Saygı ve Minnet

Bizim eve gelip, giden çok olurdu. Babam çevresini kendi meslektaşları ile sınırlı tutmazdı. Her meslekten, her sosyal çevreden, yaş grubundan ve milliyetten kişilerle rahatlıkla iletişim kurardı. Türk ve yabancı diplomatlar, gazeteciler, askerler, doktorlar, akademisyenler, yazarlar… Bu insanların bazıları renkli kişilikleri, mimikleri ve anlattıkları ile hala aklımdalar.

Evde aramızda kendisinden kısaca “Saatçi” diye söz ettiğimiz Saatçi Salih ne zaman bizim eve gelmeye başladı, tam olarak hatırlamıyorum. Ankara’da, Kızılay’da şimdi yerini hayal meyal hatırladığım bir yerde, merdiven altında ufacık bir dükkanı vardı ve saat tamiri yapardı. Önceleri, bizim evdeki bozulan alengirli saatleri tamir etmek için gelirdi. Sağa sola sallanan duvar saati, fanuslu saat, kol saatleri… Her türlü saat. O zamanın saatlerinin de henüz hemen hepsi mekanik saatlerdi. Kurulmaları gereken, el yıkarken su kaçırmamak gereken saatler. Dijital saatlerin yaygınlaşmasına daha epeyce zaman vardı.

“Saatçi” sadece bizim değil, eş, dost ve akrabaların saatlerini tamir ettikten sonra da, yıllarca bize gelmeye devam etti. Kısa boylu, siyah saçlı ve bıyıklı, güleç yüzlü bir adamdı. İrice bir burnu vardı. Daima giydiği yelekli takım elbisesinin üstüne kışın, kendisine iki beden büyükmüş gibi duran, uzun bir palto giyerdi. Kafasında geniş kenarlı bir fötr şapkası olurdu. Orta yaşlıydı ama evli değildi. Ulus ya da Samanpazarı taraflarında bir yerlerde tek başına yaşardı diye kalmış aklımda. Aslen Erzurumluydu. Babamı çok severdi. Bazı Pazar günleri, babamla sohbet etmek için, ansızın kapıyı çalardı. Oturma odasında oturur, konuşurlardı. Kimi zaman, babam ona meşgul olacağı bazı tamirat işleri verir, kendisi başka şeylerle meşgul olur, arada da konuşurlardı. Ben de duruma göre, bazen yanlarında kalır, bazen de, “Saatçi” başka bir boyuta geçtiği zaman, odama kaçardım…

İşinde çok yetenekli idi. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki saat kulelerinin bozulan saatlerini tamir etmesi için belediyelerce özel olarak davet edilirdi. Osmanlı döneminden kalma bu saatleri tamir etmek için kendisi devasa parçalar üretir, takardı. Hatta, yanlış hatırlamıyorsam, 1908 yılında yapılmış olan Yozgat saat kulesinde tamirat yaparken, ayağına saatin bir parçası olan demir bir topun düştüğünü ve yaralandığını anlatmıştı. Bir de, İstanbul Zeytinburnu’ndaki Balıklı Rum Hastanesi ile ilgili bir hikayesi vardı…

Yozgat Saat Kulesi (1908)
Kaynak: Yozgat İl Turizm Müdürlüğü

Balıklı Rum Hastanesinin kilisesinin kulesindeki 1893’ten kalma saat bozulunca, papaz efendiler tamir ettirmek için araştırma yapmışlar ve çeşitli saat kulelerini tekrar işlevsel hale getiren bizim “Saatçi”ye ulaşmışlar. Saati tamir etmesi için İstanbul’a çağırmışlar. “Saatçi” kabul etmiş ama, bir koşulla. Saati tamir ederken, bir hafta boyunca kuleden beş vakit ezan okumak şartıyla… Papaz efendiler kabul etmişler. Bence bunda bir sakınca görmemelerinin en önemli nedeni, Balıklı Rum Hastanesinin uzmanlık alanı olan hastalara fazlaca alışkın olmalarıydı. Zira, bizim “Saatçi” de çok zeki ve yetenekli olmasına karşın, o “başka boyuta” geçtiği zamanlarda kendini kah Orgeneral, kah Genel Kurmay Başkanı olarak görürdü… Sonunda, Saatçi Salih kilisenin kulesinden hem beş vakit ezan okumuş, hem de saati tamir etmiş.

Balıklı Rum Hastanesi Kilisesi ve Saat Kulesi (1893)

Kırk küsur yıl önce tamir edilen ve çalışan sözünü ettiğim bu saatlerin şimdi yine bozuk olduklarını okudum maalesef. Dilerim, günümüzde de işinin ehli birileri çıkar ve tamir eder onları.

Babam, daima gülümseyerek bahsettiği “Saatçi”nin zekasının genlerinden geldiğini söylerdi hep. Kayıp bir cevher olduğunu, fırsat bulup, okuyabilse ne kadar başarılı olabileceğini de…

1970’li yılların başlarında bir yaz günü, karayolu ile Diyarbakır’dan Siirt’e doğru gidiyoruz. Hava çok sıcak. Kırk derecelere gelmiş dayanmış. Esinti olsun diye arabanın tüm pencerelerini açmamız da fayda etmiyor. İçeri esen hava bir alev topu gibi… Üstelik yol yapımları nedeniyle ortalık toz toprak içinde. İnsanın genzi yanıyor.

Yolun sağında ve solunda, göz alabildiğine, kıraç ve bir tek insanın görülmediği topraklar uzanıyor. Arada bir yanından geçtiğimiz Karayolları şantiyelerinde çalışan işçilerin dışında kimse yok yollarda. İşçiler güneşten korunabilmek için kafalarına mendil bağlamışlar. İçim acıyor… Bu sıcakta saatlerce yollarda çalışmak korkunç geliyor…

Kırk yıl sonra Güneydoğu Anadolu bölgesine gidip, şehirlerarası yolları ve çevre yollarını görünce hem bu işçileri hatırlamış, hem de bölgenin yemyeşil haline, ekili topraklarına hayret etmiştim. İnanılmaz bir değişimdi… Yıllarca duyduğumuz, bildiğimiz GAP projesinin bölgeye katkısını tam olarak kavrayabilmem için gözümle görmem gerekiyormuş. Bölgenin önceki halini bilmeyenlerin benim kadar etkilendiklerini sanmıyorum.

Diyarbakır- Siirt arası aşağı yukarı iki yüz kilometre ama, bozuk yollar ve inşaatlar nedeniyle, normalden daha uzun zaman alıyor gitmek. Aslında, Siirt’e değil, Siirt’e bağlı Aydınlar köyüne gidiyoruz. Babamın söylediğine göre orijinal adı Tillo imiş bu köyün. Ancak, yöredeki tüm yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildiği için Aydınlar olarak değiştirilmiş. (2013 yılında TBMM’de çıkan bir yasa uyarınca, bölgede aynı uygulamaya maruz kalan tüm yerleşim yerleri ile birlikte, tekrar orijinal adını aldı ve Tillo oldu.) Aydınlar adının verilmesinin nedeni, buranın asırlar boyunca medrese eğitiminin önemli merkezlerinden biri olmasından ve pek çok İslam aliminin burada yetişmiş olmasındanmış. Bu alimler içinde en önemlisi ise, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri imiş. Hem bir din bilgini, hem de bir bilim adamı.

Babam yol boyunca anlatmaya devam ederken, ana yoldan içeri sapıyoruz. Yol daha da kötüleşiyor… Çukurlardan kaçmaya çalışarak ve arkamızda bir toz bulutu kaldırarak ilerliyoruz. Sıcak hala inanılmaz…

İbrahim Hakkı Hazretleri 1703 yılında Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğmuş. Küçük yaşta annesini kaybettikten sonra, babasının daha önce gelerek himayesine girdiği İsmail Fakirullah Hazretleri’nin yanına, Tillo’ya gelmiş. Burada sadece dini eğitim değil, fen bilimleri eğitimi de almış. Yaşamı boyunca yazdığı kitaplarda, Tasavvuf dışında, astronomi, fizik, tıp, eczacılık, psikoloji ve sosyoloji üzerine okuduklarına ve kendi bulgularına, düşüncelerine yer vermiş. Tüm bu konuları kapsayan en önemli eseri Marifetname (1757) ününün ve saygınlığının artmasına neden olsa da, dünya çapında hayranlık kazanmasının nedeni, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne duyduğu saygı ve minnetin ifadesi olarak, onun türbesinde yarattığı ve “Güneş” ya da “Işık Hadisesi” olarak adlandırılan bir mekanizma olmuş. 1780 yılında vefat ettiği zaman da İsmail Fakirullah Hazretlerinin türbesine, onun ayak ucuna gömülmüş.

İsmail Fakirullah ve İbrahim Hakkı Hazretleri Türbesi- Tillo

Nihayet köye geldik… Yaz sıcağında çayır, çimen kavrulmuş. Çevredeki tüm tepelerde sarımtırak, boz bir renk hakim. Ama evlerin bahçelerinde ağaçlar var. Babam, yolda gördüğümüz bir adama İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ailesinin evini soruyor. Adam tarif ediyor. Kolayca buluyoruz. Demir bahçe kapısından içeri girip, eve kadar olan kısa yolu geçiyoruz ve kapıyı çalıyoruz. Kapı açılıyor, babam kendini tanıtıyor, bizi buyur ediyorlar. Ayakkabılarımızı çıkarıp, giriyoruz…

Karşılıklı iki divan ve camlı bir dolabın olduğu bir odaya geçiyoruz. Ben babamın yanına oturuyorum. Bizimle ilgilenen kişi İbrahim Hakkı Hazretleri’nin üçüncü ya da dördüncü kuşak torunu olmalı. Hal hatırdan sonra, İbrahim Hakkı üzerine konuşulmaya başlanıyor. Babam, yabancı ve yerli kaynaklardan hakkında okuduklarından söz ediyor. Biraz sonra, orijinal el yazması Marifetname’yi ve onunla beraber İbrahim Hakkı Hazretleri’nin birkaç kitabını daha çıkarıp, babamın eline veriyorlar. Nefesimiz kesiliyor… İki yüz yıldan daha eski bu kitaba dokunabiliyor olmak beni çok heyecanlandırıyor…Babam sayfaları büyük bir dikkat ve özenle çevirirken, bir yandan da açıklamaları dinliyoruz. Güneş sistemi, yıldızların konumları, bitki çizimleri inanılmaz güzel.

Marifetname (1757)
İbrahim Hakkı Hazretleri Müzesi- Tillo, Siirt

Marifetname ansiklopedi anlayışı ile yazılmış. Allah’ın varlığı gibi dini konulardan sonra, cisimler, madenler, bitkiler, insan, anatomi, geometri, astronomi, takvim ve coğrafya konularına geçilmiş. Torununun belirttiğine göre, bu bölümde dünyanın döndüğü de yazıyormuş. Bir diğer ilginç nokta ise, Evrim Teorisi’nden söz etmesi…

İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname’de çizdiği dünya haritası

Zaman nasıl geçti, anlamadım. Buraya geleli saatler oldu… Kitapların dışında, İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait çeşitli gereçleri de elimize alıp, inceleme fırsatımız oldu. Astronomide kullanılan usturlaplar, pergel takımları, dünya küreleri ve başka gereçler. Bir de, baston benzeri bir şey var beni çok etkileyen. İbrahim Hakkı Hazretleri uyku ile vakit harcamak istemediği için baston benzeri bir şey yaptırmış. Alt kısmı baston gibi olan bu sopanın tutacak kısmı insanın alnını dayayabileceği kadar geniş yapılmış. Geceleri, çok yorulduğunda alnını buraya dayar ve bir süre gözlerini kaparmış. Derin uykuya daldığı zaman baston alnından kayıp, düştüğü için uyanır ve çalışmaya devam edermiş.

İbrahim Hakkı’nın kullandığı usturlaplar, gönye ve pergel takımı- İbrahim Hakkı Müzesi

Kitapları incelerken, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunu baktığımız el yazmaları için zaman zaman İngiliz ve Amerikalıların gelip, satın almak için yüksek rakamlar önerdiklerini ama, onları asla satmayacaklarını belirtiyor. Bu bizi çok sevindiriyor. Bilinçli olmalarını takdir ediyoruz. Zaten hem onların ailede, hem de köyde yüksek öğrenim görenlerin oranının çok yüksek olduğunu, kendi gençlerinin bir tanesinin de ODTÜ fizik bölümünde okuduğunu söylüyor.

Şimdi sıra, gitmeden önce, dünyaca ünlü “Işık Hadisesi”nin gerçekleştiği türbeyi ziyaret etmekte… Hep beraber dışarı çıkıp, türbeye gidiyoruz. Burası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’nin türbesi.

Türbeye girmeden önce, köyün 3-4 kilometre doğusundaki bir tepeyi gösteriyorlar. Tepenin üzerinde, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin harçsız taşlardan yaptırdığı söylenen bir duvar var. Duvarda 40×50 santimetre ebadında bir pencere olduğunu belirtiyorlar. Uzaktan pencereyi göremiyoruz ama, duvar görünüyor. Yılda iki kere, gündüz ve gecenin süre olarak eşitlendiği 21 Mart ve 23 Eylül (ekinoks) günlerinde, sabah yeni doğan güneşin ilk ışıkları bu duvardaki pencereden geçiyor. Bu sırada, duvar nedeniyle, tüm köy ve türbenin tamamı karanlıkta kalıyor. Sadece tek bir ışık huzmesi tüm köyü geçiyor. Önce, türbenin hemen yanındaki 10 metrelik kule penceresinden kuledeki cam prizmalara çarpıyor, sonra orada kırılarak, türbenin penceresinden giriyor ve İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının başucunu aydınlatıyor. İbrahim Hakkı Hazretleri hocasına olan saygısını ve vefasını bu şekilde, yılda iki kere, belirtmiş oluyor.

Işık Hadisesi
Kaynak: Siirt Polis Meslek Yüksek Okulu Web Sitesi

Tarih uygun olmadığı için biz bu mekanizmayı gözlerimizle göremiyoruz ama, bu açıklamaları dinlemek bile heyecan verici… 18. Yüzyılda, Tillo’da böyle bir şeyin hayata geçirilebilmesi için kullanılan astronomi, enlem- boylam, fizik ve matematik bilgisi insanı hayrete düşürüyor. İşin acı yanı şu ki, 1960’ların başında bu mekanizmayı incelemek için gelen Amerikalı bilim adamları kuledeki prizmaları kıpırdattıkları için artık ışık huzmesi İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının baş kısmına değil, ayakucuna düşüyormuş. Tüm uğraşmalarına rağmen düzeltememişler. (Günümüzde, Siirt Valiliğinin girişimleri sonucunda, mekanizmanın TÜBİTAK ve çeşitli üniversitelerden bilim insanlarından oluşan bir heyet tarafından düzeltildiğini ve 50 yıl sonra yine eski haline döndüğünü öğrendim).

21 Mart ve 23 Eylül (ekinoks) günlerinde İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının başına düşen ışık huzmesi
Kaynak: Siirt Valiliği Web Sitesi

Artık dönüş yolundayız… Hava biraz olsun serinlemiş. Yol inşaatında çalışan işçiler çoktan paydos yapmışlar. İsimsiz kahramanlar…

İbrahim Hakkı gençliğinde bir ara Erzurum’a geri dönüyor ve evleniyor. Çocukları oluyor. Ancak daha sonra, tekrar Tillo’ya dönüp, ölmüş hocasının kızıyla ikinci evliliğini yapıyor.

Saatçi Salih’in soyu İbrahim Hakkı’nın Erzurum’daki evliliğinden geliyor. Hayat ona bambaşka bir yol çiziyor…

Sinema… Sinema…

Sinemayı küçüklüğümden beri çok severim. Günümüzde “evde sinema” teknolojisi ne kadar gelişmiş olursa olsun, benim için hala iyi bir filmi sinema salonunda izlemenin tadı başkadır. Özellikle soğuk ve yağışlı günlerde dolu bir sinema salonunda film izlemeye bayılırım…Tabii ki sağınızda, solunuzda, önünüzde, arkanızda topluluk içinde olduklarını unutmamış, sinema adabını bilen insanların olması koşulu ile. Yoksa tüm filmi bir sinir harbi içinde izlemeye, hatta bazen uyarmaya, insanlarla atışmaya mecbur kalabilirsiniz. Keyif almak için gittiğiniz sinemadan sinir içinde çıkabilirsiniz. Artık hışırtılı şeyler yiyen, ağzını şapırdatanları saymıyorum bile. Bünyemiz onlara karşı belli bir bağışıklık geliştirdi galiba. Ama, şu film sırasında çalan cep telefonuna cevap verip, uzun uzun sinemada olduğunu ve çıkınca arayacağını anlatanlara alışamadım hala…

Sinema ile ilgili hatırlayabildiğim en eski anılarım dört- beş yaşlarıma ait. Selanik’te oturduğumuz evin karşısında bir sinema vardı. REX sineması. Ağabeyimle oranın müdavimiydik. Her hafta mutlaka gider, bazı filmleri üst üste, birkaç kez izlerdik. Yeter ki, kapıdaki film afişinin üstünde “Akatallilon” yazmasın. Çünkü, bu ibare filmin 15 yaşın altındaki izleyiciler için uygun olmadığını gösterir ve bu konuda asla taviz verilmezdi. Eğer film “ Katallilon” olarak sınıflandırılmışsa çocuklar için uygun olduğunu, şiddet içermediğini ifade ederdi.

Yanımızda daima sıkı bir cips ve Coca Cola stoku olurdu. O zamanlar henüz gazlı içeceklerin zararları konusunda dünyada bir endişe olmadığı için çocukluğumuzda istediğimiz kadar içerdik bu meşrubatları. Ama benim asıl favorim, bir tür zencefilli gazoz olan Ginger Ale idi. Coca Cola’nınkine benzeyen ama, koyu yeşil renkli teneke kutuda, açık sarı renkli bir içecekti. Çok severdim…Beyaz, ince kesekağıtlarındaki tuzlu, çıtır çıtır cipsleri de, içecekleri de, annemler toptan alırlardı. O zamanlar Türkiye’de cips üretimi henüz yoktu.

O dönemde izlediğimiz filmlerden en çok Elvis Presley filmlerini hatırlıyorum. Özellikle, Hawaii’de geçen bir filminden bazı sahneleri çok net anımsıyorum. Boynunda çiçeklerden yapılmış uzun kolyesi ile gitar çalıp, şarkı söyleyen halini. Şimdi araştırınca Elvis’in 1961-1963 yılları arasında yedi film çevirdiğini ve bunlardan birisinin de Blue Hawaii (bu filmdeki harika şarkısı No More…) olduğunu öğreniyorum. Bu filmler doğal olarak, Elvis’in şarkı söylediği sahnelerin bol olduğu, hafif ve eğlenceli filmlerdi. Günümüzde Romantik Komedi türüne sokulan filmlerden. Bayılırdım… O yıllar ağabeyimin ilk gençlik yılları olduğu için o da, dönemin çoğu genci gibi, Elvis hayranıydı. Dünyada bir Elvis fırtınası esiyor, genç kızlar onun için çıldırıyordu. Yıllar sonra bir yerde okuduğuma göre, Elvis’in şarkı söylerken kalçalarını sallaması o zamanlar o kadar müstehcen ve erotik bulunmuş ki, Amerika’da bazı televizyon kanallarında belden aşağısı gösterilmezmiş. Kimi babalar kızlarının Elvis’i izlemesini yasaklarlarmış.

Evde de Elvis’in 33’lük uzun çalarlarını dinlerdik. Benim için hala Elvis Presley’in yeri bambaşkadır. Geçmişten günümüze, alt yapısı sağlam pek çok ünlü sanatçı da Elvis Presley’den ilham aldıklarını açıkça belirtiyorlar. John Lennon, Bob Dylan, Elton John, Mick Jagger, Bono, Bon Jovi ve daha pek çokları… John Lennon, “Elvis’i duyana kadar beni hiçbir şey gerçekten etkilemedi. Elvis olmasaydı, Beatles da olmazdı” demiş. Mick Jagger ise, “ Hiç kimse, ama hiç kimse onun eşiti değil, olamayacak da. O en tepedeydi ve hala öyle” diye ifade etmiş hayranlığını. Elvis Presley’in sahne performansından çok etkilendiğini söyleyen Robbie Williams için ise o bir “efsane, bir Kral”… Elvis gibi, daracık bir aralıkta sesini bu kadar hızlı alçaltıp, yükseltebilen ve duygu yükleyebilen bir sanatçı bilmiyorum. Neyse ki, teknolojik olarak günümüze göre daha ilkel koşullarda olsa da, konserleri kayıt edilmiş ve bunları You Tube’da şimdi izleyebiliyoruz. Şarkı söyleyişini görüntülü olarak dinlemek çok daha etkileyici. In the Ghetto, Just Pretend, Release Me, Always On My Mind, Are You Lonesome Tonight ? favorilerim…

Elvis filmleri dışında bol bol Jerry Lewis, Dean Martin ve Frank Sinatra filmleri gelirdi. Arada bir de Zeki Müren filmleri. O dönemde çok fazla renkli Türk filmi çekilmediği için özellikle bir tane renkli çekilmiş Zeki Müren filmini hatırlıyorum. Daha doğrusu, filmin tamamını değil de, bir sahnesini. Zeki Müren şarkı söyleyerek sütunlu bir mekanda yürüyor ve her sütunun arkasından farklı bir renkte, pullu, tüylü, değişik bir kıyafetle çıkıyor. Zeki Müren’in filminin gösterildiği hafta sinema dolup, taşmıştı. Selanik’te başta Zeki Müren olmak üzere, Türk müziği çok sevilirdi. Oturduğumuz apartmanın sahil tarafında bir dizi gazino/ restoran vardı. Geleneksel Yunan müziği dışında, çok sık olarak Türk müziği çalarlardı. Bizim evden duyardık. Ne de olsa, Selanik’te Büyük Mübadele nedeni ile Anadolu’dan göç etmiş çok sayıda Rum göçmen vardı. Öte yandan, nedenin sadece bu olduğunu da düşünmüyorum. Asırlarca bir arada yaşamak her iki tarafın DNA’sına ortak zevkler, aşinalıklar işlemiş olsa gerek. 2014’te Mikanos’a gittiğimiz zaman, adanın en şık (epeyce de pahalı) plajı Namos Beach’de Yunanlı genç ve güzel kızlar Tarkan melodileri ile gönüllerince dans ediyorlardı.

1960’ların başındaki bu dönemde pek çok tarihi film çevrilirdi. Bol bol gladyatör dövüşleri ve savaş izlerdik . Ama benim içlerinde en çok sevdiğim film, Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın oynadıkları, 1963 yapımı Cleopatra olmuştu. Dekorlar, kostümler çok etkileyici ve muhteşemdi. Daha sonra öğrendiğime göre, o zamana kadar çevrilmiş en büyük bütçeli filmmiş zaten. Cleopatra’yı da diğer beğendiğimiz filmler gibi birden çok kez izlemiştik. Özellikle bir sahneyi hala dün gibi hatırlıyorum. Sezar tarafından Roma’ya çağrılan Cleopatra’nın Roma’ya, müthiş bir kortej eşliğinde giriş sahnesi…Cleopatra zengin kostümü, mücevherleri ve egzotik makyajı ile tahtına kurulmuş. Yolun iki yanına sıralanmış Romalılar çılgın gibi tezahürat yapıyorlar. Bu sahne o kadar hoşuma gitmişti ki, bir süre “Cleopatra”cılık oynamıştım evde. Divan yastıklarını üst, üste dizip, en tepeye çıkar oturur ve aynı Cleopatra’nın yaptığı gibi, mağrur bir şekilde “ halkı” selamlardım…

Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın büyük aşkı Cleopatra filmini çevirirken başlamış. Çocukluğumuz ve gençliğimiz boyunca aşkları, 10 yıl süren evlilikleri, boşanmaları, tekrar evlenmeleri ve boşanmaları, kavgaları, Richard Burton’ın “menekşe gözlü” (onun için öyle denirdi o zamanlar) yıldız için aldığı muhteşem mücevherler yerli, yabancı tüm magazin basınını meşgul ederdi. Sanırım çift olarak gördükleri ilgi günümüzde, ayrılmalarından önce, Angelina Jolie ve Brad Pitt’e gösterilen ilgiden daha fazlaydı. Ve, evet, bir de Elizabeth Taylor’ın dillere destan mücevherleri vardı. Onun takıları, öyle şimdi Oscar törenlerinde veya Cannes’da kırmızı halıda yürüyen yıldızların taktıkları gibi sponsorlardan ödünç alınmış mücevherler değildi. İnanılmaz büyüklükteki gerdanlıkları, küpeleri, bilezikleri, taçları, hepsi kendisine aitti. Yanılmıyorsam, çoğu da yedi kocasından biri olup, iki kere evlendiği Richard Burton’ın hediyesiydi.

Çocukluk dönemimden hatırladığım epeyce film var. Bunların önemli bir bölümü siyah beyaz filmler. Yönetmen Alfred Hitchcock’un, başta Kuşlar (The Birds) olmak üzere, gerilim filmlerinden, Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Frank Sinatra’nın filmlerinden sahneler gözümün önüne geliyor zaman zaman…Sonra tabii ki, Türk filmleri, Türk sinema artistleri… Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik, Belgin Doruk, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık ve zamanın diğer artistlerinin sakız paketlerinin içinden çıkan ve biriktirilen resimleri… Ses ve Hayat dergilerinde onlarla ilgili haberler…

Daha sonra izlediğim , 1958 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Boris Pasternak’ın romanından uyarlanan, Dr. Jivago (ve müthiş müziği Lara’s Theme), Mary Poppins, Rex Harrison’ın oynadığı Dr. Doolittle serisi, Audrey Hepburn’ün oynadığı My Fair Lady yine çocukluğumun unutamadığım filmlerinden bazıları. İlk gençlik yıllarımın filmi ise, tartışmasız, Love Story idi. Ali MacGraw ve Ryan O’Neal’ın oynadıkları 1970 yapımı bu filmin müziği artık pop müziğin klasikleri arasında. Ali MacGraw’ın filmde giydiği giysiler, taktığı bereler o zamanlar çok moda olmuştu. Hiç unutmuyorum, bu filmi Ankara’da Dedeman sinemasında izlemiştim.

Eski filmleri anınca, eski sinemalardan söz etmeden olmaz. Günümüz sinemaları ile aralarındaki en önemli fark, büyük ve tek bir salonlarının olması diyebilirim. Küçük küçük, birden fazla salonun bulunduğu sinema işletmeleri çok sonraları yaygınlaştı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın Ankara’sından hatırladığım sinemalar Kızılay’da Ulus Sineması, Sıhhiye’ye doğru Büyük Sinema, Necatibey caddesinin başında Ankara Sineması, Maltepe’de Gölbaşı Sineması, Bahçelievler’de Renkli Sinema, Dedeman Sinemaları (biri Bahçelievler’de, diğeri daha sonra Akay’da), Şili Meydanında Çankaya Sineması, Tunalı Hilmi Caddesinde Kavaklıdere Sineması, Küçükesat’a doğru Talip Sineması. Bir de açıldığında olay olan, iki balkonlu Arı Sineması vardı. Altın rengi ve yeşil yaldızlı kumaştan perdesini hala hatırlıyorum. Söylendiğine göre, ilk açıldığında, yer gösterenlerin ceketleri de aynı kumaştanmış. Arı Sineması daha sonra TRT tarafından satın alınıp, televizyon stüdyosu haline getirildi.

Bu sinemaların dışında bir de yazlık, açık hava sinemaları vardı. Ben Ankara’da Bahçelievler’de olanı hatırlıyorum. Tahta sandalyelerde, ay çekirdeği ve gazoz eşliğinde izlenen filmler… Bazıları bu ay çekirdeği yeme işini o kadar geliştirmişlerdi ki, çekirdeğin ağıza götürülüp, çıtlatılması ve kabuğun ağızdan atılması otomasyona bağlanmış gibi olurdu. Eve gelindiğinde saçlarınızda arkanızdakilerin çekirdek kabuklarının bulunması da kuvvetle muhtemeldi. Yazlık sinemalar eğer apartmanlarla çevrili ise, etrafındaki evlerin balkonlarından insanlar filmleri izlerdi. Hem evlerinin konforundan yararlanıp, sere serpe balkonlarında oturan, hem de film izleyen bu insanlara ben küçükken hep imrenirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun her gece olması zaman zaman işkence gibi olsa gerek…

Bu sinemaların çoğu hoyrat kentsel talanın, 1970’lerdeki insanların gece sokağa çıkmaya çekindikleri anarşik ortamın veya daha sonra, kendilerini yenileyemedikleri için, daha modern sinemaların rekabetinin kurbanı oldular. Tıpkı, İstanbul’da pek çok sayıda sinemanın başına geldiği gibi… Otuz seneyi biraz aşan bir süredir yaşadığım İstanbul’da ben bile artık var olmayan kaç tane sinema sayabiliyorum.

Internet ve beraberinde getirdiği kolaylıkların olmadığı zamanlarda, şayet işi şansa bırakmaktan hoşlanmıyorsanız, hangi filmin hangi sinemada oynadığını öğrenmenin en güvenli yolu gazete ilanlarıydı. Belli başlı gazetelerde çıkan film ilanlarından seansların zamanına bakılıp, yola çıkılırdı. Telefon ile yer ayırtmak diye bir şey de yoktu. Zaten, çoğu evde telefon da yoktu… Filme yetişme heyecanı, acaba bilet var mı heyecanı… Hepsi birbirine karışırdı…

İlkokuldayım… Günlerden Pazar… Annem sinemaya gideceğimizi önceden söylediği için bütün ödevlerimi dün okuldan gelince yaptım. Neyse ki, Cumartesi günleri daha az sayıda ders yapıyoruz ve eve daha erken geliyoruz.

Pazar günleri gezmeye bayılıyorum. Bir yere gitmediğimiz zamanlar içim sıkılıyor. Pazar gününe kalan ödevlerin ve ertesi gün okula gidecek olmanın verdiği sıkıntı bir yana, banyo faslı (şofben de hiçbir zaman doğru dürüst ısıtmıyor suyu, hep üşüyorum), annemin haftalık yorgan kaplama işinin yarattığı karışıklık (bırakın nevresimi, henüz düğmeli yorgan teknolojisi bile keşfedilmemişti ülkemizde), komşu evlerden gelen radyoda naklen maç yayını sesleri, hepsi içimi karartıyor. O nedenle, sinemaya gidecek olmamız beni çok mutlu ediyor…

Gideceğimiz film uzun zamandır beklenen, iyi bir film imiş. Ağabeyim sabahtan gidip, aldı biletleri. Bilet var mı, yok mu heyecanı çekmeyeceğiz hiç olmazsa. Geriye sadece vakitlice evden çıkmak kalıyor çünkü bir şeye binmeden Gölbaşı sinemasına gitmemiz mümkün değil.

Kapı çaldı… O da ne? Olamaz… Misafir geldi! Babaannemin evinde olduğu gibi bizde de telefon olsa, belki ararlardı gelmeden. Belki de, gelenlerin de evde telefonları yok. Telefon başvuruları o kadar uzun zamanda karşılanıyormuş ki, geçenlerde annem birilerinin, büyüyene kadar anca gelir diye, yeni doğan çocukları adına başvuruda bulunduklarını söylemişti. Bilmiyorum ama, çok üzüldüm. Mutfakta bekliyorum. İçeriyi dinliyorum. Babam bir ara gelip, ”merak etme” dedi. Kalbim küt, küt atıyor… Daha yeni geldiler. Nasıl yetişeceğiz biz ? Off… Annem şimdi de “kahve içer misiniz?” diye soruyor!

Kahveler de içildi… Derken, babam söze giriyor… “Kusura bakmayın, biz önceden bilet almıştık… İnşallah bir dahaki sefere daha uzun otururuz…” Babacığım benim!

Neyse Dolmuş’ta da kuyruk yoktu. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, evden nasıl çıktığımızı bilmiyorum. Şimdi sinemadayız çok şükür. Boş bir tek koltuk yok. Perdeyi daha iyi görebileyim diye babam paltosunu katlayıp, benim altıma koydu.

Yetiştiğimize hala inanamıyorum. Daha reklamlar gösteriliyor. Kırmızı yanaklı çocuklar Sana yağı sürülmüş ekmekler yiyorlar iştahla…Benim canım ise Frigo Buz istiyor. Ağzımda ısıtarak yiyeceğime söz verirsem belki annem film arasında yememe izin verir…