Cuba, Mi Amor! (2)

Santiago de Cuba’da kaldığımız Hotel Melia’ya vardığımızda saat gece on olmak üzereydi. Yorgunluktan zar zor yemek yiyebildik ve hemen yattık. Yorucu bir gün olmuştu. Havana’dan Santiago de Cuba’ya olan uçuşumuz epeyce rötar yapmıştı. Jose Marti Havaalanı’na geldiğimizde uçuşun iki saat gecikmeli kalkacağını öğrenmiş ve o süreyi gezerek geçirmek üzere tekrar şehre dönmüştük. Aslına bakılırsa, o süre zarfında güzel vakit geçirmiştik. 1930’da yapılmış, Kübalıların Ulusal Kültürel Miras kabul ettikleri Hotel Nacional de Cuba’nın terasında Pina Colada’larımızı bile içmiştik. Ama, hem rötarın ilan edilenden çok daha fazla olması hem de uçuş süresi bizi yordu. Sabah da, Havana’yı gezmek için erken kalkmıştık.

Santiago de Cuba Vilayet Sarayı
Emilio Bacardi Müzesi
1899 yılında ünlü Rom üreticisi ve zengin iş adamı Emilio Bacardi tarafından kurulmuş. Bacardi’nin dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı gezilerde topladığı değerli eşyalar ve bir Mısır mumyasının dışında, 19. yüzyıl İspanyol resim sanatından örnekler sergileniyor. Bacardi ailesinin Küba’dan ayrılmasından sonra belediyenin yönetimine geçmiş.

Hotel Melia şehir dışında, beş yıldızlı, tipik bir tatil oteli idi. Çok sayıda Amerikalı turist vardı. Aslında, resmi olarak Amerikalıların Küba’ya gelmeleri kendi devletleri tarafından yasaklanmış. Ancak Amerikalılar, Meksika üzerinden Küba’ya gelerek, bu engeli aşıyorlarmış. Bir de, Küba’ya giriş çıkışlarda, eğer belirtirseniz, pasaportunuza damga basmıyorlar. Bu sadece Amerikan vatandaşları için değil, Amerika Birleşik Devletleri’ne yolculuk yapmayı düşünen diğer ülke vatandaşları için de önemli.

Santiago de Cuba Belediye Binası
Fidel Castro 28 Aralık 1958 günü, Cespedes Meydanı’ndaki bu
binanın orta balkonundan, devrim zaferini ilan ettiği ünlü
konuşmasını yapmış.
Küba’da Fidel Castro’nun resimlerini en çok gördüğümüz şehir Santiago de Cuba idi

İlk yazımda da belirttiğim gibi, Santiago de Cuba adanın doğusunda, Guantanomo’ya komşu bir vilayet. Karayip Denizi ile Sierra Maestra sıradağları arasında yer alıyor. Vilayetin merkezi olan şehir de aynı ismi taşıyor. Santiago de Cuba, birkaç açıdan önemli bir yerleşim yeri. Her şeyden önce burası, Küba’nın ilk başkenti. 1514 yılında, Küba’nın ilk İspanyol valisi Don Diego Velasquez tarafından kurulmuş. Ada yönetiminin 1589 yılında Havana’ya taşınmasına kadar bu statüsünü korumuş. Günümüzde, Küba’nın ikinci büyük şehri. Ancak, gezdiğimiz şehirlerin içinde en fakir olanıydı. Burası aynı zamanda, adanın en çok Afrika kökenlilerinin yaşadığı yer. Bunu sokakta bile gözlemlemeniz mümkün.

‘Sadece İsa Kurtarır’
Küba’da günümüzde dini inançlar üzerinde bir baskı görülmüyor
Her yerde müzik var…
Santiago de Cuba’da sokak müzisyenleri
Sıcakta parkta soluklanan Santiago de Cubalılar

Santiago de Cuba, tarihte hep Meksika ve bölgedeki diğer İspanyol kolonilerine gitmek için bir çıkış noktası olmuş. Meksika’yı fetheden ve Santiago de Cuba’nın ilk belediye başkanı olan Hernan Cortes de 1518 yılında seferine buradan çıkmış. Gerek yönetimin Havana’ya taşınmasından gerekse İspanyol asıllıların Meksika ve diğer kolonilere göç etmesinden dolayı bölgedeki İspanyol nüfus bir ara 150’ye kadar düşmüş. Bir anlamda korumasız kalan şehir, Fransız, İngiliz ve Hollandalı korsanların hedefi haline gelmiş. Korsan saldırıları ve depremler nedeniyle şehir birkaç kere yerle bir olmuş. Santiago de Cuba için, 1547 yılında bulunan bakır madenlerinin işletilmeye başlanması bir dönüm noktası olmuş. Gereken iş gücü için Afrika’dan köleler getirilmeye başlanmış. Böylece burası, Küba’da köle çalıştırılan ilk vilayet olmuş.

Don Diego Velasquez’in Evi
Velasquez’in evinde panjur ve tavanlardaki ahşap işçiliği çok güzel
Ev günümüzde Koloniyal Sanat Müzesi

1791-1796 yılları arasında Haiti’de kölelerin Fransızlara karşı ayaklanması, Santiago de Cuba’nın sadece ekonomisini değil, kültürel yapısını da etkilemiş. Haiti’den kaçarak buraya gelen 10 bin kadar Fransız aile sayesinde, bölgede çağın en ileri teknolojisi kullanılarak şeker ve kahve üretimi yapılmaya başlanmış. Öte yandan, Fransız, Afrika ve Küba kültürünün birbirleri ile etkileşimi sonucu, Santiaguero olarak adlandırılan, Küba’nın en zengin kültürü ortaya çıkmış. (Hatırlarsanız, Küba ile ilgili ilk yazımda söz ettiğim, Santiago de Cuba’da benden sabun isteyen kadın da Fransızca konuşuyordu).

Santiago de Cuba’nın bir diğer önemi, Fidel Castro’nun şehri olması. Burası, Batista’nın devrildiği 1959 Devrimi’ne giden uzun yolun başlangıç noktası. Şimdi mezarının bulunduğu bu şehir aynı zamanda benim, Küba’da Castro’nun en çok duvar resmini gördüğüm şehir oldu. Küba’da gittiğimiz her yerde Che’nin resimlerinin olmasına karşın, Castro’nun resimlerine bir tek burada rastlamıştık.

Santiago de Cuba’da ilk gittiğimiz yer, Velasquez’in evi idi. Küba’daki en eski yapı olduğu belirtilen ev günümüzde, Koloniyal Sanat Müzesi (Museo de Arte Colonial) olarak kullanılıyor. 1516 yılında yapılmış. Mimarisinde Endülüs özellikleri bariz bir şekilde görülüyor. İkinci katı çevreleyen balkonun paravan benzeri tahta panjurları evin hem serin olmasını sağlıyor hem de mahremiyetini koruyor. Müzede evin kendi eşyalarının dışında, kolonyal döneme ait başka yerlerden getirilmiş eşyalar da sergileniyor.

Kübalıların milli kahramanlarından Antonio Maceo’nun anıtı
Antonio Maceo (1845-1896)

Havana’da olduğu gibi, Santiago de Cuba’da da bir Devrim Meydanı (Plaza de la Revolucion) var. Burası, 1991 yılında düzenlenen Pan-Amerikan oyunları için yapılmış. Meydandaki Antonio Maceo (1845-1896) anıtı çok etkileyici. Castro gibi Santiago de Cuba’lı olan General Maceo, Kübalıların milli kahramanlarından birisi. 1868-1878 yılında İspanyollara karşı yapılan birinci Bağımsızlık Savaşı’nda kahramanlıklar göstermiş. Aldığı birçok yaraya rağmen hayatta kaldığı için halk arasında kendisine “Bronz Titan” takma adı verilmiş. Yapılan on yıllık mücadele sonunda halktan yeterli desteği bulamayan bağımsızlık taraftarları, İspanyolların reform sözü vermeleri üzerine, Zanjon Anlaşması ile savaşı sona erdirmeye karar verince, Maceo şiddetle karşı çıkmış. Köleliğin kaldırılmadığı ve Küba’nın bağımsızlığını kazanmadığı hiçbir çözümü kabul etmeyen Maceo’nun itirazı tarihe Baragua Protestosu olarak geçmiş. Antonio Maceo, 1895 yılında İspanyollara karşı başlatılan ikinci Bağımsızlık Savaşı sırasında da savaşmış ancak, savaş sırasında (1896) ölmüş.

Devrim Meydanı’ndaki Antonio Maceo anıtı, Santiago de Cubalı sanatçı, Alberto Lescay Merencio tarafından yapılmış. Maceo’nun at üstünde canlandırıldığı heykeli heybetli ve etkileyici. Heykelin arkasındaki, 23 adet stilize edilmiş dev pala, hem şeker kamışı hasatında kullanılması hem de Kübalıların İspanyollara karşı savaşırken bu aletleri silah olarak kullanmalarını temsil ediyormuş. 23 sayısının ise, Maceo’nun ünlü Baragua Protestosu’nun 23 Mart 1878 tarihinde olmasına bir gönderme olduğu belirtiliyor.

Moncada Kışlası
Duvarlarda 26 Temmuz 1953 gecesinden kalan kurşun izleri

Santiago de Cuba’da gördüğümüz ikinci yer, Moncada Kışlası idi. Moncada Kışlası günümüzde okul olarak kullanılıyor. Ancak, Küba’da Castro ve arkadaşlarının verdiği mücadele açısından önemli bir yer. Diktatör Batista’nın 1953 yılında yapılacak seçimlere Fidel Castro ve partisinin (Partido Ortodoxo) katılmasını yasaklaması üzerine, Castro ve arkadaşları silahlı mücadeleye karar vermişler. Bu doğrultuda, ilk eylem olarak, o zamanlar Küba’nın ikinci büyük askeri kışlası olan Moncada Kışlası’na bir saldırı planlanmış. 26 Temmuz 1953 gecesi, o zamanlar 27 yaşında olan Fidel Castro, erkek kardeşi Raul Castro ve 140 kadar arkadaşları kışlaya bir baskın düzenlemişler. Bu baskın başarısız olmasına rağmen, Küba’da devrimci mücadelenin başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor. Birtakım aksilikler nedeniyle, baskın sırasında yapılan planlar uygulanamamış. Çatışmada ölen 10 kadar kişinin dışında 55 devrimci de daha sonra işkence sırasında öldürülmüş. Fidel Castro da yakalanmış. Bu noktada şans Castro’nun yüzüne gülmüş. Çünkü, onu birkaç arkadaşı ile birlikte yakalayan teğmen Pedro Manuel Sarria Tartabull (1900-1972) ahlaki yönden sağlam bir insan çıkmış. Etraftaki asker ve subayların zorlamalarına karşı çıkarak, onları öldürmemiş. Öldürüleceklerini bildiği için askeri birliklere de teslim etmemiş. Doğrudan adli makamlara götürmüş ve resmi bir şekilde kayda alınmalarını sağlamış. Böylece, Castro’nun, kardeşinin ve arkadaşlarının hayatlarını kurtarmış. Castro Tartabull’u asla unutmamış. İlerleyen yıllarda siyasi olarak uyuşmasalar da, Tartabull ölünce cenazesine katılmış.

Fidel Castro’nun hayatını kurtaran teğmen Pedro Tartabull

Fidel Castro, tutuklandıktan sonra 22 ay hapis yatmış. İyi bir hukukçu olan Castro, “Tarih Beni Aklayacaktır” başlıklı ünlü konuşma metnini bu sırada yazmış. Gizlice dışarı çıkarılan ve Küba’da dağıtılan bu metin, bir manifesto gibi Küba’da el altından dağıtılmış. Castro, ülkenin aydınları, yazarları ve halkın baskısı sonucu Batista’nın çıkardığı genel af ile hapisten çıkmış.

Moncada Kışlası günümüzde okul olarak kullanılıyor
Kışlanın karşısında lojman olduklarını düşündüğüm evler

Sarıya boyalı Moncada Kışlası günümüzde neşeli okul çocukları ile dolu ve cıvıl cıvıl. Duvarlarda kurşun izlerini görmek mümkün. Baskından sonra, kurşun izleri Batista yönetimi tarafından kapatılmış ancak 1978 yılında yapılan restorasyon sırasında bu izler tekrar ortaya çıkarılmış.

Sierra Maestra dağları
Yol kenarındaki akbabalar
Fidel Castro, Che Guevara ve arkadaşlarını Meksika’dan Küba’ya getiren Granma isimli tekne Havana’daki Devrim Müzesi’nin bahçesinde sergileniyor. İnsan teknenin boyutunu görünce, o kadar çok kişinin
nasıl sığdığına hayret ediyor.

Santiago de Cuba’dan sonra otobüsle Camagüey’e doğru yola çıktık. Yol boyunca, ekili tarlaların ötesinde, Sierra Maestra dağları yükseliyordu. Fidel Castro’nun, kardeşi Raul Castro, Ernesto (Che) Guevara ve arkadaşları ile birlikte Batista rejimine karşı gerilla savaşı yürüttükleri sıradağlar bunlar. Castro, 1955 yılında hapisten çıktıktan sonra, kardeşi ile birlikte Meksika’ya gitmiş. Che ile burada tanışmışlar. Meksika’daki Kübalı sürgünleri, Moncada Kışlası’na yaptıkları saldırının tarihinden esinlenerek, 26 Temmuz Hareketi adı altında devrimci bir grup olarak örgütlemiş. 2 Aralık 1956 günü, Castro ve 81 kişi, Granma isimli ufak bir tekne ile, devrimci bir hareket başlatmak üzere, Küba’nın doğusunda karaya çıkmışlar. Hemen hemen hepsi öldürülmüş ya da yakalanmış. Fidel ve Raul Castro kardeşler, Che ve dokuz kişi sağ kalarak bu dağlara çekilmişler. Giderek artan katılımla hareket büyümüş ve 1958 yılı sonunda Batista’nın ülkeyi terk etmesine kadar süren bir mücadele verilmiş.

Küba gezimizde önce Havana’ya uçtuk. Orada iki gün kaldıktan sonra, uçakla adanın doğusundaki Santiago de Cuba’ya gittik. Buradan otobüsle, Bayamo, Camagüey, Sancti Spritus, Trinidad, Cienfuegos ve Santa Clara üzerinden Havana’ya geri döndük.
San Pedro de la Roca Kalesi

Camagüey’e giderken, yolda Castillo de San Pedro de la Roca kalesini gezdik. 1997 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu kale, Santiago de Cuba’nın 10 kilometre kadar dışında. Kalenin yapımına, o dönemin valisi Pedro de la Roca de Borjia’nın talimatı ile başlanmış. Tasarımını, Milanolu mimar Battista Antonelli yapmış. Ancak, kalenin inşaatı 62 yıl sürmüş. 1700 yılında tamamlanabilmiş. Burası da, Havana’daki gibi, doğal ve çok dar bir kanal ile erişilen limanın ağzına yapılmış bir kale. Manzara çok güzel. Dar kanaldan geçildikten sonra, iç tarafta bir de ufak ada görünüyor.

San Pedro de la Roca Kalesi
Kaleden manzara
Uzakta görünen sanayi tesisinin bir Kanada yatırımı olduğu belirtildi
Ernesto Che Guevara her yerde…
Kale yakınında bir bina

Yaklaşık 300 kilometrelik bir otobüs yolculuğundan sonra Camagüey’e vardık. Kaldığımız Hotel Camagüey şehrin biraz dışında idi. Birinci yazımda belirttiğim gibi burası, Küba’da kaldığımız en kötü oteldi. Rehberimiz, şehir içindeki daha iyi otellerde grup olarak kalmanın yarattığı bazı lojistik sorunlardan dolayı burada kalacağımızı söylemişti. Biz de, bir gece kalacağımız için fazla dert etmedik.

Bayamo’da Beatles Kültür Merkezi
Beatles grubunun dünyayı kasıp kavurduğu dönem, Küba’da rejim değişikliğinin henüz çok yeni olduğu zamana denk gelmiş. Komünist rejim, Beatles’ın devrim sonrası genç kuşakları yozlaştıracağını ve tüketime yönelteceğini düşünerek, yasak koymuş. Grubun şarkılarını dinlemek yasaklanmış. Buna karşın, Kübalıların Beatles sevgisi bitmemiş. 60’lı ve 70’li yıllarda bir yolunu bulup gizlice Beatles şarkılarını dinlemişler. 2000 yılında, Castro’nun Havana’da bir parka konan John Lennon heykelinin açılışını yapmasıyla birlikte bu yasak sona ermiş.

Akşam yemeği için şehre indik. Yemek yediğimiz Restaurante 1800, Camagüey’in tarihi bölgesinde, Plaza San Juan de Dios meydanında idi. Buraya geldiğimizde bizi bir sürpriz bekliyordu. O gün, Camagüey’in kuruluşunun 501. yıl dönümü nedeniyle büyük bir kutlama düzenlenmişti. Camagüey, Velasquez tarafından ilk önce kuzeydeki sahilde Puerto del Principe adıyla kurulmuş (1514). Sonradan (1528), daha iç bölgede, Küba yerlileri Tayno’ların bir yerleşim yeri olan, Camagüey’e taşınmış.

Camagüey’de Restaurante 1800
Camagüey’in 501. kuruluş yıldönümü kutlamaları

Meydana dev bir sahne kurulmuştu. Restoranın tam karşısındaki sahnenin bizim oturduğumuz, pencere önündeki iki kişilik masadan görünümü de mükemmeldi. Yediğimiz güzel yemeklere ve içtiğimiz şaraba ek olarak, çok güzel bir gösteri de izlemiş olduk. Senfoni orkestrasının çaldığı müzik ile başlayan gece, çeşitli dans gösterileri ile sürdü. Gecenin sonuna doğru yapılan danslarda Küba’nın köklerindeki Afrika damarının etkisi daha belirgindi. Dansçıların capcanlı renkli giysiler içinde yaptıkları bu danslar, insanı adeta transa sokan, inanılmaz ritmik danslardı. Gösterinin sonunda, sahnenin arkasındaki San Juan de Dios Kilisesi’nin gerisinden havai fişekler de atıldı.

Bir gece önce yemek yediğimiz Restaurante 1800.
Gösterileri, pencereden görünen iki kişilik masamızdan izlemiştik.
Meydan gündüz bambaşka görünüyordu

Ertesi sabah, gezmek için şehrin yine aynı bölgesine gittik. Bir yeri gündüz gözü ile görmek çok başka oluyor tabii ki. Buna rağmen, bir gece önce karanlıkta bile, Camagüey’in şehir olarak Santiago de Cuba’dan daha iyi durumda olduğunu hissetmiştim. İnsanların giyimleri kuşamları çok daha iyi görünmüştü bana. Gerçekten de, gündüz bu izlenimim pekişti. Hem şehir daha temizdi hem de insanların genel durumu daha iyi görünüyordu.

Şehri çekçek bisikletlerle gezmek hem güzel hem akıllıca idi

Camagüey’in tarihi bölgesinde sokaklar çok dar. Bazı yerlere otobüs ile girmek mümkün değil ya da çok zor. Yürüyerek gezmek ise, sıcakta çok yorucu. Günün ilerleyen saatlerinde hava birdenbire çok ısınıyor. Rehberimizin bu durum için bulduğu çözüm harikaydı. Bölgeyi, ikişer ikişer bindiğimiz çekçek bisikletlerle gezdik. Hem kullanışlı hem de eğlenceli idi. Zaman zaman da korkutucu… Bisikleti kullanan çocuk (artık biraz da poz yapmak istediğinden midir, bilemiyorum), bazen çok hızlı gidiyordu. Geçerken tanıdıklarına laf atmaktan, onlarla şakalaşmaktan da geri kalmıyordu.

Geçerken gözüme takılan bir berber

Bir gece önce önünde sahne kurulmuş olan kilise, San Juan de Dios, 1728 yılında yapılmış. Barok stilde yapılmış olan kilise, meydanı çevreleyen rengarenk boyalı evlerle hoş bir uyum içinde. Kilisenin bağlı olduğu tarikat, Avrupa’daki Hospitalier Şövalyeleri gibi, hastaların bakım ve tedavisi ile uğraştığı için, yan tarafta bir de hastane yapmışlar. Burası günümüzde bir müze. Kilisenin benim için en ilgi çekici yeri altar kısmı oldu. Açıkçası ben, Kutsal Üçlü’nün burada yapıldığı gibi resmedildiğini daha önce hiç görmemiştim. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi’nde Baba genelde yaşlı bir adam olarak gösterilir. Kutsal Ruh ise, bir güvercin ile ifade edilir. Buradaki resimde, Kutsal Üçleme birbirine tıpa tıp benzeyen üç İsa ile resmedilmiş. Baba biraz daha yaşlı, Oğul İsa daha genç ve elleri delik, Kutsal Ruh ise, elinde güvercin ile canlandırılmış.

San Juan de Dios Kilisesi
Altar’daki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlemesi
Kilisedeki bu papaz heykelinin elindeki doktor
çantası tarikatın misyonunu simgeliyor

Plaza del Carmen de Camagüey’in sevimli meydanlarından birisi. Yakın zamana kadar bakımsız olduğu belirtilen meydan restore edilmiş. Burada da meydana hakim, Barok döneme ait güzel bir kilise (Iglesia de Nuestra Senora del Carmen) var. Parke taşlarla döşenmiş meydanda hoş lambalar ve dev saksılar var. Ama en çarpıcı olan şeyler, meydandaki heykeller. Günlük hayatı yansıtan bu bronz heykeller, atölyesi de bu meydanda olan, sanatçı Martha Jimenez Perez’e ait. 1948 yılında doğan Martha Jimenez, Küba’nın en saygın sanatçılarından birisi. Heykel, resim, seramik ve gravür dalında eserler veriyor. 1997 yılında, ulusal kültüre katkısından dolayı, UNESCO’dan ödül almış. 2010 yılında Şangay Bienali’nde, 2011 yılında Türkiye’de, Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’de düzenlediği, 5. Uluslararası Heykel Sempozyumunda ödül almış.

Plaza del Carmen ve Nuestra Senora del Carmen Kilisesi
Kübalı sanatçı Martha Jimenez
Martha Jimenez’in atölyesinin huzurlu bir ortamı var

Jimenez’in meydandaki heykelleri çok sevimliler. Sanatçı model olarak çevredeki halkı kullanmış. “Dedikoducu Kadınlar”, sokak satıcısı, bir banka oturmuş yaşlı çift… Hepsi gerçek hayattan alınmış sahnelerdi. Meydanın kiliseye yakın tarafında, bir banka oturmuş gazete okuyan bir adam heykeli vardı. Heykelin hemen yanında ise, aynı adam, elinde aynı gazete ile ve aynı pozda oturuyordu. Turistler doğal olarak ilgi gösteriyorlardı. O da, Küba’da sıklıkla yaptıkları gibi, nereden geldiğimizi sordu. Türkiye’den geldiğimizi duyunca, sevinç gösterdi. Ona 1 CUC verdim. Daha da çok sevindi. Karşılıklı olarak, birbirimize “Viva Turquia”, “Viva Cuba” dedik!

Heykel ve modeli yan yana
Heykel olarak canlandırılan insanların hepsi mahallenin insanları

Martha Jimenez’in atölyesi çok hoş bir yerdi. Arka tarafta, avlu gibi küçük bir bahçe vardı. Yeşillikler arasında, içinde nilüferler olan havuz ve heykeller çok hoştu. İçerideki kalabalığa rağmen, çok huzurlu bir ortamdı. Buradan kendimize bir “Dedikoducu Kadınlar” gravürü ve seramikten ufak bir pano aldık.

Bir sonraki durağımız olan Trinidad’a giderken, yolda öğle yemeği için Sancti Spiritus’ta durduk. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, burası da Velasquez’in kurduğu şehirlerden birisi. 1514 yılında kurulmuş. Çok güzel bir restoranda (Meson de la Plaza) yemek yedik. Yemek sırasında, Küba’da her yerde olduğu gibi, bir grup geldi ve müzik çalmaya başladı. Grubun müzik kalitesini çok beğendim. Daha sonra gelen kadın solist ise, beni benden aldı ve götürdü. Duygu yüklü, müthiş bir sesi vardı. Grubun adının Septeto Rompesaragüey olduğunu öğrendik. CD’lerini aldık.

Emek Meydanı’ndaki bu mavi bina bir zamanlar, sadece beyazların girebildiği Şehir Kulubü imiş. Devrimin hemen başında Che buraya siyahi şoförü ile geldiği zaman, eski alışkanlıkla, şoför içeri sokulmamış. Daha sonra şoförün kendisine bu konuda yakınması üzerine Che, çalışmalarında özellikle toplumda farklı ırklar arasında eşitlik sağlanması konusuna ağırlık vermiş. Günümüzde Küba’da ırklar arası ve kadınlar ile erkekler arası eşitlik olduğu bariz bir şekilde görülüyor.
Agramonte Meydanı’ndaki Ignacio Agramonte (1841-1873) anıtı. Camagüeyli olan Agramonte, İspanyollara karşı verilen on yıllık (1868-1878) bağımsızlık savaşında önemli başarılar göstermiş bir milli kahraman. Anıt, ölümünden sonra, 1912 yılında eşi tarafından
İtalyan bir sanatçıya yaptırılmış.
Camagüey Teatro Principal (1850)

Sancti Spiritus’a bağlı olan Trinidad, Küba’da gezdiğimiz yerleşim yerleri arasında en bakımlı ve turizm açısından en gelişmiş olanıydı. Farklı renklere boyanmış bakımlı evleri ve sokakları, fotoğraf çekmek için de pek çok seçenek sunuyordu. Sokakların bazı yerlerinde yürümek epeyce zordu diye hatırlıyorum. Çünkü, parke taşı olarak nehir taşları kullanılmış ama, bunlar hiç düzeltilmeden, oldukları gibi, yerleştirilmişler.

Sancti Spiritus’ta yemek molası verdiğimiz restoran
Septeto Rompesaragüey’den Campesino şarkısı

Trinidad, 1514 yılında kurulmuş olmasına karşın, özellikle 18. yüzyıl ortasından itibaren gelişmiş ve zenginleşmiş. Yakınındaki Valle de los Ingenios vadisindeki şeker kamışı plantasyonlarının sahiplerinin inanılmaz zenginlikleri şehri kalkındırmış. 1988 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınan tarihi Plaza Mayor meydanının çevresindeki binalarının çoğu bu zengin şeker üreticilerinin ve tüccarlarının malikaneleri imiş. Bu binaların önemli bir kısmı şimdi müze olarak kullanılıyor. 19. yüzyılın ortasında köleliliğin kaldırılmasından ve şeker ticaretinin azalmasından sonra, Trinidad’ın yıldızı sönmeye başlamış. 1950’lerin ortasına kadar yeni bina hemen hemen hiç yapılmamış. Bunun sonucunda, eski kolonyal binalar korunmuş. Günümüzde Trinidad, eski kolonyal dönemde donup kalmış bir şehir izlenimi yaratıyor.

Trinidad’ın geleneksel evlerinin pencerelerinde barrotes adı
verilen tahta parmaklıklar var.
Daha sonra, bu tahta parmaklıkların yerine tahta panjur
ve demir parmaklılar kullanılmaya başlanmış

Trinidad’a özgü kolonyal evlerin en önemli özelliği pencereleri. Kimi yer seviyesinde kimi ise yerden biraz yüksekte olan bu pencereler oldukça büyükler. Orijinal olarak bu pencerelerde cam yokmuş. Onun yerine, barrotes adı verilen tahta parmaklıklar varmış. Bu şekilde, evlerin sürekli havadar ve serin olmaları sağlanıyormuş. 19. yüzyıldan itibaren tahta parmaklıklar tahta panjur ve demir parmaklıklarla değiştirilmeye başlanmış. Ancak, orijinal tahta parmaklıkları olan evler hala var.

Iberostar Heritage Grand Trinidad Hotel
Odalar da, otelin tamamı gibi, kolonyal tarzda döşenmiş
Otel misafirlerinin odalarına buna benzer notlar bırakılması bilinmedik bir uygulama değil elbet. Ama, verilen onca emeği düşününce, Küba’da bunların el ile yazılmış olması beni çok duygulandırdı…

Trinidad’da kaldığımız otel de, Havana’da olduğu gibi, İspanyol turizm zinciri Iberostar’ın işlettiği bir oteldi. Ancak, tarihi bir binada hizmet veren, Iberostar Heritage Grand Trinidad Hotel butik otel anlayışı ile hizmet veren beş yıldızlı bir oteldi. Küba’da kaldıklarımızın içinde gerek dekorasyon gerekse servis kalitesi olarak en üstün otel olduğunu söyleyebilirim. Otelin bulunduğu tarihi bina, bir şeker kamışı tüccarına ait, kolonyal tarzda yapılmış muhteşem bir ev. Bir saray yavrusu denebilir. Çok başarılı bir şekilde restore edilmiş ve kolonyal tarzda döşenmiş.

Şeker plantasyonun sahibi olan zengin toprak ağasının evi
günümüzde restoran olarak kullanılıyor
Kölelerin kaçmasını önlemek için yapılmış gözetleme kulesi
Eskiden kulenin tepesinde olan bu çan, yukardan kaçmaya çalışan köleler tespit edildiği zaman, alarm olarak çalınırmış
Bir zamanlar şeker üretimi için kullanılan dev kazanlar

Yolda, Trinidad’a yaklaşık 25 kilometre mesafede, aynı ailenin şeker plantasyonundan kalanları görmek için durmuştuk. Burası, kölelik kalktıktan sonra terk edilmiş. Geride pek fazla bir şey kalmamış. Toprak sahibinin evi restorana çevrilmiş. Kölelerin kaçmasını engellemek için yapılan gözetleme kulesi ayakta ama yaşadıkları yerler yıkılmış. Etrafta, şeker üretiminde kullanılan birkaç dev kazan vardı. Çevrede yaşayan insanlar son derece fakirdi. Belki de kökleri, bu plantasyonda bir zamanlar çalışmış olan kölelere kadar uzanıyordu. Hepsi bir şeyler satmaya çalışıyorlardı. Burada kumral, açık renk gözlü, genç bir kadından bir CUC’e on tane kolye aldık. (Bir CUC bir dolara denk geliyor. Küba’da ikili bir para sistemi bulunuyor. CUC sadece ülkeyi ziyaret eden yabancılar tarafından kullanılıyor. Halk tarafından kullanılan para birimi CUP. Bir CUC karşılığı 25 CUP ediyor.) Kolyeler, doğal renkleriyle, çeşitli bitki çekirdekleri ve tohumlardan yapılmıştı. Bu çekingen ve ürkek kadın bu kolyeleri yapmak için kim bilir bunları nerelerden toplamış, sonra da iplere dizmişti. Saatlerce uğraşmış olmalıydı. Ona bir CUC daha verince hemen sevinçle bize on kolyelik bir demet daha uzattı. İşaretle, bu son kolyelerin onda kalmasını istediğimizi anlatınca, gözleri sevinçle daha da bir parladı. Küba’da içimi yakan olaylardan biri de bu oldu. Çok yaşlı bir başka kadın ise, kibarca sabun istedi. Bu kez hazırlıydık. Ona da otelden aldığımız sabunlardan verdik…

Iglesia Parroquial de la Santisima Trinidad kilisesi
Akşamları kilisenin yanındaki bu merdivenlerde müzik,
dans ve eğlence oluyor
Plaza Mayor meydanı

Trinidad’daki ilk gecemizde, akşam yemeğinden sonra, müzik dinlemek için otelden çıktık. Bize verilen tarif çok basitti. Otelden çıkınca sağ tarafa doğru yürümemiz ve müziğin sesini takip etmemiz söylenmişti! Bu kadar net bir tarif olamazdı. Müziğin sesini izledik ve hafif bir yokuş çıktıktan sonra Plaza Mayor meydanına vardık. Meydandaki Iglesia Parroquial de la Santisima Trinidad (1892) kilisesinin yanındaki merdivenlere bir sahne kurulmuştu. Burada her akşam müzik ve dans oluyormuş. Bütün gün süren otobüs yolculuğu sonrası epeyce yorulmuştuk. Mojito içip müzik dinlemeyi tercih ettik. Meydanı, birer yakışıklı Kübalı genç yakalamak için olağanüstü çaba gösteren orta yaşlı Alman ve İngiliz kadınlara bıraktık…

Trinidad’da çok sayıda pansiyon var
Havana’da olduğu gibi, eski arabalar burada da var
Önünden geçtiğimiz bir okulun iki pencereli bir sınıfındaki öğrencilerin fotoğraflarını çekme fırsatım oldu. Küba’da eğitim ücretsiz. Devlet her çocuğun kitap, eğitim malzemesi ve giyim masrafını karşılıyor. Ayrıca, her çocuğa günde bir litre süt veriliyor.

Trinidad’ın eski bölgesinde hemen hemen her yer restoran, bar ve pansiyonlarla dolu. Pansiyonlar, devletin izniyle ve belirlediği vergiyi ödemek şartıyla işletilen aile işletmeleri. Bunların yanında, devlet tarafından işletilen yerler de var. Bir öğlen yemek yediğimiz Plaza Mayor Restaurant’ın devlet işletmesi olduğunu öğrendiğim zaman çok şaşırdım. Yemek kalitesi ve servis, eski Doğu Bloku ülkelerinde devlet tarafından işletilen lokantalarla kıyas edilemeyecek kadar iyiydi.

Cantero Sarayı
Sarayın kapı üstü ve duvar freskleri çok güzel

Cantero Sarayı (Palacio Cantero), Plaza Mayor çevresindeki en etkileyici binalardan biri. Geniş bir girişten sonra içerde revaklı bir avlu var. Avludan girişi olan kuleden Trinidad şehrini, Plaza Mayor’u ve denizi görebiliyorsunuz. Saray 1828 yılında, o zamanlar Trinidad’ın en varlıklı kişisi (Don Jose Mariano Borrell y Padron) tarafından yaptırılmış. Birkaç kuşak sonra ve evlilikle, Cantero ailesinin eline geçmiş. 19. yüzyılın sonuna kadar kullanılmış. Günümüzde, Belediye Tarih Müzesi olarak kullanılıyor.

Cantero Sarayı’nın içi, revaklı avlusu ve kulesi

Trinidad’daki zengin evlerinin ortak özellikleri, muhteşem yükseklikteki tavanları, orta avluları ve dünyanın her yerinden getirilmiş, birbirinden değerli eşyaları. O dönemde Küba’da şeker kamışı üretimi ve ticaretinden yaratılan zenginlik o kadar büyük olmuş ki, zengin toprak sahipleri dünyada neredeyse paranın satın alabileceği her şeyi satın almışlar.

Brunet Sarayı çok daha muhteşemdi
Yerdeki vazo benzeri kap, puro içerken arada
tükürmek için kullanılıyormuş

Gezdiğimiz ikinci ev olan, Brunet ailesine ait, Palacio Brunet çok daha muhteşem bir evdi. Burası, Plaza Mayor’daki kilisenin yanında bulunuyor. 1812 yılında yapılmış. Yaptıran kişi de, Cantero Sarayı’nı da yaptıran Don Borrell. Ancak ev, daha sonra kızının evlendiği, Kont Brunet’in adıyla anılır olmuş. Günümüzde burası Museo Romántico adı altında ziyarete açık. Evin ana avlusu, çok güzel. Yerlerdeki mermerler, duvar freskleri ve dekorasyonları orijinal haliyle duruyor. Mutfaktaki duvar seramikleri de o dönemden kalma. Bazıları başka zengin evlerinden getirilmiş olsa da, eşya ve bibloların büyük bölümünün Borell ailesinin kullandığı eşyalar oldukları belirtiliyor.

Palacio Brunet birbirinden değerli eşyalarla dolu
Mutfaktaki duvar seramikleri orijinal

Trinidad denilince aklıma gelen en güzel anılardan biri, rehberimiz Deniz beyin “tekavütler orkestrası” olarak adlandırdığı orkestra. Şehrin içinde yürüyerek yaptığımız gezi ve müze ziyaretlerinden sonra, Plaza Mayor’a açılan sokakların birinde bulunan Casa de la Trova isimli yere gittik. Küçük bir bahçesi var. Eski ama bakımlı. Bir bar ve gece kulübü olduğu için, daha çok gece gidilen bir yer. Nitekim, biz daha sonra gece de gittik. Ancak, bizim izleyeceğimiz yaşlı müzisyenler orkestrası, artık geceleri yoruldukları için, gündüz çalıyorlarmış. Bu sevimli müzisyenleri çok sevdik. Çok tatlıydılar. Üstelik, onlardan istediğim Guantanamera (Guantanamolu kız demek) şarkısını söylediler benim için. İçlerinden birinin görevi ise, gruptaki biz kadınları dansa kaldırmak ve figürleri öğretmekti. Neşe içinde dans ettik…

Avlular bu sarayların vaz geçilmez mimari özellikleri
Brunet Sarayı’ndan Plaza Mayor ve Karayip Denizi manzarası
Brunet Sarayı’dan Escambray Dağları manzarası

Trinidad’da Karayip Denizi’ne girme fırsatımız da oldu. Çok fazla etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Her zaman bizim girdiğimiz sırada olduğu gibi dalgalı olmayabilir. Bilemiyorum. Öte yandan, zaten Küba’ya giderken beni en az ilgilendiren şeyin denize girmek olduğunu söyleyebilirim. Görecek, öğrenecek o kadar ilginç şey varken, deniz benim önceliklerimden değildi. Turistik dergi fotoğraflarında gördüğüm kadarıyla, Küba’nın deniz açısından çok daha güzel yerleri var. Bembeyaz kumları ve turkuaz rengi deniz suyu olan plajlar. Özellikle Varadero’ya çok giden İngilizler gibi, Küba’ya giden bazı turistler adaya sadece deniz ve plaj için gidiyorlar. Aynı şey Türkiye için de geçerli tabii ki.

Küba’da emeklilerin aldığı maaşın 10 Dolar karşılığı Küba pesosu olduğu söylendi bize. Ülkede gördüğümüz tüm yaşlılar, Trinidad’da kapı önünde oturan bu sevimli ihtiyarlar gibi mutlu görünüyorlardı.

Trinidad’dan sonra, Santa Clara’ya doğru yola çıktık. Yolda, Cienfuegos’a uğradık. Küba’nın güney sahilinde bulunan ve anlamı “yüz ateş” demek olan Cienfuegos adını, 1816-1819 yılları arasında adanın en üst askeri komutanı olan Jose Cienfuegos’tan almış. Aslen Tayno’ların yerleşim yeri olan şehir, İspanyol istilacıların eline geçmiş. Daha sonra buraya, 1819 yılında, Fransa ve Louisiana’dan gelen Fransız göçmenler yerleşmişler. Şehirdeki Fransızca sokak ve cadde isimleri o dönemden günümüze kalmış izler. Cienfuegos, Küba’da sömürgeciler tarafından bir yerleşim yeri olarak oldukça geç kullanılmasına karşın, çevresindeki verimli topraklar ve Jamaica ile Güney Amerika şehirlerine yapılan ticaret açısından avantajlı bir konumda olması nedeniyle, 19. yüzyılda çok önem kazanmış.

“Tekavütler Orkestrası”nı dinlemeye gittiğimiz Trinidad’daki
Casa de la Trova
“Tekavütler Orkestrası” istek parçamı çalıyor…

Cienfuegos’un şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Şehrin en uzun caddesi olan Paseo el Prado’nun üzerinde, sağlı sollu, 19. yüzyıldan kalma, önü direkli evler var. Özellikle, Jose Marti Meydanı’nı çevreleyen binalar çok güzel ve bakımlı. Bu meydanda bulunan Tomas Terry Tiyatrosu, kentin önemli tarihi binalarından birisi. Hem dışı hem içi çok etkileyici olan bu tiyatro, Tomás Terry y Adán (1808-1886) isimli bir sanayicinin anısına, 1887-1889 yılları arasında yaptırılmış. İrlanda, İspanya ve Venezuela asıllı olan Terry, köle ve şeker kamışı ticaretinden elde ettiği gelirle, o dönemde dünyanın en zengin adamlarından birisi olmuş. Paris’te ölmüş ve oraya gömülmüş. Tiyatro binasında, koltuklar, localar, tavan freskleri, hepsi çok ince bir zevkle yapılmış. Carrara mermerleri ve Küba ahşap işçiliği mükemmel bir uyum içinde kullanılmış. 1895 yılında sezon, Verdi’nin Aida operası ile açılmış. Ünlü İtalyan tenor Enrico Caruso (1873-1921) ve Rus balerin Anna Pavlova (1881-1931) zamanında Tomas Terry Tiyatrosu’nda sahneye çıkan ünlülerden. Burada sahneye çıkan bir başka ünlü de, Amerikalı dansçı Isadora Duncan (1877-1927). Duncan buraya geldiği zaman, meydanda tiyatro’nun çaprazında bulunan, bir zengine ait, kuleli ve mavi renkli, çok güzel bir evde misafir edilmiş.

Cienfuegos’da Tomas Terry Tiyatrosu
Tavan süslemesi

Santa Clara, Villa Clara ilinin başşehri ve Küba’nın beşinci büyük kenti. Küba devrim tarihi açısından en önemli şehir denebilir. Çünkü burası, Che ve arkadaşlarının diktatör Batista yönetimine son darbeyi vurdukları ve Batista’nın ülkeden kaçmasına yola açtıkları efsanevi şehir. Santa Clara’ya Che’nin şehri diyebiliriz. Tüm dünyadan Che Guevara’nın hayranları buraya, onun anıt mezarını görmeye geliyor.

Tiyatronun fuayesi
Tomás Terry y Adán
Jose Marti Meydanı ve heykeli
Isadora Duncan’ın Tomas Terry Tiyatrosu’nda
sahneye çıktığı zaman kaldığı ev

Daha önce de belirttiğim gibi, Kübalıların Ernesto Che Guevara (1928-1967) sevgileri bir başka. Bir Arjantinli olarak Küba’nın bağımsızlığı için onca mücadele vermesini, devrimden sonra da tarım reformu, okuma-yazma kampanyası gibi büyük projeleri başarı ile yürütmesini, bir yandan yeni Küba ordusunun eğitimini üstlenirken, Merkez Bankası Başkanlığı yapmasını unutmamışlar. Che 1965 yılında, “tüm dünya ezilenleri ve emekçileri için savaşmak için” Küba’dan ayrılmış. Önce Kongo’da, daha sonra öldürüldüğü Bolivya’da savaşmış. Giderken, kendisi gibi devrimci olan Kübalı eşi Aleida March’ı ve dört çocuğunu Küba halkına emanet etmiş. Aleida March (d.1936) anılarını yayınladığı kitabında, Che Guevara ile aralarındaki büyük aşkı, birlikte Küba için yürüttükleri mücadeleyi ve aile hayatlarını anlatıyor. Küçük yaşta babalarını kaybeden çocukları günümüzde Küba’da yaşıyorlar. Ülkelerine doktor, veteriner, hukukçu ve sanatçı olarak hizmet ediyorlar.

Ernesto Che Guevara ve Aleida March
2 Haziran 1959’da evlenmişler
Aleida March Che’den olan dört çocuğu ile birlikte (1965). Sol baştaki, Che’nin ilk eşi, Perulu ekonomist, yazar ve komünist lider Hilda Gadea’dan olan kızı.
Che, 1966 yılında Bolivya’ya gitmeden birkaç gün önce. Tanınmamak için kafasını kazıtmış ve gözlük takmış.

Santa Clara’daki Che Guevara anıtı, Plaza Che Guevara meydanında bulunuyor. Aynı yerde, mozolesi ve bir de müze var. Hangi siyasi görüşten olursanız olun, burası etkileyici bir yer. Bir mücadeleye adanmış bir hayat ve gencecik yaşta gelen ölüm. İnsanın, kendi vatanı olmayan ülkelerin halkları için savaşması, bambaşka bir ahlak, inanç ve devrimcilik gerektiriyor olmalı. Anıt, yaklaşık yedi metre yüksekliğindeki Che Guevara heykeliyle, etkileyici bir eser. 1982 yılında başlanan anıt, 1988 yılında tamamlanmış. Projenin mimarları, Jorge Cao Campos, Blanca Hernández ve José Ramón Linares. Heykeltıraşlar ise, eserin baş yaratıcısı olan José Delarra ve José de Lázaro Bencomo. Ayrıca, yapım sırasında 500 bin Santa Clara’lı insan gönüllü olarak iş gücü katkısında bulunmuş.

Che Guevara, hayatının her döneminde ve her koşulda
kitap okumaya çok meraklıymış. Santa Clara’daki müzesinde fotoğraf çekmek yasak olduğu için çekemediğim bir fotoğrafında, gerilla savaşı sırasında, bir ağaç dalına oturmuş, bir omzunda tüfek asılı iken kitap okuduğu bir fotoğrafı beni çok etkilemişti.
Che’nin gençliğinden beri bir diğer merakı da fotoğrafçılıkmış. Savaşırken ve sonradan çektiği pek çok fotoğraf daha sonra tarihi belge olmuş.

Che Guevara 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürülmeden önce, bir bacağı ve kolu kırılmış. O nedenle, heykelinde de kolu askıda olarak canlandırılmış. Heykelin altında, Che’nin Hasta la Victoria Siempre (Daima Zafere Kadar) ifadesi yazıyor… Öldürüldükten sonra, ellerinin anı olarak saklanmak üzere öldürenler tarafından kesildiği ve yanında bulunan piposu ve benzeri eşyalarının açık artırma ile satıldığı söyleniyor. 1997 yılında, Che’nin ve altı arkadaşının kemikleri Bolivya’da bir çukurda bulunduktan sonra Küba’ya getiriliyor. Yapılan DNA testlerinden sonra, büyük bir askeri törenle buraya gömülüyorlar. 1997-2000 yılları arasında, kriminal antropologların gayretleri ile 23 gerilla arkadaşının daha kemikleri bulunuyor ve onlar da buraya getiriliyorlar.

Ernesto Che Guevara’nın Santa Clara’daki anıtı

Anıtın alt tarafında iki bölüm var. Bir tarafta, Che’nin özel eşyalarının ve bir kısmı kendi çektikleri olan fotoğrafların bulunduğu bir müze var. Diğer tarafta, Che Guevara ve 29 arkadaşının kemiklerinin bulunduğu mozole bölümü var. Gerek müze bölümü gerekse mezar bölümü beni çok etkiledi. İçeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasaktı.

Bu 1960 yılı basımı 5 pesoluk kağıt parayı Havana’da bir sahaftan aldık. Sahte de olabilir. Ancak, sol tarafta Merkez Bankası Başkanı olarak Che’nin imzasının olması yine de ilginç.
2004 yılında Che’nin anısına basılmış kağıt para

Che’nin ve arkadaşlarının mezarlarının bulunduğu kısımda beni en çok çarpan şeyin, içerideki sadelik olduğunu söyleyebilirim. Burası, çok büyük olmayan, duvarları tuğla kaplı bir yer. İçerde loş bir ışık var. Giriş kapısının karşısındaki duvarda, sıra sıra, pişmiş topraktan plaketler var. Bu plaketlerin her birinin üstünde, ölenlerin kabartmaları var. Kemikleri, plaketlerin arkasında, duvara gömülü. Ayrıca, her plaketin iki yanında duvardan, pişmiş topraktan yapılmış birer küçük vazo çıkıyor. Bunlara kırmızı birer karanfil konmuş. Che’nin kemiklerinin bulunduğu yeri işaret eden plaketi ise tam ortada, tek başına…

Duvar mezarlarının önünden geçtikten sonra, karşıda yerde bir ateş yandığını görüyorsunuz. Böylece, içerideki aydınlatmanın büyük ölçüde bu ateşle sağlandığını anlıyorsunuz. Arkasındaki yeşilliklerle birlikte, yine etkileyici bir havası var. Hiç sönmeyen devrim ateşi…

Aralık 1958’de Santa Clara şehrine girerken. Arkada, Che’nin daha sonra evleneceği sevgilisi Aleida March
Tren Blindado (Zırhlı Tren), Santa Clara

Öğle yemeğinden sonra, Santa Clara’da Küba Devrimi açısından önemli bir başka yere gittik. Tren Blindado, yani Zırhlı Tren anıtı, parkı ve müzesi, Kübalı heykeltıraş Jose Delarra tarafından, Santa Clara Savaşı’nın anısına yapılmış. 29 Aralık 1958 günü, diktatör Batista’nın Castro’nun kuvvetlerine karşı gönderdiği, mühimmat ve asker dolu Zırhlı Tren’in burada Che ve adamları tarafından raylardan çıkarılarak ele geçirilmesi, nihai zaferi getirmiş. Bu olaydan sonra Batista, Küba’dan kaçmış. Avenida Liberación’da (Kurtuluş Caddesi) bulunan anıtta, trenin vagonlarının kullanıldığı bir açık hava müzesi, Che Guevara’nın anısına yapılmış bir dikilitaş ile Che ve adamlarının treni raylardan çıkarmak için kullanılan buldozer sergileniyor.

Zırhlı Treni raylardan çıkarmak için kullanılan buldozer
Ele geçirilen üniforma ve askeri mühimmattan
örnekler trenin vagonlarında sergileniyor

Günler geçtikçe, yavaş yavaş kaçınılmaz bir yorgunluk çökmeye başladı. Santa Clara-Havana arası yaklaşık 280 kilometrelik bir yol. Aşağı yukarı üç saat süren bir yolculuktan sonra, Küba gezimizde başladığımız noktaya dönmüş olduk. Son iki günümüzü de Havana’da kalan görülmesi gereken yerleri gezerek geçirdik. Bunların tamamını birinci yazımda anlatmıştım.

Küba’ya gidişimiz, unutulmaz anılarla dolu, tadı damağımızda kalan bir gezi oldu…

Cuba, Mi Amor! (1)

Velasquez’in evinden çıkar çıkmaz yanıma yaklaştı ve koluma hafifçe dokundu. Bir şeyler söylüyordu. Simsiyah kıvırcık saçlı, etine dolgun, siyahi bir güzeldi. Aynı cümleyi hiç durmadan tekrarlıyor, ben ise sadece “Madam” kelimesini ayırt edebiliyordum. Ne yapacağımı bilememenin verdiği bir sıkıntı bastı içime. Bu şekilde Cespedes Meydanı’nı geçtik…

Küba’nın ilk İspanyol valisi ve Santiago de Cuba kentinin kurucusu
Don Diego Velasquez’in evi. 1516 yılında yapılmış olan bu bina
aynı zamanda Küba’nın en eski binası.

Birkaç dakika sonra, Casa Granda Hotel’in geniş terasında soğuk biramı yudumluyordum. Terasta püfür püfür bir esinti vardı. Manzara güzeldi. Meydanın çapraz köşesinde, az önce gezdiğimiz, Santiago de Cuba şehrinin kurucusu ve Küba’nın ilk valisi Don Diego Velasquez’in evi, sol tarafta 1522 yılında yapılmış katedral, sağ tarafta 29 Aralık 1958 günü Fidel Castro’nun balkonundan devrim zaferini ilk olarak ilan ettiği bina vardı. Buz gibi Bucanero birası eşliğinde keyfimin yerinde olması gerekirdi ama, ben daha da üzülmüş, hüzünlenmiştim.

Santiago de Cuba’da Cespedes Meydanı. Karşıda, Casa Granda Hotel. Sağ tarafta, ilk olarak 1522 yılında yapılan katedral. Geçirdiği pek çok depremden sonra, bina 19. yüzyılda yeniden yapılmış.

Otelin terasına adım atacakken, birden genç kadının zor anlaşılır bir şekilde Fransızca konuştuğunu ve ne demek istediğini fark etmiştim. “Madam”ın dışında en çok tekrar ettiği kelime “savon”du. Sanki çok tekrarlarsa, derdini daha iyi anlatabilirmiş gibi aynı cümleyi söyleyip duruyordu. Bu kadıncağız sabun istiyordu… Üstü başı tertemizdi. Para dilenmiyor, sabun istiyordu…

Hotel Casa Granda’nın serin terası

Küba’da kaldığımız sekiz gün boyunca beni en çok etkileyen olaylardan biri bu olmuştu. Tarihinde 400 yıl İspanyol sömürüsü altında yaşamış, iki kere bağımsızlık savaşı vermek zorunda kalmış, en büyük desteği Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ve halen süren A.B.D ambargosu nedeniyle zor şartlarda ama kanaatkar bir şekilde yaşayan bu insanlar sabun gibi maddelerin yokluğunu çekiyorlardı. Yine de, Küba’da gittiğimiz hiç bir şehirde (ki Santiago de Cuba en fakir şehirlerden birisi olarak belirtiliyor) üstü başı pis ya da kokan hiç kimseye rastlamadık. Giydikleri giysi parçaları birbirleriyle uyumlu olmayabilirdi ama hepsi temizdi.

Cespedes Meydanı’nda müzisyenler. Arkada, Fidel Castro’nun
29 Aralık 1958 günü zafer konuşmasını yaptığı balkon.

O gün yanımda sabun olmadığı için çok üzüldüm. Bilseydim, Türkiye’den yanımda götürürdüm diye hayıflandım. Sonraki günlerde, her gittiğimiz şehirde, kaldığımız otellerde odamıza konan sabunları toplayıp, sokakta isteyenlere verdik. Nasıl da sevindiler…

Havana sokaklarında…
Gran Teatro de la Habana (Havana Büyük Tiyatrosu). 1914 yılında yapılan bina, Belçikalı mimar Paul Belau‘nun eseri. Burası aynı zamanda, Kübalı ünlü balerin ve koreograf Alicia Alonso‘nun bir zamanlar yönettiği
Küba Ulusal Balesi’nin merkezi.

Küba’ya gitmek benim için bir rüyanın gerçek olması gibi bir şeydi. Kırk yıl önce bir üniversite öğrencisiyken, Fidel Castro ve Che’nin (manevi) ülkesine gitmeyi hayal bile edemezdim. Küba bir başka gezegendeymiş gibi gelirdi bize. Kırk yıl içinde çok şey değişti. Koskoca Sovyetler Birliği dağıldı, Çin bambaşka bir yola girdi. Küba ise, küçücük bir ülke olarak, kendi siyasi yönetim tarzı ile, hala ayakta ve o da doğal olarak bir değişim içinde. Bir ucundan diğerine karayoluyla gezdiğim ve insanlarını çok sevdiğim bu ülke için güzel ve bugüne kadar olduğu gibi onurlu bir gelecek diliyorum. Çünkü bu ülke tarih boyunca çok çekmiş bir ülke. Özellikle gençlerden gelen değişim ve daha çok dışa açılma isteklerinin, özgürlüklerini tekrar kaybetmeden ve globalizm adı altında paketlenen yeni sömürü yöntemlerine maruz kalmadan gerçekleşmesi en içten dileğim. Bu konuda en büyük ümidim, devletin bugüne kadar yürüttüğü temkinli dışa açılma politikası. Bu politika, Castro’nun 2007 yılında yönetimi devrettiği kardeşi Raul Castro döneminde de devam etmiş. Bundan sonrasını ise, önümüzdeki yıllar gösterecek.

Büyük Tiyatro’nun solundaki bina, Havana’nın en meşhur binalarından, Capitolio. Birebir kopyası olmasa da, Amerikan Kongre Binası’nı çağrıştıran bu yapı Küba Devrimi’ne kadar Ulusal Kongre Binası olarak kullanılmış. 1929 yılında tamamlanan binanın mimarı, Eugenio Rayneri Piedra. Diktatör Gerardo Machado tarafından yaptırılan Capitolio günümüzde Bilim, Teknoloji ve Çevre Bakanlığı olarak kullanılıyormuş.

Küba… Tropik iklimin halkın yaşamını kolaylaştırması açısından en büyük şans olduğunu düşündüğüm, tüm fakirliğine rağmen dans, müzik, eğlence, Mojito, Daikiri, puro ve şeker kamışı ülkesi… İnsanın içini ısıtan bir ülke. Burası aynı zamanda, Hemingway’in ülkesi. Hemingway, 1954 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldığını çok sevdiği Küba’da haber almış ve onu Küba halkına adamış. Küba halkı da ona olan vefa borcunu, ölümünden sonra o şahane evini müze yaparak ödemiş.

Havana’da rengarenk eski model arabalar…

30 Ocak-8 Şubat 2015 tarihleri arasında yaptığımız Küba gezisi, dudaklarımda daima bir gülümseme ile andığım ve gezip de unutamadığım yerler arasında hiç tereddütsüz ilk üç içine koyduğum bir ülke. Gidilen her ülkenin ya da şehrin kişilerin üzerinde farklı izlenimler bırakması doğal. Bu, biraz sizin gittiğiniz koşullara, nasıl ve ne kadar gezdiğinize, birikiminize ve bakış açınıza bağlı. Tüm bu faktörlere bağlı olarak, çevrenizde Küba hakkında da çok değişik görüşler duymanız mümkün. Seven var, sevmeyen var. Hangi kritere bağlı olduğu tam anlaşılmayan bir şekilde, bozulmuş bulan ya da yapay bulanlar var. Ben aklımda olumlu izlenimler kalmasını, sadece Havana’yı değil, ülkenin geri kalan yerlerini de görme fırsatı bulmamıza bağlıyorum. Eğer Küba’yı gerçekten tanımak ve tarihsel serüvenini anlamak istiyorsanız, diğer şehirleri de görmeniz gerekir diye düşünüyorum. Bu noktada, seyahat şirketiniz ve rehberiniz çok önemli. Biz bu geziyi, Küba konusunda deneyimli ve kaliteli bir seyahat şirketi aracılığıyla, ama en önemlisi, ülkeyi ve tarihini gerçekten çok iyi bilen bir rehber ile yaptık. Gezdiğimiz yerlerin bir kısmında bazı başka Türk turizm şirketleri ile gelen gruplara da rastladık. O grupların başındaki rehberlerin üstün körü ve çok sığ bilgilerle anlatımı, bu tür gezilerde rehber kalitesinin önemini çok açık olarak gösterdi.

Parque Central’den Capitolio görünümü

Bizim gittiğimiz dönemde henüz Fidel Castro ölmemişti. Daha gitmeden, insanların “Aman Castro ölmeden gitmek lazım. Bozulmadan…” türü söylemlerini çok yadırgıyordum. Gidip gördükten sonra daha da anlamsız ve aşağılayıcı buluyorum. Küba, yönetim sistemine sempati duyulmasına ya da düşmanlık beslenmesine bağlı olarak, sadece nostaljik bir laboratuvar gibi incelenmeyi hak eden bir ülke değil. Bu tavır bana, ünlü ressamlar yaşlanınca, “Aman, tablolarından almak lazım. Ölünce çok değerlenecekler…” yaklaşımını hatırlatıyor. Her şeyden önce, değişim olması normal. Eminim, geçen beş sene içinde de değişen şeyler olmuştur. Kaldı ki, Castro’nun uzun yaşamı boyunca da Küba’da çok değişik farkındalıklar ve değişimler yaşanmış. Yapılan hataların sonradan özeleştirisi yapılmış. Küba ve insanları çok kendine özgü. Beyaz olsun, siyah olsun, farklı ırkların, kadınların ve erkeklerin başka hiçbir ülkede görmediğim bir eşit olma halleri var. Bunu insan ilişkilerinde rahatlıkla görebiliyorsunuz. Bir dönem, eşcinsellere çok kötü davranılmış. Yıllar önce okuduğum, Kübalı eşcinsel yazar Reinaldo Arenas’ın anılarında yapılan bu eziyetler içimi burkmuştu. Bunların günümüzde geride kaldığı söyleniyor.

Küba’da göreceğiniz komünizm, farklı siyasi görüşe sahip herkesi şaşırtacak türden. Geçmişte Demir Perde ülkelerine yaptığım gezilerde gözlemlediğim aşırı ciddiyet ve insana boğuluyormuş hissi veren kasvetli hava asla yok. Belki iklimin de desteklediği bir neşe havası hakim. İnsanlar müzikle ve dansla iç içe. Otobüsle geçerken gördüğüm bir sahne hala gözümün önünde… Konuşmak için komşusunun evinin penceresinden başını uzatmış bir kadın. Yüzü görünmüyor. İçeriden neşeli bir müzik geliyor ve kadının kaldırımdaki bacakları ve kalçaları müziğin ritmine uymuş, kıpır kıpır… Bu neşe, öyle turistlere propaganda olsun diye devletin zorlayarak icra ettirebileceği bir neşe değil.

Günümüzde okul olarak kullanılan Santiago de Cuba’daki
Moncada Kışlası’nda öğrenciler
Havana’da, Plaza de San Francisco de Asis meydanının bir
köşesinde oturan çocuklar

Ülkede fakirlik var. Evet. Ama, her çocuğa günde bir litre süt sağlanması için devlet başka sıkıntıları göze almış. Eğitim ücretsiz. Kitaplar, eğitim araç gereçleri ve öğrencilerin üniformaları devlet tarafından karşılanıyor. Günümüzde okul olarak kullanılan Santiago de Cuba’daki Moncada Kışlası’nın bahçesindeki ya da Havana’daki Güzel Sanatlar Müzesi’nin (Museo Nacional de Bellas Artes de La Habana) fuayesinde velilere gösteri yapan çocukların neşesi ve cıvıltısı görülmeye değerdi. Eğitim gibi, sağlık hizmetleri de ücretsiz.

Havana Güzel Sanatlar Müzesi’nin fuayesinde rastladığımız gösteri yapan çocuklar

Küba’ya gitmek için önce Paris’e uçtuk. Oradan Havana’ya uçmak dokuz saatten biraz fazla sürdü. Pilot Bahamalar’ın üzerinden uçtuğumuzu haber verdiği zaman heyecanlandım. İnanılmaz güzellikte bir mavi tonda olan okyanus ve irili ufaklı adalar görünüyordu. Bir an için, 1492 yılında buralara geldiği zaman Kristof Kolomb acaba neler hissetti diye düşündüm. Gerçi okyanus konusundaki düşüncem (en azından Atlantik Okyanusu için), Küba’da da değişmedi. Okyanusa böyle uzaktan ya da fotoğraflarda bakmak, içinde yüzmekten çok daha güzel. Keyifle maviliklerde yüzme konusunda bizim Akdeniz ve Ege sahilleri hala favorim.

Havana Güzel Sanatlar Müzesi’nin önünde, heykeltıraş Rita Longa‘nın “Uzay ve Işık” isimli eseri
Havana Güzel Sanatlar Müzesi’nde beni en çok etkileyen eserlerden biri. Roberto Fabelo‘ya ait bu eserde sanatçı, Franz Kafka’nın Metamorfoz kitabından esinlenmiş.

Gezimizde, önce Havana’da iki gece kaldık. Ondan sonra, adanın doğu tarafında, Guantanomo’nun hemen yanındaki Santiago de Cuba’ya uçtuk. Oradan otobüsle, Camagüey, Trinidad, Cienfuegos ve Santa Clara üzerinden geri döndük ve son olarak Havana’da tekrar iki gece kaldık. Çok güzel çizilmiş bu rota ile Küba’nın taşra şehirlerini ve kırsal kesimlerini görme fırsatımız da oldu. Böylelikle, Havana’yı görmenin Küba’yı görmek demek olmadığını da anlamış olduk. Başkent olmasına karşın, Havana ülkenin belki de en harap kenti. Özellikle, konut olarak kullanılan bazı tarihi binalar çok da iyi durumda değil. Oysa diğer kentlerde bu yapılar çok daha bakımlı. Hepsi restore edilmiş, boyanmışlar. Bu insana oldukça tuhaf geliyor. Ancak, bunun bilinçli bir politika olduğu belirtiliyor. Fidel Castro’nun talimatı ile, taşra şehirlerinin kalkındırılmasına öncelik tanınmış. Havana’nın geliştirilmesine daha sonra başlanmış. Nitekim, gerek İspanyollar döneminden kalma daha eski yapılara gerekse diktatörlükler döneminde yapılan binalara yavaş yavaş el atılmaya başlanmış. Bunların bir kısmı aslında çok görkemli yapılar.

Havana Katedrali
Yapımına 1748 yılında Cizvit rahipleri tarafından başlanmış. 1767 yılında Cizvitlerin Küba’dan atılmasından sonra, İspanya Kralı tarafından 1777 yılında tamamlanmış. Kristof Kolomb’un kemikleri, 1898 yılında İspanya’da Sevilla Katedrali’ne taşınana kadar, bir süre burada tutulmuş.

Gezdiğimiz yerleri anlatmadan önce, merak konusu olabilecek bir noktaya değinmek istiyorum. O da, Küba’ya her hangi bir tura katılmadan gidilip gidilemeyeceği sorusu. Edindiğim deneyime dayanarak, güvenlik açısından Küba’ya bireysel olarak gitme konusunda bir sakınca olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kişi kendisi bir plan yaparak gezebilir. Elbette, dünyanın her yerinde yaşayabileceğiniz gibi, iyi niyetinizden yararlanıp sizi kandırmaya çalışan insanlar olabilir. Bunlara karşı uyanık olmak zorundasınız. Tıpkı, Havana’da bir akşam, önce saati sorup sonra bizi bir bara götürmeye çalışan sempatik çift gibi. Bu gibi durumlarda gitmemek en iyisi. Bir turist tuzağına düşürülmeniz, soyulmanız mümkün.

Tura katılmadan gitmeniz durumunda yaşanabilecek en önemli olumsuzluk, ulaşım ya da konaklama konusunda karşılaşabileceğiniz sorunlarla tek başına baş etmek zorunda kalmanız olabilir. Örneğin biz, Havana’dan Santiago de Cuba’ya uçacağımız zaman, uçak 4-5 saat rötar yaptı. Ancak tur rehberlerimiz (Küba devleti gezi boyunca, kendi rehberiniz yanında bir de yerel rehber bulunmasını şart koşuyor) bu durumdan haberdar edildikleri için, o süreyi şehirde gezerek geçirdik. Tek başına yolculuk yapmanız durumunda havaalanında saatlerce beklemeniz gerekebilir. İç hat uçaklar saatlerce rötar yapabildiği gibi, bazı günler hiç kalkmadıkları da oluyormuş. Ayrıca taşra bölgesinde, bir şehirden diğerine gitmek konusunda zorluk da olabilir. Bu noktaların iyi araştırılarak, zorlukların göze alınması gerekebilir.

Havana’da kaldığımız Hotel Parque Central’in konumu mükemmeldi

Bir diğer konu, konaklama. Kalınacak otellerin seçimi önemli. Biz, Camagüey’de zorunluluk nedeniyle kaldığımız otelin dışında, İspanyol turizm devleri Iberostar ve Melia tarafından işletilen çok kaliteli otellerde kaldık. Özellikle Trinidad’da kaldığımız, Iberostar Trinidad Hotel, butik bir oteldi ve çok güzeldi. Gamagüey’deki otel konusunda rehberimiz tarafından önceden uyarılmıştık. Türkiye’de 1960’larda gidilen askeri kampların kötü inşaat kalitesinde, yatakları son derece rahatsız, pencere ve balkon kapısı çerçeveleri ile duvar arasında, dışarıyı görebileceğiniz, neredeyse dört parmak aralık olan, kliması bir lokomotif gürültüsü ile çalışan bir oteldi. Sadece bir gece kaldığımız ve koşullar hakkında önceden haberdar edildiğimiz için dert etmedik.

Havana’nın eski binaları da yavaş yavaş restore edilmeye başlanmış

Konaklama konusunda bir diğer seçenek, pansiyon ve benzeri küçük yerler olabilir. Bunlar, Fidel Castro’nun ölümünden önce, faaliyet göstermelerine izin verilen küçük işletmeler. Ancak, konum, kalite ve temizlik gibi konularda sürprizlerle karşılaşmamak için bu konuda önceden iyi araştırma yapılmasını öneririm.

Otobüsle geçerken çektiğim bu fotoğrafta Havana’da bir evin içi görünüyor. Mütevazi şartlara karşın, kitapların çokluğu dikkatimi çekmişti.

Turizm sektöründe İspanyol yatırımlarının olması, Küba’da zaman içinde yabancı sermayeye izin verilmesinin bir sonucu. Onun dışında ülkede Kanada’nın da endüstriyel yatırımları var. Ancak Küba, Devrim öncesi tarihinde ülke topraklarının ve varlıklarının yabancı şirketler tarafından ele geçirilmesi konusunda yaşadığı acı deneyim nedeniyle, bu konuda son derece dikkatli davranıyor. Kontrolü sağlayabilmek için, ülkede yabancı yatırımlara sadece Küba devleti ile yüzde elli yüzde elli ortak olma şartıyla izin veriliyor. Bir tek Venezüela’ya yüzde yüz yatırım yapma olanağı tanınmış. Amerika Birleşik Devletleri, Küba’ya uzun yıllardan beri uyguladığı ambargo çerçevesinde, üçüncü ülkelerin de ticari ilişkilerini ve yatırımlarını engellemeye çalışmış. Ancak, İspanya ve Kanada bu engellemelere boyun eğmemişler. Son olarak, Eylül 2019’da, Avrupa Birliği de Küba ile ekonomik ilişkilerini geliştirmeye karar vermiş.

Havana’da neredeyse her köşe başında sokak müzisyenleri var
Cafe Taberna, ülkemizde de tanınan ve sevilen Buena Vista Social Club‘ın sahneye çıktığı bar ve restoran. Topluluğun kıdemli üyelerinin çoğu artık yaşamıyorlar ya da çok yaşlılar. Ancak, genç müzisyenler Buena Vista geleneğini sürdürüyorlar. Gündüz Cafe Taberna’ya uğrarsanız, prova yapan müzisyenleri dinleyebilirsiniz.

Yapılan arkeolojik kazılar, Küba’da ilk yerleşimlerin Neolitik dönemde başladığını ortaya koymuş. Bulunan en eski yerleşim yeri olan Levisa, uzmanlar tarafından M.Ö. 3100 yılına tarihlenmiş. M.Ö. 2000 yılı sonrasından kaldıkları düşünülen daha çok sayıda yerleşim yeri de bulunmuş. Adanın bu ilk sakinleri, Güney Amerika’dan buraya göç etmiş olan Guanahatabey ve Kiboni yerlileri imiş. Bulunan yontma taş ve deniz kabuğundan yapılma araç gereçlerden bu insanların avcılık ve toplayıcılık ile yaşamlarını sürdürdüğü anlaşılmış. Adaya daha sonra gelerek doğu tarafına yerleşen Taynolar ise, tarımı ve çanak çömlek yapımını başlatanlar olmuşlar. Kurdukları bazı köylerin nüfusları 3000 kişiye ulaşmış. On beşinci yüzyılın sonunda, İspanyollar adaya ayak bastıklarında, Taynoların sayısının 80-100 bin civarında olduğu belirtiliyor. Bazı kaynaklarda bu sayı 350 bine kadar çıkıyor. Bu insanlar o dönemde adada, ekmek yaptıkları yuka kökü dışında, mısır, tatlı patates, pamuk ve tütün yetiştiriyorlarmış.

Havana’da harap durumda olan çok sayıda eski bina var

Kristof Kolomb Küba’ya ilk olarak, Amerika kıtasına yaptığı birinci yolculuk sırasında ayak basmış. Ekim 1492 yılında, Bahamalar’dan geçerek geldiği adaya doğu ucundan çıkmış. O zamanlar Hindistan’a gitmeye çalışan Kolomb burayı, Asya kıtasından uzanan bir yarımada sanmış. 1494 yılındaki ikinci gelişinde, daha güneye inerek çeşitli noktalarda karaya çıkmış ve Taynolar ile karşılaşmış. Kendi ifadesine göre, insanların çadır benzeri, damları palmiye ağaçlarından yapılmış, çok güzel evlerde oturduklarını not düşmüş. Kristof Kolomb’un Küba’yı İspanyol toprağı ilan etmesine karşın, ilk kalıcı yerleşim yeri çok sonra, 1511 yılında, Diego Velasquez tarafından kurulmuş. Burası, adanın kuzeydoğu kıyısındaki Baracoa şehri. Vali olan Velasquez, altı şehir daha kurmuş. Bunlar Bayamo, Havana, Santiago de Cuba, Trinidad, Camagüey ve Sancti Spiritus şehirleri. Ancak, İspanyolların adaya yerleşme çabaları çok da kolay olmamış. Taynolar, yürüttükleri gerilla savaşı benzeri bir mücadele ile üç yıl direnmişler. Sonunda kanlı bir şekilde bastırılmışlar. Gerek gördükleri şiddet gerekse İspanyolların ülkelerinden getirdikleri kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıklar nedeniyle sayıları ciddi bir şekilde azalmış. 1550 yılına gelindiğinde Küba’daki yerli halk nüfusu 5000’ne kadar inmiş.

Eski binalar son yıllarda yavaş yavaş restore
edilmeye başlanmış

Altın yataklarının sınırlı olması nedeniyle, Küba başlarda İspanyollar için sadece bir üs olma özelliği taşımış. Meksika ve Orta Amerika’ya yapılan seferlerin çıkış noktası burası olmuş. 18. yüzyılda, İspanya’dan düzenli gemi seferlerinin başlaması Havana’nın ticari ve stratejik önemini artırmış. Ayrıca, şeker kamışı plantasyonlarının oluşturulması nedeniyle doğan iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere Afrika’dan köle getirilmeye başlanmış. Artan şeker kamışı üretimi yanında, adada hayvancılık ve tütün üretimi de artmış. Tüm bu gelişmeler sonunda, 1763 yılında 150.000 olan Küba’nın nüfusu, yüz yıl içinde 1,3 milyona ulaşmış. (2018 verilerine göre Küba’nın nüfusu 11,34 milyon olarak belirtiliyor). Sürekli getirilen köleler nedeniyle, nüfusun içinde Afrika kökenli olanların sayısında da önemli bir artış olmuş. 1865’te köle ticaretinin kaldırılması nedeniyle ortaya çıkan iş gücü açığını kapatmak için, o tarihten sonra Küba’ya Meksika yerlileri ve Çinliler de sözleşmeli olarak getirilmeye başlanmış.

La California Restaurant & Bar, Havana

Küba, 1838’den sonra şeker üretiminde artan makineleşme ve demiryollarının yapılması sonucunda, dünyanın en büyük şeker üreticisi haline gelmiş. 1860 yılına gelindiğinde, dünya şeker üretiminin üçte biri Küba tarafından yapılmaya başlanmış. Adanın ihraç ettiği ürünlerin arasında şeker kamışının oranı %85’e ulaşmış. (Küba’nın bu tek ürüne dayalı ekonomik gelişiminin sonradan yarattığı sorunlar nedeniyle, üretilen ürünlerde çeşitlilik oluşturmak Castro’nun en önemli hedeflerinden biri olmuş). Öte yandan, şeker plantasyonlarının artması adada, çok zengin ve güçlü bir sınıfın ortaya çıkmasına da yol açmış.

Havana’da iki hastane. Küba, tıp alanında ileri bir ülke. Sağlık hizmetleri ücretsiz. Her yıl Amerika’dan çok sayıda hastanın ameliyat olmak için Küba’ya geldiği belirtiliyor.

İspanyol sömürge yönetiminin giderek hantallaşması, bir süre sonra A.B.D.’li iş adamlarının Küba’ya ilgilerini ve yatırımlarını artırmış. Giderek güç kazanan bu Amerikalı zenginler 19. yüzyılın ortasından itibaren adayı birkaç kere paralı askerler kullanarak işgal etmeye ya da satın almaya çalışmışlar.

Havana’da ünlü Plaza de la Revolucion (Devrim Meydanı). Burası, Fidel Castro’nun 1 Mayıs ve 26 Temmuz gibi önemli günlerde, 1 milyonun üstünde dinleyiciye 4-5 saat süren konuşmalar yaptığı meydan. Meydanın yapımına, diktatör Fulgencio Batista zamanında başlanmış ve 1959 yılında tamamlanmış. Meydandaki Jose Marti Anıtı, 109 metre yüksekliğinde bir kuleden ve 18 metre yüksekliğinde bir Jose Marti heykelinden oluşuyor. Anıtın arka tarafındaki alanda, Küba Komünist Partisi’nin ve Küba hükümetinin ülkeyi yönettiği Devrim Sarayı bulunuyor.
Jose Marti anıtının karşısındaki İçişleri ve Haberleşme Bakanlıklarının cephelerinde devrim liderleri Che Guevara‘nın ve Camilo Cienfuegos‘un çelikten yapılmış anıtları bulunuyor

Kübalıların İspanyollara karşı birkaç kere bağımsızlık mücadelesi olmuş. Bunlardan ilki, On Yıl Savaşı olarak da bilinen 1868-1878 yılı arasındaki savaş. Milliyetçi önderlerin mücadeleyi sürdürmek için halktan yeterli destek bulamaması ve İspanya’nın ekonomik reform sözü vermesi nedeniyle, 1878 yılında bu savaşa son verilmiş. Kübalı şair ve gazeteci Jose Marti’nin liderliğindeki ikinci bağımsızlık mücadelesi 1895’te başlamış. Gerilla taktikleri ile sürdürülen savaş adada şeker üretimini ve ticaretini olumsuz etkilemiş. İspanya Küba’ya 200.000 asker çıkarmak zorunda kalmış. Bu arada, 1898 yılında, Havana limanında demirlemiş olan Amerikan savaş gemisi Maine’nin nedeni bilinmeyen, esrarengiz bir patlama sonucu batması üzerine Amerika İspanya’ya savaş açmış. Yaklaşık bir sene sonra imzalanan barış protokolü ile birlikte İspanya, dört yüz yıldır süren hakimiyetinden vaz geçerek, Küba’dan çekilmek zorunda kalmış. 1899-1901 yılları arasında Küba topraklarında bulunan Amerikan askeri kuvvetleri, ülkenin iç ve dış ilişkilerinde söz sahibi olma ve Guantanamo koyunda bir deniz üssü kurma hakkını aldıktan sonra adadan çekilmiş.

Parque Central’deki heykel, 1905 yılında, Jose Marti’nin 10. ölüm yıl dönümü için yapılmış. Kübalılar
Jose Marti’ye büyük saygı duyuyorlar. Heykellerini
her yerde görmek mümkün.

Cumhuriyet dönemi olarak adlandırılan 1902-1958 yılları arasında Küba’da birbirini izleyen diktatörlükler yaşanmış. Ülkede bir rüşvet, yolsuzluk ve sosyal adaletsizlik düzeni başlamış. Son olarak, kendisinden önceki cumhurbaşkanı Gerardo Machado’yu deviren Fulgencio Batista Küba’yı 25 yıl boyunca yönetmiş. Bu dönemde, şeker kamışı üretiminin dışında, turizm ve kumarhaneler önemli gelir kaynakları haline gelmiş. Ancak, gelir dağılımında artan eşitsizlik nedeniyle yoksulluk ve işsizlik artmış. Ekonomi ise, daha da dışa bağımlı hale gelmiş. Öyle ki, 1950’li yıllara gelindiğinde, ülkenin ekilebilir alanlarının %75’i, hizmet sektörünün %90’ı ve şeker üretiminin %40’ı, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, yabancı sermayenin eline geçmiş.

Bir zamanlar, başta Amerikan sosyetesi olmak üzere, dünya zenginlerinin ve Mafya Babalarının müdavimi oldukları, kumarhanesinde su gibi para harcanan, sürekli şampanya patlatılan ünlü
Hotel Nacional de Cuba
Hotel Nacional’in geniş terasında, okyanusa karşı
Pina Colada’larımızı yudumladık…
Ama, şehir merkezinde içtiğimiz bu Pina Colada’ların tadı bambaşka idi. Üstelik, içine istediğimiz kadar
rom koymamız için şişeyi de masaya bıraktılar…

Yukarıda belirttiğim gibi, gezinin hem başında hem de sonunda Havana’da kaldık. Havana, bir boğaz gibi karaya doğru içeri giren limanı ile ilginç bir coğrafi yapıya sahip. Kentin konumunu anlamak için en uygun nokta, liman girişindeki tarihi La Cabana Kalesi (Fortaleza de San Carlos de la Cabana). Eğer şehre 1762 yılında yapılmış bu kaleden bakarsanız, şehir içinde gezdiğiniz yerlerin konumları kafanızda yerli yerine oturuyor.

Fortaleza de San Carlos de la Cabana (La Cabana Kalesi)
La Cabana Kalesi’nden şehre bakış

Havana, ya da Kübalıların söylediği şekli ile Habana, 1515 yılında, Diego Velasquez tarafından bugünkü şehrin biraz güneyinde kurulmuş. Yerleşim daha sonra, şehrin günümüzdeki yerine doğru kaymaya başlamış. Havana’nın kuruluşundaki orijinal isminin, San Cristóbal de la Habana olduğu belirtiliyor. Bu isim, Küba için iki tane önemli unsuru içeriyor. İlki, Havana’nın koruyucu azizi kabul edilen San Cristóbal. Habana’nın ise, Velasquez’in İspanya kralına yazdığı bir rapora dayanılarak, zamanında bölgedeki bir yerli kabile reisinin adı olduğu düşünülüyor.

Plaza de Armas’ın kuzeydoğu köşesindeki bu ceiba ağacı Havana kentinin ilk kurulduğu yer kabul ediliyor. Ağaç günümüzde Havanalılar için kutsal bir nitelik taşıyor. Her 15 Kasım günü gece yarısı ağacın çevresini üç kere dolanarak, dilekte bulunuyorlar. 1754 yılında buraya şehrin kuruluşunu simgeleyen bir sütun dikilmiş. 1828 yılında ise, El Templete adı verilen Greko-Romen tarzda bir yapı yapılmış.
Museo de la Revolucion (Devrim Müzesi)
Plaza de Armas meydanındaki bu bina, yapıldığı 1920 yılından 1959’taki devrime kadar Cumhurbaşkanlığı Sarayı olarak kullanılmış. Mimarları, Kübalı mimar Rodolfo Maruri ve Belçikalı mimar Paul Belau. 1959’dan sonra Devrim Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Havana, İspanyol yönetiminin şeker kamışı ticaretinde gösterdiği başarıya paralel olarak gelişerek, zaman içerisinde Yeni Dünya’nın en büyük limanı haline gelmiş. Şehir, 1756-1763 yılları arasında yapılan İspanya- İngiltere Savaşı sırasında, 1762 yılında kısa süreliğine İngilizlerin eline geçmiş. İngilizler burada 11 ay kalmışlar ve Florida’nın İspanyollar tarafından kendilerine bırakılması koşuluyla çekilmişler. Bu kısa süre zarfında İngilizlerin toprak sahipleri lehine yaptıkları düzenlemeler, daha sonra şehri geri alan İspanyollar zamanında da uygulanmaya devam edilmiş. Şehir, 19. yüzyılda bölgenin en önemli şeker, rom, tütün ve kahve ihracatı yapılan limanı haline gelmiş. 20. yüzyılda geniş caddeleri ve yapılarıyla modern bir görünüm kazanmış. Günümüzde şehirde, Havana’nın geçirdiği tüm tarihsel dönemlerin izlerini görmek mümkün.

Havana sokaklarında her an eğlenceli bir şeylerle karşılaşmanız mümkün

Havana, neredeyse her köşe başında göreceğiniz müzisyenleri, ünlü barları, gece kulüpleri ve müzeleri ile cıvıl cıvıl bir kent. Özellikle Cumartesi günleri, şehirde sık sık eğlenceli geçitlere rastlıyorsunuz. Müzik zaten Küba’nın her yerinde yaşamın bir parçası. Sadece Havana ya da diğer taşra kentlerinde değil, şehirler arası yollar üstünde duracağınız her mola yeri, kafe ya da restoranda sizi mutlaka bir müzik topluluğu karşılıyor. Harika bir müzik ziyafetinden sonra dilerseniz, müzisyenlerin kendi CD’lerinden satın alabiliyorsunuz.

La California Restaurant & Bar
La Flota, yediğimiz lezzetli yemeklerin dışında, izlediğimiz Flamenco danslarıyla hep hatırlayacağım bir mekan
Küba’da seyrettiğimiz bu Flamenco gösterisi doğal olarak İspanyol etkisi taşısa da, bariz bir şekilde görülebilen Latin dansları ve Afrika ritimleri izleri ile oldukça farklıydı. Özellikle, kadın dansçının İspanyol Flamenco sanatçılarında görmeye alışkın olmadığımız güler yüzü çok hoşuma gitmişti.

Küba’ya gelip de, Hemingway’in izini sürmemek olmaz. Buna Hemingway’in Havana’da sevdiği barları gezerek başlayabilirsiniz. Havana’daki ilk akşamımızda epeyce yorgunduk. Buna karşın, önceden planladığımız gibi, Hemingway’in Havana’da sevdiği ve özel olarak Daiquiri içmeye gittiği El Floridita isimli bara gittik. Bir rivayete göre, Hemingway bu ünlü kokteyli burada barmenlerle birlikte icat etmiş. Ancak diyabet hastası olduğu için kendisininkine şeker konmazmış. Ünlü yazar, El Floridita’ya her gün gelir ve entelektüel arkadaşları ile içki içip sohbet edermiş. Bu dostlarının arasında Tennessee Williams ve Jean Paul Sartre da varmış.

Efsanevi bar El Floridita
La Cuna Del Daiquiri
Daiquiri’nin Beşiği

El Floridita, bizim kaldığımız Hotel Parque Central’e çok yakındı. Yürüyerek birkaç dakikada gittik ve kolayca bulduk. El Floridita aslında çok eski bir bar. 1819 yılında açılmış.1950 yılında, Esquire dergisi tarafından dünyanın en iyi barlarından birisi seçilmiş. Papyonlu garsonları ve maun barı ile, içeride hala 1930’ların havasından izler var. Bir an için, gözümde canlandırmaya çalıştım. Şık bayanlar ve baylar, havada puro kokusu ve müzik… Son ikisi hala vardı ama, çoğunluk yabancı olduğu halde, insanların şık olduğu söylenemezdi. Maalesef, tüm dünyada gelinen nokta bu… Bar tarafından bordo renkli kadife perdelerle ayrılan restoran bölümünde, beyaz örtülü masalarda oturanların da hali farklı değildi.

Hemingway El Floridita’nın barında…
El Floridita’da tabii ki Daiquiri içtik

El Floridita’da, bara yaslanmış, gerçek boyutta, bronzdan bir Hemingway heykeli var. Doğal olarak, herkes yanında fotoğraf çektirmek istiyor. Duvarlar ise, Fidel ve Hemingway’in fotoğrafları ile dolu. Çok yorgun olmamıza rağmen, Daiquiri’lerimizi keyifle yudumladık ama, sahneye çıkan ikinci müzik topluluğunu çok uzun süre izleyemedik.

Ünlü Bodeguita Del Medio Havana Katedrali’ne çok yakın
(Sağdaki mavi bina)
Kapı önünde daktilosu ile oturan yaşlı adam
neredeyse buranın demirbaşı

Havana’da Hemingway’in sevdiği ikinci bar, Plaza de la Catedral meydanına açılan sokaklardan birindeki La Bodeguita Del Medio. Meydandaki San Cristobal Katedrali’ne sırtınızı verince, sağdaki ilk sokakta. Hemingway’in bu bara da ünlü Mojito’sundan içmeye geldiği söyleniyor. Barın arkasındaki duvarda, Hemingway’in yazdığı söylenen, imzalı bir yazı var. Mojito’sunu Bodeguita’da, Daiquiri’sini de El Florodita’da içtiğini belirten bu yazının orijinal olmadığını ifade eden bazı kaynaklar da var. Her ne olursa olsun, burada içtiğimiz Mojito’nun ben bir benzerini başka bir yerde içmedim. Zaten bu restoran ve bar, Mojito’nun icat edildiği yer olarak biliniyor. Barmen, otomatiğe bağlamış bir şekilde, bardakları hazırlıyor. Hiçbiri bir dakikadan fazla barda beklemiyor.

Bodeguita del Medio’nun barı ve Hemingway’e ait olduğu söylenen yazı
Bu Mojito’lar bir başka…

Hemingway iklimi, tarihi ve kültürü ile çok sevdiği Küba’ya ilk olarak 1928 yılında gelmiş. Ondan sonra, otuz yılı aşkın bir süre boyunca, gezmek, balık avlamak, dostları ile vakit geçirmek ve yazı yazmak için adayı ziyaret etmiş. Önceleri, 1939 yılına kadar, Havana’nın tarihi bölgesindeki (Habana Vieja) Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasında kalmış. Günümüzde bu oda müze gibi korunuyor. İsterseniz gezebiliyorsunuz. 1939 yılında, üçüncü eşi Martha Gellhorn ile birlikte, Havana’nın San Francisco de Paula bölgesindeki Finca Vigia isimli evi ve arazisini, önce kiralıyor, sonradan satın alıyorlar. Hemingway, bu tek katlı güzel evde yirmi yıldan fazla bir süre, yılın bir bölümünü geçiriyor. The Old Man and the Sea (Yaşlı Adam ve Deniz) kitabı dahil olmak üzere pek çok kitabını burada yazıyor. 1960 yılının sonunda, bir sonraki yıl geri dönmek üzere Küba’dan ayrılıyor. Ancak, Temmuz 1961’de Amerika’da intihar ediyor.

Ambos Mundos Oteli

Hemingway’in ölüm haberi Küba’ya ulaşır ulaşmaz devlet evine el koymuş ve müze haline getirmiş. Burası şimdi, Havana’nın en çok turist çeken noktalarından birisi. Gittiğimizde evin önü turist arabaları ile hınca hınç dolu idi. Gelenlerin çoğu Amerikalı. O kadar çok insan vardı ki bir an, bu kalabalıkta evin nasıl gezilebileceğini düşündüm. Kübalılar bu güzel, tek katlı evin zarar görmeden gezilebilmesi için çok iyi bir çözüm bulmuşlar. Evin içine giremiyorsunuz ama açık tutulan kapı ve pencerelerden içeriye bakabiliyorsunuz. Böylelikle evi rahat bir şekilde görebiliyorsunuz. Evin tamamı olduğu gibi duruyor. Sade ama zevkle döşenmiş bir ev burası. Duvarlarda, ava meraklı olan Hemingway’in Afrika’da ve dünyanın diğer yerlerinde avladığı hayvanların doldurulmuş başları var. Her oda kitaplarla dolu. Evde toplam 6000 tane kitap olduğu belirtiliyor. Yazı masası ve daktilosu yerli yerinde. Sanki Hemingway gelip yazmaya başlayacakmış gibi duruyor.

Hemingway’in evi Finca Vigia
Hemingway’in evi eşyaları ile birlikte, olduğu gibi korunmuş
Hemingway fazla kiloları nedeniyle daima sıkıntı çektiği için
kapının arkasında duran baskülde tartıldıktan sonra duvara not alırmış

Hemingway’in evin orijinal haline yaptığı tek ilave, bahçesindeki kule olmuş. Evden biraz ayrı duran bu kuleye tırmandığınızda, yeşillikler arasından denizi gören, harika bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Hemingway’in burada da ufak bir çalışma odası var. Belli ki, zaman zaman buraya çekilmekten hoşlanıyormuş.

Bahçeye yapılan kule
Kulenin en üst katında Hemingway’in bir çalışma odası daha var
Yazarın daktilosu…
Evin arazisi yeşillikler içinde
Hemingway’in teknesi Pilar
Bir kedisever olan Hemingway’in ölen kedileri için yaptırdığı mezarlar

Evin geniş bahçesi yeşillikler içinde. Büyük bir yüzme havuzu var. Ayrıca bahçede, Hemingway’in balığa çıktığı ünlü Pilar isimli teknesini de görebilirsiniz. Tekne sergilenmek üzere, Hemingway’in denize açıldığı yakındaki Cojimar balıkçı köyünden buraya getirilmiş. Cojimar, tek katlı evleri olan şirin bir köy. Burası aynı zamanda, Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” kitabına esin kaynağı olan yaşlı balıkçı arkadaşının köyü. Tabii ki, Cojimar’da da Hemingway’in müdavimi olduğu bir bar var. Duvarlar, Hemingway’in Castro ile birlikte çekilen fotoğrafları ile dolu. Yaşlı balıkçı arkadaşı ile de bir fotoğrafı var. Oliver Stone’un 2002 yılında Fidel Castro ile çekilmiş bir karesi de gözüme çarptı. Tahmin edeceğiniz gibi, burada da ünlü yazarın içmeyi sevdiği söylenen bir kokteyl yapıyorlar. Curacao kullanılarak yapıldığı için nefis mavi bir rengi olan bu kokteyl de, Hemingway’in diğer sevdiği kokteyller gibi, çok güzel.

Evin çıkışındaki tenteli küçük dükkanlardan birinde yine Hemingway’in sevdiği söylenen bir kokteyl yapıyorlar. Bunun için uzun şeker kamışlarının suyunu bir pres ile çıkarıyorlar. Sürahiye dökülen şeker kamışı suyuna ananas suyu ve rom ekliyorlar. Ananas ve mango ile süsledikleri bardağın içine iki tane de kısa şeker kamışı çubuğu koyuyorlar. İçkinizi içerken bu kamışları da emiyorsunuz.
La Terraza de Cojimar
Hemingway’in Cojimar’daki balıkçı arkadaşları ile gitmekten
hoşlandığı bar
Fidel ve Hemingway
Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” kitabına esin kaynağı olan yaşlı balıkçı arkadaşı
Hemingway’in ölüm haberini alan Cojimar’lı balıkçı arkadaşları, aralarında para toplayarak, onun için bu anıtı yaptırmışlar

Havana, açıkçası benim beklemediğim kadar çok sayıda etkileyici binaları olan bir şehir. Özellikle geceleri, bu binalar çok güzel aydınlatılıyor. Eski dönemlerden kalma binaların bir kısmı şimdi, ilk kullanım amaçlarından farklı alanlarda müzeler haline getirilmiş. Örneğin, 1776-1791 yılları arasında yapılmış Palacio de Los Capitanes Generales (Eski Vali Sarayı) şimdi Havana Kent Müzesi. Küba Devrimi’ne kadar Küba Ulusal Kongre Binası olan Capitolio günümüzde Küba Bilim Akademisi. Bir de, Hotel Inglaterra ve Hotel Sevilla gibi, hem dışarısı hem içerisi görülmeye değer tarihi otelleri var. Kitabı okumuş olanlar hatırlayacaktır. Hotel Sevilla, Graham Greene’nin ünlü Our Man in Havana (Havana’daki Adamımız) kitabındaki kahramanın kaldığı otel.

Hotel Inglaterra
Hotel Sevilla’nın içi

Kübalılar, özgürlük mücadelesi vermiş tüm halklara ve onların liderlerine saygı duyuyorlar. Bunların arasında, Türklerin ve Atatürk’ün özel bir yeri var. Bu izlenimi edinmemin nedeni sadece Havana’daki Atatürk büstü değil. Gamagüey gibi taşra şehirlerinde bile en beklemediğiniz insanlardan, Türk olduğunuzu duyunca önce Mustafa Kemal Atatürk, sonra Viva Turquia ifadelerini duyabiliyorsunuz. Aslına bakarsanız, Atatürk büstünün kendisi bizim okul bahçelerinde gördüklerimizden çok da farklı değil. Önceleri Atatürk büstü şehrin bir başka yerinde imiş. Ancak, Türkiye’den geldikleri tahmin edilen bazı kişiler tarafından saldırıya uğramış. Bunun üzerine Castro’nun talimatı ile 2008 yılında daha iyi bir noktaya, günümüzde bulunduğu Cespedes Parkı’nın içindeki yerine tekrar konmuş. Buna karşılık, Ankara’daki Çankaya Parkı’na, Kübalı önder Jose Marti’nin heykeli konmuş. Büstün heykeltıraşı, Metin Yurdanur. Bu arada, sosyal medyada yayılan ve gerçek olmayan bir noktaya da değinmek istiyorum. Buna göre, Küba’da yabancı lider olarak bir tek Atatürk’ün heykeli olduğu iddia ediliyor. Her ne kadar gururumuzu okşasa da, bu gerçek olmayan bir bilgi. Abraham Lincoln, Vladimir Lenin, Simon Bolivar, José Carlos Mariátegui, Yaser Arafat ve Ho Chi Minh Küba’da heykellerine rastlayabileceğiniz yabancı liderlerden bazıları. Küba’da heykelini görmediğim için şaşırdığım kişi, Castro idi. Kübalı rehberimizin belirttiğine göre, Castro bunu özellikle istememiş. Öldüğünde de önce, mezar yerinin bilinmesini istemediğini okumuştum. Ancak, bu yazı için yaptığım araştırma sırasında Santiago de Cuba’da, Küba’nın 19. yüzyıldaki özgürlük savaşçılarından Jose Marti’nin yanına gömüldüğünü öğrendim. Belki gerçekten de bir mezarının olmasını istememişti. Belki, çok sevdiği Küba’nın bilinmeyen bir köşesinde, öylesine toprağa karışmaktı arzusu. Bilmiyoruz. Yine de, fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, çok sade bir mezarı var.

Havana’daki Atatürk büstü
Fidel Alejandro Castro Ruz‘un Santiago de Cuba’daki Santa Ifigenia Mezarlığında bulunan mezarı
Fotoğraf: Christian Pirki

Bilindiği üzere, dünyanın en makbul puroları Küba’da üretiliyor. Bu durumda, bu dünyaca ünlü ürünü ister için ister içmeyin, Küba’ya gidince bir puro fabrikası da görmek istiyorsunuz. Havana’da görebileceğiniz birkaç tane fabrika var. Biz bunlardan Romeo y Julieta / H. Upmann fabrikasını gezdik. Burası, diğer puro fabrikaları gibi şehrin içinde, 3-4 katlı bir bina. Gezebilmek için önceden randevu alınması gerekiyor.

Partagas Puro Fabrikası, Havana’da gezilebilen puro
fabrikalarından birisi

Tarihçilerin genel kanısına göre puro ilk olarak Mayalar tarafından icat edilmiş. Mayalar tütünü, palmiye ya da muz yapraklarına sararak içerlermiş. Arkeologların çıkardığı 10. yüzyıldan kalma toprak bir kabın üstünde resmedilmiş olan tütün içen bir Mayalı, bu konuda bugüne kadar bulunmuş en eski kanıt olarak gösteriliyormuş. Batılılar arasında tütün ile ilk tanışan, Kolomb ve adamları olmuş. Yerlilerin öğrettikleri şekilde tütün içmeyi çok çabuk öğrenmişler ve bu alışkanlığı İspanya ve Portekiz’e götürmüşler. Fransa’nın Portekiz’deki büyükelçisi Jean Nicot (nikotin kelimesi bu kişinin soyadından geliyor) ise, puronun Fransa’da yaygınlaşmasını sağlamış. Puro içimi Avrupa’da yaygınlaşırken, İspanyollar bir yandan da tütünü, tütün yaprakları yerine, kağıda da sarmaya başlamışlar. Sıcak iklimi ve verimli toprakları nedeniyle Küba, İspanyolların tütün endüstrisi için çok uygun bir merkez olmuş. Küba’da üretilen tütün, İspanyollar tarafından, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyaya dağıtılmaya başlanmış. Ayrıca, Küba’daki üreticilerin kendilerinin dışında başka devletlere satış yapmalarını yasaklayarak, 1817 yılına kadar süren bir tekel oluşturmuşlar.

Romeo y Julieta/ H. Upmann puro fabrikasının kapısında içeri girmek için sıra bekleyenler

Randevulu gitmemize karşın, Romeo y Julieta / H. Upmann fabrikasını gezmek için epeyce bir süre beklemek zorunda kaldık. Upmann, işletmenin devrim öncesi ismi. 1844 yılında iki Alman iş adamı kardeş, Herman ve August Upmann tarafından kurulmuş. Şu anda 500 kişi çalışıyor ve günde 20.000 puro üretiliyor. Üretilen puro markalarının arasında, Fidel Castro’nun da içtiği, efsanevi Cohiba markalı purolar da var. Bu markanın üretilmesi için, kendisi de puro düşkünü olan, Che’nin çok emeği geçmiş ama, ne yazık ki, üretimine onun ölümünden sonra başlanabilmiş. Çok özel bir karışımdan yapıldığı belirtilen Cohiba, Fidel Castro’nun korumalarından birinin içtiği özel bir karışımdan yola çıkılarak geliştirilmiş ve uzun yıllar sadece Küba’nın üst düzey yöneticileri için üretilmiş.

Ünlü Cohiba puroları değişik boylarda üretiliyor ve hem kutu ile
hem taneyle satılıyor

İçeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Puroların sarıldığı büyük salonda çalışanlar, arka arkaya sıralı tek kişilik masalarda oturuyorlar. Havada, insanın genzini hafifçe yakan bir tütün kokusu var. Çalışanlar, kadınlı erkekli, son derece sakin çalışıyorlar. Büyük bir tütün yaprağının içine birkaç değişik çeşit tütün yaprağı koyuyorlar. Üretimin standart kalitede olabilmesi için bu karışım, tütün yapraklarının işlemden geçtiği bir önceki bölümden getirilip masalara eşit bir şekilde dağıtılıyor. Karışım yerleştirildikten sonra büyük yaprak sarılıyor. Bir sonraki aşamada, en dışa sarılacak tütün yaprakları büyük bir titizlikle damarlarından ayıklanıyor ve hazırlanmış yarı mamul purolara sarılıyorlar. En son olarak, uçları kesiliyor.

Fabrikanın satış mağazasında puronun dışında, Küba’nın en kaliteli rom markaları da satılıyor

Üretim süreci izlenince, maalesef buraya belli bir şehir efsanesi beklentisi ile gelenlerin hayalleri yıkılıyor. Fantezileri ne kadar süslemiş olursa olsun, puro sarma işlemi kadınların baldırlarında değil, işçilerin önlerindeki sert zeminli tahta veya metal masalarda yapılıyor. Buna karşın, insanı şaşırtan bir başka uygulama var. O da, üretim sırasında, salonun bir köşesinde oturan kişinin mikrofon kullanarak gazete okuması. Biz gezerken, okuyucu yaşlı bir kadındı. Bazen de roman okunuyormuş. Ben önce bunun Komünist rejimle gelen, halkı bilinçlendirmeye yönelik bir uygulama olduğunu düşündüm. Oysa, öyle değilmiş. Bu alışkanlık, İspanyolların döneminden beri varmış. Victor Hugo’nun 1862 yılında basılan Sefiller kitabı da puro fabrikalarında benzer şekilde okunmuş. Romanı çok beğenen Kübalı işçiler Hugo’ya övgü dolu ortak bir mektup bile yazmışlar.

Miramar, güzel evleri ve yeşillikler içindeki cadde ve sokakları
ile çok güzel bir semt

Her şehrin olduğu gibi, Havana’nın da çok farklı bölgeleri ve buna bağlı olarak, farklı yüzleri var. Bir öğlen yemeği için gittiğimiz Miramar semti Havana’nın çok güzel bir bölgesi. Miramar, birbirinden güzel evlerin, büyükelçiliklerin ve otellerin bulunduğu, deniz kenarında bir bölge. Ağaçlık ve geniş caddelerin iki yanına sıralanmış çok güzel evler var. Bunlar devrim öncesinde, zenginlere ait olan evler. Evlerin bir kısmı yabancı ülkelere büyükelçilik olarak verilmiş. Diğerlerinde parti yöneticileri ve üst düzey bürokratlar oturuyorlar. Kübalı rehberimiz Lazaro, Castro’nun da burada, birkaç evde birden, sürekli yer değiştirerek oturduğunu söyledi. Yollardan birinin sol tarafındaki ağaçlık bir alanı göstererek, evlerden birinin ağaçların ardında olduğunu belirtti. Böyle bir önlemin sebebi, Castro’nun yaşadığı 638 suikast girişimi olsa gerek.

Havana Üniversitesi

Havana’nın sadece, Eski Şehir bölgesindeki gibi, harap bir şehir olmadığını anlamak için gidilebilecek bir başka semt de Vedado. 20. yüzyılda gelişen bu bölge modern bir iş ve yerleşim merkezi. Havana Üniversitesi’nin de bulunduğu bu bölgenin en meşhur caddesi, La Rampa olarak da bilinen, Calle 23. John Lennon Parkı, A.B.D. Büyükelçiliği, Radyo Merkezi, Maine Gemisi Kurbanları Anıtı gibi yerlerin dışında, Küba’nın devlet tarafından işletilen ünlü Coppelia Dondurmacısı da Vedado’da bulunuyor.

Jose Rodriguez Fuster’in evi ve atölyesi

José Rodríguez Fuster, Kübalı bir resim ve seramik sanatçısı. 1946 yılında doğmuş. 1963 yılında Havana’daki Sanat Öğretmenliği Okulu’ndan mezun olmuş. Fuster, Küba’da ve yurtdışında (Romanya, Fransa, İngiltere) birçok sergi açmış. Ama, onun en önemli eseri, Havana yakınlarındaki balıkçı köyü Jaimanitas denebilir. 1975 yılında buraya taşınan Fuster, önce kendi evini, daha sonra da oturanlarından izin isteyerek diğer evleri, capcanlı seramiklerle kaplamış. 10 yıl içinde çevredeki seksenin üzerinde evi kendine özgü eserleri ile donatmış. Fuster’in evinin neşeli havası, gezerken insana bir masal dünyasındaymış hissi veriyor. Bir yandan da, sürekli Gaudi’yi anımsıyorsunuz. Tarzları çok benziyor çünkü.

Jose Rodriguez Fuster
Kaynak: https://tr.qwe.wiki/wiki/
Fuster seramik dışında resim de yapıyor
Fuster Jaimanitas’da seksenin üzerinde evi de eserleri ile kaplamış

Havana’ya iner inmez, rengarenk eski arabalar insanın gözünü alıyor. 1950’li ve 1960’lı yıllardan kalma bu arabalardan Küba’nın diğer yerlerinde de görmek mümkün ama, sanırım en çok Havana’da varlar. Şehirde bunlarla bir gezinti yapmak hemen hemen her turistin yapılacaklar listesinde oluyor. Ancak bindiğiniz zaman, bu şirin arabaların hareket edebiliyor olmaları bile insana mucizevi bir olaymış gibi geliyor. Bir akşam, La Zorra y Cuervo caz kulübünden dönerken bindiğimiz taksi tam bir felaketti. Her tarafından ayrı sesler gelen araba bir iki kere stop etti. Bir yandan içeri dolan mazot ve egzoz kokusundan dolayı güçlükle nefes alırken bir yandan da gülmekten kendimizi alamadık. Arabanın hiçbir penceresi kapanmıyordu. İyi ki de öyleydi. Camlar sonuna kadar açık olduğu halde, şoförün kafası sürekli bulutlarda olmalıydı…

Havana’da eski ve sevimli arabalar

Eski arabalarla nostaljik bir gezinti yapmak için üstü açık olanlar en iyisi. Ertesi gün bindiğimiz gıpgıcır mavi arabanın üstü açıktı. Yine biraz gürültülüydü ama dayanılmaz değildi. Bu arabalarla şehirde bir tur yapabiliyorsunuz. Önde şoförün yanında oturan kibar adamın İngilizce anlattıklarının bir kısmını kendi rehberimizden zaten öğrenmiştik. Ama, hiç bilmediğimiz sürprizler de oldu. Bunların arasında en önemlisi, bir başka Kübalı sanatçının eserleri ile donattığı bir sokaktı.

Salvador Gonzales Escalona
Kaynak: http://www.afrocubaweb.com
Callejon de Hamel sokağında Salvador’un duvar resimleri

Salvador Gonzáles Escalona da, Fuster gibi, yaşadığı çevreyi dönüştürmüş bir sanatçı. 1948 yılında Gamagüey’de doğan sanatçı, hiçbir sanat eğitimi almamasına karşın, henüz 20 yaşında iken Havana’daki Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde sergi açmış. Resim, duvar resmi ve heykel yapan sanatçı sonraki yıllarda Küba’da ve yurtdışında birçok sergi açmış. Norveç, Danimarka, Meksika, Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, İtalya bu ülkelerden bazıları. Ayrıca, çok sayıda ülkede de duvar resimleri varmış. Tarzı Afro-Küba olarak tanımlanan Salvador, günümüzde atölyesinin bulunduğu Callejon de Hamel sokağına ilk olarak 1990 yılında bir arkadaşının evinin duvarına resim yapmak için gelmiş. Burası, Havana Üniversitesi’nin yakınındaki Cayo Hueso mahallesinde bir sokak. Oldukça yoksul görünümlü ve döküntü halde binalarla dolu. Ancak, Salvador’un burada bir duvar resmi ile başladığı yolculuk, hemen hemen tüm binaların duvarlarına yaptığı soyut, sürrealist ve kübik duvar resimleri ve heykellerle son derece ilginç bir hale gelmiş. Çevre halkı da kendisine boya ve heykelleri için malzeme sağlayarak katkıda bulunmuşlar. O nedenle, Salvador’un heykel ve yerleştirmelerinde banyo küvetlerinden çeşitli eski eşyaya kadar her şey var. Vakit darlığından oldukça hızlı gezmek zorunda kaldığımız bu ilginç sokakta bir de Yoruba geleneğinden gelen Santeria törenine rastladık. Bu da güzel bir sürpriz oldu. Çünkü, çok istememe rağmen, Havana’daki Yoruba Kültür Derneği’nin haftanın belli günlerinde düzenlediği Santeria törenlerine gidememiştik. Az da olsa, Kübalıların Afrikalı köklerine dayanan bu gelenekleri hakkında bir fikrimiz oldu. Kısaca özetlemek gerekirse Santeria, 16. ve 19. yüzyıllar arasında iş gücü olarak Batı Afrika’dan (özellikle Nijerya’dan) getirilen Yoruba soyundan kölelerin geliştirdiği bir din ya da inanç sistemi. Adaya getirildikten sonra İspanyollar tarafından Katolik olmaya zorlanan bu insanlar, eski dinlerinden de vaz geçmemişler. Afrika’da inandıkları 500 kadar tanrıyı, Katolik aziz ve azizelerle eşleştirerek onları bir anlamda yeni inançlarının içine gizlemişler. Kilisenin cadılık ve büyücülükle suçlayarak engellemeye çalıştığı dini ayin ve danslarını mümkün olduğunca kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

Salvador’un atılmış küvetlerden yaptığı banklar
Callejon de Hamel’de tesadüfen rastladığımız Santeria töreni

Küba ile ilgili yazmak istediklerimin bu ilk bölümünde Havana ve çevresinde ilginç bulduğum yerlerden söz ettim. Bir sonraki yazımda yolculuğumuz, Küba’nın doğusundan batısına doğru gezdiğimiz yerleşim yerleri ile devam edecek…

Ünlülerle Karşılaşmalar

Ünlü bir kişiyle karşılaştığınızda ne yaparsınız? Çarşıda, pazarda, uçakta, restoranda, sinemada ya da konserde… Özellikle çok yakınınızda oldukları, hatta göz temasınız olduğu zamanlar…

Sizi bilmiyorum ama, benim ilk tepkim önce bir irkilmek oluyor. Söz konusu kişiyi olağan kabul ettiğimiz ortamının dışında görmek tuhafıma gidiyor. Düpedüz yadırgıyorum. Sonra, bir ne yapacağımı bilememe hali geliyor üstüme. Acaba görmezden mi gelsem? Bakışlarımı kaçırsam mı? Ya da tanıdığımı belli etsem mi? Karar veremiyorum… Kendimi karşı tarafın yerine koymaya çalışıyorum. Hangisini tercih eder acaba?

Kimileri var ki, hayranı olsunlar olmasınlar, ünlü kişilere rahatlıkla yaklaşıp, senli benli olabiliyor, bir şeyler talep edebiliyorlar. Cep telefonunun hayatımızda olmadığı, fotoğraf çekmenin bu kadar kolaylaşmadığı yıllarda, bu talep genellikle bir imza istemek oluyordu. Günümüzde bu iş, birlikte selfie çekmeye kadar vardı. Amaç, ünlü kişi ile çekilen fotoğrafı sosyal medyada yayınlayarak, Andy Warhol’a atfedilen ifade ile, “on beş dakikalık şöhret” yakalamak…

Kanımca, ünlü kişilere yaklaşma konusundaki bu teklifsizliğin altında çeşitli kişilik özellikleri var. Karşısındaki kişinin özel alanına dikkat edemeyecek derecede bir aymazlık ya da aşırı kendine güven ve cesaret. Bunların yanında, bu tip ilişkilerde risk alabilme kapasitesi de olmalı. Öyle ya, sırf kamuoyunda tanınan bir insan diye, o kişiyi özel hayatında gidip, rahatsız edebiliyorsanız, azarlanmayı, terslenmeyi de göze alabilmeniz gerekli.

Hiç bana göre şeyler değil… Hatta bu konuda, biraz abartarak, iki ünlü kişi ile bağlantılı bir fobim olduğunu bile söyleyebilirim… Birisi, günümüzde artık çok popüler olmasa da, ülkemizin bir talk-show’cusu ve televizyon programcısı. Diğeri ise, yine bir dönem adı çok geçen, günümüzde ise pek ortalarda olmayan bir kadın edebiyatçı ve köşe yazarı. İkisi de sivri dilli… İkisi de radarlarındaki kişi ile alttan alta dalga geçmeyi seviyorlar… Hele ilki, işi zaman zaman düpedüz hakarete kadar vardırabiliyor. Yaptığı televizyon programlarına telefonla bağlanan izleyiciler acaba mazoşistler mi diye düşünmüşümdür hep. Bu izleyicileri alaya almadığı, terslemediği durumlar o kadar nadir ki… İnsan bile bile ne diye arar, bir türlü anlayamadım… Neyse, benim için korkulu rüya bu iki ünlüden biri ile (ikisi ile birden olması tam bir kabus olurdu) yalnız olarak asansöre binmek diyebilirim. Kaçamazsın, edemezsin… Tavana mı baksan, yere mi baksan? Selam mı versen, tanımıyormuş gibi mi yapsan? Çok şükür, bugüne kadar başıma gelmedi daha ama, olsa ne yaparım, hala bilmiyorum…

Karanlık, kasvetli bir gün. Ankara’nın soğuğu insanın içine işliyor. İşyeri de pek ısınmıyor. Zaten, handan bozma bir bina. Ben ilkokulda iken burası Türk-Amerikan Derneği idi. Annemle dedem, birlikte, İngilizce kursuna giderlerdi. Derslerdeki maceralarını bütün aile gülerek dinlerdik. Yıllar içinde, Türk-Amerikan Derneği Çankaya’ya taşındı. Arada ne oldu bilmiyorum ama, yaklaşık yirmi yıl sonra, girdiğim ilk iş Mithat Paşa Caddesindeki bu binada.

Kat kat giyiniyoruz, yine de fayda etmiyor. O çelik masaların kenarları yazı yazarken insanın kollarına değince, o kadar kazak, hırka fayda etmiyor… Sanki insanın vücuduna elektrik veriyorlar. Çalışma ortamının buz gibi olması yetmezmiş gibi, öğlenleri yemek yemek için de dışarıya, daha da keskin bir soğuğa çıkmak gerekiyor. Bizim Personel İşleri, aynı cadde üzerinde olan Yüksek Ticaretliler Lokali ile anlaşmış. Yemek için oraya gidiyoruz.

İşten birkaç arkadaş, birlikte geldik bugün yemeğe. Zemin katın bir kat üstünde bir salon burası. Masalarında bordo renkli, ucuz masa örtüleri olan, zevksiz bir yer. Yemeği çabuk yersek, aynı cadde üzerindeki sanat galerilerine ve kitapçılara uğramaya vakit kalır belki.

Onu, oturur oturmaz gördüm. Birkaç masa ileride, geniş pencerelerden birinin yanındaki bir masada tek başına yemek yiyor. Arada bir, pencereden dışarıya bakıp, dalıyor… Yüzü bana dönük. Yanılmama imkan yok. Bembeyaz saçları, gözlüğü, yanındaki sandalyenin arkasına koyduğu lacivert paltosu ve ekose kaşkolü. Evet… O… Daha iki sene önce Devlet Sanatçısı unvanı alan… Bilmeyen, tanımayan onu sadece tonton bir ihtiyar zanneder.

Bakışlarımı üstünde hissetmiş olmalı ki, kafasını kaldırıyor. Göz göze geliyoruz… Telaşlanıyorum… Hemen gözlerimi kaçırıyorum. Bir yandan da, tekrar o tarafa doğru bakmak için içimde inanılmaz bir istek… İçim burkuluyor. Bu kadar usta, büyük bir sanatçı…

Askeri darbe sonrası, şu günlerde herkes sanat ve edebiyata verdi kendini. Okulda iken roman okumayı bile “küçük burjuva alışkanlığı” olarak görenler, şimdi her biri birer eleştirmen oldular başımıza nerdeyse. Sanat dergileri hem sayı olarak, hem içerik olarak patlama yaptı. Bir tür toplumsal rehabilitasyon.

Aynı şekilde, resim galerileri de çoğaldı Ankara’da. En son, bizim eve yakın, Tunalı Hilmi Caddesinde yeni açılan Levni var mesela. İnsan sergiye gitmese bile, her gün önünden geçerken, büyük pencerelerinden içeride sahibi, Enis Batur’u görebiliyor.

Hemen hemen her hafta sonu galerilerin birinde bir sergi açılışı var. Bu açılış kokteyllerinden birinde görmüştüm ilk olarak kendisini. Birisi bana, “Bak, o yaşlı adam Eşref Üren” demişti… Resim Heykel Müzesi’nde gördüğüm tablolarına hayran olmuştum. Bir tablosu da amcamın evinde var. Ankara Koleji’nde (o zamanki adıyla, Ankara Maarif Koleji’nde) resim öğretmenliği yaptığı sıralar amcama hediye etmiş.

Artık yaşı seksen beşin üstünde olduğu için, açılışlarda hep bir kenarda oturuyor. Etrafı son derece sevecen bakışlarla izliyor. Sanatçılar, öğrencileri, tanıdıkları saygıyla yanına gidip, konuşuyorlar. Ressam olan eşi uzun yıllar önce öldüğünden beri yalnız yaşıyormuş. Çocuğu yokmuş. Ancak, yanında kendisinden epeyce genç ve onunla kızıymış gibi ilgilenen bir hanım var hep. Öğrencisi imiş.

Yemeğini bitirdi. Yine biraz pencereden dışarıyı seyretti. Şimdi ayağa kalkıyor. Kaşkolünü özenle boynuna doluyor, yavaş yavaş paltosunu giyiyor. Çıkmak için bizim masanın yanından geçmesi gerekiyor. Bakışlarımı telaşla tabağıma çeviriyorum. Sonra… Tam yanımızdan geçerken kafamı kaldırıyorum. İyi ki kaldırıyorum… Başıyla hafifçe selam verirken, sıcacık gülümsüyor bana…

Eşref Üren’i daha sonra da, 1984 yılında ölene kadar, çeşitli zamanlarda gördüm. 1897 yılında doğmuş, 87 yaşında ölmüştü. İstanbul’da doğduğu Fehim Paşa konağında, varlık içinde başlayan hayatı, yokluklar ve sıkıntılar içinde geçmiş. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edildiği zaman, saraya yakın olan babası öldürülmüş. Zorluklar içinde Bursa Ziraat Mektebini bitirmiş ve bir süre de bu alanda çalışmış. Ta ki bir gün, sokakta şövalesinin başında Yeşil Türbe’yi resmeden İbrahim Çallı’yı izleyene kadar. Sonra, Sanayi Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) İbrahim Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri, Paris’te Andre Lhote atölyesi, yurtiçinde ve dışında çeşitli sergiler ve ödüller, öğretmenlik yılları… Ankara ve İstanbul Resim Heykel Müzelerinde, çeşitli sergilerde gördüğüm eserlerinde kullandığı renkler bana hep çok güzel gelmiştir. Doğayı, ağaçları, evleri, gökyüzünü, en çok da Ankara’yı resmederken kullandığı renkler… Öğrendiğime göre, sağlığında 35 adet tablosunu İş Bankası’na, emin ellerde olacağını düşünerek, bağışlamış.

Kendisi ile ölmeden bir süre önce yapılan söyleşinin başında, Ankara’da Ataç sokakta oturduğu ev tarif edilmişti. Ömrünü resme adamış, Devlet Sanatçısı Eşref Üren’in evinin, bodrum katında, atölyesi ile yattığı yerin bir perde ile ayrıldığı bir yer olduğu yazılıydı… Belki de onun için fark etmiyordu. Resim yapabiliyor olmak yeterli idi…

Havana koyuna bakan, görkemli ve tarihi Hotel Nacional de Cuba’dayız. Seksen küsur yıllık bu otelin kat sayısı çok fazla olmamasına rağmen, üzerinde bulunduğu tepe ve mimarisi nedeniyle, çok haşmetli ve etkileyici bir görünümü var. “Ulusal Anıt” statüsündeki bu otel, tarihi boyunca pek çok ünlüyü ağırlamış, pek çok olaya şahit olmuş. Küba’nın topraklarının yüzde doksanının yabancılara ait olduğu devrim öncesi dönemde, şampanyanın ve romun su gibi aktığı, sabahlara kadar kumar oynanan, dans edilen gözde bir mekanmış. Winston Churchill, Frank Sinatra, Ava Gardner geçmişteki ünlü konuklarından sadece birkaçı. Devrimden sonra ise Fidel Castro’nun, Che’nin devlet konuklarını ağırladıkları bir mekan. Hotel Nacional şimdi, bir yandan bahçesinde sergilenen toplar, bir yandan da gece kulübündeki dans gösterileri ve barları ile, geçirdiği her iki döneme de selam duruyor adeta.

Havana’dan Santiago de Cuba şehrine yapacağımız uçuşun dört saat rötarlı olması nedeniyle burada vakit geçiriyoruz. Okyanusa bakan geniş terasta büyük ve alçak, minderli, hasır kanepeler var. Hava rüzgarlı… Okyanus azgın…Bahçede ve topların sergilendiği sette bir süre dolaştıktan sonra buraya oturduk. Her yer turist dolu. Aslında resmi olarak Amerikan hükümeti tarafından gelmeleri yasaklanmış olan Amerikalı turistler epeyce fazla. Önemli bir kısmı, sağlık hizmetlerinin çok iyi ve ücretsiz olmasından dolayı geliyorlarmış. Kimi de gezmek, eğlenmek için. Yasağı delmenin yolu, Meksika üzerinden gelmekmiş onlar için.

Yanımızdaki grup, yüksek sesle Türkçe konuşuyor. Hiç sesimizi çıkarmadan Pina Colada’larımızı yudumluyoruz biz. 1990 yılında, henüz Türkler bu kadar yolculuk etmezken, Norveç’in Kutup Dairesi bölgesinde, hiç ummadığım bir yerde bir Türk ile karşılaştığımdan beri artık, hiçbir yerde yurttaşlarımla karşılaşmak şaşırtmıyor beni…

İçkilerimizi bitirdik. Hala epeyce zaman var. Biraz daha dolaşabiliriz. Lobideki, oteli geçmişte ziyaret etmiş kişilerin fotoğraflarının sergilendiği bölümde vakit geçirdikten sonra, büyük bahçenin görmediğimiz taraflarına yöneliyoruz. Büyük bir terasa çıkmak için, önden ben bir köşeyi dönüyorum ve birden bire karşı karşıya kalıyorum… İşte, buna çok şaşırıyorum… Karşımda, Bedri Baykam. Göz göze bakışıyoruz… Sanki onu tanıdığımı anladı ve benim bir şeyler söylememi bekliyor gibi. Bir şey desem mi acaba? Ama, ne? Basma kalıp bir şey söylemektense, hiçbir şey dememek daha iyi. Başımla belli belirsiz bir selam verip, terasa doğru yürüyorum…

Bazen de insan, tanınmış insanlarla, istemeden, hoş olmayan durumlara düşebiliyor. Böyle bir şey, birkaç yıl önce benim başıma geldi. Üstelik, bu konuda dikkatli bir kişi olmama rağmen…

Şaşkınbakkal’da beğendiğim ve arada uğradığım bir butiğe girmiştim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Etrafa bakarken, koyu renk saçlı, tanıdık bir sima gözüme çarptı. Çalıştığım iş gereği, değişik çevrelerden pek çok insanla tanıştığım için kendisini bir yerden tanıdığımı düşündüm. Üstelik, o da dönüp, bana baktı. Belki de, benim bakışlarımı üstünde hissettiği içindir. Bilemiyorum. Böyle karşılıklı bakışınca, “Merhaba. Sizinle galiba tanışıyoruz” dedim, gülümseyerek… Bir şey söylemezsem, sanki ayıp olacak gibime geldi. Daha cümlem ağzımdan çıkar çıkmaz hiç beklemediğim bir şekilde bir yanıt aldım. Karşımdaki, kısa boylu sayılabilecek kadın, hiddetle ve ciyak ciyak bağırmaya başladı. “Hayır efendim! Hiçbir yerden tanışmıyoruz!”. Ne olduğumu şaşırdım. Kulaklarımda bir uğultu başladı… Çok canım sıkıldı…

Ben ne olduğunu henüz anlamaya çalışırken, kadın çoktan hışımla sırtını dönmüş, hızlı hızlı askıları eliyle itiyordu. Bu arada, küçük dükkanın çalışanı olan genç kız olanı biteni görmüştü. Kibarca yanıma yaklaştı ve “Hanımefendi oyuncu da… Belki dizilerden hatırlıyorsunuzdur…” Bir an düşününce, hatırlar gibi oldum gerçekten. Bir dönem, çoğunlukla yemek yerken, sırf kızım istiyor diye bazı dizileri izlemişliğim vardı. “Yabancı Damat”, “Seksenler” gibi dizilerin, başrole epeyce uzak karakterlerini oynayan bir oyuncuydu bu kadın. Bunun üzerine ben de, yüksek sesle, “Yok canım… Ben kendisini iş hayatımda profesyonel olarak tanıdığım birisine benzetmiştim” dedim.

Daha sonraları bir yerde okuduğuma göre, belli bir şekilde tanınırlığı olan insanlarla ilgili kişilerin sıkça başına gelen bir durummuş bu. Söz konusu kişiyi kendi kişisel hayatınızda tanıyormuşsunuz zannetmek… Sözünü ettiğim olay benim için o kadar büyük bir deneyim oldu ki, artık çok emin olmadıkça kimse ile bu tür bir diyalog başlatmıyorum. Karşı taraf kendisi benimle gelip konuşana kadar…

Şüphesiz, her konuda olduğu gibi, bu konuda da genelleme yapmamak lazım. Şu ya da bu ölçüde tanınan insanların verecekleri tepkilerde onların karakterleri, şöhreti ne kadar hazmedebildikleri, ve insan ilişkilerindeki başarıları eminim çok rol oynuyordur.

1960’lı yıllarda babamın bir arkadaşı, yabancı bir havayolu ile yurtdışında bir yere uçuyormuş. Yanına Amerikalı bir adam gelip, oturmuş. Selamlaşmışlar. Adam çok tanıdık gelmiş ama, babamın arkadaşı nereden olduğunu bir türlü çıkaramamış. Derken, sohbet etmeye başlamışlar… Babamın arkadaşı, “Ben sizi bir yerden tanıyorum galiba” demiş. Adam ilgiyle, “Öyle mi? Nereden acaba?” demiş. Ondan sonra, ikisi de, “Acaba oradan mıydı, buradan mıydı?”, epeyce bir çabalamışlar. Hatta bir ara Amerikalı, “Ben Kore Savaşına katılmıştım. Acaba siz de orada Türk birliğinde miydiniz?” diye sormuş. Yok, yok, yok… Bir türlü bulamıyorlar… Neden sonra, adam dönmüş ve “Yoksa siz beni filmlerimden mi tanıyorsunuz?” diye sormuş. Amerikalı adam, Tony Curtis imiş…