbrahim Çallı’yı izleyene kadar. Sonra, Sanayi Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) İbrahim Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri, Paris’te Andre Lhote atölyesi, yurtiçinde ve dışında çeşitli sergiler ve ödüller, öğretmenlik yılları… Ankara ve İstanbul Resim Heykel Müzelerinde, çeşitli sergilerde gördüğüm eserlerinde kullandığı renkler bana hep çok güzel gelmiştir. Doğayı, ağaçları, evleri, gökyüzünü, en çok da Ankara’yı resmederken kullandığı renkler… Öğrendiğime göre, sağlığında 35 adet tablosunu İş Bankası’na, emin ellerde olacağını düşünerek, bağışlamış.

Kendisi ile ölmeden bir süre önce yapılan söyleşinin başında, Ankara’da Ataç sokakta oturduğu ev tarif edilmişti. Ömrünü resme adamış, Devlet Sanatçısı Eşref Üren’in evinin, bodrum katında, atölyesi ile yattığı yerin bir perde ile ayrıldığı bir yer olduğu yazılıydı… Belki de onun için fark etmiyordu. Resim yapabiliyor olmak yeterli idi…

Havana koyuna bakan, görkemli ve tarihi Hotel Nacional de Cuba’dayız. Seksen küsur yıllık bu otelin kat sayısı çok fazla olmamasına rağmen, üzerinde bulunduğu tepe ve mimarisi nedeniyle, çok haşmetli ve etkileyici bir görünümü var. “Ulusal Anıt” statüsündeki bu otel, tarihi boyunca pek çok ünlüyü ağırlamış, pek çok olaya şahit olmuş. Küba’nın topraklarının yüzde doksanının yabancılara ait olduğu devrim öncesi dönemde, şampanyanın ve romun su gibi aktığı, sabahlara kadar kumar oynanan, dans edilen gözde bir mekanmış. Winston Churchill, Frank Sinatra, Ava Gardner geçmişteki ünlü konuklarından sadece birkaçı. Devrimden sonra ise Fidel Castro’nun, Che’nin devlet konuklarını ağırladıkları bir mekan. Hotel Nacional şimdi, bir yandan bahçesinde sergilenen toplar, bir yandan da gece kulübündeki dans gösterileri ve barları ile, geçirdiği her iki döneme de selam duruyor adeta.

Havana’dan Santiago de Cuba şehrine yapacağımız uçuşun dört saat rötarlı olması nedeniyle burada vakit geçiriyoruz. Okyanusa bakan geniş terasta büyük ve alçak, minderli, hasır kanepeler var. Hava rüzgarlı… Okyanus azgın…Bahçede ve topların sergilendiği sette bir süre dolaştıktan sonra buraya oturduk. Her yer turist dolu. Aslında resmi olarak Amerikan hükümeti tarafından gelmeleri yasaklanmış olan Amerikalı turistler epeyce fazla. Önemli bir kısmı, sağlık hizmetlerinin çok iyi ve ücretsiz olmasından dolayı geliyorlarmış. Kimi de gezmek, eğlenmek için. Yasağı delmenin yolu, Meksika üzerinden gelmekmiş onlar için.

Yanımızdaki grup, yüksek sesle Türkçe konuşuyor. Hiç sesimizi çıkarmadan Pina Colada’larımızı yudumluyoruz biz. 1990 yılında, henüz Türkler bu kadar yolculuk etmezken, Norveç’in Kutup Dairesi bölgesinde, hiç ummadığım bir yerde bir Türk ile karşılaştığımdan beri artık, hiçbir yerde yurttaşlarımla karşılaşmak şaşırtmıyor beni…

İçkilerimizi bitirdik. Hala epeyce zaman var. Biraz daha dolaşabiliriz. Lobideki, oteli geçmişte ziyaret etmiş kişilerin fotoğraflarının sergilendiği bölümde vakit geçirdikten sonra, büyük bahçenin görmediğimiz taraflarına yöneliyoruz. Büyük bir terasa çıkmak için, önden ben bir köşeyi dönüyorum ve birden bire karşı karşıya kalıyorum… İşte, buna çok şaşırıyorum… Karşımda, Bedri Baykam. Göz göze bakışıyoruz… Sanki onu tanıdığımı anladı ve benim bir şeyler söylememi bekliyor gibi. Bir şey desem mi acaba? Ama, ne? Basma kalıp bir şey söylemektense, hiçbir şey dememek daha iyi. Başımla belli belirsiz bir selam verip, terasa doğru yürüyorum…

Bazen de insan, tanınmış insanlarla, istemeden, hoş olmayan durumlara düşebiliyor. Böyle bir şey, birkaç yıl önce benim başıma geldi. Üstelik, bu konuda dikkatli bir kişi olmama rağmen…

Şaşkınbakkal’da beğendiğim ve arada uğradığım bir butiğe girmiştim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Etrafa bakarken, koyu renk saçlı, tanıdık bir sima gözüme çarptı. Çalıştığım iş gereği, değişik çevrelerden pek çok insanla tanıştığım için kendisini bir yerden tanıdığımı düşündüm. Üstelik, o da dönüp, bana baktı. Belki de, benim bakışlarımı üstünde hissettiği içindir. Bilemiyorum. Böyle karşılıklı bakışınca, “Merhaba. Sizinle galiba tanışıyoruz” dedim, gülümseyerek… Bir şey söylemezsem, sanki ayıp olacak gibime geldi. Daha cümlem ağzımdan çıkar çıkmaz hiç beklemediğim bir şekilde bir yanıt aldım. Karşımdaki, kısa boylu sayılabilecek kadın, hiddetle ve ciyak ciyak bağırmaya başladı. “Hayır efendim! Hiçbir yerden tanışmıyoruz!”. Ne olduğumu şaşırdım. Kulaklarımda bir uğultu başladı… Çok canım sıkıldı…

Ben ne olduğunu henüz anlamaya çalışırken, kadın çoktan hışımla sırtını dönmüş, hızlı hızlı askıları eliyle itiyordu. Bu arada, küçük dükkanın çalışanı olan genç kız olanı biteni görmüştü. Kibarca yanıma yaklaştı ve “Hanımefendi oyuncu da… Belki dizilerden hatırlıyorsunuzdur…” Bir an düşününce, hatırlar gibi oldum gerçekten. Bir dönem, çoğunlukla yemek yerken, sırf kızım istiyor diye bazı dizileri izlemişliğim vardı. “Yabancı Damat”, “Seksenler” gibi dizilerin, başrole epeyce uzak karakterlerini oynayan bir oyuncuydu bu kadın. Bunun üzerine ben de, yüksek sesle, “Yok canım… Ben kendisini iş hayatımda profesyonel olarak tanıdığım birisine benzetmiştim” dedim.

Daha sonraları bir yerde okuduğuma göre, belli bir şekilde tanınırlığı olan insanlarla ilgili kişilerin sıkça başına gelen bir durummuş bu. Söz konusu kişiyi kendi kişisel hayatınızda tanıyormuşsunuz zannetmek… Sözünü ettiğim olay benim için o kadar büyük bir deneyim oldu ki, artık çok emin olmadıkça kimse ile bu tür bir diyalog başlatmıyorum. Karşı taraf kendisi benimle gelip konuşana kadar…

Şüphesiz, her konuda olduğu gibi, bu konuda da genelleme yapmamak lazım. Şu ya da bu ölçüde tanınan insanların verecekleri tepkilerde onların karakterleri, şöhreti ne kadar hazmedebildikleri, ve insan ilişkilerindeki başarıları eminim çok rol oynuyordur.

1960’lı yıllarda babamın bir arkadaşı, yabancı bir havayolu ile yurtdışında bir yere uçuyormuş. Yanına Amerikalı bir adam gelip, oturmuş. Selamlaşmışlar. Adam çok tanıdık gelmiş ama, babamın arkadaşı nereden olduğunu bir türlü çıkaramamış. Derken, sohbet etmeye başlamışlar… Babamın arkadaşı, “Ben sizi bir yerden tanıyorum galiba” demiş. Adam ilgiyle, “Öyle mi? Nereden acaba?” demiş. Ondan sonra, ikisi de, “Acaba oradan mıydı, buradan mıydı?”, epeyce bir çabalamışlar. Hatta bir ara Amerikalı, “Ben Kore Savaşına katılmıştım. Acaba siz de orada Türk birliğinde miydiniz?” diye sormuş. Yok, yok, yok… Bir türlü bulamıyorlar… Neden sonra, adam dönmüş ve “Yoksa siz beni filmlerimden mi tanıyorsunuz?” diye sormuş. Amerikalı adam, Tony Curtis imiş…