Agrigento’da geçirdiğimiz duygusal gelgitlerle dolu bir önceki günün ardından, sabah yine kaldığımız Dimora dei Templi‘nin terasında kahvaltı yaptıktan ve bize servis yapan Sicilyalı genç ile vedalaştıktan sonra, yola koyulduk. O gün hedefimiz, Selinunte antik kentini, Mazara del Vallo‘yu ve Marsala‘yı gezdikten sonra, Cefalù‘ya dönmekti. Ertesi gün Cefalù’dan Palermo‘ya giderek orada daha önce gezemediğimiz yerleri gezecektik. Bu değişik rotayı ve programı neden izlemek zorunda kaldığımızı dizinin ilk yazısında (tıklayarak erişebilirsiniz) anlatmıştım. Bütünsellik açısından daha uygun olduğunu düşündüğüm için, Palermo’yu gezdiğimiz ilk ve ikinci günle ilgili yazılarımı da daha önce peşpeşe yayınlamıştım.
Evet, yukarıda belirttiğim gibi, Dorik tapınaklarla dolu bir başka antik kent olan Selinunte’ye gitmek üzere otelden ayrıldık. Ancak, Agrigento’yu geride bırakmadan önce görmek istediğim bir yer daha vardı. Burası, İtalyanların büyük şair ve edebiyatçısı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Luigi Pirandello‘nun (1867-1933) doğduğu ev ve mezarının bulunduğu müze idi. Pirandello ülkemizde romanları, kısa öyküleri ve şiirlerinden çok, tiyatro oyunları ile tanınıyor diye düşünüyorum. Eserleri çeşitli yıllarda özel ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sahnelendi. İlk aklıma gelenler; Altı Kişi Yazarını Arıyor, Size Öyle Geliyorsa Öyledir ve Ağzı Çiçekli Adam. Pirandello, gençliğinde Nasyonal Faşist Parti üyesi olmasına karşın, günümüzde liberal ve sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere, edebiyatçılar tarafından çağdaş tiyatroya en çok katkıda bulunan yazarlardan biri olarak kabul ediliyor. Britanyalı akademisyen Profesör Anthony Mortimer’a göre, “Pirandello, hem İtalyan edebiyatında hem de dünya tiyatrosunda bir devrim yapmıştır.” Pirandello bu anlamda Absürd Tiyatro akımının kurucuları sayılan Samuel Beckett (1906-1989) ve Eugène Ionesco‘nun (1909-1994) öncülü sayılıyor. Ben şahsen, Sicilya’ya gidene kadar Pirandello’nun aslen buralı olduğunu bilmiyordum. Gidince öğrendim ve bir edebiyatsever olarak bu müzeyi görmek istedim. Konuya özel ilgi duymayanlar Pirandello’nun müzesini ziyaret etmeyebilirler.
Luigi Pirandello 1867 yılında, Agrigento’ya 4 kilometre uzaklıkta bulunan Caos (İtalyanca’da Chaos) mevkindeki bu evde, hem anne hem baba tarafından çok zengin bir aileye doğmuş. Babası çok varlıklı bir sülfür sanayicisi, annesi ise Agrigentolu büyük burjuva bir aileden gelen çok iyi eğitimli bir kadınmış. İlk eğitimini evde alan Pirandello, küçük yaşlardan itibaren evdeki hizmetlilerin anlattığı masal ve efsanelere ilgi duymuş. On iki yaşında ilk tragedyasını yazmış. Babasının ısrarı üzerine önce teknik bir orta okula kayıt olsa da, daha sonra edebiyat ve beşeri bilimleri tercih etmiş.
1880 yılında aile Palermo’ya taşınmış. Burada liseyi bitiren Pirandello aynı zamanda hem 19. yüzyıl İtalyan şairlerini yoğun olarak okumaya hem de ilk şiirlerini yazmaya başlamış. Bu dönemde babasının evlilik dışı ilişkilerinin farkına varan Pirandello duygusal olarak babasından uzaklaşmaya başlamış. Annesine her zaman duyduğu, eserlerine de yansıyan sevgisi ve düşkünlüğü daha da artmış. Pirandello üniversite eğitimine Palermo Üniversitesi’nin Hukuk ve Edebiyat bölümlerinde başlamış. Özellikle Hukuk bölümündeki ortam onun politikaya ilgisini artırmış. Kendisi doğrudan yer almasa da, ileride Fasci Siciliani adını alacak olan demokrat ve sosyalist harekete sempati duymuş ve bu hareketin lider idealogları ile yakın arkadaş olmuş. 1887 yılına gelindiğinde, çalışmalarına kesin olarak edebiyat alanında devam etmeye karar veren Pirandello, yüksek eğitimi için Roma‘ya gitmiş. Burada sık sık gittiği tiyatrolar onun bu edebiyat dalına ilgi duymasına yol açmış. Eğitimi devam ederken, Latince profesörü ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Roma Üniversitesi’nden ayrılıp, doktora çalışmalarına devam etmek için, Bonn‘a gitmiş. Filoloji doktorasını tamamlama sürecinde Alman Romantikleri‘ni ve özellikle Goethe‘yi (1749-1832) yoğun olarak okuma fırsatı bulmuş. 1891 yılında doktorasını tamamladıktan sonra Roma’ya dönen Pirandello, 1893 yılından itibaren edebiyatın çeşitli dallarında eserler yazmaya başlamış.
1903 yılında, Pirandello’nun babasının Agrigento yakınlarında bulunan Aragona‘daki sülfür madenlerini sel basınca, aile maddi krize girmiş. Babası sadece ailenin kendi kaynaklarını değil, Pirandello’nun eşinin drahomasını da bu işletmeye yatırdığı için bu krizin sonuçları çok ağır olmuş. Pirandello’nun eşi ömür boyu sürecek bir ruhsal bunalıma girmiş. Pirandello’nun kendisi ise, bir ara intihar etmeyi düşündükten sonra, verdiği İtalyanca ve Almanca derslerin sayısını artırarak ve o zamana kadar ücretsiz yazı yazdığı edebi dergilerden ücret talep ederek, üç çocuklu çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmış. 1904 yılında Pirandello kendisine tanınırlık kazandıran ilk romanını (Mattia Pascal) yayınlamış ve ondan sonraki on yıl boyunca roman ve kısa öykü dalında eserler vermeye devam etmiş. 1916 yılında tiyatro yeniden ilgisini çekmeye başlamış ve yazdığı eserleri kısa zamanda sadece İtalya’da değil, başta Londra olmak üzere Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York‘da sahnelenmeye başlanmış. 1922-1924 yılları arasında uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı iyice artan Pirandello bu arada Fransızların Légion d’honneur nişanına da layık görülmüş. Yine bu sıralarda Benito Mussolini‘ye (1883-1945) bir mektup yazarak Nasyonal Faşist Parti üyesi olmak istediğini bildirmiş. Bu hareketinin sonunda, Mussolini’nin desteği ile Roma’da kendi tiyatrosunu (Teatro d’Arte di Roma) kurmuş. Pirandello’nun gerçekten faşist olup olmadığı daima bir tartışma konusu olmuş. Her ne kadar, “Faşistim çünkü İtalyanım” demiş olsa da, parti ile temel konularda sürekli tartışma yaşamış. Kendisini, “Bu dünyada sadece bir insanım, ben apolitiğim”, diye tanımlamış. Parti ile fikir ayrılıkları 1927 yılında parti kimliğini parti genel sekreterinin gözleri önünde yırtmasına kadar varmış. Tüm bunlar nedeniyle, Pirandello’nun aslında düşünsel olarak değil, pratik nedenlerle, kariyerine faydası olacağı için parti üyesi olduğu fikri yaygın. Öte yandan Pirandello, 1934 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü madalyasını 1935 yılında İtalya’nın Etiyopya‘yı (o zamanlarki adıyla Habeşistan’ı) işgali için düzenlenen kampanya sırasında, eritilmek üzere, partiye bağışlamaktan da kaçınmamış.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapılmış olan Pirandello’nun doğduğu ev, aslen yazarın anne tarafına ait kırsal bir villa. Ev ve çevresindeki zeytin ağaçları ile dolu arazisi bir tepeden, yazarın “Afrika Denizi” diye betimlediği, Sicilya ile Afrika kıtası arasındaki denize bakıyor. Yazarın annesi Caterina Ricci Gramitto Luigi Pirandello’yu, 1867 yılında yaşanan bir kolera salgını sırasında, hastalıktan korunmak için çekildiği bu evde doğurmuş. Ev, ailenin yaşadığı mali krizden sonra birkaç el değiştirmiş. 1943 yılında, yakınındaki bir cephane çöplüğünde yaşanan bir patlama nedeniyle ağır hasar almış. 1949 yılında ulusal anıt statüsü verilmiş. 1952 yılında Sicilya bölgesel yönetimi satın aldıktan sonra kapsamlı bir restorasyon yapılmış. Günümüzde müzenin giriş katında Pirandello ile ilgili süreli sergiler düzenleniyor. Üst katta ise, yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, mektupları, el yazmaları, kitaplarının imzalı ilk basımları, aldığı ödüller ve ünlü oyunlarının afişleri sergileniyor. Ayrıca, yazarın eserlerinden alıntılar ve çeşitli konular üzerine düşünceleri farklı görsel araçlarla (projeksiyon, film vb.) gösteriliyor. Bunların arasında, Pirandello’nun özellikle ölüm üzerine düşünceleri beni çok etkiledi…
Pirandello, Nobel ödülünü aldıktan iki yıl sonra, 10 Aralık 1936 günü Roma’daki evinde ölmüş. Ölmeden önce kesinlikle istemediğini belirtmesine karşın, cenazesi devlet töreni ile kaldırılmış. Oysa, ” Öldüğüm zaman beni giydirmeyin. Beni çıplak olarak bir çarşafa sarın. Yatağın üstünde çiçekler ve mum ışığı olmasın. Sadece bir cenaze arabası olsun. Çıplak. Bana kimse eşlik etmesin. Akrabalar ve arkadaşlar olmasın. Araba, at, arabacı, o kadar. Beni yakın”, demiş. Kilise yakılmaya karşı olduğu, Faşist Parti de bir kimsesiz gibi gömülmesini redettiği için, bu istekleri yerine getirilmemiş. Vasiyeti ancak 1947 yılında hayata geçirilmiş ve külleri, arzuladığı gibi, Sicilya’ya, doğduğu yere getirilmiş.
“…. küllerimin konduğu kap Sicilya’ya götürülsün ve doğduğum yer olan Girgenti’nin (Agrigento’nun o zamanki adı) kırsal bölgesinde sert bir kayanın içine yerleştirilsin “
Luigi Pirandello
Pirandello’nun mezarı doğduğu evin çok yakınında, tam da onun istediği gibi, “Afrika denizi”ni gören bir noktada. Çok uzun olmayan bir yürüyüşle, tepenin yamacı boyunca yürüyüp, ulaşıyorsunuz. Biz giderken yabancı bir çift mezardan geri dönüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Yazarın külleri, vasiyet ettiği gibi, heykeltıraş Marino Mazzacurati‘nin yonttuğu anıtsal bir kayanın içine yerleştirilmiş. Sessizlikte, yüzümü mezarın baktığı denize döndüm ve hafif dalgalı denizi izledim bir süre. Biraz puslu havada göremedim ama, Afrika karşıda bir yerlerde olmalıydı…
Agrigento’dan Selinunte’ye gitmek için batıya doğru aşağı yukarı 120 kilometre kadar gitmeniz gerekiyor. M.Ö. 628 yılında kurulduğu tahmin edilen ve o zamanlar ismi Selinus olan bu Grek kolonisi, Sicilya’nın doğusunda bulunan bir başka Grek kolonisinden, Megara Hyblaea‘dan gelen Grekler tarafından kurulmuş. Megara Hyblaealılar ise, Selinunte’yi kurmadan 100 yıl kadar önce Yunanistan’daki Megara‘dan gelmişler. (Hatırlanacağı üzere, İstanbul’da M.Ö. 658 yılında, günümüzde Topkapı Sarayı‘nın bulunduğu, Birinci Tepe‘de ilk şehir devleti Byzantium‘u kuran Byzas da Megara’dan gelmiştir). İki nehir arasında kurulmuş olan Selinunte, söylendiğine göre adını burada bol miktarda yetişen yabani kerevizden (selinon) almış. Bu nedenle, kereviz yaprağı motifi kentin paralarında yaygın olarak kullanılmış.
Selinunte, Sicilya’nın güneybatı köşesinde bulunuyor. Burası aynı zamanda, adadaki Grek kolonileri arasında en batıda bulunan koloni. Bu nedenle, Selinuntelilerin Fenikeliler, yine onlardan olan Kartacalılar ve Sicilya’nın yerli halkları ile en baştan ilişkide olmaları kaçınılmaz olmuş. Başlarda Fenikelilerle bir sorun yaşamazken, daha önce gezdiğimiz Segesta ile bitmeyen bir düşmanlık ve savaş yaşamışlar. Segesta ile ilgili yazımda (erişim için tıklayabilirsiniz) belirttiğim gibi, buranın halkı olan Elymianlar Anadolu kökenli, Grek olmayan bir halk. Troia Savaşı‘ndan (M.Ö. 1180) sonra Troia‘dan göç etmişler ve tarihsel olarak Sicilya’nın yerel kabul edilen üç halkından birisini oluşturuyorlar. Selinunte ile Segesta arasındaki bitmeyen sınır ve güç savaşları sırasında, Segesta’yı tutan Atina ile Selinunte’nin müttefiki olan, adanın doğusundaki Siracusa arasında da savaşlar olmuş. Öyle ki, Atinalılar Segesta’ya destek olmak için Sicilya’ya bir sefer düzenlemişler. Ancak, Selinunte yerine Siracusa’ya saldırmışlar. M.Ö. 415-413 arasında zamanın bu iki süper gücü arasındaki mücadelede Atina yenilince, Segestalılar bu sefer Kartacalıları yardıma çağırmışlar.
M.Ö. 409 yılında, dokuz günlük bir kuşatmadan sonra, Selinunte Kartacalıar tarafından yerle bir edilmiş. Şehir nüfusunun neredeyse tamamı ya öldürülmüş ya da esir alınmış. Bu saldırıdan sonra Selinunte hiçbir zaman eski şaşalı günlerine dönememiş. Daha sonra, Kartacılarla Romalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sırasında da arada kalan şehir, M.Ö. 250 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve bir daha inşa edilmemek üzere tarihten silinmiş. Kalan halk, şehirden geri çekilirken Kartacalılar tarafından Lilybaeum‘a (günümüzde Marsala) götürülmüş.
Selinunte, kurulduktan sonra 200 yıl içinde dev tapınakları ve iki limanı olan çok muhteşem bir şehir devleti haline gelmiş. Bir dönem, Antik Çağ için oldukça fazla sayılacak 100.000’nin üzerinde bir nüfusa ulaşmış. Deniz kenarında etkileyici Dorik tapınakları olan kent, kuzey-güney ekseninde uzanan, yaklaşık 4000 dönümlük bir alana yayılmış. Bu nedenle, günümüzde de antik kentin içinde bulunduğu arkeolojik parkın, Avrupa’nın en büyük arkeolojik ören yeri olduğu belirtiliyor. Arkeolojik alan başlıca dört bölgeden oluşuyor. Kısıtlı zamanda seçim yapma gerekliliği yüzünden biz, şehrin doğusundaki ve akropol bölgesindeki tapınaklara gitmeye karar verdik. Bir de ören yerinin müzesini gezebildik. Buraların dışında, antik kentin kuzeyindeki Mannuzza tepesinde ev kalıntıları, batı tarafta Demeter‘e adanmış bir kutsal alan ve nekropol (mezarlık) bölgesi varmış. Zaman kısıtının dışında bir de, gökyüzünde gittikçe kararan yağmur bulutları bizi böyle bir seçim yapmaya itti.
Selinunte’de gezdiğimiz doğu tapınakları ve akropoldeki tapınakların arasındaki uzaklık epeyce fazla. Neyse ki, arkeolojik alanın çeşitli noktaları arasında işleyen elektrikli servis araçları var. Bu, Türkiye’de de geniş ve düz bir alana yayılan antik kentler için düşünülebilecek iyi bir çözüm olabilir. Bisiklet kiralamak da mümkünmüş.
Arabayı Selinunte Arkeolojik Parkı‘nın girişindeki park yerine bıraktık. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, İtalya’da mümkünse arabanızı dolu bagaj ile bırakmayın ya da güvenli bir yere park ettiğinizden emin olun. Aksi takdirde, arabanız çok kısa bir zamanda soyulabilir.
Antik kentte ilk gezdiğimiz doğu bölgesi tapınakları parkın giriş kapısına daha yakın bir yerde ama, yine de yürümek için uzak. Kısa bir beklemeden sonra gelen servise binerek tapınakların bulunduğu yere gittik. Selinunte’deki tapınakların tam olarak hangi tanrılara adandıkları bilinmiyor. O nedenle, tapınaklar her birine verilen harflerle anılıyorlar. Doğu bölgesindeki tapınaklar E, F ve G olarak adlandıırlmışlar. Esasında tüm tapınakların adanmış olabilecekleri tanrılar için bazı iddialar var ama, anlaşılan bilimsel olarak kanıtlanamadığı için bu şekilde anılmaya devam ediliyorlar.
Tapınak E, bu gruptakilerin en yenisi. M.Ö. 460-450 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bazı kaynaklar Hera’ya (Roma mitolojisindeki adıyla Juno’ya) adanmış olabileceğini belirtiyorlar. Hera, Yunan mitolojisinde evlilik, kadın ve doğum tanrıçasıdır. Tapınağın günümüzde ayakta görünen hali büyük oranda 1956-1959 yılları arasında, çevredeki orijinal taşlar kullanılarak yapılan yeniden inşa sonucu ayağa kaldırılmış. Bazı çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, bence bu çalışma tapınağın eski görkeminin algılanması açısından başarılı olmuş. Zira, Selinunte’deki tapınakların bir çoğu günümüzde bir taş yığını halinde duruyorlar. Bu yıkıma büyük ölçüde Orta Çağ’da yaşanan depremler neden olmuş. Tapınak F, doğu bölgesindeki tapınakların içinde en küçük ve en eski olanı. M.Ö. 550-M.Ö. 540 arasında yapılmış. Tapınak G ise, zamanında Selinunte’deki en büyük tapınakmış. Yapımı kesintiler nedeniyle çok uzun sürmüş. İnşasına M.Ö. 530 yılında başlandığı belirtiliyor. M.Ö. 409 yılında, Kartacalılar şehirde taş taş üstünde bırakmayınca tapınak da tamamlanamamış. Kalıntı yığınındaki taşlarda göze çarpan stil farklılıkları yüz seneden fazla süren ve tamamlanamayan inşaatın kanıtları olarak duruyorlar. Eldeki bulgulara dayanarak, Tapınak G’nin şehrin Hazinesi olarak da kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş.
Selinunte’nin ve tapınaklarının inşası için gerekli taşlar, şehrin 11 kilometre kuzeybatısında bulunan Cave di Cusa‘dan getirilmişler. Burası, Antik Çağ’da kullanılmış tarihi bir taş ocağı. M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısından M.Ö. 409’daki Kartaca işgaline kadar, 150 yıl kullanılmış. Şu anda arkeolojik sit alanı olan Cave di Cusa’da o zamanlar, gerekli taşların ocaktan kesilip çıkarılması için 150 kadar kölenin kullanıldığı belirtiliyor. Selinunte’de, taş ocağından getirilen taşların işlenerek nasıl üst üste konduklarını anlayabilmeniz için antik çağda kullanılan makaraların kopyaları yapılmış. Böylece insan, bu dev yapıların nasıl inşa edildiklerini gözünde canlandırabiliyor. İnşaatta kullanılan bloklar, Tapınak G’nin taş yığını arasındaki bazı taşların üzerlerinde görülen at nalı şeklindeki oyuklara geçirilen halatlar ve sözünü ettiğim dev makaralarla yerlerinden kaldırılırlarmış. Hatırlarsanız, taşlardaki benzer oyuklara Agrigento Tapınaklar Vadisi‘ndeki Zeus Tapınağı‘nda da rastlamıştık.
Tepesinde Dorik tapınaklar bulunan akropol şehrin denize hakim bir noktasında. Daha önce belirttiğim üzere buraya da, parkın içindeki müzeye olduğu gibi, elektrikli servis aracı ile ulaşım sağlanıyor. Buralar doğu bölgesine oldukça uzak. Arabada giderken yürüyerek gitmeyi tercih edenlere rasladık. Biraz imrenerek baktılar bize gibime geldi. Yol bizim Segesta’da çıkmak zorunda kaldığımız kadar yokuş ve zorlu bir yol değildi. Ama, yağmur bulutları ile kararan hava giderek tehditkar bir hal almaya başlamıştı.
Akropolde A, B, C, D, O ve Y tapınaklarının kalıntıları var. Bunlardan denize en yakın olan iki tanesi, A ve O, aynı yıllarda (M.Ö. 490-M.Ö. 460) ve aynı plan ile yapılmışlar. Günümüzde taş yığını olarak duruyorlar. Akropoldeki en eski tapınak, C tapınağı. M.Ö. 550 yılında yapılmış. Tapınak alanında bulunan çok sayıda mühür nedeniyle buranın, kutsal alan olmanın dışında, arşiv olarak kullanılmış olabileceği düşünülüyormuş. Tapınak C ile Tapınak D (M.Ö. 540) arasındaki bölgede M.S. 5. yüzyılda kalıntıların taşları kullanılarak yapılmış bir Bizans köyünün kalıntıları var. Buradaki yapıların bir kısmı, Orta Çağ’da olan depremlerde tapınaklarla birlikte zarar görmüşler. Bazı evlerin üstüne tapınakların sütunları devrilmiş. Tapınak D’nin doğusunda bulunan Y Tapınağı, kesin olarak bilinmemekle beraber, M.Ö. 550 civarında yapılmış. Buraya Küçük Metoplar Tapınağı da deniyor. Metop, Dor tipi tapınakların frizlerinde bulunan düz veya kabartmalarla bezeli süslemelere verilen isim. Tapınak Y’de en güzel örnekleri bulunan bu metoplar daha sonra şehir içinde başka yapılarda ve kent duvarlarında dolgu olarak kullanılmışlar. Arkeolojik parkın müzesinde hem Tapınak Y’nin küçük bir ayağa kaldırılmış kesitini hem de tepedeki metopların kopyalarını görmek mümkün. Orijinalleri, Palermo’daki Antonino Salinas Bölgesel Arkeoloji Müzesi‘ne götürülmüşler. Bu bölgedeki en yeni tapınak, Helenistik dönemde, M.Ö. 250 yılı civarında yapımış olan Tapınak B.
Biz akropol bölgesini gezerken yağmur başladı. Öyle ince ince değil. İri damlalar düşmeye başladı. Bizi ören yerinin girişine götürecek servisi beklerken, durağın olduğu yerde bulunan kafede birer kahve içtik. Açık havada idik ama ağaçlar bizi korudu. Dinlenmek iyi geldi doğrusu.
Selinunte Arkeolojik Park’ından ayrılıp arabamıza bindiğimiz sırada yağmur iyiden iyiye şiddetlenmeye başladı ve Sicilya’nın batı sahili boyunca kuzeye doğru giderken, kâh azalıp kâh artarak, bizi izledi. Bizim niyetimiz, yol üstünde Mazara del Vallo ve Marsala‘yı da gezmekti. Marsala bölgesinin ünlü bir şarap üretim bölgesi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, her iki yerleşim yeri de çok bakımsız ve çirkin modern apartmanlar, binalarla dolu görünüyordu. Bu bölge, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından çok yoğun olarak bombalanmış. Şehirlerin tarihi yapıları hasar almış ve belli ki hepsini ayağa kaldırmak için yeteri kadar kaynak bulunamamış. İmkanları oldukça kısıtlı anlaşılan. Buralarda konaklamak için doğru dürüst yer bulmak da zor. Bizim açımızdan bir diğer çekince de, arabanın bagajında bavullarımızın olması idi. Ne de olsa, buralar aynı zamanda bir dönem Mafya‘nın çok kuvvetli olmasıyla ünlü yerler.
Marsala’da, Arkeoloji Müzesi’ni gezmeye niyetlendik. Ancak, müzenin özel otoparkının olmaması ve sahil yolu ile müzenin yan tarafındaki umuma açık otopark alanının çok tekin görünmemesi nedeniyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Palermo yönünde, çok şiddetli yağış altında gittik. Akşam saat 21:30 için Cefalù‘da, Triscele isimli restoranda yer ayırtmıştık. Memnun kaldığımız bu restoran ve içtiğimiz şaraptan Cefalù ile ilgili yazımda söz etmiştim. Okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler bağlantı aracılığı ile erişim sağlayabilirler.