Haziran ayının son haftası tatil için güneye gittik ve çoğunlukla yaptığımız gibi, bayramdan önce eve döndük. Tatil yerlerindeki bayram kalabalıkları uzun bir süreden beri beni yoruyor. Mümkünse, o sıralar Ege ve Akdeniz kıyılarımızın çekim merkezlerinden uzak durmaya çalışıyoruz. Bir de, böyle zamanlarda oraları tatil süresi kısıtlı olan çalışan insanlara bırakmayı daha doğru buluyorum. İş dünyasının gittikçe zorlaşan çalışma şartlarında insanların her tatil fırsatını değerlendirmeye çalışması doğal.
Son yıllarda yaz tatiline giderken yol üzerinde bir ya da birkaç yerde kalmak da hoşuma gidiyor. Aslında bir günde gidilmeyecek uzaklıklar değil. Hele günümüzün yolları ve arabaları ile. Ama zaman derdi olmayınca, geze geze gitmek hem daha hoşuma gidiyor hem de daha uzun tatil yapmışız gibi geliyor bana. Yoksa geçmişte, günümüzün taşıtlarının konforu ile kıyaslanmayacak arabalarla ve son derece kötü yollarda 11-12 saat yol gitmişliğimiz çok oldu. Hatta gençliğimizde, sırtı yatmayan, kazık gibi tabir edilen sertlikte koltukları olan otobüslerle Bodrum’dan gece boyunca yolculuk yapıp, ertesi sabah doğrudan işe gittiğimiz de oldu. Her seferinde biraz hayret ve dudaklarımda bir gülümseme ile anımsıyorum o günleri. Ancak, şimdi hayatı daha yavaş yaşama, tadını çıkarma zamanı… Böyle yazdım diye içinden geçtiğimiz şu dönemde herkesin şu ya da bu şekilde yaşadığı sıkıntılara duyarsızım sanılmasın. Hiç de iç açıcı günlerden geçmiyoruz. Sadece bu konulara bu sayfalarda girmemeyi tercih ediyorum.
Bu kez güneye giderken Alaçatı’da kaldık. Yanlış anlaşılmasın. Alaçatı’nın şimdiki halini çok sevdiğimden dolayı değil. Sözde bilinçli bir turizm anlayışı ile yola çıkıp, kalabalıktan sokaklarında zorlukla yürünen, kafe ve restoranlarında insanların üst üste oturduğu bir yer halini aldığını görmek bana her seferinde acı veriyor. Benim anılarımdaki Alaçatı çok başka… 1977 yılında, köy meydanında tahta masa ve sandalyeler, tepemizde bir dizi rengarenk ampül. Her şey çok basit, derme çatma ama bir o kadar da güzel. Birlikte gittiğim İsveçli turistlere yerel bir folklor ekibinin biraz da çekingen bir şekilde yaptıkları halk oyunları gösterisi… Ben Alaçatı’ya her gittiğimde o günlerden bir iz arıyorum ama malesef hiçbir yer tanıdık değil artık. Her yer değişmiş, “modernleşmiş”, karakterini kaybetmiş. O havayı bulmak için şimdilerde Yunanistan’a ve Yunan Adaları’na gitmek gerekiyor. Yunanlıların dışında, İtalyanlar, İspanyollar ve daha birçok ülke yozlaşmadan, yerleşim yerlerinin eski dokusunu bozmadan en çağdaş hizmeti vermeyi başarıyorlar. Bizdeki durum için fazla söze gerek yok aslında. Durum meydanda. Alaçatı’da bu kez bir de turizm mevsiminde yapımı tamamlanmamış, toz toprak içinde sokaklar vardı. Bazı güvendiğimiz, oy verdiğimiz belediyeler maalesef seçmeni çantada keklik görme eğilimindeler. Bize düşen ise, kendi aramızda bu konuda söylenmek yerine, doğru mercilere eleştirilerimizi iletmek. Ben de öyle yaptım. Umarım, kısa zamanda gerekli çalışmalar yapılır. Neyse, bu konuyu da burada bırakalım en iyisi…
Alaçatı’da kalma nedenimiz çevrede görmek istediğimiz birkaç yer olmasından dolayı idi. Aslında bunun için Urla veya Çeşme’de de kalmak mümkündü ama, bizim tercihimiz bu yönde oldu. Benim için söz konusu yerlerin başında Urla’daki Arkas Sanat Urla geliyordu. Buraya gitmeyi epeydir istiyordum ama bir türlü denk gelmemişti. Pandemi nedeniyle ziyaret günlerinin azaltılmış olması ve randevu alma gerekliliği de son yıllarda planlama açısından önemli bir sorun oldu bizim için. Halen müze Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri saat 11:00-17:00 arası gezilebiliyor ve gitmeden randevu almanız isteniyor. Giriş ücretsiz. Nihayet bu sene denk getirdik. İstanbul’dan yola çıkış saatimizi ayarlayıp, otele giriş bile yapmadan, doğrudan oraya gittik.
Lucien Arkas’ın sanat koleksiyonu ile ilk tanışmam, 13 Eylül-6 Kasım 2018 tarihleri arasında Tophane-i Amire’de açılan Post-Empresyonistler sergisi ile olmuştu. Hiç unutmuyorum, sergiyi hayranlıkla gezmiştim. Çok sayıda beğendiğim sanatçının eserlerini Türkiye’de görmekten çok mutlu olmuştum. O güne kadar, böylesi bir koleksiyonun ülkemizde var olduğundan bile haberim olmamıştı. Bir sonraki yıl, İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde, Picasso: Gösteri Sanatı sergisini ucundan yakalamıştık. O da muhteşem bir sergi idi. Serginin süresinin geçmiş olmasına rağmen, daha sonra burada o sergi hakkında bir yazı da yayınlamıştım. (Yazı için linke tıklayabilirsiniz. Sergiyi 3D ortamında gezmek isterseniz merkezin web sitesinden erişim sağlayabilirsiniz).
Urla’daki Arkas Sanat Eylül 2020’de açılmış. Burada, Lucien Arkas’ın koleksiyonundan zengin bir seçki var. Zemin katta, tanınmış Avrupalı sanatçılar tarafından 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yapılmış eserler sergileniyor. Bu zengin koleksiyondaki tabloların bir kısmını İstanbul’daki sergide görmüştüm. O sergide gördüğüm bazı eserler ise yoktu. Bunlardan biri Pierre-Auguste Renoir’ın (1841-1919) 1908 yılında yaptığı Madame Thurneyssen isimli tablosu idi. Koleksiyonun eserleri yurt içi ve yurt dışında değişik müzelere dönemsel olarak ödünç veriliyormuş. Göremediğimiz eserler de büyük olasılıkla bu sıralar başka yerlerde sergileniyorlardı.
Arkas Sanat Urla’da çok sayıda Auguste Rodin (1840-1917) heykeli görmek sürpriz oldu. Bunlardan ilki, sizi zemin kata neredeyse girer girmez karşılayan, Les Bourgeois de Calais (Calais Burjuvaları) isimli eserin küçük boyutta yapılmış çalışması oluyor. Bu eserin büyük boy bir çalışmasını 2012 yılında Stanford Üniversitesi’nin yerleşkesinde görmüştüm. Eserin aslı, ya da ilk dökümü, Fransa’nın Calais şehrinde sergileniyor. Fransız yasalarına göre, bronz bir heykelin 12 adet orijinal dökümü yapılabiliyormuş. Calais Burjuvaları isimli eserin de dünyada 12 tane asıl dökümü var. Bunun dışında sayısız kopyası da yapılmış. Benim Stanford’da gördüğüm de bunlardan biri idi. Eser aslen, Calais belediyesi tarafından 1884 yılında sipariş verilmiş. 1889 yılında tamamlanmış. Eğer Paris’deki Rodin Müzesi’ni gezdiyseniz, sanatçının bir proje için ne kadar çok ve çeşitli boyutlarda taslak ve kalıp çalışması yaptığını hatırlarsınız. Rodin, Calais Burjuvaları isimli eser için de aynı şekilde çalışmış. Bittikten sonra eser önce bir parka, daha sonra Calais belediye binasının önüne yerleştirilmiş. Arkas Sanat Urla’da sergilenen küçük boy heykel grubu, 1887-1889 yılları arasında tasarlanmış ve Rodin öldükten çok sonra, 1940-1945 yılları arasında dökümü yapılmış.
Zemin kattaki tablo ve heykeller arasında ilerlerken beni daha büyük bir sürprizin beklediğinden haberim yoktu. Doğrusu, burada Camille Claudel’in (1864-1943) heykelleri ile karşılaşmak beni daha da heyecanlandırdı. 1988 yılında çevrilen ve Isabelle Adjani ile Gérard Depardieu’nün oynadıkları o müthiş Camille Claudel filmini izledikten sonra yüreğim yanmıştı. O zamanlar kadınların heykeltraş olması kabul edilmediği için heba olan bir yetenek, kariyeri ailesi ve Rodin tarafından baltalanan bir sanatçı, Rodin’in hem asistanı hem sevgilisi olmuş ama iki anlamda da hak ettiği değeri görmemiş bir kadın. Üstüne üstlük bir de, ölene kadar, akıl hastanesinde geçirilmiş 30 yıl… 2013 yılında çevrilen ve Claudel’i Juliette Binoche’un oynadığı bir başka film, sanatçının akıl hastanesinde geçirdiği dönemden bir kesit veriyor. Ben bu filmi o zaman film festivalinde izlemiştim. Camille Claudel’in hayatı hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler için yazar Anne Delbée’nin kitabını da öneririm. Paris’teki Rodin Müzesi’nde Claudel’in en dokunaklı eserlerini de görmeniz mümkün.
Arkas Sanat Urla’nın üst katında Rönesans döneminde yapılmış şahane goblen duvar halılarının yanında değerli Anadolu halıları, 16 ve 17. yüzyıllardan kalma zırhlar, miğferler ve silahlar sergileniyor. Bunların her biri ayrı bir sanat eseri niteliğinde. Camekanlı son bölümde ise, Antik Çağ’a ait önemli tapınakların maket replikaları ve tarihe geçmiş Roma imparatorlarının mermer büstleri bulunuyor.
Bu bölgede gidilebilecek ilginç bir diğer müze de KEY Museum. Burası, Türkiye’nin en kapsamlı klasik otomobil ve motosiklet müzesi olarak tanımlıyor kendisini. 2015 yılında Torbalı’da, 7000 metre kare alan üzerine kurulmuş. Müze koleksiyonu, iş insanları Murat ve Selim Özgörkey’in yıllardan beri süre gelen otomobil tutkularının bir devamı olarak oluşmuş. Burası sadece otomobil tutkunlarının değil, bir ulaşım aracı olarak otomobilin tarihini merak edenlerin de ilgisini çekecek bir yer. 1886 yılında üretilen ilk otomobil dahil olmak üzere, Mercedes, BMW, Cadillac, Porsche ve Ford gibi belli başlı markaların serüvenlerinin izinde bu gelişimi görmeniz mümkün. Müze, son derece güzel düzenlenmiş. 76 adet otomobil ve 40 motosikletin dışında, girişteki tarihi Shell benzin istasyonu düzenlemesi de çok güzel. Benzin istasyonu, 1900-1961 yılları arasında Shell istasyonlarında kullanılmış orijinal ekipmanların bir araya getirilmesi ile düzenlenmiş. Bunların dışında, 2000’den fazla değişik ölçeklerde model araba, 300’den fazla araba kaput amblemi ve otomobil temalı eşarplar sergileniyor. Müzenin bir diğer özelliği, sergilenen otomobillerin çok titiz ve kapsamlı bir restorasyondan geçiriliyor olmalarıymış. Öyle ki, en ufak vidasına kadar elden geçirilip yenilenerek, fabrikadan ilk çıktıkları hale getiriliyorlarmış.
Key Museum, çok güzel düzenlenmiş. Biz gittiğimiz zaman, kapanmasına bir saat vardı ve ziyaretçisi epeyce çoktu. Gençler gezerken ne düşünüyorlar bilmiyorum ama, bizim yaş grubumuz için geçmişten çağırışım yapan epeyce model araba var. Zamanında özel ya da dolmuşa çevrilmiş olarak yaşantımıza girmiş, iz bırakmış bir sürü araba. Bakımlı ve pırıl pırıl olmaları onları daha da bir çekici yapıyor. İnsanın aklına, çocukken mahalledeki parmakla gösterilecek kadar az sayıda özel araba sahibinin pazar günleri arabalarını saatlerce özenle yıkayıp, güderi ile kurulamaları geliyor. Ha… Tabii, ben bir de içeri girer girmez anılarımdan silinmeyen kırmızı, spor bir MG marka arabanın peşine düştüm…
Key Museum ziyaretimizle, yine Torbalı’da bulunan Lucien Arkas Bağları’nın içindeki LA Mahzen restorana gitme planımızı birleştirdik. Pandemi nedeniyle bağ ve üretim tesisi gezisi yapmıyorlar ama, bağa bakan terasta yemek yemek gerçekten çok keyifli. Rezervasyon yapmak şart. Sanırım, geçerken yemek yemek neredeyse imkansız ya da son derece şanslı olmanız lazım çünkü, boş bir tek masa yoktu. Hafta sonu olmasının da etkisi olabilir. Bruschetta, peynir ve şarküteri tabağı eşliğinde içtiğimiz Consensus Red Blend (2018) güzel bir şaraptı. Consensus zaten uluslararası ödülleri bol bir şarap. Organik olması, harcanan emeği daha da takdir edilesi yapıyor. Tatlı ile birlikte içtiğimiz, tatlı şarabı (dessert wine) La Passito da kanımca başarılı idi. Bornova Misketi’nden yapılan La Passito, “Mevsim Meyveli Magnolia” tatlısı ile çok iyi gitti. Bu tür şarap türleri içinde İtalya’nın ünlü şarapları kadar çarpıcı olmasa da, düşünülmüş ve üretilmiş olmasını çok takdir ettim. (Tatlı veya çeşitli küflü peynir türleri ile birlikte, yemek üstüne içilen son derece güzel İtalyan tatlı şaraplarına örnek olarak iki sevdiğim şarabı verebilirim. Bunlar, Umbria bölgesinden Antinori Muffato Della Sala ve Veneto bölgesinden Recioto della Valpolicella Classico DOCG). Türkiye’de var olan daha tatlımsı şaraplar, yanlış bir şekilde, yemekle içilmeye çalışıldığı için genelde sevilmiyorlar. Doğrusu, gerçekten yemek ile de olmuyor bu şaraplar. İtiraf edeyim, benim için de durum bir zamanlar öyle idi. Ta ki, İtalya’nın çeşitli bölgelerinde gittiğimiz restoranların sommelier ve usta garsonları tarafından bilgilendirilip yönlendirilene kadar. Türkiye’de de bu tür bilgilendirme ve tanıtımların faydalı olacağını düşünüyorum.
Tatile giderken uğradığımız bir diğer yer, Menteşe, Muğla’daki Gara Guzu bira üretim tesisi idi. Önceden telefon ettik, “Buyrun, bekleriz” daveti üzerine, yolumuzu bir miktar uzatarak, gittik. Tesise gitmenizi değil ama, üretilen biralarını içmenizi bilmeyenlere öneririm. Ben şahsen, biracı bir insan değilim. Sıcak yaz günlerinde veya bazı ender durumlarda buz gibi bir bira hoşuma gider, o kadar. Ancak birkaç seneden beri, Gara Guzu’ya rastlarsam içiyorum. İsmi ve logosunun sevimliliği dışında, lezzet olarak farklı ve sıradan olmaması hoşuma gidiyor. Zaten kendilerini, “sürüden ayrı” olarak tanımlıyorlar.
Gara Guzu, 2011 yılında küçük bir aile işletmesi olarak kurulmuş ve 2014 yılında üretime geçmiş. Türkiye’nin ilk ve lider craft yani butik bira üreticisi. Pancarlı bira gibi deneysel ürünleri var. Ayrıca, Jameson Irish Whiskey ile çok ilginç bir projeleri olmuş. İrlanda’da üretilen Gara Guzu bira, Jameson viski fıçılarında üç ay bekletilmiş. Meşeden yapılmış bu fıçılar daha sonra boşaltılmış ve aynı fıçılara viski konmuş, dört hafta bekletildikten sonra piyasaya sürülmüş. Gara Guzu’nun başlarda az çeşiti varken, bildiğim kadarı ile şimdi onun üzerinde farklı bira üretiyorlar. Ayrıca, Japonya, İngiltere, Kanada, Avusturalya, KKTC, Almanya, Fransa ve Avusturya’ya hem fıçı hem şişelenmiş olarak ihracat yapıyorlar. İstanbul’da her yerde karşınıza çıkmıyor. Bazı kaliteli publarda bulunabiliyor. Bunlardan biri, İngilizce blogumda (mybeautifulistanbul.com) bahsettiğim, Beyoğlu’ndaki DAB Pub Pera. Bulduğunuz yerde bir deneyin derim. Son olarak içtiğim Red Ale’i çok güzeldi.
Şimdi, bu kadar bilgi verdikten ve övdükten sonra, gelelim işletme ziyaretine. Doğrusu, birkaç saatlik bir yoldan sonra, Gara Guzu’nun üretim yerini çok daha farklı düşünüyorduk. Web sayfasındaki fotoğraflar ve biraz da hayal gücümüz nedeniyle, soğuk biralarımızı yudumlarken dinlenebileceğimiz bir yer özlemiyle gittik. Sonuç o açıdan epeyce hüsran oldu. Bir kere tesis Menteşe sanayi sitesinin içinde. Sitenin yolları toz toprak içinde. İşin bu kısmına Gara Guzu pek bir müdahalede bulunamıyor belki ama, tesisin içi de tam bir keşmekeşti. Karmakarışık ve düzensiz. Ortamın tesis fotoğrafları ile ilgisi yok. Bu geçici, bazı nedenlerden ötürü o döneme özgü bir durum muydu, bilemiyorum. Neyse ki, orada bizimle ilgilenen yetkili kişi çok candan ve bilgi vermekten yüksünmeyen birisi idi. Üretim bölümünde kısa bir geziden sonra, farklı biralarından aldık ve yolumuza devam ettik.
Sekiz günlük bir deniz, güneş ve yan gelip yatma tatilinden sonra eve dönüş yoluna çıktık. Geçen sene yaptığımız gibi yine kahvaltımızı Bafa Gölü’nün kenarında yapmaya karar verdik. Bodrum’dan yaklaşık bir buçuk saat uzaklıktaki Bafa Gölü’nün kenarında birkaç kahvaltı yeri var. Gölün kenarında kahvaltı yapmak hoş oluyor. Biz iki seferdir Yalı Restaurant’a gidiyoruz ancak, açıkçası bir daha gideceğimi sanmıyorum. Gözüme çok daha iyi olabilecek yerler çarptı bir dahaki sefer için.
Bu sene, kahvaltı yapmanın dışında, Bafa Gölü molasını bir başka şekilde daha değerlendirmeye karar vermiştik. Gölün kıyısındaki antik Herakleia kentini görmeyi uzun zamandan beri istiyordum. Kentin tabelasını Milas-Söke kara yolunun üzerinde görebiliyorsunuz. Ana yoldan sapınca, dokuz kilometre gitmeniz gerekiyor. Biz önce kahvaltı yapmak istediğimiz için başta sapmadan devam edip, kahvaltıdan sonra söz konusu sapağa geri döndük. Sık sık belirttiğim gibi, sıcak havada antik yerleri gezmek epeyce zor. Hiç önermem ama, zaman zaman insan mecbur kalabiliyor. Ancak, benim için sıcağın yanında bir de aç gezmek neredeyse imkansız olduğu için bu yola baş vurduk. Oysa, Herakleia yakınında da kahvaltı seçenekleri varmış. Sonradan gördük bunları tabii. Üstelik, tabelalarda belirtildiğine göre, bazılarından sandal kiralamanız da mümkün.
Herakleia, antik çağda adı Latmos olan Beşparmak Dağı’nın dibinde konumlanmış bir kent. Şu anda Kapıkırı köyü ile iç içe. Köy kentin üzerine kurulmuş. O nedenle, tarihi yapılar evlerin arasında kalmış. Mümkün olduğunca ortaya çıkarılmaya çalışılmış. İlerde belki Apollon Smintheion’da olduğu gibi, bazı köy evlerinin yıkılması gerekebilir. Bölge, jeolojik olarak 500 milyon yıllık bir geçmişe sahipmiş. Çevredeki taş yapısı ve milyonlarca yıllık doğal aşınma ile ortaya çıkan kaya formları büyüleyici. Uzun yıllar önce, henüz günümüzün yeni yolları yapılmadan, Çan’a giden karayolu boyunca da benzer kaya oluşumlarını görmüş ve hayret etmiştim. Dev boyutlardaki kayalar, sanki dağların tepesindeki mitolojik tanrılar tarafından gökten aşağıya boşaltılmış gibi, birbirlerinin üzerine yığılmışlar, insan eliyle yapılamayacak, inanılmaz görüntüler oluşturmuşlardı. Bir de üstüne üstlük, bunların arasından yabani zeytin ağaçları fışkırmıştı. Çok güzeldi. Bir gün, uygun bir vakitte, paralı yollar yerine, bu eski yoldan gidip aynı oluşumları görmek isterim. İşte, Herakleia yolundaki kaya oluşumları da bana, daha küçük ölçekte, o yolu anımsattı.
1375 metre yüksekliği olan Latmos Dağı, çok eski çağlardan beri kutsal olarak kabul edilmiş. Önceleri, Anadolu’ya özgü Fırtına Tanrısı ile yine yerli bir Dağ Tanrısı’na tapınma mekanı olarak ilgi merkezi olmuş. Daha sonra Hititler, Fırtına Tanrısı’nın yerine kendi tanrıları Tarhunt’u koymuşlar. Antik dönemde onun yerini Zeus almış. Orta Çağ döneminde bile burası kutsallığını korumuş. Çevrede birçok kilise ve manastır yapılmış.
Latmos’un kültürel geçmişinin 8000 yıllık olduğu belirtiliyor. Bunun kanıtı olarak ise, özellikle dağın tepeye yakın kısımlarındaki mağaralarda bulunan, Neolitik döneme ait ve M.Ö. 6000-5000 yıllarına tarihlenmiş, 170 farklı duvar resmi gösteriliyor. Biz buralara çıkamadık. Köy sakinleri bunun epeyce zor olduğunu söylediler. Sanırım, hele sıcakta hiç akıllıca bir çaba olmazdı. Eğer böyle bir şey yapılacaksa, sabah çok erken, dağa tırmanmak için donanımlı bir şekilde yola koyulmakta yarar var. O nedenle, söz konusu resimlerin açıklama tabelalarındaki fotoğraflarına bakmakla yetindik. Yukarıda belirttiğim gibi, Latmos Dağı’nın kutsal olduğu inancı çok sonraları bile devam etmiş. Örneğin, M.S. 10. yüzyılda bile, kuraklığa çare olarak yağmur duaları için buraya gelinirmiş. Doğu Roma döneminde dağ Latros adını almış ve bölgede manastırlar yapılmaya başlanmış. İlk olarak M.S. 7. yüzyılda Sina’daki Müslüman fetihlerinden kaçan keşişler tarafından kurulan bu manastırlar giderek artmış ve 1222 yılına gelindiğinde 11’e ulaşmış. Ancak, 13. yüzyıl sonundan itibaren başlayan Türk saldırıları sonucu, 14. yüzyılda bu manastırlar yavaş yavaş terk edilmişler.
Herakleia’ya henüz yaklaşmadan, yol kenarındaki bazı kayalıkların tepesinde sur ve burç kalıntıları görmeye başlıyorsunuz. Köyün içine yerleştirilmiş çeşitli tabelalar sizi kentin belli başlı noktalarına yönlendiriyor. Bunlardan ilki Göl Kalesi olarak tabir edilen yapı. Biz ne tarafa park edeceğimize karar vermeye çalışırken, gölgeye sığınıp yanyana oturmuş köyün kadınlarından birisi ayağa kalkarak bizi bir gölgeye yönlendirdi. Ne tarafa yürüyeceğimizi tarif etti. İçlerinde en girgin olanın o olduğu belliydi. Nitekim, daha sonra, ondan bir kolye satın aldım. Gölden çıkmış kabuklu hayvanların kabuklarından yapılmış kolyeler satıyordu. Yanındaki daha çekingen olandan da çevresi oyalı bir bandana aldım. Hepsi kendilerinden bir şeyler almamı istiyordu ama genelde aynı şeyleri sattıkları için bu kadarla yetindim. Yerel insanlara yardım olsun diye bu tür alış verişler yapmaya çalışıyorum. Aklıma Küba’da, çevredeki yabani bitkilerden topladığı tohumlarla yaptığı kolyeleri satan o güzel gözlü kadın geldi. Saatlerini harcayarak yaptığı o kolyelerin on tanelik demetini 1 CUC’e (1 dolar) satıyordu…
Herakleia’nın M.Ö. 300 civarında, Büyük İskender’in dev imparatorluğu bölünürken, Karia’nın bir bölümünde yönetimi ele geçiren Makedonyalı komutan Pleistarkhos tarafından kurulduğu düşünülüyor. Kendisi, Latmos ve Pidasa kentlerinde yaşayan halkı birleştirerek, birkaç yüz metre batıda kendi kurduğu Herakleia’ya yerleşmeye zorlamış. O zamanlar kent, bugünkü gibi göl kenarında değil, deniz kenarında, Latmos Körfezi’nde imiş. Körfez zamanla Menderes ırmağının getirdiği alüvyonlarla dolmuş ve M.Ö. 1. yüzyılda denizle bağı koparak göl haline gelmiş. Herakleia, deniz kenarında olduğu zamanlarda, özellikle Karia’nın iç bölgelerine uzanan yolun başında olması nedeniyle, çok önemli bir liman kenti imiş. Kent, Pleistarkhos’un ölümünden sonra, Büyük İskender’in yine Makedonyalı iki komutanı tarafından kurulan ve onların isimleri ile anılan Seleukoslar ve Ptolemaioslar arasında birkaç kez el değiştirmiş. M.Ö. 190 yılında, Romalıların Magnesia’da Seleukoslar’ın kralı III. Antiokhus’u yenmesi üzerine Herakleia bağımsızlık statüsüne kavuşmuş. Bu durum kente oldukça büyük bir refah getirmiş. Kente agora, bouleuterion ve tiyatro gibi pek çok yapı bu dönemde yapılmış. M.Ö. 129 yılında kent, Roma’nın Asya Eyaleti’ne bağlanınca, bağımsızlığını kaybetmiş. Roma döneminde, su tesisatı ve hamam dışında kayda değer pek bir yapı inşa edilmediği için Herakleia Helenistik kent dokusunu korumuş. Kent bir süre sonra eski önemini yitirmiş. Ancak, Doğu Roma döneminde yapılan Latmos Dağı’ndaki manastırlar ve Kapıkırı Adası’ndaki manastır nedeniyle bölgenin ruhani merkezi olmaya devam etmiş. Helenistik surların üzerine yapılan Göl Kalesi de bu dönemde inşa edilmiş. M.S. 14. yüzyıl başlarında, Türklerin hakimiyeti nedeniyle bölge terk edilmiş. 18. yüzyıldan itibaren Türkler buraya yerleşmişler ve adını Kapıkırı olarak değiştirmişler.
Herakleia antik kenti ilk olarak 1764-1765 yıllarında Richard Chandler tarafından keşfedilmiş. Ancak, Chandler gördüğü kalıntıları yanlışlıkla Myus kenti sanmış ve bu şekilde kayda almış. İlk bilimsel çalışmalar 20. yüzyılın başında Alman Theodor Wiegand tarafından yapılmış. Uzun bir aradan sonra, 1974 yılında bir başka Alman arkeolog, Anneliese Peschlow-Bindokat tarafından bölgede yüzey araştırmaları yapılmış. 2021 yılında başlanan arkeolojik kazıları ise halen Milas Müzesi ve Selçuk Üniversitesi yürütüyor. Sıcakta gezerken, Athena Tapınağı’nın yakınındaki kazı evinin önünden de geçtik. Güne çok erken başlayan ve muhtemelen sıcak nedeniyle çalışmayı bırakan ya da ara veren arkeologlar gölgede hem konuşuyor hem dinleniyorlardı. Belki de günün bulguları üzerine tartışıyorlardı.
Bir yandan aşırı sıcak (güneşin en tepede olduğu saatlerdi) bir yandan da bir sonraki durağımız olan Foça‘ya geç kalmamak için, adını Yunan mitolojisinde Herakles, Roma mitolojisinde Herkül olarak bilinen tanrıdan almış olan bu kentte ancak bir buçuk saat kalabildik. Bir dahaki sefer kahvaltımızı burada yapmaya, sandal kiralayarak üstünde manastır ve kiliseler olan adaların yakınına gitmeye ve antik kentin gezme fırsatı bulamadığımız yerlerini görmeye karar verdik.
Evet, bu sene de biz dönüş yolunda yine iki gece Foça’da ve tabii ki Hotel Lola 38’de kaldık. Yine Fokai Restaurant’ın leziz mezeleri, ara sıcakları ve balıklarından yedik. Ve… Tabii ki, ünlü Nazmi Usta’nın dondurmasından yedik. Foça ve kaldığımız şahane küçük otel hakkında daha önce ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Okumamış olanlar ve arzu edenler için yazının linkini buraya bırakıyorum.
Güzel bir yaz olsun herkese…