Gözlerimiz, dünyayı görmemiz, keşfetmemiz, öğrenmemiz ve anlamamız için en önemli organımız. Bize dünyanın kapısını açan, ilerlemenin en önemli itici gücü olan merakı tetikleyen organımız… Öte yandan gözlerimiz, vücudumuzun diğer organları gibi sadece mekanik bir şaheser değiller. Kimi zaman, bakmak fiilinin ötesinde, o bakışa katabildikleri ifade ile duyguların, o sırada akıldan geçenlerin, iç dünyaların anahtarı olabilirler.
İnsan ruhu dipsiz bir kuyu. Bu ruhu inceleyen veya tedavi etmeye çalışan bilim dalları ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, hala bilinmeyen, adı konamayan pek çok yönü var. Ben öteden beri, karşımdaki kişinin bakışındaki ifadenin iç dünyasına açılan kapıyı araladığını, bir an için hissettiklerini, duygu ve düşüncelerini ele verebildiğini düşünürüm. O nedenle, konuşurken karşısındakinin gözüne bakamayanlardan oldum olası rahatsız olurum. Samimi olmadıklarına, belki bir şeyler gizlediklerine ya da beni canı gönülden dinlemediklerine kanaat getiririm.
İnsanın iç dünyasını sadece bakışlarından tamamen anlamak elbette mümkün değil. Üstelik bazıları, zor da olsa, size yanlış ipuçları da verebilirler. Ama, dedim ya işte… Anlayabilen için, bakışlar kısa süreliğine bir kapı aralarlar. Bir insanın sevgisini, nefretini, acısını, özlemini, mutluluğunu, kıskançlığını, kızgınlığını çok açık bir şekilde yansıtabilirler.
Kimi bakışlar vardır, çok kısa, bir saniye bile sürmeyen. Ruhun kendini tekrar kapatmasından önce kısa bir an… Ama işte o bakışta bir ömür vardır. Kelimelere dökülürse büyüsünün kaçacağı kesin olan pek çok söz vardır…
Kimi bakışlar vardır, bir ömür boyu unutamazsınız. En umulmadık zamanda, beklemediğiniz bir anda tekrar gözünüzün önüne gelip, ilk sefer olduğu gibi, sizi çarparlar. Mutluluktan uçurur ya da kedere boğarlar.
Birkaç aylık bebeğinizin yattığı yerden size bir bakışı vardır örneğin… Gülümseyerek gözlerinizin içine bakar. Sonsuz bir güven ve katıksız, hesabı kitabı olmayan bir sevgi vardır o bakışta. İçinize işler. Sarsılırsınız. Çocuğunuz büyüyüp, yetişkin bir insan olsa da o bakışı asla unutamazsınız. Tekrarı olmayan bir bakıştır o. Anılarınızda saklayacağınız, hatırladığınız zaman içinizi ısıtan bir bakış…
Kendi çocukluğunuzdan hatırladığınız annenizin bir bakışı vardır. Misafirin önüne konan çerez tabağındaki Şam fıstıkları ile biraz fazla ilgilendiğiniz zaman size yönelttiği bakış… Eliniz havada donup, kalmıştır kısa bir süre. Oysa oturacağınız yeri de ne güzel seçmişsinizdir. Misafirin hemen yanında. Kendinizce kimseye niyetinizi belli etmeden…
Daha da korkutucu olanı, babaanne bakışı olabilir kimi zaman. Şimdilerde ne çocukların ne de anne babaların bununla tam olarak ne demek istediğimi anladıklarını sanmam. Zira, izlediğim kadarı ile, çocuklar neredeyse sonsuz bir hoşgörü ve serbestlikle büyütülüyor günümüzde. Özgüven ve kişilik gelişimi açısından son derece olumlu bir şey bu. Ancak, hiç bir şekilde sınır çizilmeyen, nerede nasıl davranması gerektiği öğretilmeyen çocuklar geleceğin saygısız ve kaba yetişkinleri oluyorlar. Bir pazar sabahı dışarda, huzur içinde bir kahvaltı yapıp, gazete kitap okuma hayaliniz, etrafınızda koşuşan, çığlık atan çocukların ve diğer bir masada, bu çocukların yetişkin hali olan kişilerin bağıra çağıra konuşmaları arasında sinir harbine dönüşebiliyor.
Evet, ne diyordum? Eski zamanlardaki babaannelerin bakışı… Biz torunlar coşup, gürültüyü biraz fazla kaçırınca babaannemizin yönelttiği bakış… Bir an bir sessizlik olur, bütün torunlar divanın kenarına yan yana ilişir, yerimizi bilirdik.
Siz küçükken, babanızın bir bakışı vardır ömür boyu unutmayacağınız… Küçücük bir kız çocuğu iken elinizden tutmuş, sizi bilmediğiniz bir ülkede, bilmediğiniz bir dilin konuşulduğu bir okula götürmüştür. Birlikte girdiğiniz sınıfta kısa bir süre kaldıktan sonra çıkarken size dönüp, bakmıştır. O bakışta hem sonsuz bir sevgi ve şefkat vardır hem de size büyük bir güven. Sizin her şeyi başarabileceğinize duyulan güven.
– Sen yaparsın, der o bakışlar…
Sonra, yıllar geçer. O hep arkanızda olduğunu hissettiğiniz babanız yaşlanır, hastalanır ve elden ayaktan düşer… En temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz olur. Siz hiç yüksünmeden bakımını yaparken gözlerinizin içine öyle bir bakar ki, içinize işler… Ne yapacağınızı, ne edeceğinizi bilemezsiniz. Çaresizlik vardır o bakışta. Daima güçlü olmuş bir insanın, başkalarının yardımına muhtaç olmaktan dolayı duyduğu acı, üzüntü ve isyan vardır. Bir de minnettarlık… Boğazınızda bir şey düğümlenir. Bir işe yaramayacağını bilseniz de, teselli etmeye çalışırsınız.
Öğretmenlerinizin bakışları vardır bir de. Britanyalı öğretmenlerin bu konuda, şu yaşıma kadar hala sırrını çözemediğim, bir yetenekleri vardır. Asla şiddet uygulamaz, hatta seslerini bile yükseltmezler. Ama öyle bir bakarlar ki, özür dilenmesi gereken bir şey yaptığınızı hemen anlarsınız. Bu sizi, herkesin içinde bağırılmaktan ya da tokat yemekten daha çok utandıran, kendinize getiren bir bakıştır.
Ya sevgili bakışı? Hele de ilk gençlik yıllarında iseniz… Göz göze geldiğiniz an ayaklarınız yerden kesilir gibi olur. Midenizden yukarı doğru acı ve haz karışımı bir his yayılır. Kalbiniz çarpar. Yıllar sonra, o kişiler sizin için artık bir şey ifade etmese de, o duyguyu unutmazsınız…
Bakışlar, karşınızdakinin size vurulduğunu da ele verir… Sizi her gün gördüğü halde, bir başka ülkede, ortamda, bir başka türlü görmüştür. Belki o güne kadar hislerini saklamıştır. Belki o an beyninden vurulmuşa dönmüştür. Bilemeyiz ama, işte o bir saniyeliğine açılan kapıdan siz içini görmüşsünüzdür. Anladığınızı belli etmeyi ya da etmemeyi duruma göre seçmiş ya da seçmemişsinizdir…
Bir de sevilmediğinizi hissettiren bakışlar vardır. Buz gibi… Yürek parçalayan… Yıllar sonra, şairin yazdığı gibi size,
Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım (1)
dedirten…
Yıllarca bir arada yaşamış olsanız da, sizi dipsiz kuyuların içine düşüyormuşsunuz gibi hissettiren ilgisiz, sevgisiz bakışların aksine, yabancı bir ülkede, yabancı bir adamın, yanınızdan geçerken gülümseyip, göz kırpması içinizi müthiş bir yaşama sevinci ile doldurabilir. İçiniz kıpır kıpır, yüzünüze yayılmış bir gülümseme ile yolunuza devam edersiniz. Ondan sonra bu sahne ne zaman aklınıza gelse, içiniz aynı mutluluk duygusu ile dolar.
Bir de kimi sevgililer vardır… Aynı olayı her seferinde farklı anlatır. Gereksiz vaatlerde bulunup, sonra unutur. Siz her şeyin farkındasınızdır ama o yutturduğunu sanır. Sonra bir gün, artık yalanlarını yüzüne vurduğunuzda, pişkin pişkin,
– Öyle mi demiştim, der.
Bakışlarındaki suç üstü yakalanma ifadesini gizlemek için o kadar abartılı bir şekilde güler ki, gözleri neredeyse çizgi haline gelir…
Bir gün, bir askeri hastanede, hızla asansöre girersiniz. Kendi derdiniz, kendi telaşınız vardır. Birden, gencecik bir gazi ile karşılaşırsınız. Yanında ona eşlik eden bir astsubay vardır. Pijamasının içinde tek kolunun olmadığını, yüzünün henüz tam olarak iyileşmemiş yaralarla dolu olduğunu görürsünüz. Bir gözü hafif kapalıdır. O haliyle, kısa bir an gözlerinizin içine bakar. Hiç bir şey söylemeden. Sonra bakışlarını ayağındaki terliklere çevirir. Ne yapacağınızı bilemezsiniz… O kadar genç, hatta küçüktür ki, kollarınızın arasına alıp, bir çocuk gibi avutmak istersiniz…
Bir başka zaman, güzel bir sonbahar günü, atalarınızın 536 yıl önce karaya çıktığı Güney İtalya’nın Puglia bölgesinde, Otranto kentindesinizdir. Az önce şehrin katedralinde gördükleriniz sizi sarsmıştır… Yaşı epeyce ileri bir sanatçı, iyilik dolu bakışlarla size bakmış ve sizi teselli etmiştir. Kendinizi biraz olsun hafiflemiş hissetmiş, minnet duymuşsunuzdur…
Çocuklar görmüşsünüzdür sonra… Harran’da gittiğiniz bir kervansarayda karşınıza çıkmışlardır. Çektiğiniz fotoğrafa kimi ciddi, kimi de katıksız bir neşe ile bakmışlardır…
Küba’nın Santiago de Cuba kentinde, artık bir okul olan Moncada Kışlası’nın bahçesindeki çocuklar vardır bir de unutamadığınız… Başarısızlıkla sonuçlanarak, Fidel’in tutuklanmasına yol açsa da, 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlası’na yapılan baskın Küba Devrimi’nin işaret fişeği olmuştur. Duvarlarında hala mermi delikleri olan okulun bahçesindeki çocuklar günümüzde size neşe içinde bakarlar. Küba’daki tüm çocuklar gibi, her gün bedava bir litre süt hakları vardır. Ayrıca, tüm giysi ve kitap masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır. Bu çocukların mutlulukları gerçektir… Öyle propaganda ile falan ilgisi yoktur…
Güneydoğu Anadolu’ya yaptığınız bir gezide, Urfa’da bir Sıra Gecesi’ne gidersiniz. Öyle, sesin sonuna kadar açık olduğu ve size keyiften çok acı veren, bangır bangır olan türden değil, sanatçıların mikrofon kullanmadığı bir gece olacaktır. Salona girdiğinizde, sanatçıların çoğu yerlerini almıştır. Tam karşılarında hazırlanmış yer sofrasına yönelirsiniz. Henüz kimse gelmemiştir. Sofranın ortasındaki yer minderlerinden birine oturmak üzereyken, sonradan aynı zamanda müzisyenlerin başı olduğunu anladığınız saz sanatçısının size baktığını fark edersiniz. Siz de bakınca, hafifçe gülümseyerek, başı ile belli belirsiz bir selam verir. Böylesi bir selamı almamak olur mu? O bakış gece boyunca, bu topraklarda herkesin kardeş olduğunu, kavgaların ve şiddetin anlamsız olduğunu hissettirir size… O, insanın içine işleyen yöre türkülerini dinlerken, bu çok kültürlü ülkede doğduğunuz için şanslı olduğunuzu, bu zenginliğin korunması gerektiğini, bunun için de birbirimizi daha çok tanımaya ve anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünürsünüz…
Aynı gezide, Gaziantep’teki dünyaca ünlü Zeugma Müzesi’ndesinizdir. Dev boyuttaki mozaiklerin her biri büyüleyicidir. Hiç birinin, çıkarıldıktan sonra, medyada daha fazla yer bulan Çingene Kızı mozaiğinden eksik bir yanı yoktur. Sonradan uzmanlar tarafından, bu dosdoğru size bakan kızın çingene kızı değil, yer tanrısı Gaia olduğu söylense de, o gönüllerde çingene kız olarak kalmıştır. Yurtdışından ve yurtiçinden insanlar en çok onu görebilmek için akın etmektedirler.
Zeugma Müzesi gerçekten büyüleyici imiş… Bunca yıl görenlerden dinledikten sonra, nihayet görme fırsatım oldu. Sabah geldiğimizde kapının önü turist otobüsleri ile dolmuştu bile.
Dev boyutlu mozaiklerin önünde dakikalarca durup, mümkün olan her açıdan baktıktan sonra, sıra sonunda Çingene Kızı’na geldi… Ancak, ona ulaşmak diğer mozaikler kadar kolay değil. Gelenlerin, bu özel mozaiği görmek için ne kadar heyecanlandıklarının tam anlamıyla bilincinde olan uzmanlar, bu merak ve isteği doruğa taşımayı biliyorlar sanki.
Çingene Kızı’nı görebilmek için karanlık bir koridora giriyoruz. Bu tünel öyle dosdoğru da gitmiyor. Birkaç köşe dönmek zorunda kalıyoruz. İçerisi oldukça kalabalık. Hep birlikte ilerliyoruz…
Sonunda bir köşe daha dönüyoruz ve işte orada… Tam karşımızda, yine karanlık bir odada ve müthiş bir aydınlatmanın altında Çingene Kızı’nı görüyoruz… Karanlığın içinden bana bakıyor ve gözleri ile beni takip ediyor nerdeyse. Acaba, binlerce yıl öncesinden, ne demek, ne anlatmak istiyor?
Sıra ile önünden geçiyoruz ama, bakmaya doyamıyorum. Fotoğraf da çektirmiyorlar. Kendimi dışarda buluyorum… Tekrar girmeliyim. Ama, bu kez daha tenha bir zamanda girmem lazım ki içeride biraz daha kalayım. Bu eşsiz güzelliğin tadına ancak o zaman varabileceğim.
Dışarıda epeyce bir vakit geçirip, oyalandıktan sonra tekrar giriyorum. Labirent gibi koridorda aynı heyecan ile ilerliyorum… İşte, onu görünce, yine nefesimi tutuyorum… Bu kez kimse yok içerde. Sadece bir görevli var. Doya doya bakıyorum… Görevliye dönüp,
– Ne mutlu size, onunla berabersiniz, diyorum.
Gülümsüyor ve yerel şivesi ile,
– Evet, biz onunla her gün burada baş başayız… Birbirimize bakar,
konuşur, dertleşiriz, diyor.
Sonra,
– Fotoğraf çekmek isterseniz, flaşsız çekin hemen bir tane, diyor…
———————————————————————————
1- Üçüncü Şahsın Şiiri- Attila İlhan, Yağmur Kaçağı Kitabından
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.