Eşi Benzeri Olmayan Bir Şehir…

Dünyada romantik olarak adlandırılan şehirleri saymaya kalksanız, Venedik kesinlikle ilk üçe girer. Hiç gitmediyseniz, bunu bir pazarlama başarısı olarak görmeniz mümkün. Ama eğer giderseniz, o havayı hakkıyla solursanız bunun sadece bir turizm aldatmacası olmadığını anlarsınız.

Özellikle akşamları… Büyük gemilerle gelen veya daha hesaplı olduğu için Venedik’in içinde kalmak yerine anakaradaki Mestre‘de kalanlar ortalıktan çekilip, sokak lambaları yandığı zaman… Ay ışığında, San Marco meydanında çalan orkestraların müziğine kendinizi kaptırdığınız ya da Venedik’i oluşturan 118 küçük adayı birbirine bağlayan 400 köprüden birinin üstünde durup, gecenin sessizliğinde, kanala yansıyan sarımtırak ışıklara baktığınız zaman… Sevgilinizle el ele iken köprünün altından geçen gondoldaki bir başka aşık çifte gülümsediğiniz zaman…

Büyük Kanal’ın Girişindeki Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi

Paris’e birkaç kez gittim ve bazı gidişlerimde epeyce uzun kaldım. Shakespeare’in hazin aşk öykülerini ölümsüzleştirdiği Romeo ve Juliet’in kenti Verona’ya da aynı şekilde, birden fazla kere gittim. Ama bana göre, romantik bir havaya sahip olma konusunda hiç biri Venedik ile boy ölçüşemez. Öte yandan, son 200 yıldır hemen hemen hiçbir mimari değişiklik görmemiş bu kentte yaşamak yerli halk için hiç de kolay değil.

San Zaccaria Kilisesinin Kripti. Her Yıl Birkaç Milimetre Batan Venedik’te Çoğu Binanın Bodrumu Buna Benzer Şekilde Sular Altında

14-18 Ekim tarihleri arasında, evlilik yıldönümümüzü kutlamak için Venedik’teydik. Hava genelde ılık ve güneşli idi. Birkaç Venedikli bu hava koşullarının yılın bu dönemi için olağanüstü olduğunu söyledi. Gerçi, başta San Marco olmak üzere, tüm belli başlı meydanlarda demir ayaklı, ahşap platformlar yığılmış, hazır duruyordu. Bunlar, uç uca eklendiklerinde, kış aylarında meydanları ve sokakları deniz suyunun basması durumunda insanların yürüyebileceği yollar oluyorlardı. Ancak, biz döndükten on gün sonra basında gördüğüm fotoğraflardan öyle anlaşılıyor ki, bazı durumlarda bu platformlar bile yeterli olmuyor. Dükkanları, evlerin ve palazzo’ların alt katlarını sular basıyor. İnsanlar dizlerine, hatta bazen bellerine, kadar suların içinde yürüyor. Ekim ayı sonunda yaşanan son baskında, su seviyesi son on yılda hiç yükselmediği kadar yükselerek, bir buçuk metreye ulaşmış. Bu, tarihte yaşanan en yüksek dördüncü su seviyesi olmuş. Şansımız varmış, biz böyle bir şeye denk gelmedik…

San Marco Meydanı Sular Altında (29/10/2018)
(Fotoğraf: Manuel Silvestri, Reuters)

Venedik için ideal ziyaret etme ayları genel olarak Nisan, Mayıs, Haziran, Eylül ve Ekim olarak belirtilir. Temmuz ve Ağustos ayları şehrin en rutubetli, sıcak ve kalabalık olduğu aylar. Sıcaklarla birlikte bir de kanallardan kaynaklanan bir koku olabiliyor. 1998 yılındaki gidişimde, henüz Haziran başı olmasına karşın, hafif bir koku başlamıştı. Aşırı kalabalık dönemde Venedik’e gidenler şehirden hoşlanmayabiliyorlar. Hatta düş kırıklığına uğrayanlar bile oluyor. Haksız da sayılmazlar. Kimi sokakları sadece bir insanın geçebileceği genişlikte olan bu şehrin tadının o dönemde çıkarılabileceğini ben de düşünmüyorum. Böyle birilerine rastlarsanız, bu büyük olasılıkla doğru zamanda gitmemiş olmaları yüzündendir. Bir de tabii ki, herkesin zevkinin ve keyif aldığı şeylerin farklı olması gerçeği var. Diğer yandan, şu son su baskınlarından öyle anlaşılıyor ki, gitmek için Ekim ayı ortasını da fazla geçirmemek gerekiyor.

San Giorgio Maggiore Kilisesi

Bu benim Venedik’e üçüncü gidişimdi. İlk gidişimde sanırım dört ya da beş yaşlarımdaydım. O zamandan hatırladığım iki şey var. Birincisi, bir restoranda sebep olduğum bir olay. İkincisi ise, Il Canale Grande ’de (Büyük Kanal) yaptığımız gezi.

Hatırladığım kadarı ile, beyaz masa örtüleri olan, güzel bir restorandı. O yaşlarda, masada otururken kendimi arkaya doğru vererek, sandalyeyi iki arka ayağı üzerine kaldırıp, sallanmayı çok severdim. Bu bana, salıncaktaymışım hissi verirdi. Arada bir, ani bir şekilde arkaya doğru devrildiğim de olurdu. Hem her seferinde korkudan kalbim çarpar hem de bu oyundan vazgeçmezdim. İşte o zaman Venedik’teki restoranda da böyle sallanırken, birden yine kendimi yere uzanmış, tavana bakıyorken buldum… Yalnız bu sefer, büyük bir şangırtı da kopmuş, arkamdaki servis masası da nasibini almıştı. Çok geçmeden restoranın sahibi yanımızda belirdi ve servis masasının üstünde duran zeytinyağı ve sirke takımının gümüş altlığı benim çarpmam ile eğrildiği için söylenmeye başladı. Uzun bir tartışma oldu. Restoran sahibinin istediği zarar karşılığı oldukça astronomikti. Sonunda bir şekilde anlaşmaya varıldı. Söylemeye gerek yok sanırım. Tüm bu süreçte ben, süt dökmüş kedi misali, hiç kıpırdamadan yerimde oturdum…

Büyük Kanal

Yukarda belirttiğim gibi, Venedik’teki diğer çocukluk anım Büyük Kanal gezisi ile ilgili. Herkesin yaptığı gibi, vaporetto ile kanal boyunca gidiyor, iki kıyıda sıralanmış tarihi binalara bakıyorduk. Yan sırada, ailesi ile oturan bir çocuk vardı ve inanılmaz derecede öksürüyordu. Ciğerleri sökülürcesine ve hiç durmadan. Annemin, “Bu çocuk bir başka öksürüyor. ” dediğini anımsıyorum. Annem haklıymış… Çocuğun öksürüğü başka türlüymüş gerçekten…

Kısa bir süre sonra ben de aynı şekilde öksürmeye başladım. Şimdilerde adını bile duymadığım boğmaca hastalığına yakalanmışım. Tam bir yıl sürdü öksürük. Zaman zaman o kadar öksürüyordum ki, midem bulanıyordu ve çıkarıyordum. Bu sürede, tüm ev halkı da nasibini aldı. O sıralar Selanik’te oturuyorduk. Türkiye’den bize kalmaya gelen konuklarımız bile benden bu hastalığı kaptılar. Herkes iyileşti. Benim ise hastalığı tam anlamıyla atlatmam epeyce vakit aldı.

Venedik’e ikinci gidişim 1998 yılında idi. Bu iş için, bir öğrenci grubuyla yaptığımız bir çalışma gezisi sırasındaydı. Öğrencilerle Venedik’te gezmemize, San Marco katedraline gitmemize, hatta gondol gezisi bile yapmamıza karşın, bu gezinin tadına çok vardığımı söyleyemem. Zaten, iş için gittiğim yerlerde, genelde boş vakitlerimde gezmeye çalışsam da, hiçbir zaman tatil zamanı aldığım zevki alamamışımdır.

Müşteri Beklerken Dinlenen Gondolcular

Evet, Venedik kesinlikle çok romantik bir şehir… Bu son gidişimizde bundan emin oldum… Biz özel bir kutlama nedeniyle bu kalışımızda biraz daha pahalı bir oteli ve restoranları seçtik. Bu doğru. Ancak, Venedik’in içinde de her keseye uygun konaklama yerleri ve kiralık daireler var.

14 Ekim günü Venedik’in Marco Polo Havaalanı‘na indiğimiz zaman hava ılık ve güneşli idi. Kaldığımız dört gün boyunca da, hafif yağmurlu birkaç saatin dışında, hava şansımıza hep güzel devam etti. Havaalanının içinden, yürüyen bantlarla ulaşılan rıhtımdan bir deniz taksiye bindik. Buradan, vaporetto denilen, orta boy toplu taşıma tekneleri ile de şehre gitmek mümkün. Çok daha hesaplı olan bu yöntemi biz de tatilin bitiminde, dönerken kullandık. Yol, taksi ile 35-40 dakika, vaporetto ile ise bir buçuk saat sürüyor.

Deniz Taksi İle Havaalanının Rıhtımından Ayrıldıktan Sonra

Oldukça hızlı giden deniz taksi ile Venedik’e yaklaşmak çok güzeldi. Yaklaştıkça belirginleşen şehrin görüntüsü dekor gibiydi. Venedik’e özgü, dikdörtgen çan kuleleri ile kiliseler, eski saraylar, hepsi sonbahar güneşinin altında büyüleyici idi. Zaman zaman üzerimize sıçrayan sulardan korunmaya çalışırken bile gözlerimi manzaradan alamadım.

Kuruluş tarihi M.S. 421 olarak belirtilen Venedik, Batı Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde, kuzeyden gelen Gotlardan kaçan, İtalya’nın Veneto bölgesindeki halk tarafından kurulmuş. Barbar saldırılardan bıkan insanlar, yarı bataklık haldeki Veneto lagününde oluşmuş alüvyon adalarının üzerinde yerleşim yerleri inşa etmeye başlamışlar. Böylece, Po ırmağının denize döküldüğü yerde, Batı Roma İmparatorluğunun küllerinden yeni bir cumhuriyet doğmuş. Coğrafi konumlarını çok iyi değerlendiren Venedikliler, usta denizcilik ve ticaret becerileri sayesinde, Bizans ile sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Çağ boyunca giderek artan ticari ve politik güçleri, Venedik Cumhuriyetini tüm Doğu Akdeniz’de hakim hale getirmiş. Bu hakimiyetin doruk noktası ise, İstanbul’un 1204 yılında işgali olmuş.

Deniz Taksi İle Otel Yolunda

On altıncı yüzyıla gelindiğinde Venedik, sahip olduğu kolonileri ile, Akdeniz’de bir tekel haline gelmiş. Bu yükselen gücü durdurmak için Papa ve diğer Avrupa hükümdarları sürekli bir araya gelerek, Venedik’e karşı cepheleşmişler. O sırada güçlenmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu da Venedik için önemli bir tehlike oluşturmuş. Özellikle, Kıbrıs’ın 1570 yılında Osmanlıların eline geçmesi önemli bir darbe olmuş. Buna karşın, Venedik de Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikamını 1571 yılında Lepanto (İnebahtı) savaşı ile almış.

Rio della Pieta’da İlerlerken

Amerika’nın ve yeni deniz yollarının keşfi ile önemini yitiren İpekyolu, Venedik’in de ticari ve politik önemini azaltmış. Bundan sonra, yozlaşma ve israfın inanılmaz boyutta yaşandığı, tam bir çöküş dönemi başlamış. Yüzyıllar boyu biriken servet ve sermaye, verilen çılgın partiler ve oynanan kumarla eritilmiş. Ta ki, 1797 yılında Napolyon şehri kuşatıp, ele geçirene kadar. Napolyon bir süre sonra şehri Avusturyalılara bırakınca, 1866 yılına kadar süren otoriter bir işgal yaşanmış. Avusturya işgalinden kurtulduktan dört yıl sonra, 1870 yılında, Venediklilerin uzunca bir süredir arzuladıkları birleşik İtalya düşleri gerçek olmuş. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılışı ile Venedik şehri tekrar önem kazanmış. Doğuya yolculuk yapan zenginler için moda bir liman haline gelmiş ve tekrar zenginleşmeye başlamış. 1895 yılında başlayan Venedik Bienali ve 1932 yılından beri yapılan Venedik Film Festivali de şehrin çağdaş sanat açısından şöhretini artırmış.

Baglioni Hotel Luna’nın İskelesine Yanaşırken

Venedik günümüzde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yapılan demiryolu ve yirminci yüzyılda yapılan yol ile, kentin kuzeyinden anakaraya bağlı. Ondan önce, asırlar boyu kentin dış dünya ile tek bağlantısı deniz yolu olmuş. Kentin içinde kanallar hala sokak, gondol ve diğer deniz araçları da taşıma aracı görevini görüyor. Söz konusu durum, ambulans ve fotoğrafını çekemediğime hala üzüldüğüm DHL için de geçerli. Araç trafiği pratik olarak mümkün olmayan bu kente araba ile gelmeyi düşünürseniz, arabanızı şehir dışındaki garajlara bırakmak zorundasınız.

Tatilimiz Sırasında Acil Bir Durum İçin Otele Gelen Ambulans

Sonunda, deniz taksi ufak bir köprünün altından geçerek, çok geniş olmayan bir kanala girdi ve Baglioni Hotel Luna’nın kapısının önünde durdu… Heyecanlandım. İçeriden küçük iskeleye, karşılamak ve yardımcı olmak için hemen bir görevli çıktı. Buranın, Venedik’in en eski oteli olduğunu okumuştum. İçeri adım atar atmaz, insanı sarmalayan hava sizi başka bir çağa götürüyor. Modern yaşamın gereksinimlerini karşılamak ve konfor sağlamak için elden geçirilmiş olsa da, daha lobide buranın tarihi bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Mermer sütunlar, kumaş kaplı duvarlar, Venedik kristali avizeler, orijinal tablolar, üst katlardaki orijinal klasik eşyalar, kanala bakan odamız ve ertesi sabah göreceğimiz duvarları fresklerle kaplı kahvaltı salonu… Evet, Baglioni Hotel Luna oldukça pahalı bir oteldi. Ama, bu gezi de bizim için çok özeldi…

Lobi
Otelin Her Köşesinde Antika Eşyalar

Baglioni Hotel Luna’nın yerinde çok eski zamanlardan beri bir konaklama yeri olduğu belirtiliyor. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında, 1118 yılında sefere çıkmadan önce Tapınak Şövalyeleri burada bulunan bir handa konaklamışlar. Barselona’ya yaptığımız bir önceki gezimizde Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düştükten sonra bunun, hoş bir tesadüf olduğunu düşündüm. Venedik şehir arşivine göre, 13. yüzyılda burada bir Osteria Luna (1) bulunmaktaymış. 15.yüzyılda ise, Locanda della Luna (2) müşterilerine yemek ve konaklama sağlarmış. Günümüzdeki otel binasının belli bölümleri, 1700’lerin sonundaki Venedik Cumhuriyeti’nin düşüş döneminin öncesinden kalma imiş.

Otelin Balo ve Kahvaltı Salonu

Otelden San Marco meydanına gitmek bir dakika bile sürmüyor. Bir ucunda ünlü San Marco Bazilikası (Cattedrale Basilica di San Marco) bulunan bu dikdörtgen meydan, 12,6 dönüm ve bazilikanın bulunduğu kenar dışındaki üç tarafı, revaklı binalar ile çevrili. Otel tarafından meydana girdiğimiz zaman, bazilika tam karşımızda yer alıyor. Çevredeki sıra binalar zamanında Venedik Cumhuriyetinin devlet daireleri olarak yapılmışlar. Sol taraftaki, Rönesans stili bina dizisi 1500’lü yıllarda, sağ taraftaki 1600’lü yıllarda yapılmış. Girdiğimiz taraftaki, meydanın açık ucunu kapatarak, tam bir dikdörtgen haline getiren bina ise, işgal sırasında, Napolyon tarafından yaptırılmış. Bir zamanlar, tepedeki Roma İmparatorları kabartmalarının ortasında Napolyon da varmış ama, işgal sona erdikten sonra Fransız İmparatorunun izleri de yok edilmiş. Uzaktan bakıldığı zaman, binada sola doğru bariz bir eğiklik olduğu görülüyor. Bu, Venedik’in zaman içinde giderek suya gömüldüğünün göstergelerinden biri.

Otelden San Marco Meydanına Gitmek Bir Dakika Bile Sürmüyor
San Marco Meydanı
San Marco Bazilikası

San Marco meydanı gündüz, özellikle sabah saatlerinde, çok kalabalık. Ekim ayında böyle ise, yaz aylarını düşünemiyorum bile. Bazilikanın ve çan kulesinin önünde uzun kuyruklar oluyor. Bunun sebebi, cruise gemileri veya başka turlarla şehre gelen turistlerin, programları gereği, sabah saatlerini tercih etmeleri.

San Marco Meydanının Saat Kulesi (1499)

San Marco Bazilikası, fazla yüksek olmayan, biblo gibi şirin bir yapı. Mimari olarak Doğu’nun etkisinde olduğu, dış cephesindeki Bizans tarzı, altın (yapımlarında gerçek altın tabakalar kullanılmış) rengi parçaların bol olduğu mozaiklerden ve İslam etkisindeki kubbelerden belli. Öte yandan, bir zamanlar Avrupa’nın en zengin şehrinin merkezindeki meydanda yer alan bu yapıda, Roma tarzı kemerleri ve Gotik mimari izlerini de görmek mümkün. Kuzey Avrupalılar, Bizanslılar ve Osmanlılarla yaptıkları ticaret ile bir ağ oluşturan ve zenginleşen Venedikliler, bu geniş coğrafyadaki ülkelerden sadece mimari olarak etkilenmemiş, bir de şehre sayısız ganimet getirmişler.

13. Yüzyılda İstanbul’dan Getirilen Meşhur Atların Kopyaları
Ana Kapı

Günümüzde gördüğümüz San Marco katedrali, aynı yerde yapılmış üçüncü ibadet yeri imiş. Birincisi, İ.S. 9.yüzyılda Aziz Marco’nun (Mark) kemiklerinin Müslümanların elindeki İskenderiye’den kaçırılarak getirilmesinden sonra yapılmış. Aziz Marco, İncil’in dört yazarından birisi. Diğer yazarlar, Matta, Luka ve Yuhanna gibi o da İsa’nın yaşamına tanıklık edip, kendi yorumunu yazmış. Venedik’in koruyucu azizi olan Marco’nun kemiklerinin buraya getirilmesi (İ.S. 829), şehrin o dönemdeki yönetiminin şehirle ilgili bir efsane yaratmak istemesinden kaynaklanmış. Aziz Marco’nun yaşamı sırasında Venedik’e geldiğini iddia eden Venedikliler, onun kemiklerini de buraya getirerek, Venedik Cumhuriyetini bir arada tutacak bir mit oluşturmuşlar. Bu noktada, insanın aklına hemen tarihçi Harari’nin Sapiens kitabında sözünü ettiği, insanlığın evrimi sırasında yerleşik düzene geçen toplulukların, bir kuruluş efsanesi etrafında birleşme gereksinimi duymaları geliyor.

İskenderiye’den İki Tüccar Tarafından Kaçırılan Aziz Marco’nun Cesedinin Venedik Docuna Sunuluşu-Dış Cephe Mozaiği
Ön Cephedeki 1260 Yılından Kalma Mozaik Kilisenin Günümüze Kadar Çok Değişmediğini Gösteriyor

İlk yapılan kilise, İ.S. 976 yılında tamamen yanmış. Yerine yapılan kilise ise, günümüzün kilisesinin yapımı için 11. yüzyılda yıkılmış. Mimarı bilinmeyen bu son kilisenin yapımı 1063-1094 yılları arasında olmuş. Daha sonraki yıllarda, özellikle mozaiklere, çeşitli ilaveler yapılmış olsa da, kilise daha sonra fazla değişikliğe uğramamış. San Marco’nun, dördüncü yüzyılda İstanbul’da bulunan, ancak günümüzde var olmayan Aziz Havariler kilisesi örnek alınarak yapıldığı belirtiliyor. (Zamanında Bizans İmparatorlarının ve İmparatoriçelerinin gömüldüğü bu kilisenin bulunduğu yere daha sonra Fatih Camii yapılıyor.) Kilisenin İstanbul ile bağları bununla kalmıyor. Başta ana kapının üstüne yerleştirilen ünlü dört at olmak üzere, katedralin içinde ve dışında İstanbul’dan götürülmüş pek çok ganimet bulunuyor. Bunların büyük bir kısmı, IV. Haçlı Seferi yapılırken İstanbul’un talan edilmesi sırasında elde edilmiş. Katedralin dış yüzeyini kaplayan mermerler, oymalar, Ayasofya’dan sökülerek getirilen bronz ana kapı, ünlü Altın Altar’ın kaplamaları, içerdeki bazı ikonalar, Hazine bölümünde sergilenen Bizans objelerinin büyük bir bölümü bu şekilde Venedik’e gelmiş.

İmparator Romano’nun Kadehi (Bizans, İstanbul, M.S. 959-963)-San Marco Müzesi
Oniks Kase (Bizans, İstanbul, M.S. 10-11. yy)-San Marco Müzesi
Akik İbrik (Bizans, İstanbul, M.S. 7. yy)-San Marco Müzesi
Buhurdan (İtalyan, 12. veya 13. yy.)-San Marco Müzesi

Venediklilerin Bizans ile daima kuvvetli ilişkileri olmuş. Ticari olarak elde ettikleri imtiyazlarla İstanbul’da adeta bir koloni haline gelmişler. Onuncu yüzyılda İstanbul’da 10.000 Venedikli tüccar yaşıyormuş. Ancak, bir süre sonra Bizanslı tüccarlar dezavantajlı duruma düşünce, 1171 yılında İmparator Venediklileri İstanbul’dan kovmuş. Bu arada Bizans kilisesinin Katolik kilisesi ile de arası açılınca, şehirdeki 60.000 kadar olan Katolik nüfus katledilmiş ya da şehirden atılmış. Venedikliler bu ağır darbenin intikamını IV. Haçlı Seferi sırasında alma fırsatı bulmuşlar. 1204 yılında, Papa’nın önderliğinde toplanan 30.000 Haçlıyı Kutsal Toprak’lara Venedik gemileri ile taşımayı önermişler. Böylece, Venedik Docu Dandolo’nun komutanlığında sefer başlamış. Ancak Doc, rotayı Bizans’ın başkenti İstanbul’a çevirerek, 1204-1261 yılları arasındaki işgali başlatmış. Bu dönemde İstanbul feci şekilde talan edilmiş ve adeta taş üstünde taş bırakılmamış. Bildiğiniz gibi, İstanbul’da ölen Venedik Docu, komutan Dandolo’nun mezar taşı günümüzde İstanbul’daki Aya Sofya müzesinde bulunuyor.

Yaratılış Kubbesi, San Marco Bazilikası Atriumu. Bizans Sanatını Ve Mimarisini Öğrenmiş Venedikli Sanatçılar Tarafından Yapılmış (13. yy)
San Marco Bazilikası’nın İçi
Ana Altarın Arka Tarafında Bulunan Altın Altar’ın Üzerinde Yakutlar, Zümrütler ve İnciler Var. 13. yy.da İstanbul’dan Getirilen Parçalarla Yapılan Altar, Dini Bayramlarda, Herkesin Görmesi İçin, Kilisenin İçine Doğru Döndürülüyor
Bir Zamanlar Savaşa Giden Bizans Ordularının Önünde Taşınan Ve 13.yy.da İstanbul’dan Getirilen Nicopeia Meryemi

San Marco katedralinin içi, girişten itibaren altın rengi ağırlıklı mozaiklerle kaplı. Özellikle alt katta, hem sizi belli bir yürüyüş yolundan gitmeye mecbur ettikleri hem de kalabalıktan dolayı, etrafı çok fazla inceleyemiyorsunuz. Burada da, Ravenna’da olduğu gibi, mozaikler Bizanslı ustalar tarafından yapılmış. Ancak ben, Ravenna’daki kiliselerde gördüğümüz mozaiklerden daha çok etkilenmiştim. Bunun sebebi, o gün dışarıdaki kapalı hava nedeniyle içerisinin loş olması olabilir. Girişi ücretsiz olan San Marco’da hoş bulmadığım şey, girdikten sonra, Altın Altar, Hazine bölümü, balkon gibi yerleri görmek için sürekli 2 avro vermek zorunda kalmanız. Onun yerine girişte tek bir bilet almayı tercih ederdim.

İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilen Dört Bronz Atın (Quadriga) Orijinalleri

San Marco katedralinde en sevdiğim eser, İstanbul’dan götürülen dört tane bronz at oldu. Bunlar orijinal olarak binanın dışında, ana kapının üstünde yer almış olsalar da, günümüzde dışarda gördüğümüz atlar gerçek değil, kopyalar. Atlar, hava kirliliği ve paslanma tehlikesine karşı, 1970 yılından beri katedralin ikinci katında sergileniyor. Bizans döneminde, İstanbul’daki hipodromun girişinde, arkalarındaki bir savaş arabasını çeker halde sergilenen bu sevimli atların yapım tarihi konusunda çeşitli görüşler var. Belirtilen tarihler, M.Ö. 5. yüzyıl ile M.S. 4. yüzyıl arasında değişiyor. Yaygın bir görüşe göre, atlar Büyük İskender zamanında yapılmış. Daha sonra, Neron tarafından Roma’ya götürülmüşler. İmparator Konstantin ise onları tekrar doğuya, yeni başkenti İstanbul’a, araba yarışlarının yapıldığı hipodromu süslemeleri için getirmiş. 900 yıldan fazla İstanbul’da kalan atlar, 1204 yılında başlayan Venedik önderliğindeki Haçlı talanı sırasında Venedik’e götürülmüşler ve 1255 yılında San Marco katedralinin dış cephe balkonuna yerleştirilmişler. Ancak, o zamanlar altın rengi ve yakut taşından gözleri olan bu sevimli atların yolculukları bununla bitmemiş. Napolyon da 1797 yılında Venedik’i işgal edince atlara göz dikmiş ve onları Paris’e götürmüş. Burada bir zafer takının tepesine yerleştirilen atlar, Napolyon imparatorluğunun düşmesinden sonra tekrar Venedik’e getirilebilmişler.

Kafaları Çıkarılıp, Birbirlerine Takılabilen Bu Atların Bir Zamanlar Gözleri de Yakuttanmış

Atlar gerçekten çok sevimliler. Onlara bakarken içim cız etti. Keşke İstanbul’daki hipodrom ayakta kalabilseydi ve onlar da tüm görkemleri ile orijinal yerlerinde duruyor olsalardı… Maalesef, fotoğrafları ile yetinmek zorundayız. Atlar da dahil olmak üzere, katedralin içinde fotoğraf çekmek resmi olarak yasak. Ancak, hiçbir mantıklı açıklamaya uymayan bu uygulama belli ki, orada çalışanlar tarafından da saçma bulunuyor. Hemen hemen herkes fotoğraf çektiği halde, onlar bakmamayı ve görmemeyi başarıyorlar. Neyse ki…

San Marco’nun Çan Kulesi İlk Olarak 1173 Yılında Yapılmış. 16.yy.da Yapılan Girişi (Loggetta), Jacopo Sansovino’nun Eseri
Galileo 1609 Yılında Teleskopunu Doc Leonardo Dona’ya Bu Kulede Göstermiş
Kuleden Muhteşem Manzara. Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi
Piazzetta’nın Kuleden Görünümü.Solda Doc’un Sarayı. Sağda Kütüphane. Deniz Tarafındaki İki Yüksek Sütun İstanbul’dan Getirilmiş. Soldakinin Tepesinde, Venedik Cumhuriyetinin Sembolü Kanatlı Aslan, Sağdakinde Bir Timsah İle savaşan Aziz Teodor Var
Çan Kulesinin Tepesindeyken Çanların Çalması Kulakları Oldukça Zorluyor…

San Marco katedralinin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki çan kulesi de en az kendisi kadar popüler. Asansörle çıkılan bu kulenin de önünde uzun bir kuyruk oluyor ama, çıktığınıza değiyor. Yukardan Venedik’i panoramik olarak görebiliyorsunuz. Dört tarafından neredeyse tüm lagünü ve şehri görebildiğiniz manzara çok güzel. Görüşün açık olduğu günlerde, Alp dağlarını bile görmek mümkün oluyormuş. Kule, yapıldıktan bin yıl sonra, 1902 yılında, fırtınadan dolayı, tamamen yıkılmış ve daha sonra yeniden yapılmış. Rivayete göre, tepesinde bulunan ve daima rüzgar yönüne dönen altından yapılma Melek Gabriel heykeli, sapasağlam bir şekilde, katedralin giriş kapısının önüne fırlamış.

Çan Kulesinden San Marco Meydanının Görünümü. Sağda 1500’lü Yıllardan Kalma Binalar, Caffe Quadri ve Caffe Lavena. Solda 1600’lü Yıllardan Kalma Binalar ve Caffe Florian. Karşıda, Napolyon’un Yaptırdığı Kanat
Caffe Florian’da Tüm Gün Müzik Var

San Marco meydanının, en az tarihi eserleri kadar önemli bir özelliği, tarihi kafeleri. Bunların içinde en ünlü iki tanesi Caffe Florian ve Caffe Quadri. Sadece Venedik’in değil, Avrupa’nın en eski kafesi olduğu belirtilen Caffe Florian 1720 yılında açılmış. Casanova, Lord Byron, Charles Dickens ve Proust ünlü müdavimlerinden bazıları. Caffe Quadri 1775 yılında açılmış. Orası da, Stendhal, Alexandre Dumas, Wagner ve günümüzde Woody Allen gibi birçok ünlünün gittiği bir kafe. Bu kafelerin önünde gün boyu, gecenin ilerleyen saatlerine kadar, canlı orkestralar çalıyor. Aralarındaki centilmence bir anlayış gereği, bir kafenin orkestrası çalarken, diğeri ara veriyor. Tabii ki, meydanın dolu olduğu gündüz saatlerinden sonra, orkestraların gece yarattığı ambiyans çok farklı. Her iki kafede de, hafif bir yemek veya muhteşem tatlılardan, pastalardan yiyebilirsiniz. Eğer para harcamak istemezseniz, müziği meydanda ayakta da izlemenize kimse sesini çıkarmaz. Ancak, tamamen korunmuş ve tarihi dekorasyonları görmek için içeriye bir göz atmanızı öneririm.

Caffe Florian’da (1720) Çin Odası
Müziğe de Yakın Olmak…

Daha önce belirttiğim gibi, biz Venedik’e özel olarak, evlenme yıldönümümüzü kutlamak için gittik. Kaldığımız sürede, akşam yemekleri için ilgimizi çeken restoranlarda yer ayırtmıştık. Her restorana da, o gecenin bizim için özel olduğunu bildirdik. Böylece, her gece bizim için bir kutlama oldu…

İlk akşam için Caffe Florian’da yer ayırtmıştık. Bizim için masa ayırdıkları Çin Odası hem tarihi atmosferi hem de orkestraya yakınlığı nedeniyle çok hoştu. Planladığımız gibi, hafif bir akşam yemeği yedik. Ardından sıra, bizim için özel olarak hazırlanmış, kalp şeklinde bir Florian Sacher pastaya geldi. Pasta çok lezzetli ve hafifti. Üstündeki Türkçe yazıda ufak bir imla hatası vardı ama, varsın olsundu… Pasta ile içtiğimiz tatlı şarap Giovanni Dri Ramandolo (2011) da, yemek sırasında içtiğimiz Costasera Amarone della Valpolicella Classico (Masi-2013) da çok güzeldi.

Venedik gezimizi planlarken, gerçekçi davranıp, az vaktimiz olduğunu göz önüne almış ve sadece belli yerleri gezmeye karar vermiştik. Dört günde, baharda gittiğimiz Barselona’da gördüğümüz kadar yer gezemeyeceğimizi baştan kabul etmiştik. Aynı nedenle, Venedik Bienali’ne de hiç ilgi göstermedik. Biraz daha uzun kalsak, bir iki sergi görmek isterdim. Onun yerine, bizim için her zamankinden daha yavaş bir tempoda, şehrin keyfini çıkarmak istedik.

Az sayıda gezdiğimiz yerlerden birisi de Doc’un Sarayı idi. Venedik, tarihte kuruluşundan itibaren cumhuriyet yönetimi ile yönetilmiş bir devlet olmuş. Doc, seçimle belli bir süre için gelen ve yetkileri anayasa ile sınırlandırılmış bir devlet başkanı. Asıl güç, on kişilik bir üst konseyde ve üyeleri arasından Doc’u seçen, 2000 kişilik Büyük Konsey’de imiş. Venedik tarihinde, yetkilerini genişletip, yönetime el koymaya çalışan bazı Doclar idam edilmişler

Doc’un Sarayı. Saray İlk Olarak 9.yy.da Yapılmış. Ancak Günümüzde Gördüğümüz Hali 14.yy.dan Kalma. Her Doc Yeni İlaveler Yaptırmış

Doc’un sarayı, yüzünüzü San Marco katedraline döndüğünüz zaman, katedralin sağ tarafındaki pembeli beyazlı, büyük bina oluyor. Burası, San Marco meydanından denize doğru açılan ve Piazzetta (meydancık) olarak adlandırılan alana bakıyor. Katedralin içinde de görüldüğü gibi, Doc ve ailesinin katedrale rahatlıkla geçebilmesi için saraydan San Marco’ya bir geçiş de var. Sadece Doc’un ailesi ile yaşadığı konut değil, aynı zamanda devlet yönetiminin ve konsey salonlarının yer aldığı bu dev saray, yüzyıllar boyunca yapılan ilavelerle günümüzdeki devasa halini almış. Yapımına ilk olarak 9. yüzyılda başlanan saray, günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış. Burası, yüzyıllar boyunca Venedik’te saray olarak anılmasına izin verilen tek yapı olmuş. Diğer saraylar, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Ca’ (ev demek olan Casa’nın kısaltılmışı) olarak anılmışlar.

Sarayın Avlusu ve Su Sağlanan Kuyular
Devler Merdiveni. Yabancı Misafirleri Kabul Ederken Doc, Maiyeti İle Birlikte Bu Merdivenlerin Tepesinde Beklermiş. Gelen İmparator, Papa veya Kral da Olsa, Merdivenleri Tırmanmak Zorunda Kalırmış

Sarayın Birkaç Yerinde Bulunan Bu Posta Kutuları Vergi Kaçıranları ya da Başka Şüphelileri İhbar Etmek İçin Kullanılırmış

Altın Merdiven

Eğer Venedik’in asırlar boyunca nasıl suya battığını gözlemlemek istiyorsanız, Doc’un sarayının meydana bakan sütunlarına bakmanız yeterli. İslami mimarinin izlerini taşıyan binanın revaklı bölümündeki sütunlar özel olarak kısa yapılmış gibi görünse de, bu sütunlar bir zamanlar daha uzunlarmış. Kaideleri ve neredeyse yarıya yakın kısımları zamanla batmış.

İç Geçirme Köprüsü. Sol Taraftaki Doc’un Sarayındaki Mahkeme Salonunda Yargılanan Mahkümlar Bu Köprüden Geçirilerek Sağ Taraftaki Hapishaneye Götürülürlermiş. İdama Mahkum Olanlar Son Kez Bu Pencerelerden Gökyüzüne ve Venedik’e Bakarak İç Geçirirlermiş
San Marco Bazilikası İle Doc’un Sarayının Birleştiği Köşede Yer Alan Tetrarklar Heykeli. M.S. 4.yy.da Yapıldıkları Tahmin Ediliyor. İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilmişler

İkinci akşam için otelin restoranı Canova’da yer ayırtmış ve yine o günün evlenme yıldönümümüz olduğunu belirtmiştik. Tüm gün gezdiğimiz için yorulunca, akşamüzeri otele dönüp, biraz dinlenelim dedik. Odaya girdiğimizde, buz doldurulmuş bir kovanın içinde, bir şişe prosecco (Belstar Cuvee Extra Dry N.V.) otelin ikramı olarak bizi bekliyordu. Akşam yemeğinden önce, Canova restoranda da bize aynısından birer kadeh ikram ettiler. Gerçekten çok kaliteli bir prosecco idi. Kurabiyeleri de es geçmemeli. Venedik’e özgü bu ağızda dağılan, tereyağlı, enfes kurabiyeleri restoran ve barlarda da kahve ile getiriyorlar. İsminin Bussola Buranello olduğunu sonradan öğrendiğim bu ‘S’ şeklindeki kurabiyeler, yüzyıllar önce Burano adasında yapılmaya başlanmış. O zamanlar, sadece Paskalya için özel olarak yapılırlarmış.

Canova Restaurant

Canova Restaurant’ın hem yemekleri hem servisi dört dörtlüktü. Bizimle ilgilenen kadın şef garsona hayran kaldım. Ölçülü bir samimiyet ve nezaketle hizmet verirken işini çok iyi bildiği belliydi. Şarap konusunda da aynı şekilde bilgiliydi. Eşimin yakın gözlüklerini odada unuttuğunu öğrenince, kısa bir süre içinde elinde deri kaplı geniş bir kutu ile yanımızda belirdi. Kaç numara gözlük kullandığını sordu. Kapağını açtığı kutunun kadife kaplı içi, düzgünce dizilmiş, çeşitli numaralarda gözlüklerle doluydu…

Mevsime bağlı olarak, menüde balkabağı çok göze çarpıyordu. Önden, antipasto olarak, içinde sebze ve balkabağı ile Gran Padano peyniri kreması olan, milföy hamurundan börek tarzı bir şey yedik. Çok lezzetli idi. Ana yemek olarak, mantarlı dana eti aldık. Tatlı olarak da, aralarında yine balkabağı püresi olan, delikleri bayağı büyük bir hasır görünümündeki, ince, yuvarlak milföy katları ve yanında, üstüne fındık rendelenmiş çikolatalı dondurma. Yemekte içtiğimiz Brunello di Montalcino-Castiglion del Bosco (2012) ve tatlı ile içtiğimiz tatlı şarap da enfesti. Bu güzel akşam yemeğinden kalkarken, şef garsonumuz bana otelde yapılmış bir paket Bussola kurabiyesi hediye etmeyi de ihmal etmedi.

Büyük Kanal’ın Girişindeki Santa Maria della Salute Kilisesi (1630-1687)
Peggy Guggenheim Müzesi, 1749 Yılında Başlanıp, Hiç Bir Zaman Bitirilemeyen Palazzo Venier del Leoni Sarayında Bulunuyor
Palazzo Barbarigo

Venedik’e gelip de, vaporetto ile bir Büyük Kanal gezisi yapmadan olmaz. Tabii, bir de gondola binmek var ama, onu daha sonra yaptık. Büyük Kanal gezisi için ister Santa Lucia tren istasyonunun önündeki iskeleden, San Marco meydanının biraz ilerisindeki, San Zaccaria iskelesi yönüne doğru, isterseniz San Zaccari’dan ters yöne doğru gidebilirsiniz. Biz, otele daha yakın olduğu için, San Zaccaria’dan binmeyi tercih ettik. Yaklaşık 4 kilometre olan bu mesafe, aşağı yukarı 40 dakikada gidiliyor. Birbirine oldukça yakın olan duraklarda iskeleye yanaşmak ve kalkmak vakit alıyor. Bu noktada, vaporetto’ların fıstık gibi, makyajlı kadın çımacılarından da söz etmeliyim. Hepsi işinin ehli. Bizdekinin aksine, burada her vaporetto’nun bir çımacısı var ve o da sizinle seyahat ediyor. İskelelerde, her yanaşan taşıta hizmet veren sabit bir çımacı yok.

Accademia

San Simone Piccolo Kilisesi

Genişliği 30 ile 70 metre arasında değişen kanalda dört tane (Scalzi, Rialto, Accademia ve Constituzione) köprü var. İki kıyıda sıralanmış, San Simeone Piccolo, San Stae ve 1630 veba salgının bitimini kutlamak için yapılan Santa Maria della Salute gibi kiliseler ve Venedik’in ünlü palazzo’ları, yani sarayları var. Çoğunlukla 12. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında yapılmış bu saraylar mimari tarz olarak da Bizans, Gotik, Rönesans ve Barok dönemleri yansıtıyor. Genelde üç katlı olan Venedik sarayları, zengin ailelerin hem ticaretlerini yürüttükleri işyerleri hem de konutları olarak kullanılıyorlarmış. Depo ve ofisler alt katta, misafir kabul salonları ve ailenin yaşam alanı ise üst katlarda olurmuş. Mutfak, bazı binalarda giriş katında, bazılarında ise koku olmaması için en üst katta.

Eski Balık Pazarı

‘Mafya’ya Hayır. Venedik Kutsaldır’

Sarayların içinde bir tanesinin Türklerle ilgili olması ilgimi çekti. Günümüzde Doğa Tarihi Müzesi’ni barındıran Fondaco dei Turchi, 13. yüzyılda yapılmış, Bizans tarzı büyük bir bina. 1381 yılında Ferrara Dükü için satın alınmış ve uzun yıllar, görkemli odalarında nice davetler verilmiş. Bina, 1621 yılında Türkler tarafından satın alınmış. Türk tüccarlar burayı, hem malları için depo hem de konaklamak için han olarak kullanmışlar. Doğu ile ticaret azalınca, bina da kaderine terk edilmiş. 1850 yılında Avusturyalılar, bazı orijinal unsurları yok edildiği için kötü olarak nitelenen bir restorasyon yapmışlar. Burası 1923 yılında müze haline getirilmiş. Benzer şekilde, bir zamanlar Alman tüccarlar tarafından kullanılan, Rialto mahallesindeki, Fondaco dei Tedeschi günümüzde çok katlı bir mağazaya çevrilmiş bulunuyor.

Fondaco dei Turchi
Rialto Köprüsü

Dönüş için, vaporetto’dan inmeniz ve ters yönde giden bir başkasına binmeniz gerekiyor. Bizim bindiğimiz vaporetto, sadece Rialto köprüsünün oraya kadar gidiyordu. Bu, o çevreyi görmemiz açısından çok isabetli oldu zira, Rialto Venedik’in en eski ve kalabalık semti. Tarihi olarak ticaretin merkezi aynı zamanda. Dükkanları ve balık, taze sebze ve meyve pazarları ile hala öyle. Bu civarda kanalın kıyısı ve köprünün üstü hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Ancak, buralardaki ucuz hediyelik eşyalar konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Çoğu Çin’de yapılmış ve kalitesiz. Daha özgün, kaliteli ve el yapımı eşyalar için ara sokaklardaki butik dükkanlara bakmak gerekiyor. Zaten, usta bir göz aradaki farkı hemen anlıyor. Ara sokaklarda, el yapımı ve gerçek Murano işi cam eşyalar (San Marco’nun çevresinde de var çok güzel cam eşya satan dükkanlar), el yapımı maskeler, deri, kağıt ve kumaş üzerine ebru yapan dükkanlar var. Bunlar doğal olarak, daha pahalı. Ama, aldığınıza değiyorlar.

Bir Maske Yapım Atölyesi

San Marco Meydanı Yakınlarında İlginç Bir Dükkan

Rialto köprüsü 1588-1591 yılları arasında, daha önce burada bulunan ahşap köprünün yerine yapılmış. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu köprü, Büyük Kanal’ın bir yakasından ötekine yürüyerek geçmek için kullanılan tek köprü olmuş. Ahşap olduğu dönemlerde köprü sayısız kereler çökmüş. Bu olaylardan en meşhuru, 1444 yılında Ferrara Markizinin evlilik töreni sırasında olmuş. Töreni izlemek için köprü üstüne çıkan aşırı kalabalık, köprü ile beraber sulara gömülmüş. Burası, günümüzde de çok kalabalık. Dükkanların dış tarafındaki yürüme yolu her daim, manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek isteyenlerle dolu. Doğal olarak, yankesicilerin de sevdiği bir nokta. Tüm Venedik’te olduğu gibi, dikkatli olmak lazım.

San Polo Kilisesi
Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği Tablosu, San Polo Kilisesi

Hazır Rialto civarına gelmişken, San Polo semtindeki iki önemli kiliseyi de gezelim dedik. Bunlar, Venedik’in belli başlı kiliselerinden San Polo ve Santa Maria Gloriosa dei Frari kiliseleri. San Polo, bazı yerlerde oldukça dar sokakları olan bir semt. Buralarda son derece ilginç, zanaatın neredeyse sanata iyice yaklaştığı el işi ürünler satan dükkanlar var. Örneğin, Venedik Karnavalının vazgeçilmez aksesuarı, el yapımı maskeler. Venedik’te 11. yüzyıldan beri yapılan Karnaval sırasında, sosyal sınıf farklarının kalkması ve insanların birbirini tanımaması için değişik kostümler giyiliyor ve maskeler takılıyor. 18. yüzyılda en şaşalı dönemini yaşayan Karnaval, daha sonra önemini yitirse de, 1979’dan itibaren yine yılın gözde bir eğlence zamanı olmaya başlamış. Kelime olarak, “ete veda” anlamına gelen Karnaval, Hristiyanların Paskalya’dan önceki 40 gün boyunca tuttukları oruç döneminden (Lent) hemen önceki 10 gün boyunca yapılıyor. Yani, oruç dönemine girmeden önce yapılan 10 günlük büyük bir eğlence. Söz konusu oruç, Müslüman inanışındaki oruçtan biraz farklı. Kişi tamamen aç kalmak yerine, başta et olmak üzere, belli besinleri yemiyor. Bunlar genellikle keyif veren, herkesin alamayacağı maddeler oluyor. Çocukluğumda Yvette’in bu dönemde, etin dışında, çikolata, tatlı, dondurma gibi şeyler yemediğini ve sigara içmediğini hatırlıyorum. İçki içmek konusunda ise bir sınırlama yok.

Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Özel kağıt hamuru ile yapılan maskelerin üretim sürecini maske üreten atölyelerde izleyebilir, hatta buralarda düzenlenen kurslara katılabilirsiniz. 2019 Venedik Karnavalına dört ay gibi uzun bir süre olmasına rağmen, bazı dükkanlar maske ve kostüm siparişi almaya başlamışlardı bile. Venedik’e Karnaval için özel olarak gelenlerin, belki de hayatlarında sadece bir kere giyecekleri bu kostümleri kiralamak da mümkün.

Antonio Canova’nın Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Tiziano’nun (İngilizce Titian) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Doc Foscari’nin (1373-1457) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

San Polo kilisesi, ilk olarak 9. yüzyılda yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda yeniden inşa edilmiş. Günümüzdeki Neo-Klasik halini ise, 19. yüzyılda almış. Kilisede pek bir bütünsellik yok ama, tek tek dikkat çekici eserler var. Gotik giriş kapısı, 14. yüzyıldan kalma çan kulesinin dibindeki aslanlar bunlardan bazıları. İçerde, Tiepolo, Veronese ve Tintoretto’ya ait tablolar var. Bunlardan, Tintoretto’ya ait olan Son Akşam Yemeği, kilisenin sahip olduğu önemli bir eser. Doc’un sarayını gezerken, Venedikli bir ressam olan Tintoretto’nun (1518-1594) kapsamlı bir sergisini de gezmiştik.

Meryem ve Çocuk, Giovanni Bellini (1488), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Meryem’in Göğe Yükselişi, Tiziano (1516-1518), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Kısaca Frari olarak bilinen Santa Maria Gloriosa dei Frari kilisesi, San Polo semtinin doğu tarafında bulunan büyük bir kompleks. Buraya ilk olarak, Fransisken rahipler 1250-1338 yılları arasında bir kilise yapmışlar. Bu yapı daha sonra yıkılmış ve yerine, 15. yüzyılın ortalarında tamamlanan günümüzdeki kilise ve manastır inşa edilmiş. Çok geniş olan kilisenin içinde hem önemli eserler hem de önemli bazı kişilerin mezarları bulunuyor. Örneğin, Venedikli ünlü heykeltıraş Antonio Canova’nın (1757-1822) mezarı burada. Roma’da Galleria Borghese’ye gidenler, onun ünlü Muzaffer Venus (Venus Victrix) heykelini anımsarlar. Napolyonun kız kardeşi, Pauline Bonapart’ın modellik yaptığı bu heykeli çocukluğumdan beri severim. Frari kilisesinde Canova’nın dışında, ressam Tiziano’nun (1488-1576), opera sanatının öncüsü sayılan Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) ve iki Venedik Docunun da mezarları bulunuyor. Diğer dikkat çekici eserler arasında, ana altardaki Tiziano’ya ait Meryemin Göğe Yükselişi ve bir başka altardaki Ca’ Pesaro Meryemi tabloları, Giovanni Bellini’nin Meryem ve Çocuk tablosu, koro bölümünü ayıran mermer paravan ve koro bölümünün 1468’den kalma ahşap koltukları sayılabilir.

Üçüncü günün akşamında, artık “gerçek kutlamamızı ” yapmak için Bistro de Venise isimli restoranda yerimizi ayırtmıştık. Otelimize çok uzak olmayan bu restoran, 1993 yılında açılmış. Tarihi Venedik yemeklerinin modern pişirme teknikleri ile yorumlandığı restoranın çok zengin bir şarap kavı da var. Bizi restoranın sahiplerinden birisi karşıladı ve kibar bir şekilde, içerideki özel olarak hazırlanmış, kırmızı örtülü masamıza götürdü. Masanın üzerinde benim için bir tane kırmızı gül duruyordu. Kırmızı kumaş kaplı duvarlardaki objeler, aplikler, masalardaki şamdanlar, hepsi ince bir zevkin yansımasıydı.

Köşede Bizim İçin Hazırlanmış Masa ve Bistro de Venise’in Sıcak Ortamı

Gece boyunca bizimle ilgilenen garson ve şarap seçimi için masamıza gelen sommelier, işlerinin ehli, kibar ve güzel yüzlü kişilerdi. Unutmayacağımız bir gece geçirmemiz için her şeyi yaptılar. O akşam yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Antipasto olarak yediğim, pişirilmesi üç saat süren yumurta ise, hiç ummadığım bir tatta ve lezzette idi. Zaten ondan sonra, garsonumuzun önerilerine güvenebileceğimi anladım. Yemekte içtiğimiz, Barolo Cannubi-Giacomo Fenocchio (2012) mükemmel bir şaraptı. Gecenin sonunda, bizim için özel olarak yapılmış, kalp şeklindeki pastamız geldi. Cuor de Venexia adı verilmiş ve içinde kırmızı meyveler, meyve mousse, şekerleştirilmiş böğürtlenler ve bitter çikolata kıtırları olan pasta, inanılmaz derecede hafifti. Çevremizdeki masaların coşkulu kutlamaları ve alkışları arasında, yine enfes bir tatlı şarap olan Le Bignele Recioto della Valpolicella Classico N.V. (2017) dolu kadehlerimizi, daha nice seneler olması dileğiyle kaldırdık…

Müthiş Lezzetli ve Hafif Cour de Venexia Pastası

Venedik’in de içinde bulunduğu Veneto Lagünü’nünde birçok ada var. Bunlardan bazıları, üstlerindeki manastır, hastane ya da çeşitli fabrikalarla birlikte terk edilmişler. Az sayıda adada hala yaşam var ve buralara gitmek, Venedik’in kalabalığından biraz uzaklaşmak için iyi oluyor. Murano, Burano ve Torcello gibi belli başlı adalara ve açık deniz ile Venedik’i ayıran uzun (12 Km) bir kumsal olan Lido’ya ulaşım kolay. Ancak, diğer adalara ulaşım daha zor. Biz, zamanımız kısıtlı olduğu için, sadece cam işleri ile ünlü Murano adasına gidebildik. Dantel işleri ve rengarenk evleri ile ünlü Burano’ya ve büyük bir Bizans katedrali olan Torcello’ya gidemedik. Özellikle Torcello’nun epeyce uzakta olması nedeniyle, gitmek, gezmek ve dönmek için yeterli vaktimiz yoktu.

Şair Ezra Pound, Besteci Igor Stravinsky ve Koreograf Diaghilev Gibi Yabancı Ünlülerin de Mezarlarının Bulunduğu San Michele Adası

Murano’ya, San Marco’dan bindiğimiz vaporetto ile gittik. Yolda, “mezarlık adası” San Michele’nin ve plajları ile ünlü Lido’nun yakınından geçtik. Lido’yu görünce, uzun yıllar önce okuduğum, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabını anımsadım. Ne müthiş bir kitaptı o. Görünüşü ince ama, kendisi yoğun…

Murano da, Venedik gibi, aslında bir grup küçük adadan meydana geliyor. Burada da, adaları birbirine bağlayan köprüler var. Bilindiği üzere, Murano dünyaca ünlü cam işlerinin yapıldığı yer. Venedikli cam ustalarının atölyeleri 1291 yılından beri burada bulunuyor. Daha önce Venedik’in içinde olan cam fırınları ve imalathaneleri, yangın tehlikesi ve sebep oldukları hava kirliliği nedeniyle, o tarihte Konsey kararı ile Murano’ya taşınmışlar. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın başlıca cam üretim merkezi olan Murano, bir dönem kendi parasını bastırabilecek kadar zenginleşmiş. Adanın kendisine ait bir aristokrasisi gelişmiş. Murano’nun cam ustalarına, başkalarına tanınmayan imtiyazlar ve haklar verilmiş. Öte yandan, başka yerde iş kurmak için adadan ayrılmalarının cezası da, bazen ölüme kadar varırmış.

San Donato Kanalı-Murano

Cam ustalığı, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de babadan oğula geçen bir meslek. Adanın bazı atölye ve fabrikaları kapanmış olsa da, cam üretimi hala çok. Ancak burada da, daha önce belirttiğim gibi, kaliteyi arayıp bulmak gerekiyor. Üretim sürecinin belli bir aşamasını izleyebildiğiniz atölyelerin bazılarında çok sıradan, “turistik” şeyler üretiliyor. Bizim tesadüfen gördüğümüz, kıyıdaki ana yola çıkan dar bir çıkmaz sokağın sonundaki De Biasi gerçekten çok özel bir yer. 71 yıl önce kurulmuş şirketin el yapımı takıları ve objeleri, geleneksel üretimin modern tarz ve zevk ile usta bir birleşimi.

Cam Müzesi, Murano
Düğün Kupası, Angelo Barovier (1470-1480), Cam Müzesi, Murano

Murano’ya giderseniz, cam müzesini (Museo del Vetro) gezmenizi öneririm. Palazzo Giustinian’da bulunan müzede nefes kesen bir tarihi cam koleksiyonu var. Venedik camının üretimini tam olarak anlamak, değişik üretim tekniklerini ve tarih boyunca ünlü olmuş cam ustalarının eserlerini görmek için ideal bir müze. Müzenin en gözde parçası, cam ustası Angelo Barovier tarafından 1470-1480 yılları arasında yapılmış bir düğün kupası. Müzenin modern tarzda üretilmiş bir cam eşya koleksiyonu da var. Günümüzün İtalyan cam ustaları, eski çağlardan beri uygulanan cam tekniklerini, modern renkler ve formlarla çok yaratıcı bir şekilde harmanlamışlar.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Adanın en gözde tarihi yapısı, dışardan apsis kısmını çevreleyen zarif sütunları önündeki San Donato kanalına yansıyan, Basilica dei Santi Maria e Donato bazilikası. 12. yüzyılda yapılan bu kilise, 19. yüzyılda bir restorasyon geçirmiş. Uzmanlar bu restorasyonu çok beğenmese de, kilise güzelliğini hala koruyor. Veneto-Bizans ve Gotik tarzın güzel bir karışımı olan kilisede, apsisteki Madonna mozaiği ve yerlerdeki 1140 yılından kalma mozaikler çok hoş. Camın da kullanıldığı belirtilen bu taban mozaiklerinde çeşitli hayvanlar, bitkiler ve mitolojik yaratıklar resmedilmiş. Kilisenin, bir gemi omurgası şeklindeki tavanı da ayrıca dikkat çekici.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Venedik’teki ünlü Teatro Fenice, dar sokakların açıldığı, küçük bir meydanda bulunuyor. Birkaç basamakla çıkılan sütunlu girişinin hemen dibinde Antico Martini isimli bir restoran var. Son akşam burada yemek yedik. İçindeki tablolar, mozaikler, aynalar ve sarı ışıklarla çok sıcak bir ortamı olan restoranın geçmişi çok eskilere dayanıyor. Burada ilk olarak 1720 yılında bir kafe açılmış. Fenice tiyatrosu açılınca, müzisyenlerin, sanatseverlerin ve entelektüellerin gözde mekanı olmuş. Yüzyıllar içinde, hem bir restorana dönüşmüş hem de pek çok kez el değiştirmiş.

Teatro Fenice (1792). Fenice İtalyanca Anka Kuşu Demek. Bu Ünlü Tiyatro, Adını Aldığı Kuş Gibi, İki Kere Çok Büyük Yangın Geçirmiş ve Küllerinden Yeniden Doğmuş

1836 Yılındaki İlk Yangından Sonra Fenice, 1837 Yılında Tekrar Açılmış. İkinci Yangın 1996 Yılında Olmuş ve Tiyatro Perdelerini Ancak 2004 Yılında Tekrar Açabilmiş

Küçük meydana bakan masamızda yemek yerken, en az birkaç yüzyıldan beri hiç değişmemiş olan bu çevrede geçmişte yaşamın nasıl olduğunu düşündüm. Meydanın ortasında bir kuyu vardı. Buna benzer kuyular, hemen hemen tüm meydanlarda ve avlularda göze çarpıyor. Venedikliler uzun yüzyıllar boyunca şehre suyu anakaradan, bin bir zahmetle taşımak zorunda kalmışlar. 9. yüzyılda meydanların altına sarnıçlar yapılmaya başlanmış. Meydanlar, yağmur sularının sarnıçlarda birikebilmesi için, ortaya doğru uygun bir eğimle tasarlanmış. Akarsuyu olmayan Venedik evlerinin su ihtiyacı 1884 yılına kadar, bu kuyulardan çekilen yağmur suyu ile karşılanmış.

Devrin Yönetim Tarzına Göre Cumhurbaşkanlığı, İmparatorluk ya da Kraliyet Locası…
Bu Kubbede Yankılanan Ünlü Seslerden Biri de Maria Callas’ınki Olmuş. Leyla Gencer İçin La Scala Ne İse, Maria Callas İçin de La Fenice Odur
La Fenice’nin Balo Salonu

Antico Martini’de yediklerimiz de, içtiklerimiz de (yemekte Maculan Sauvignon Ferrata (2016), tatlı ile Maculan Breganze (2016)) gayet güzel olmasına rağmen, bir gece önce Bistro de Venise’de aldığımız hizmetle karşılaştırıldığında, sanki bir şeyler eksikti. Elle tutulur olmayan bir şey. Hizmetteki zarafet ve incelik belki…

Ristorante Antico Martini

Uçağımızın geç vakitte olması, son günümüzde bir avantaj oldu bizim için. Havanın bol güneşli olması da ayrı bir şanstı. Böylece, son derece keyifli bir gondol gezisi yaptık. Sadece gondolcunun uzun küreği ile suda çıkardığı sesin duyulduğu tenha ara kanallarda gezinmek çok güzeldi. Bir ara, Büyük Kanal’a bile çıktık. Rialto köprüsünü sağ tarafımızda görüp, aşağıya doğru döndük. Gondolculuk da, cam ustalığı gibi, babadan oğula geçen ve maharet isteyen bir meslek. İnsan, bazı dar kanallarda ince uzun gondolun nasıl olup da dönebildiğine hayret ediyor.

Venedik’te Bir Çok Noktada Gondol Durakları Var. Biz, Daha Kaliteli Olduklarını Düşündüğümüz İçin Bacino Orseolo’dakilerden Birine Bindik

Başka Kimsenin Olmadığı Sakin Kanallarda İlerlemek Çok Güzeldi…

Baş başa bir gondol gezisi için verdiğimiz paraya değdiğini düşünüyorum. Gondolcumuz da, lüzumsuz gevezelik yapmayan, kibar bir gençti. Venedik’e eğer bir daha gidersek, gece de bir gondol gezisi yapmak isterim. Kitaplarda yazdığına göre, o çok daha romantik oluyormuş.

Yarım Saatlik Gezinin Bir Noktasında Büyük Kanal’a Çıktık ve Rialto Köprüsünü Tekrar Görebildik
Büyük Kanalda Gondolla Gezmenin Zevki de Farklıymış…

Dıştan merdiveni ile 1489’dan kalma Palazzo Contarini del Bovolo’yu, Fenice tiyatrosunu ve San Moise kilisesini aceleye gerek olmadan, rahat bir şekilde gezdik. Hatta, San Marco meydanında son kez oturup, birbirleriyle adeta yarışan orkestraların çaldığı harika müzik eşliğinde, bir şeyler yemeye bile vakit bulduk.

Palazzo Contarini del Bovolo (1499). Gotik ve Rönesans Mimarisinin Hoş Bir Bileşimi Olan Bu Binanın 113 Basamaklı Merdiveni Sizi Çok Farklı Bir Venedik Manzarasına götürüyor
Palazzo’nun İsminde Bulunan Bovolo Kelimesi Venedik Lehçesinde Salyangoz Demekmiş. Dönerek Çıkan Merdiveni Nedeniyle Binaya Bu İsim Verilmiş
Hz. Musa’ya Adanmış San Moise Kilisesi. Yanlardaki İki Kapının Üzerinde (Duvarın İçinde), Kilisenin Yapımını Finanse Eden Ailenin İki Ferdinin Mezarları Var
Ana Altarda, Sina Dağında On Emiri Alan Hz. Musa Canlandırılmış.
Kilise İlk Olarak 10.yy.da Yapılmakla Beraber, Günümüzdeki Hali Daha Çok 17.yy.dan Kalma

Venedik’ten geriye yine unutamayacağım sahneler, diyaloglar ve insan manzaraları kaldı. Bir gece geç vakit yemekten dönerken, lobiye gelen müzik sesini duyup, oturduğumuz otelin barındaki garson mesela. Grappa’nın kahveyi “öldürdüğünü”, bu işini neşe ile, keyifle ve güler yüzle yapan genç adamdan öğrendik. Bir başka gün, deri üzerine ebru uygulanarak yapılmış el işi bir maske aldığımız dükkanın sahibi ile sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince nasıl da gözleri parladı. Kendisi küçük bir çocukken, annesinin ve babasının onu büyükannesine bırakıp, İstanbul’a gittiklerini, dönüşte kendisine harika bir mermer lamba getirdiklerini anlattı. O zaman bu hediyeye ne kadar çok sevindiği gözlerinden okunuyordu. Bir de, kayınpederinin yaptığı suluboya resimleri satan genç adam. Ayağında bir jean, başında hasır şapkası. Beğendiğimiz resmi güzelce paket yapıp, bana verdikten sonra elimi tam bir asilzade gibi öpmesi…

———————————————————
(1)- Osteria, şarap ve çok basit bir menü sunan İtalyan lokantasıdır.
(2)- Locanda, han demektir.
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.

Onlar Derler Lesvos, Biz Deriz Midilli…

Öfke göğsünü şişirdiğinde
bil geveze dilini tutmayı…
Sappho (M.Ö. 7-6.yy)

Dört arkadaş, pırıl pırıl bir eylül sabahı Ayvalık’tan Midilli’ye geçtik. Bir önceki hafta İstanbul, muson yağmurları benzeri yağmurlara boğulmuş, ortalığı sel basmıştı. Ama işte o sabah Ayvalık’ta , gökyüzü masmavi ve berraktı. Havada sonbaharın habercisi hafif bir serinlik olsa da, kesinlikle soğuk bir gün değildi. Ilık, limonata diye ifade ettikleri, tatlı bir hava vardı… Ne çok sıcak ne de soğuk…

Bundan beş sene önce, Ağustos ayında, bambaşka bir dörtlü grup olarak, gemi ile yine Yunan Adaları’na gitmiştik. Bir hafta süren yolculukta Kos, Girit, Rodos, Mikanos, Santorini adalarına ve Atina’ya gitmiş, çok da eğlenmiştik. Gezi benim için aynı zamanda, daha önce yapma fırsatı bulamadığım ve uzun zamandan beri hayalini kurduğum gemi yolculuğunun gerçekleşmesi olmuştu. Hatırladığım kadarı ile, o zaman kimileri bu gezi için yabancı gemi şirketlerini önermişler, daha iyi olduklarını söylemişlerdi. Aradaki farkı bilmediğim için bir karşılaştırma yapamayacağım ama, biz turu düzenleyen Türk şirketinin verdiği hizmetten çok memnun kalmıştık. Her limanda sunulan birden fazla seçenek ile, hem arkeolojik yerleri gezme fırsatı bulmuş hem de bol bol yüzmüştük.

Agalma Eleftherias- Mytilini (Midilli) (1930)

Bu sene planımız, uzun zamandan beri Ayvalık’ta bir evi olan ve adayı iyi bilen bir arkadaşımızın çizdiği rotayı izleyerek, dört günde Midilli’yi gezmekti. Geceleri biraz serin olsa da, güzel hava Midilli’de kaldığımız süre boyunca bize hiç ihanet etmedi. Sonbaharı ve bu mevsimde yapılan gezileri ne kadar sevdiğimi daha önce de yazmıştım. Bu kez de aynısı oldu. Midilli gezimiz, unutmayacağım sonbahar gezilerimden birisi olarak anılarımda yerini aldı…

Ayvalık’tan Midilli’ye gitmek için iki ayrı şirket seçeneğiniz var. Bunun dışında, feribot ya da katamaran ile gitmeyi tercih edebilirsiniz. Biz, daha hızlı olduğu için katamaran ile gittik. 45 dakika sonra, Midilli’de idik. Yaz aylarında hem kuzeydeki Molyvos’a (Mithymna) hem de adanın en büyük şehri Midilli’ye (Mytilini) yapılan seferler, sonbahar ile birlikte tek seçeneğe indirilmişti. Eğer yaz aylarında gidilirse, bir limanı gidiş, diğerini de dönüş için kullanmak elverişli olabilir.

Mytilini’ye Ayak Basma Noktamız. Liman

Midilli adası, yüz ölçümü olarak (1630 km2) Yunan Adaları içinde, Girit ve Eğriboz’dan (Euboia) sonra, üçüncü sırada yer alıyor. Rodos ve Sakız adaları ondan sonra geliyorlar. Adanın en hoşuma giden yönü, coğrafi çeşitliliği oldu diyebilirim. Masmavi deniz ve bakir kumsallar dışında, dağların, vadilerin; makilik arazilerin yanında, çam ormanlarının ve tabii ki asırlık ağaçları ile zeytinliklerin olduğu bir ada burası. Yapabileceğiniz şeyler açısından da seçenekler çok. İster kendinizi deniz ve güneşe bırakın, isterseniz arkeolojik ve tarihi yerleri, manastırları, kiliseleri ziyaret edin. Ayakta kalanların çok bakımlı oldukları söylenemese de, Osmanlı dönemine ait eserlerin peşine de düşebilirsiniz, eğer isterseniz. Bunların dışında, bir de meraklıları için, çeşitli yerleşim yerlerinde, bolca bar, kulüp, restoran var.

Restoran demişken, Midilli’de, en ücra köy lokantasında yediklerimizden, büyük yerleşim yerlerinin daha kerli ferli mekanlarında yediğimiz yemeklere kadar her şey, lezzetli idi. Karides, ahtapot, sardalye, kelime olarak tavada kızartma demek olan her türlü saganaki (ama benim için, ille de peynir saganaki!), musakka (bizimkinden epeyce farklı), köfte, cacıki… Bunların dışında da, leziz pek çok seçenek arasından oluşturacağınız bir menüyü yerel reçineli şarap veya uzo (yanılmıyorsam en ünlüsü Barbayanni) eşliğinde afiyetle yiyebilirsiniz. Midilli, son birkaç aydan beri yaşadığımız Türk lirasının değerindeki hızlı düşüşe rağmen, Türkiye ile karşılaştırıldığında hala ucuz. Zira, burası euro bazında ucuz. Gezimiz boyunca, belirttiğim türde öğünler için, adam başına en fazla 16 euro ödedik. Eğer içki içmezseniz, ortalama 10 euro.

Mytilini’nin Güzel Binalarından Biri

Ayvalık’tan sabah saat 9’da kalkan katamaran, saat 10’a çeyrek kala Midilli’ye yanaştı. Yaz aylarında daha çok olmak üzere, günde karşılıklı birkaç sefer var. Adaya giden Türkler kadar, buradan da Ayvalık’a çarşı, pazar ya da gezmek için giden Midillililer oluyormuş. Karşılıklı böyle bir gidiş gelişin olması çok hoş bence. Ne de olsa, inkar edilemez ortak bir geçmiş, ortak bir tarih var. İki yakada da, yerinden yurdundan ayrılmış, kökleri karşı kıyıda olan insanlar var. Bu büyük bir zenginlik aynı zamanda. Yıllar boyunca, İsmail Cem, Yorgo Papandreu, Mikis Theodorakis, Zülfü Livaneli gibi birçok politikacı, sanatçı ve aydının savunduğu bu zenginlik ve yeşertmeye çalıştığı dostluk, temelde ekonomik nedenlerle de olsa, epeyce yol almış görünüyor.

Midilli adasını gezmenin en iyi yolu bir araba kiralamak. Biz de öyle yaptık. Burada araba kiralama ücretleri de son derece makul. Adanın dört bir yanını, karış karış olmasa da, görmek için üç gece konaklamak ve dördüncü gün akşamüzeri dönmek uygun oluyor. Görmeye fırsat bulamadığınız ya da daha uzun kalmayı arzu edeceğiniz yerler tabii ki oluyor. Bizim de, örneğin, uzonun memleketi olarak bilinen Plomari ya da M.S. 2. yüzyılın sonları ile 3. yüzyılın başları arasında İmparator Adrianos tarafından, Midilli şehrine su getirmek için yaptırılmış olan, Moria’daki Roma Su Kemerleri gibi, bir başka sefere bıraktığımız yerler oldu.

Skala Sykamineas (Skala Kaminias)

1935 yılında Thermi’de, İngiliz arkeolog W. Lamb tarafından yapılan kazılardan, Midilli adasında en az Neolitik (M.Ö. 8000-5500) dönemden beri yaşam olduğu anlaşılmış. Altı kat olduğu tespit edilen yerleşim yerinde, Tunç Çağında (M.Ö. 3000-1200) ileri bir medeniyet seviyesine ulaşıldığı ortaya çıkmış. Bu kazılardan elde edilen arkeolojik eserler şu anda, Midilli Eski Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar.

Adanın tarihine kısaca bakıldığında, birçok uygarlığın buradan gelip, geçtiği görülüyor. Midilli, çeşitli Yunan kabilelerinin istilalarından sonra, M.Ö. 1100-1000 yılları arasında, Anadolu’da Çanakkale ve İzmir arasında da koloniler kurmuş olan Aeol’lerin hakimiyetine geçiyor. Daha sonra Persler, Atinalılar, Spartalılar burada hüküm sürüyorlar. Büyük İskender zamanında Helen İmparatorluğu’nun bir parçası oluyor. İskender’in ölümünden sonra Mısırlı Ptolemi hanedanının, M.Ö. 88 yılında ise Romalıların eline geçiyor. Roma İmparatorluğunun M.S. 476 yılında ikiye bölünmesi sonucunda ada, Bizans İmparatorluğuna kalıyor. Bu arada, M.S. 52 yılında Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Paul de Midilli’ye geliyor.

Bizanslılar Midilli’yi, Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, bir sürgün yeri olarak kullanıyorlar. Adaya çeşitli zamanlarda Slav, Rus, Venedik ve Haçlı saldırıları oluyor. Korsanlar tarafından talan ediliyor. 1354 yılında İmparator Palaiologos Midilli’yi, drahoma (1) olarak, damadı Cenovalı asilzade Francesco Gattilusio’ya veriyor. Böylece adada,  Gattilusio dönemi başlıyor. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet Midilli adasını zapt ediyor. Osmanlı hakimiyeti, 1912 Balkan Savaşı’nın sonuna kadar, 450 yıl sürüyor. 1941 yılında Almanlar adayı istila ediyor ve 1944 yılına kadar burada kalıyorlar.

Daha önce belirttiğim gibi, Midilli’de keyfinize ve ilgi alanınıza göre bir tatil yapabilirsiniz. Ancak benim önerim, nasıl bir tatil tercih ederseniz edin, adada bir yerde takılıp, kalmak yerine değişik köşelerine gitmeye çalışmanız. Zira, Midilli’nin dağ köyleri ayrı, bakir kumsalları ayrı güzel. Dik bir yamaçta kurulu bir köyde, kilisenin gölgesindeki tahta masalarda kahve içmek de, deniz kenarında araba ile giderken, beğendiğiniz bir kumsalda arabayı durdurup, denize girmek de çok keyifli.

Sarlıca Palas Kaplıca Oteli-Loutropoli Thermis. 1909 Yılında Adanın Osmanlı Yöneticisi Hasan Paşa Tarafından Yaptırılmış. 1980’lere Kadar Tüm Dünyadan Gelen Asil ve Zenginlerin Kaldığı Muhteşem Bir Otelmiş

Zamanınıza ve bütçenize bağlı olarak, farklı rotalar mümkün Midilli’de. Biz ilk gün Midilli (Mytilini) şehrinden, önce sahil boyunca kuzeye yöneldik. Skala Pamfilion, Termi Pigri, Skala Nees Kidonion üzerinden daha içerdeki Mandamados’a, oradan kuzeydeki şirin köy Skala Kaminias’a ve sonra da, gece konakladığımız Molyvos ’a (Mithymna) gittik.

Yeni Arkeoloji Müzesi

Midilli’ye ayak basıp, araba kiralama ve benzeri işlerimizi hal ettikten sonra, ayağımızın tozuyla, Yeni Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Burada, Helenistik ve Roma dönemi eserleri sergileniyor. Eski müzeye gidemediğimiz için tarih öncesi döneme ait eserleri görme fırsatımız olmadı. Ancak, çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş yeni müzede sergilenen eşyalar, duvar resimleri ve özellikle döneme ait üç evden çıkarılmış mozaiklerle, M.Ö. 2. ve M.S. 3. yüzyıllarda adadaki yaşam hakkında bir fikrimiz oldu.

Menander ve İlham Perisi Thaleia-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)
Lir Çalan Orfeus-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)
Oyuncu Maskı-Menander’İn Evi (M.S. 3.yy’ın İkinci Yarısı)

Mozaikler arasında özellikle, Menander’in Evi olarak adlandırılmış evden çıkarılmış mozaikler çok güzeldi. Menander (M.Ö. 342-291), antik çağda yaşamış, zamanının önemli bir şair ve oyun yazarı imiş. Bir atrium etrafına dizilmiş, önleri revaklı salon ve odalardan oluştuğu belirtilen bu evin, bir tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğu düşünülüyor. Yapım tarihi, tahmini olarak M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısı. Mozaiklerden birinin ortasında Menander ve ilham perisi Thaleia, onların çevresinde de yazarın oyunlarından sahneler görülüyor. Bir başkasında mitolojide Midilli adası ile bağı olan Orfeus (2), çaldığı lir ile çevresindeki hayvanları büyülerken resmedilmiş. Menander Evi’nin tiyatro oyuncuları loncasına ait olduğunu öğrenince aklıma, geçen sene Sığacık’ta kaldığımız zaman gezdiğimiz Teos antik kenti geldi. Tarihte ilk olarak, M.Ö. 3. yüzyılın sonunda, Teos’da bir tiyatro oyuncuları birliği kurulmuş.

Telephus Evi (M.S. 1.-2.yy)
Euripus Evi (M.S.2.-3.yy)

Mandamados, iki katlı taş evleri olan şirin bir köy. Kıyılardaki korsan saldırılarından bıkan bir grup insanın bir araya gelmesi ile kurulmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren günümüzdeki halini almaya başlamış. Okuduğum gezi kitabında, buranın halkının Midilli toplumu içinde, farklı karakteri ve kültürü olan, özel bir ırk olduğu belirtilmiş. Yeşillikler içindeki köyün bir özelliği de, seramikleri ile ünlü olması. Biz de, köyün girişindeki bir seramik atölyesinden ufak tefek şeyler aldık. Atölyenin sahibi, bir kenarda duran masada oturmuş, pişmiş seramikleri boyuyordu. Raflardaki tabaklar, sürahiler, tuzluklar, kumbaralar ve daha başka bir çok eşya canlı renkleri ile insana göz kırpıyordu. Taşıma derdi olmasa, aldığım sürahiden başka bir sürü şey alabilirdim doğrusu.

Taksiyarhis Manastırı

Mandamados’tan yukarı, Skaminia yönüne giderken, Midilli adasının koruyucusu olarak kabul edilen Başmelek Mihail’e adanmış Taksiyarhis Manastırı’nı gezebilirsiniz. İnanışa göre, 11. yüzyılda burada bulunan manastıra korsanlar saldırmışlar ve tüm rahipleri öldürmüşler. Sadece genç bir rahip kaçmış ve manastırın damına çıkmış. Dua etmeye başlamış. Derken, Başmelek Mihail belirmiş ve tüm korsanları yok etmiş. Genç rahip hemen, ölen rahiplerin kanını toprak ile karıştırarak, Başmelek’i hafızasında kaldığı şekliyle yapmış. Şimdi bu canlandırma, bir ikonanın parçası olarak, manastırın kilisesinde bulunuyor.

Korsanları Yok Eden Başmelek Mihail-Taksiyarhis Manastırı

Gitmeden fotoğrafını görmüştüm. Ne o zaman ne de gittiğimiz vakit, Taksiyarhis Manastırı’nın girişindeki kocaman uçağa hiçbir anlam veremedim. Ayrıca, manastırın kilisesinin içinde de küçük bir uçak asılıydı. Ertesi gün, Agiasos’ta gezdiğimiz Panagia kilisesinde de, Başmelek Mihail’in ikonasının altında asker ve subay üniformaları asılıydı. Ben böyle bir şeyi başka hiçbir manastır ya da kilisede görmemiştim. Sonradan öğrendiğime göre bunun sebebi, Başmelek Mihail’in tüm savaşanların koruyucusu olarak kabul edilmesiymiş.

Taksiyarhis Manastırı

Taksiyarhis Manastırı’na gidenlere, orada mutlaka lokma yemeleri tavsiye ediliyordu. Biz de, manastırı gezdikten sonra, dışarıdaki kafenin ağaçların altındaki masalarına oturup, nefis loukoumades yedik. Hafif tarçınlı tadı çok lezzetliydi…

Taksiyarhis Manastırı

Akşama doğru Molyvos’a vardığımızda biraz yorulmuştuk. Lepetimnos dağının etrafından dolanarak izlediğimiz virajlı yol çoğunlukla kıraç yerlerden geçirmişti bizi. Kıyıya yaklaştıkça, ormanlar başlamıştı. Molyvos, Ortaçağdan kalma kalesi ile ilk anda insanı etkiliyor. Yamaca tutunmuş gibi duran, kendine özgü ve cumbalı evleri ile görsel olarak çok güzel bir yer. Şehir, Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmasından sonra gelişmiş ve serpilen burjuva sınıfı sayesinde yoğun bir ticari merkez haline gelmiş. Bakır Çağı’nın (M.Ö. 5000-3000) sonlarında kurulan Molyvos, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren çok kalkınmış ve Ege sahillerinde koloniler kurmuş. Şehir, daima Midilli kentinin rakibi olmuş ve sanırım olmaya da devam ediyor.

Molyvos Hotel

Kaldığımız Molyvos Hotel (I) iyi bir oteldi. Sade ve temiz odaları olan iki katlı binanın önündeki taş terasta sabahları, palmiye ağaçlarının gölgesi ve Ege’nin hafif esintisi eşliğinde güzel bir kahvaltı yapabiliyorsunuz. Terastan birkaç basamakla inilen kumsal ise, zeytin ağaçlarının altında. Deniz, şahane…

Otelimizden Gün Batımı

Molyvos, güzel restoranları, barları ve butikleri olan bir yer. Limana inen yolda, bazı barların yamaca asılı gibi duran küçük terasları var. Yaz aylarında buraların tıklım tıklım dolu olduklarını tahmin edebiliyor insan. Limanda yemek için tercih edebileceğiniz farklı yerler var. Biz, yemek yediğimiz The Octopus Restaurant’tan çok memnun kaldık.

Ertesi sabah yola çıkmadan önce, kaleyi gezdik. Molyvos’un kalesi, Midilli adasındaki ikinci büyük kale. En büyük kale, gezme fırsatı bulamadığımız, Mytilini’deki. Molyvos kalesi, Bizans döneminde Frenk ve Türk saldırılarına karşı korunmak için yapılmış. Ancak, kalenin o dönemden kalan kısımları çok az. Hatırladığım kadarı ile, sadece bir sarnıç var. Midilli, Cenovalı Gattilusio ailesine geçtiği zaman kale çoktan bir harabeye dönmüş. Gattilusio’lar ve daha sonra 1462’den itibaren Osmanlılar, kaleyi yeniden inşa etmişler. On altıncı yüzyılın ilk yarısından itibaren top kullanımı için uygun hale getirilmiş ve bir sıra sur daha eklenmiş. 1867’deki depremde ağır hasar alan kale, bundan sonra tamamen terk edilmiş.

Molyvos’da Gece. Tepede Molyvos Kalesi
Molyvos Kalesinde Osmanlı İzleri. Kapı Üstünde Eski Türkçe Yazı.

Molyvos kalesinden çok güzel bir Türkiye manzarası var. Buradan Behramkale ’yi ve Babakale’ye doğru tüm sahili açık seçik bir şekilde görebiliyorsunuz. Sanırım bu kez, hazırlıklıydım. Birkaç yıl önce, Kos’tan Türkiye sahillerini gördüğüm zaman hissettiklerimi bu kez yaşamadım. O, değişik bir deneyim olmuştu benim için.

Molyvos Kalesinden Manzara
Molyvos’tan Türkiye Manzarası…

Gezimiz sırasında bizim, özel bir nedenden ötürü, ikinci gün Mytilini’ye dönmemiz gerekti. O nedenle Molyvos’tan, batıya doğru gitmek yerine, güneye doğru indik. Rotamız, Petra, Kalloni üzerinden, Messa Tapınak Kalıntıları, Agiasos, Gera Körfezi’nin batı kıyılarından aşağı inerek, Skala Loutron ve Mytilini, yani Midilli şehri şeklinde oldu. Sizler Midilli’ye gidip, tüm adada tam bir tur yapmak isterseniz, batı ve güneybatı yönünde giderek, güneyde Vatera ve Plomari gibi yerleri de gezerek, Mytilini’ye dönebilirsiniz.

Petra’da Bir Osmanlı Köşkü. Vareltzidaina Köşkü (1790)

Messa Tapınağı’nın konumu, Agia Paraskevi’nin kırsal bölgesi olarak tanımlanıyor. Çam ormanları ve zeytinliklerle kaplı, yemyeşil bir vadideki bu tapınak, “Midilli Üçlüsü” olarak adlandırılan Hera, Zeus ve Dionysus’a adanmış. Yapım tarihi, M.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor. Burada kazılara 1885-1886 yıllarında başlanmış ve 2006 yılına kadar aralıklarla devam edilmiş. Ancak, antik çağda sahip olduğu belirtilen önemine karşın, ortaya çıkarılmış eserler çok fazla görünmüyor. Hele bizim gibi, Türkiye’de ortaya çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış görkemli arkeolojik ören yerlerine alışkın insanlar için hayal kırıklığı bile olabilir. Ben yine de gördüğüme memnun olduğumu belirtmeliyim.

Messa Tapınağı (M.Ö. 6.yy)

İyon stilinde yapılmış olduğu belirtilen dikdörtgen tapınağın yuvarlak bir sunak altarı bulunuyor. Kısa kenarlarda 8, uzun kenarlarda 14 sütun üzerinde yükselen tapınakta beyaz volkanik taş kullanılmış, mermer kullanımı az tutulmuş. Tapınak, M.S. 3.-4. yüzyıllarda deprem nedeniyle yıkılmış. Bu tür tapınaklarda çoğunlukla görüldüğü gibi, daha sonra, buraya (M.S. 5.yy) bir kilise yapılmış.

Messa Tapınağında Kilise (M.S. 5.yy)

Antik kaynaklar, Messa’da yapılan dini törenlere Midilli’li ünlü kadın şair Sappho’nun da şiirleri ve liri ile katıldığını ortaya koymuş. Midilli üzerine yazı yazıp da, Sappho’dan söz etmemek olmaz elbette. Aristokrat bir aileden gelen Sappho, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Midilli’de yaşamış. Bir dönem zengin bir adamla evlenmiş olsa da, onun genç kızlara duyduğu özel ilgi, şiirlerinden de bilinen bir gerçek. Plato tarafından Onuncu İlham Perisi olarak adlandırılmış olan Saphho’nun şiirlerinden günümüze sadece iki uzun ve eksiksiz şiir ve çok sayıda kırık dökük dizeler kalmış. Bunların bazıları öylesine dokunaklı ki, bir kadın için yazılmış olmaları hiç fark etmiyor. Bir kadına ya da erkeğe duyulmuş olsun, ne önemi var. Aşk, aşktır sonuçta…

… ne yalan söyleyeyim ölmek istedim.
Yanımdan ayrılırken iki göz iki çeşme

ağlıyor ve şöyle diyordu bana:
“Ah Sappho, nasıl üzgünüm bilsen!
İnan, istemeden ayrılıyorum senden! ”

Bense şöyle yanıtladım onu: “Güle güle
git, ” dedim, ve beni unutma; biliyorsun
çünkü seni ne çok sevdiğimizi.

Ya da bırak, ben anımsatayım sana
…, …
birlikte geçirdiğimiz o güzel günleri

Kaç kez menekşelerden, güllerden
Ve (güzçiğdemlerinden) örülmüş taçlar
yerleştirdin başına yanı başımda!

Kaç kez, nice güzel çiçeklerden
örülmüş gerdanlıklar doladın,
o incecik boynuna!

Ya bütün o güzel kokular,
bir kraliçe benzeri bedenine sürdüğün
o değerli yağlar!..

Sonra da yumuşak döşeklerde

gideriyordun susuzluğunu.

Sappho’nun Midilli’li olması nedeniyle, Kraliçe Viktorya döneminde, kadınlara ilgi duyan kadınları tanımlamak için, İngilizce adı Lesbos olan adanın isminden lesbian kelimesi türetilmiş (3). Günümüze kadar gelen bu ifadenin kökeni nedeniyle ada hala, lezbiyenler için önemli bir yer. Sappho’nun doğum yeri olan Eresos onlar için sadece gözde bir tatil mekanı olmakla kalmıyor, her yıl burada, tüm dünyadan gelen lezbiyenlerin buluştuğu bir festival yapılıyor.

Agiasos

Agiasos’a vardığımızda öğlen vaktiydi. Önce köyün girişindeki bir lokantada yemek yedik. Önünde geniş bir teras olan lokanta, yukarıya giden yolun ağzında, köşede idi. Yediğimiz köfte porsiyonları iki kişiyi rahatlıkla doyuracak büyüklükte idi. Cacıki ile iyi gitti.

Agiasos, Olimpos dağının eteklerinde kurulmuş, yeşillikler içinde bir köy. Denizden yüksekliği 475 metre. Çevresindeki ormanlarda zeytin, kestane, elma, ceviz ve çam ağaçları olduğu belirtiliyor. Son derece zengin olarak nitelenen florası ve faunasında sadece burada görülen hayvanlar (örneğin, Sciurus Anomalous sincabı) ve bitkiler (30-35 çeşit vahşi orkide) varmış. Köyün rengarenk, ahşap cumbalı evleri çok sevimli. İki, üç katlı bu evler, yamaca yaslanarak yukarı doğru yayılmışlar.

Panagia Kilisesi (1170)-Agiasos

Agiasos, aynı zamanda Ortodoks dünyası için önemli bir ibadet ve hac mekanı. Köydeki Panagia kilisesi 1170 yılında kurulmuş. Köy daha sonra, kilisenin etrafında gelişmiş. Her yıl on beş ağustosta, bütün Ortodoks dünyası ve Yunanistan’dan gelen insanlar, köye gelen yolun büyük kısmını yürüyerek, kiliseye gelmekte ve Meryem Ana gününü kutlamaktaymışlar. Çarşı içinde, dükkanların arasındaki bir kapıdan girilen, avlu içindeki kilisede, M.S. 800 yılında Efesli rahip Agathon’un adaya getirdiği belirtilen, 4. yüzyıldan kalma bir ikona bulunuyor.

Köyün içindeki çarşı, seramikçiler ve tahta oymacıları ile dolu. Ayrıca, bizim birer kahve içtiğimiz Taş Kahve gibi, şirin kahvehaneler ve yemek yerleri var. Sokakların üstünün sarmaşıklar ile kaplanmış olması insanları hem güneşten koruyor hem de hoş bir serinlik veriyor.

Taş Kahve-Agiasos

İkinci gün Mytilini’ye akşama doğru vardık. Geceyi geçirdiğimiz Zoumboulis Rooms’a yerleşip, dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere idi. O nedenle, Osmanlılardan kalan Yeni Cami ve Çarşı Hamamı gibi eserleri karanlıkta görebildik. Buna rağmen, her iki binanın da iyi bir restorasyona ihtiyacı olduğu açıkça fark ediliyordu. Bu kadar çok Türk turistin gittiği Midilli’deki Osmanlı dönemi eserleri dilerim, kısa zamanda elden geçirilirler. Komşularımız, kendilerine göre haklı nedenlerle, kabullenmekte zorlansalar da, adanın 450 yıllık inkar edilemeyecek bir ortak geçmişi var.

Mytilini Kalesi

Aghi Theodori Kilisesi (1795)

Bu gezimizde, Mytilini’yi hak ettiği ölçüde gezemediğimizi düşünüyorum. Bir daha gidersem, kalesi de dahil olmak üzere, kitaplarda yer alan yerlerini gezmek isterim. Okuduğuma göre, başka amaçlarla kullanılan, daha pek çok Osmanlı eseri, Türk evleri ve kiliseler bulunuyor bu şehirde. Ayrıca, Eski Arkeoloji Müzesi, Sultan Beyazıt’ın eski bir Bizans kalesinin bir kısmını tamir ettirerek inşa ettirdiği aşağı Kale ve içindeki az sayıda Türk evi de ilgi çekici olmalı. Şehirde, bizim kısaca gördüğümüz, Antik Çağlar’dan kalma kalıntılar da bulunuyor. O zamanlar şehir, günümüzde kalenin bulunduğu bölge olan, küçük bir adada kurulu imiş. Kuzey ve güneyde bulunan iki limanı birbirine bağlayan bu kanal (Evripos Kanalı), M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren önemli bir merkez olmuş. Sonraki çağlarda bu kanal doldurularak kapatılmış.

Yeni Cami
Çarşı Hamamı
Agios Athanasios Kilisesi

Mytilini şehrinde, bilmediğimiz bir nedenden ötürü tüm oteller doluydu. Bunun nedeni, yılın bu zamanına denk gelen özel bir toplantı olabilir. Kaldığımız yeri bulduğumuza şükrettik. Zoumboulis Rooms, beklentinizi çok yüksek tutmamanız gereken, asgari koşulları sağlayan bir işletme. Öte yandan, akşam yemeği yediğimiz, aile işletmesi Ouzeri Kalderimi, gerçekten leziz bir akşam yemeği yiyebileceğiniz bir yer. Yediğimiz çeşitli meze ve deniz ürünlerinin dışında bu işletmeden aklımda kalan şey, sahibinin gelini olduğunu öğrendiğim kadın oldu. 30-35 yaşlarında, tam bir Yunan güzeliydi ve bana eskilerden ünlü aktris Irene Papas’ı hatırlattı. Yemek üstüne gittiğimiz Cafe Panellinion taş bir binada idi. Duvarlarda, Büyük Mübadele ile Anadolu’dan Midilli’ye gelen göçmenlerin adaya ayak basmalarını gösteren, büyük boy fotoğraflar vardı.

Vatousa

Vatousa Evleri ve Kötü Ruhları Kovmak İçin Çatılarına Konan Seramik Objeler

Üçüncü günümüzde rotamız, Kalloni üzerinden, Vatousa, Andisa, Sigri ve Skala Eresou oldu. Böylece, bir günde adanın güneydoğusundan, önce kuzeybatı yönünde gidip, sonra batıda Sigri’ye ve son olarak, geceyi geçirdiğimiz güneybatıdaki Skala Eresou’ya ulaşmış olduk. Bu arada bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğim. Midilli’de pek çok yerleşim yerinin hem daha iç kısımlarda hem de deniz kıyısında aynı isimle yer aldığını görüyorsunuz. Örneğin, Eresos ve Skala Eresou ya da Loutra ve Skala Loutron gibi. İskele anlamına gelen Skala, burada yerleşim yerinin deniz kıyısında olduğu anlamına geliyor. İtalya’nın belli bölgelerini gezenler bilir. Benzer bir şey İtalya’da da vardır. Orada, Skala yerine Al Mare (deniz kenarında) kullanılır.

Limonos Manastırı(1526)

Kalloni’nin dışındaki Limonos veya Agios İgnatios Manastırı, Midilli’nin en büyük manastırı olarak tanımlanıyor. 1526 yılında kurulmuş olan manastırda her yıl, 14 Ekim tarihinde, kurucusu Aziz Ignatios için kutlama yapılıyormuş. Virajlı bir yoldan inerken aşağıdaki düzlükte karşınıza çıkan manastırın görünümü oldukça etkileyici. Düzlükte, yüksek duvarların ardındaki manastırın dışında, çok sayıda küçük, kilise benzeri yapılar var. Bunlardan, içini gördüğümüz iki tanesi boştu. O nedenle, belki manastırı ziyaret edenlerce farklı amaçlarla kullanılmak üzere, hayır için yaptırılmış olabileceklerini düşündük.

Manastırın Avlusu
Manastırın Mutfağı
Zeytinyağı Kileri

Manastırın ana kilisesini, kadınların girmesi yasak olduğu için, göremedik. Okuduğuma göre burası, “Osmanlı barok tarzındaki tahta oyma ve altın kaplama ibadet yeri ile şahane aziz ikonaları” olan bir kilise imiş. Gezme fırsatı bulduğumuz müze kısmında, çok sayıda ikona, el yazması İncil ve dini kitaplar, rahip kıyafetleri ve çeşitli eşyalar vardı. Bunların dışında, çeşitli Osmanlı padişahlarına ait, çok sayıda ferman vardı. 1734 tarihli, Sultan I. Mahmut’a ait olması gereken bir fermanda, padişahın izni olmadan hiç kimsenin Limonos Manastırı ile ilgili karar alamayacağı ve yaptırım uygulayamayacağı yazıyordu. Padişah fermanı ile korunan manastır, Osmanlı dönemi boyunca önemli bir eğitim ve kültür merkezi olmuş.

Agios İgnatios’un Hücresi
Limonos Manastırının Kurucusu Aziz İgnatios’un Kilisesi

Adanın batısında bulunan Sigri, çok güzel denizi ve plajı olan bir yer. Sigri kalesi ise, Osmanlıların adada tamamen kendilerinin yaptıkları tek kale. Mytilini ve Molyvos’ta var olan kaleler sağlamlaştırılıp, elden geçirilmişken burada yepyeni bir kale yapılmış. Kare şeklinde, fazla büyük olmayan bu şirin kale, 1757 yılında, Sigri limanını korsanlardan korumak için yapılmış. Dört köşesinde kuleleri var. Biz gittiğimizde, kapıdaki demir parmaklıklı kapıda içeriye girmenin tehlikeli olduğu yazıyordu. Ancak biz, kapının aralık durmasından cesaret alarak girdik. Avlu, sararmış otlarla kaplıydı. İlk anda, pek görülecek bir şey varmış gibi gelmedi. Ama yukarıdan, duvarların tepesinden görünen manzara harikaydı…

Sigri Osmanlı Kalesi

O güzelim denize girmeden olmazdı. Deniz keyfi ve yine bol deniz ürünleri olan bir yemekten sonra, geceyi geçireceğimiz Skala Eresou’ya doğru yola çıktık. Ancak yol üstünde, hakkında okuduklarıma dayanarak, görmeyi çok istediğimiz bir yer vardı.

Plaj ve Sigri Kalesi

Günümüzden 20 milyon yıl önce, Kuzey Ege’de ve Midilli’de yoğun bir volkanik faaliyet olmuş. Bu sırada adadaki volkanik dağlardan püsküren volkanik çamur ve kül çok geniş bir alana yayılarak, adanın batısındaki tüm bitki örtüsünü ve ormanları kaplamış. Bunun sonuncunda, Taşlaşmış Orman oluşmuş. Taşlaşmış ağaç gövdelerinin yanı sıra kök, meyve, yaprak ve tohum fosillerinin bulunduğu ve koruma altında olan bu alan Sigri, Andisa ve Eresos köylerini ve Sigri’den kayık ile geçilebilen Nisiopi adacığının etrafını kapsıyor. Biz bu doğa harikası ile ilgili sadece, Sigri çıkışındaki Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi’ni ve bahçesindeki taşlaşmış ağaçları görebildik. Son derece iyi düzenlenmiş ve modern müzede sadece Midilli’ye ait değil, dünyanın hemen her köşesinden getirilmiş fosiller ve volkanik oluşumlar var. Sanıyorum bir köşesinden, hala ayakta duran ormanı ve 13,7 metre çevresi olduğu belirtilen dünyanın en geniş fosil ağacını görmek daha da heyecan verici olurdu.

Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi

Skala Eresou’ya günbatımından önce vardık. Şansımıza, Kadın Festivali için gelenlerin çoğu bir gün önce ayrıldığı için, kumsalın hemen üstündeki Sappho Hotel’de yer bulduk. Burada, yan yana dizili otel ve restoranların önünde, boylu boyunca giden deck insana Bozburun’u anımsatsa da, oradan farklı olarak, Skala Eresou’da aşağı inebileceğiniz bir kumsal var. Akşam, bu deck’in üzerinde, en sonda bulunan Blue Sardine’de çok güzel bir akşam yemeği yedik.

Lesvos Taşlaşmış Orman Doğa Tarihi Müzesi

Skala Eresou’da kalmak, burada kendilerini son derece özgür hisseden lezbiyenlerle birlikte olmak açısından değişik bir deneyim. Laf atan, sizi içki içmeye davet eden ama, kesinlikle rahatsız etmeyen kadınlara hazırlıklı olmalısınız. Başta köy halkı olmak üzere, burada heteroseksüel çiftler de kalıyor olmasına rağmen, gelen yabancıların çoğunluğu kadın çiftler. Bu anlamda, azınlıkta olmanın ne anlama geldiğini de algılıyor insan. Benzer bir deneyimi otuz yıl önce, o zamanlar gay çiftlerin gözde kaçamak yeri olan, Amerika’daki Province Town’da yaşamıştım.

Skala Eresou
Skala Eresou’da Gün Batımı
Dionysos Restaurant- Skala Kallonis

Son günümüzde, akşamüzeri saat 18’de Mytilini’den kalkacak katamarana yetişmemiz gerekiyordu. Buna karşın, sabah kahvaltısı sonrasında Skala Eresou’nun serin mavi sularında yüzecek vaktimiz oldu. Dönüş yolunda, Agra’dan geçerek, Kalonis Körfezi’ne ulaştık. sahil boyunca, Parakila üzerinden kuzeye yöneldik. Skala Kallonis’de kumsaldaki Dionysos Restaurant’da güzel bir öğlen yemeği yedik. Adadan ayrılmadan önce görmek istediğimiz son bir yer daha vardı.

Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi

Daha önce de geçtiğimiz, Agia Paraskevi mevkiinde bulunan Lesvos Zeytinyağı Üretim Endüstrisi Müzesi görülmeye değer bir yer. Piraeus Bank Vakfının katkıları ile düzenlenen müze, eski bir zeytinyağı imalathanesi. Burası zamanında kasabanın ortak üretim merkezi olması açısından da ilginç. Zeytinyağı üretiminin, kullanılan makinalarla birlikte, ayrıntılı olarak anlatıldığı daimi serginin dışında, iki tane de süreli sergi vardı. Bunlardan, 1910 İzmir doğumlu, Yunanlı agronomist Emmanouil Vathis’in bitki çizimlerinden oluşan sergi özellikle çok ilgimi çekti.

Emmanouil Vathis’in Çizimleri

Böylece, Midilli gezimizin sonuna geldik. Az zamanda çok yer gördük. Aklımızın kaldığı, gidemediğimiz çok yer oldu ama, adanın genel bir tadına vardık ve ben bu tadı çok sevdim doğrusu.

____________________________________________________

(1)- Bazı Hristiyan mezheplerinde ve Musevilerde gelin tarafının evlenirken damada verdiği para veya mal.
(2)- Orfeus, ölüler dünyası tanrısı Hades’in sözünü dinlemeyip, eşi Eurydike’yi kurtarırken ardına baktığı için, eşinin sonsuza kadar ölüler dünyasında kalmasına sebep olur. Buna sinirlenen Trakyalı Maenadlar tarafından parçalanır. Kafası ve liri nehre atılır. Ege denizine ulaşan Orfeus’un kafası ve liri, Midilli adasında sahile vurur. Bu şekilde, lirik şiir geleneği de Midilli’ye gelmiş olur. Orfeus efsanesinin tamamı için mitoloji kaynaklarına bakabilirsiniz.
(3)- Lesbian kelimesi aynı zamanda Lesbos’lu, yani Midilli’li demek oluyor.

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Yazmasa Deli Olacak Adam…

İlkokul dördüncü sınıfa yeni başlamıştım diye hatırlıyorum… Bir gün babam bana bir kitap verdi.

– Al bak, sen artık böyle kitaplar okuyabilirsin, dedi.

Krem rengi ile uçuk kayısı renginin birlikte kullanıldığı bir kapağı vardı. O güne kadar okuduğum kitapların kapaklarında olduğu gibi üstünde resim yoktu. Kapakta,

SAİT FAİK ABASIYANIK

Hikayeler

yazıyordu. O zamanlar Türk Dil Kurumu henüz öykü kelimesini dolaşıma sokmamıştı.

Kapağını açıp, karıştırmaya başladım. İçinde, bana biraz fazla kısa görünen hikayeler vardı gerçekten de. İlkinin adını bugün gibi hatırlıyorum… Semaver

Okumaya başladım…

Ben hiçbir şey anlamadım. Bu nasıl hikaye böyle? Bir kere, bir varmış bir yokmuş diye başlamıyor. Ali isminde genç bir adamı annesi, “ezan okunuyor” diyerek, kaldırıyor. Ali fabrikada çalışıyormuş. Kızarmış ekmek ve semaverde demlenen çay ile kahvaltı yapıyorlar. Ali’nin aklından, ıstırap, grev, patron gibi anlamadığım şeyler geçiyor. Sonra, daha doğru dürüst bir olay olmadan, Ali’nin annesi ölüyor. Ali o gün işe gitmiyor. Ondan sonra, Ali salep satmaya başlıyor.

– Baba, ben bu hikayeden bir şey anlamadım. Ne başı belli ne de sonu….

– Sen okumaya devam et kızım. Sait Faik’i okudukça sevecek, bambaşka insanlar, dünyalar tanıyacaksın. O, müthiş bir hikaye ustasıdır…

Başta epeyce sıkılarak da olsa, babamın sözünü dinledim. Yıllar boyu Sait Faik okumaya devam ettim. Okudukça yazdıklarını, onun o özgür ruhunu, başını alıp gitmelerini sevmeye başladım. Sadece Ali’nin, Ahmet’in, Mehmet’in değil, Ermeni Mercan Ustanın, Barba Apostol’un, Hristos’un dünyalarından insan sevgisi ile dolu bir şekilde söz etmesinden duygulandım. Böylesine zengin bir din ve kültür mozaiği barındıran bir şehirde yaşadıkları için İstanbullulara imrendim.

Sonra anladım ki, Sait Faik’in öykülerine sadece tek tek değil, kocaman bir öykünün parçası olarak bakmak gerekiyor. İçinde isimlerini hiç duymadığım semtlerin, Adaların, çeşitli mesleklere sahip, farklı kültürlerden, sosyal sınıflardan insanların, bir de yazarın kendisinin yer aldığı koca bir İstanbul öyküsü… Dini inancı ve sosyal sınıfı ne olursa olsun, tüm insanlara, uçan kuşa, martıya, balığa, kediye, köpeğe, denize, çimenlere, ağaca, kısacası tüm doğaya müthiş bir sevgi ve duyarlılıkla bakan bir yazarın yazdığı bir öykü…

Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldıktan sonra, dünyada İstanbul’u anlatan yazar olarak tanıtıldı ya da tanındı. Nobel Edebiyat Ödülünü almak geniş kitlelere ulaşmak açısından elbette çok önemli. Ama, Batılı okurlar ve özellikle Türk edebiyatı düşkünleri, Prof. Talat Halman’ın nefis İngilizce çevirileri ile Sait Faik ve onun İstanbul’u ile çok daha önceden tanışmışlardı. Şimdilerde, Orhan Pamuk’un kitaplarını da çeviren, Maureen Freely Sait Faik eserlerini İngilizceye çevirmeye devam ediyor.

Burgazada Cami (1953)

İstanbul’un Adalar’ını çok severim. Özellikle de Sait Faik’in adasını, Burgaz’ı… Yaz aylarında çok sıcak ve çok kalabalık olduğu için de, en çok ilkbahar ve sonbaharda hoşuma gider oraya gitmek. Havanın ne çok sıcak ne de soğuk olduğu, ama güneşin pırıl pırıl parladığı günlerde… Ormanı, Sait Faik’in bir çok öyküsünde geçen Kalpazankaya’yı, ara sokaklarda dolaşmayı hep sevmişimdir. Bana sanki Sait Faik, başında arkaya doğru ittiği şapkası ile bir köşeden çıkacakmış gibi gelir.

Burgaz Evleri ve Sokakları

İstanbul’a taşındıktan sonra uzun yıllar Burgaz’a yılda birkaç kez gittik. Bir aralar ilkbaharda, Kalpazankaya’da Sait Faik’i anma günü yapılırdı. O zamanlar, kır gazinosundan hallice olan işletmede sevenleri toplanırdı. Doyulmaz manzaraya karşı konuşmalar yapılır, öykülerinden parçalar okunurdu. Hala yapılıyor mu, bilmiyorum.

Kalpazankaya Yolunda…

O yıllarda, bir keresinde Sait Faik’in evini de gezmek istedik. Kilisenin karşısındaki beyaz boyalı ahşap eve gittiğimizde çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ev ve bahçe pek bakımlı görünmüyordu. Bahçe kapısından içeri girebilmek için zili uzun uzun çalmak zorunda kaldık. Evin bir yerinden çocuk bağrışmaları ve gürültü patırtı geliyordu. Sonunda, bir adam gelip kapıyı açtı. Evi gezmek istediğimizi söylediğimizde, yarım ağız buyur etti. Sanki huzurunu kaçırmıştık. Buranın bekçisi olduğunu, karşılığında ailesi ile birlikte burada kaldıklarını söyledi.

İçerisi beni daha da üzdü. Evin ve Sait Faik’in kişisel eşyaları gelişi güzel sergilenmişti. Her yer toz içindeydi. Bakımsızlıktan çoğu şey yıpranmıştı. En önemlisi, Sait Faik’in el yazmaları, notları ve giysileri güneş ışığına karşı hiç bir koruma olmadan sağa sola konmuştu. Annesi tarafından, müze yapılması için, Darüşşafaka’ya bağışlanmış olan evin hali içler acısıydı…

Kalpazankaya’ya Giderken Kınalı Ada Manzarası

2003 yılında Burgazada’da çok büyük bir yangın çıktı. Yanlış hatırlamıyorsam, piknik alanında çıkan yangın, kuvvetli rüzgarın etkisi ile yayıldı ve büyük güçlükle söndürülebildi. Televizyonda ve gazetelerde gördüğüm, duman tüten ağaçlarla birlikte ormandan geriye kalanların görüntüsü nedeniyle, uzun yıllar bir daha Burgaz’a ayak basmadım. Ta ki, geçen seneye, bir arkadaşım, dikilen ağaçların büyüdüğünü ve adanın tekrar yeşillendiğini söyleyene kadar…

Geçen sene, güzel bir ilkbahar günü Burgaz’a gittik. Nasıl da özlemişim… Hemen önündeki Kaşık Adası’nı, sakin sokaklarını, evlerini, Kalpazankaya’ya giden ağaçlıklı yolu, orada soğuk bira eşliğinde kroket, kalamar ve balık yemeyi… Harika bir gün olmuştu.

Burgaz’dan Kaşık Adası Manzarası

Sait Faik Müzesi’nin çağdaş müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlendiğini duymuş ve çok sevinmiştim. Ancak, geçen sene gittiğimiz zaman müzenin kapalı olduğu günlerden birine denk gelmiştik. (Müze, Pazartesi ve Salı günleri dışında her gün, saat 10:30-17:00 arasında gezilebiliyor.) Çayır Sokak No: 15’te, kiliseye bakan evi sadece dışarıdan görebildik. Kısmet, bu sene görmekmiş…

Bu sene Burgazada’ya, en gitmem dediğim mevsimde, yazın en sıcak günlerinde, hem de çok kısa aralıkla iki kere, iki farklı arkadaşımla gittim. Ayrıca, her iki seferinde de Sait Faik’in evini gezdim.

İlk gidişimde, Bostancı’daki Adalar motor iskelesindeki kalabalığı görünce, ne yalan söyleyeyim, başta epeyce moralim bozuldu. İtiş, kakış, ağlayan çocuklar, çocuklara kızan anneler, plaj çantaları, piknik sepetleri… Hafta arası olmasına rağmen… Kınalı-Burgaz motoruna bindik. Sonra, mucizevi bir şey oldu. Tüm plaj ve piknik sevenler Kınalı Ada’da indi. Motorda üç beş kişi kaldık.

Burgaz’a yanaştığımızda buranın da çok tenha olduğunu gördük. Anlaşılan, deniz ve piknik için gidenler Kınalı ve Heybeli’yi, Arap turistler ise, Büyükada’yı tercih ediyorlar. Burgaz, o çok sevdiğim rehaveti ve kedileri ile bizi karşıladı…

Aya Yani Kilisesi

Sait Faik’in evi, sahilden biraz yukarıda, Ortodoks Aya Yani Kilisesi’ne bakan, beyaz boyalı ahşap bir bina. Oldukça geniş bir de bahçesi var. Bu kez, müzeye girer girmez mutlu oldum. Belli ki, sorumluluk sahibi birileri buraya el atmış ve Sait Faik’in anısına yaraşır bir müze yaratmış. Eşyalar elden geçirilmiş, koltukların yüzleri döneme uygun bir şekilde yenilenmiş, el yazmaları, belgeler ve kitaplar güneş görmeyecek şekilde, uygun camekanlarda ve camlı kitaplıklarda koruma altına alınmış. Girişten itibaren tüm odalara ve camekanlara ayrıntılı açıklamalar konmuş.

Sait Faik Müzesi

Müzenin yeni halini görmek beni o kadar sevindirdi ki, kendimi tutamayıp, girişteki güvenlik görevlisine müze ile ilgili övgüler sıraladım. Etrafta daha yetkili birisini görsem, daha da uzun boylu konuşurdum herhalde. Epeyce genç olan ve büyük olasılıkla müzenin eski halini bilmeyen adamcağız şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Öylece, yüzüme bakakaldı…

Bahçe Kapısından Girince Sait Faik Sizi Karşılıyor…

Sait Faik, 18 Kasım 1906 yılında Adapazarı’nda doğmuş. Babası Kurtuluş Savaşı sırasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde çalışmış. Hatta savaş yıllarında bir sene de Adapazarı Belediye Başkanlığını yürütmüş. Hizmetlerinden dolayı, daha sonra kendisine beyaz kurdeleli İstiklal Madalyası verilmiş. Aile 1920 yılında İstanbul’a taşınmış ve Mehmet Faik bey kereste ticareti ile uğraşmaya başlamış.

Yazarın Babası Mehmet Faik Bey

Sait Faik’in esas yakın olduğu kişi her zaman annesi olmuş. Babası gibi, Adapazarılı bir aileden gelen Makbule Hanım, oğlunun ince ruhunu, özgürlüğüne düşkünlüğünü ve en önemlisi, yeteneğini anlamış ve destek olmuş. 1955’ten itibaren Sait Faik Hikaye Armağanı verilmesini de, vasiyet ederek evinin müze olmasını da sağlayan o olmuş. Makbule Hanım, Sait Faik’in 11 Mayıs 1954 yılında ölümünden sonra, Burgaz’daki evinde inzivaya çekilmiş. 22 Ocak 1963 yılında vefat etmiş. Evini, eşyalarını ve Sait Faik’in kitaplarının yayın haklarını Darüşşafaka’ya bırakmış. Sait Faik’in öyküleri yıllar içinde çeşitli yayın evleri tarafından basılmış. Bizim gençliğimizde bu kitapları Bilgi Yayınevi basardı. Şimdilerde, İş Bankası Yayınları olarak basılıyorlar. Satılan her kitap Darüşşafaka’ya bir katkı oluyor aynı zamanda. Makbule hanımın müze ile ilgili bir vasiyeti de, buranın ücretsiz olması olmuş. Gençlerin buraya rahatça gelip, yazarın dünyasını solumalarını, burada vakit geçirmelerini istemiş. Her iki gidişimde de müzeyi gezen çok sayıda genç görmek çok güzeldi…

Yazarın Annesi Makbule Hanım
Sait Faik Annesi ile Birlikte

Abasıyanık ailesi 1924 yılından itibaren yaz aylarını Burgaz’da geçirmeye başlamış. Ancak, günümüzde müze olan köşkü 1938 yılında, evin ilk sahibi olan Dr. Spanudis’ten satın almışlar. Köşkün ilk yıllarından kalan ve Dr. Spanudis’in hediyesi olan tablo, giriş katındaki salonda sergileniyor.

Dr. Spanudis’in Hediyesi Olan Tablo (Aslı restorasyonda imiş)

Evde, iki tane normal, bir de çatı katı var. Giriş katında, salon ve yemek odası, üst katta yatak odaları. Eşyalı olmayan odalarda, Sait Faik’in özel eşyaları, fotoğrafları, el yazmaları, kitapları ve kişisel belgeleri sergileniyor. Tatlı tatlı gıcırdayan ahşap döşemeler ve merdivenler, panjurları kapalı odaların loşluğu, arka odalarda pencerelere hafifçe değen ağaç dallarının içeri vuran gölgesi, hepsi bana Sait Faik’in yazmak için buraya sığınmaktan nasıl keyif almış olabileceğini düşündürdü. Çünkü, bir ara okumak için yurtdışına gitse de, dönüşte türlü türlü işlerin dışında bir ara babasının işinde çalışmaya çabalasa da, onun için yazmak hep birincil olmuş. İstanbul’u, Adalar’ı, Burgaz’ı ve en çok da insanları yazmak… Düşünmüş ki, yazmasa…

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
(Haritada Bir Nokta adlı öyküden)

Salon

Yemek Odası

Çatı katının bir bölümünde Sait Faik’in balıkçılık malzemeleri sergileniyor. Oltası, sepeti, Ara Güler’in o ünlü fotoğrafındaki şapkası. (Eskiden, toz içinde duvarda asılı duran şapkanın yeni düzenlemede bir camekanın içinde korumaya alınmış olması beni sevindirdi.) Balıklar ve balıkçılarla ilgili öyküleri, Sait Faik’in denizi ve barındırdığı yaşamı ne kadar sevdiğinin en güzel göstergesi. Hepsi insanın yüreğine değen öyküler… Hele o, Sinarit Baba öyküsü…

Sait Faik’in Yatak Odası

Çatı katındaki diğer odada ise, yazarın çeşitli kişilere yazdığı mektuplar, yurtdışından gönderdiği kartpostallar ve başka yazışmalar, çok güzel bir şekilde sergileniyor. Belli ki, bunlar sadece bir seçki. Eminim, çok daha fazlası vardır. Belgelerin bir kısmı çekmecelerde, bir kısmı da kağıtların ön ve arka yüzleri okunabilecek şekilde düzenlenmiş. Bu odada, siz de Sait Faik’e hitaben bir mektup yazıp, bir kutuya atabiliyorsunuz. Gittiğim iki seferde de bunu yapan gençler vardı. Makbule Hanım, oğlunun gençler tarafından tanınmasını, bir yazar olarak unutulmamasını istemiş. Bu anlamda, vasiyetinin yerine geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mehmet Faik Beyin İstiklal Madalyası
Sait Faik’in Okul Çantası ve Fotoğraflar
Ajanda, Seçmen Kartı, TCDD İndirim Kartı, Sigara Kutusu, Gözlük Kabı, Zarf Açacağı, Tesbih
1953’te Tedavi İçin Paris’e Giderken Kullandığı Pasaport ve Uçak Bileti
Medarı Maişet Motoru Kitabının Müsveddeleri

Sait Faik Müzesi’ni gezmek insanı geçmiş zamanlara götürüyor. En az 60-70 yıl öncesine. Büyük olasılıkla, yaşam koşullarının çok daha zor olduğu dönemlere. Buna karşın, doğaya daha yakın, sade ve basit bir yaşam süren insanların, bizlerden çok daha mutlu olduğu yıllara. Öyle ya… Hangimiz ya da kaçımız, gençliğinden itibaren hastalıklarla boğuşan, sonra da 48 yaşında ölen Sait Faik gibi yaşamdan zevk alabiliyor? Adalar’ın ve İstanbul’un keyfine varıp, çayır çimenden, kuşlardan, balıklardan mutlu olabiliyor günümüzde?

Çatı Katında Harika Manzaraya Karşı
Balıkçılık Malzemeleri
Sait Faik’in Meşhur Şapkası

Bana öyle geliyor ki, Sait Faik’in başarısının nedenleri sadece onun gözlem yapma ve yazma yeteneği, duyarlılığı ya da doğa ve insan sevgisi değil. O, Haldun Taner’in çok güzel ifade ettiği gibi, kendisini olduğu gibi kabul edebilmiş bir insan. Olmadığı, olamayacağı bir insanmış gibi yaşamayı kabul etmemiş. Aslında hep dar gelirli ve sıradan insanları yazsa da, belli çevrelerde kabul görmek ya da dünyanın en saygın edebiyat ödülünü almak için, ağzında eğreti duracak siyasi söylemlere, yazılara gerek görmemiş…

Sait Faik’i, Sait Faik yapan, bütün o yüksündüğü özellikleriydi. Aylaklığıydı. Okul kaçkını başıboşluğuydu. Hiçbir ciddi işi ucundan tutamayan gelgeçliğiydi. Sonunda kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki, toplumdaki hikayeci yerini, bilinçle aldı. Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu.

Disiplinli yazarlar gibi, muntazam çalışmıyordu, yazma işine asılmıyordu. Eserekli yaradılışına uyarak, durup dinlenip, bazen sadece yaşayıp, yazmayı unutarak, yazmaktan ekmek parası beklemeyerek, yazıyordu.
(Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil-1983)

Sait Faik’in Uluslararası Mark Twain Derneğine Üyelik Belgesi

Şimdi hemen bazılarının, bunu yapabilmek için insanın varlıklı bir ailesinin ve Makbule Hanım gibi kendisini destekleyen bir annesinin olması gerektiğini söylediğini duyar gibi oluyorum… Doğru… Para kazanma kaygısının olmaması, Sait Faik için büyük bir avantaj olmuş. Ama, varsın olsun, bence… Benzer ayrıcalıklara sahip olup, hiçbir şey üretemeyen, yaratamayan, bir işe yaramaz onca insan aklıma gelince, varsın olsun diyorum…

Çatı Katında Yazarın Yazışmalarının Bulunduğu Bölüm

Sait Faik, sorumluluk ve gerçeklerden uzak bir alemde yaşamış gibi görünse de, bence aslında her şeyin farkında imiş. Gittikçe acımasızlaşan insanların, çirkinleşen dünyanın ve yok edilen doğanın fazlası ile bilincindeymiş. Öyküleri bu farkındalığın ip uçları ile dolu. İşte, Son Kuşlar öyküsünün son paragrafı…

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.

Günümüze Kadar Sait Faik Hikaye Ödülünü Kazanan Yazarlar ve Eserleri

Bu yaz Burgaz’da gitmekten mutlu olduğum bir diğer yer de, Adalar Cemevi (Çınarlık Sok. No:19) oldu. Bu zamana kadar Burgaz’da bir cemevi olduğunu bilmiyordum. Oysa, burası İstanbul’daki en eski cemevlerinden biriymiş. Kendisi de Alevi olan sevgili arkadaşım götürdü beni oraya. Yeşillikler içindeki bahçesinde içtiğiniz her çay, yediğiniz içtiğiniz her şey, cemevine bir katkı oluyor aynı zamanda. Sonradan bulup okuduğum bir söyleşide (1), Adalar Cemevi Başkanı Zeki Kaya şöyle demiş:

Burgazada’da kilisesi, havrası, cemevi ve camisiyle dört tane dini inanç bir arada yaşıyor. Irk, din, mezhep ayrımı olmadan herkes iç içe yaşıyor. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Türkler, Kürtler, hepsi bizim cemevi bahçesinde bir araya geliyor. Onlar buraya geliyor ben de onların ibadet yerlerine gidiyorum. Bu çok güzel bir duygu. Farklı inançlarla yan yana yaşamak mutluluk verici.

Ne mutlu, ne güzel… Sevgili Sait Faik’in adasına da bu yakışır doğrusu…

Adalar Cemevi’nin Önündeki Çınarın Yaşı 600’den Fazla…

Sabah, Bostancı’dan Adalar’a doğru giderken güzeldi de, dönüşte motordan görülen manzara içimi dağladı. Birbiriyle uyumsuz binalarla dolu, betonlaşmış bir kara parçası. Bir zamanların yemyeşil Dragos Tepesi, orada oturan arkadaşlarımızı ziyarete gittiğimiz zaman kendimizi ormanın kıyısında hissettiğimiz Yakacık… Hepsi beton canavarı tarafından öğütülmüş… Kalan yeşillikler ise, insanı daha da fazla hüzünlendiriyor.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Dostu Sait Faik’e Hediye Ettiği Testi ve Baskı Tablo

İçler acısı manzara bana Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir şiirini anımsattı. Yanlış anlaşılmasın. Öyle, şiirleri hatırlayıp ezberden okuyabilme gibi bir yeteneğim hiçbir zaman olmadı. Eve gelince, bulup tekrar okudum. Bedri Rahmi de , dostu Sait Faik gibi, nasıl da görmüş her şeyi yetmiş yıl öncesinden…

Şehirdekilere Gazel

Onlara çiçek götürmiyelim
Kolonya sürünsünler
Taylarımızı, sıpalarımızı anlatmak için,
Nefes tüketmiyelim;
Tahtadan atları var binsinler..
Söğüt dallarına bıçak vuranların
Tavşanlara saman dolduranların elleri kırılsın
Onların çeşit çeşit oyuncakları var
Gemileri var uçsuz bucaksız,
Oyunları var hadsiz hesapsız.

Ahhh, arı daha iyi saklayabilse balını
Başak tanelerini inkar edebilse
Kuyu dikip başına lâhzada tüketse kendi suyunu
Ağaç meyvalarını yiyebilse.
Su çevirmesin değirmen taşını
Rüzgar doldurmasın yelkenlerini
Irmak taşımasın kirlerini
Toprak örtmez olsun ellerini
Ne günleri varsa görsünler
Aslını ararsan
Toprağa sadece ölülerini gömüp
Bir defacık olsun yalınayak basmadılar
Karış karış yarıldı bahçelerimiz kırk yerinden
Kulak asmadılar
Suyu alıp götürdüler
İçip içip tükürdüler
Üstüne üstelik
Bize acımasını bildiler
Biz de onlara acıyalım..

Bedri Rahmi (1948)
————————————————————————————–
(1)- “Burgazada Cemevi halkları ağırlıyor”, www.adalargercek.com , (10/7/2016)

Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…

Bundan epeyce zaman önce bir gün, Beyoğlu’nun Tünel taraflarındaki arka sokaklarında yürürken birden, içten gelen bir dürtü ile başımı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz gördüm onu… Bina, büyük olasılıkla on dokuzuncu yüzyıldan kalma idi. Belki de yirminci yüzyıl başından. Zamanında güzel ve heybetli olduğu anlaşılıyordu ama artık, epeyce yıpranmış, hava kirliliğinden, isten, pastan simsiyah olmuştu. Yine de, ana kapının üstündeki işaret tereddüde yer bırakmayacak kadar açık seçikti. Işık saçan üçgenin içindeki göz bana bakıyordu… Ürperdiğimi hatırlıyorum…

Masonlukla ilgili simgeler arasında belki de en yaygın olarak bilinen ışık saçan üçgen içindeki gözü daha sonra, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde, tekrar görmüştüm. Bunların bazıları çok işlek caddelerde idi. İnsanlar pek farkında değil gibiydiler. Ben bakakalırken, onlar yürüyüp gidiyorlardı. Belki de önemsemiyorlardı. Ne de olsa, Masonlukla ilgili algı her ülkede bizde olduğu gibi değil. Bir de sonradan anladım ki, binaların üzerindeki bu ve benzeri Masonik simgeler mutlaka o binada bir Mason locası olduğu anlamına gelmiyor. Kimi zaman sahibinin, kimi zaman da yapan mimarın Mason olduğunu ifade etmek için konmuş olabiliyor.

Barselona, Mason simgeleri ile dopdolu bir şehir. Belki de Masonluk konusunda bu kadar çok, gizli ya da açık, sembol olan bir başka şehir yoktur. Bunu fark etmem konusunda en önemli etken, Barselona’ya gitmeden önce edindiğim bir kitap oldu. Kitap, şehir ile ilgili başka pek çok ayrıntı dışında, bu konuda ilginç bilgiler ve adresler veriyordu. Ben de, kaldığımız sekiz gün boyunca şehirde gezerken, bir yandan da belirtilen işaretleri izlemeye çalıştım. Kimi açık seçik bir şekilde ortada idi. Kimisini arayıp, bulmak vakit aldı. Eminim, daha birçok benzer işaret vardır.

Az bildiğim ya da doğrulayamadığım konularda bilgi vermekten, ukalalık taslamaktan korkarım. Öyle bir konuma asla düşmek istemem. Konu Masonluk olunca durumun, konunun özü itibariyle, daha da hassas ve benim için doğrulanması zor olduğu bir gerçek. Bu nedenle, Barselona’da gördüğüm söz konusu işaretleri, Masonik anlamlarına girmeden, sadece belirtmekle yetineceğim. Bu sembollerin ne anlama geldiğini merak edenler için internette, Türkçe ve yabancı dillerde, birçok site var. Arzu edenler buralara bakabilir. Bilenler zaten biliyordur…

Barselona’nın Masonluk ile ilişkisi yüzyıllar öncesine, onun dayandığı temel olarak kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin şehir ile tarihsel bağlarına dayanıyor. Bunu öğrenmek, şehirdeki çok sayıda Mason izlerini anlaşılır kılıyor. Her ne kadar Masonluğun İspanya’ya Napolyon döneminde geldiği belirtilse de, belli ki bu tarihsel temel yayılmasında ve benimsenmesinde önemli rol oynamış. Günümüzde, İspanya’da en fazla sayıda (1500’ün üzerinde) Masonun Barselona’da yaşadığı belirtiliyor.

Tapınak Şövalyeleri’ni ilk olarak, Umberto Eco’nun unutamadığım kitabı, Gülün Adı ile öğrendim. O dönem, beni kitaptan sonra müthiş bir hayal kırıklığına uğratan film henüz çekilmemişti. Herkesin elinde Şadan Karadeniz’in çevirdiği kitap vardı. Bu son derece akıcı ve heyecan dolu kitabın kalın olmasından ve arkasındaki açıklamalardan ürkenler ise, film çevrildikten sonra kitabı kendileri de okumuş gibi yapmaya kalktılar. Sonuç çok patetik olmuştu çünkü, film kitabın hem çok kısaltılmış hem de epeyce değiştirilmiş bir haliydi…

Gülün Adı kitabını ben İngilizce olarak okumayı tercih etmiştim. Bu da okuyucunun daha çok çaba göstermesini gerektiriyordu çünkü, Türkçe çevirisinde olduğu gibi ayrıntılı ek bilgiler ve açıklamalar içermiyordu. Şadan Karadeniz bence okura büyük bir destek sağlamıştı. Belki de, Türk okurun bu çabayı göstermeye yanaşmayıp, kitaptan mahrum kalmasına gönlü razı olmamıştı. Durum bu olunca, kitapta geçen tüm tarihsel kişilerin, grupların ve olayların arka yüzünü benim araştırıp, bulmam gerekmişti. Bu süreç günümüzde, büyük bir iş gibi görünmeyebilir ama, otuz küsur yıl öncesinden söz ediyorum. İnternetin henüz olmadığı, bilgiye iki tuş tıkırdatarak erişilemeyen zamanlardan… Yani, bir şeyi öğrenmek için ansiklopedi ya da kaynak kitaplara dalmayı gerektiren, “internet öncesi” çağlardan… Ancak, araştırma kısmı en az kitabın kendisi kadar keyifli olmuştu benim için. Tapınak Şövalyeleri Eco’nun Foucault’nun Sarkacı kitabında tekrar karşıma çıktığı zaman, konuya artık çok daha aşina idim.

Tapınak Şövalyeleri, 1119 yılının Noel günü, Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde kurulmuş bir tarikat. Kendilerine karargah olarak, Hz. Süleyman’ın iki bin yıl önce yaptırdığı ünlü Kutsal Tapınağı seçen ve ismini buradan alan bu savaşçı şövalyeler, o dönemde Kutsal Topraklara hacca giden hacıları ve kutsal mekanları koruma görevini üstlenmiş. Üzerinde kırmızı bir haç olan bembeyaz tunikleri ile Tapınak Şövalyeleri, özel hayatlarında son derece sade ve tutumlu olmalarına karşın, yıllar içinde, Avrupa’nın hükümdarlarından ve zenginlerinden aldıkları mal, mülk ve para bağışları ile çok zenginleşmişler. Giderek, Londra ve Paris’ten Orta Doğu’ya kadar uzanan, büyük bir mali güç haline gelmişler. Belki de bu nedenden ötürü, Tapınak Şövalyeleri’nin sonunu getiren, savaştıkları Müslümanlar değil, Papa’nın da onayı ile, Hristiyanlar olmuş. Kafirlik, puta tapınma, büyücülük, eşcinsellik gibi suçlamalarla karşı karşıya kalıp, öldürülmüşler. Topraklarına ve mallarına el konmuş. Son olarak, 1314 yılında son Büyük Üstatları yakılarak, öldürülmüş.

Tapınak Şövalyelerine indirilen darbenin üzerinden 700 küsur yıl geçmesine rağmen, hem kendileri hem de yok edilişleri ile ilgili esrar perdesi hala ilgi çekiyor. Bu konuda pek çok kitap yazılıyor, film çekiliyor. Hatta, son yıllarda video oyunları bile yapılmış. Bazı uzmanlara göre, onların Doğu’da uzun süre kalmaları, Kabala ile, gizli bilgi ve güçlerle temas etmelerine yol açmış. Hz. Süleyman’ın Tapınağının altını kazıp kazmadıkları, burada “Kutsal Kâse”yi, Hz. İsa ve onun bırakmış olabileceği bir mesaj ile ilgili şeyler bulup bulmadıkları hala belli çevreleri meşgul ediyor. Bir başka konu da, onları koruması gereken Papa’nın niçin, Fransa Kralının tarikatı yok etme taleplerine sesini çıkarmadığı ile ilgili. Onların gerçekten suçlu olduklarına inandığı için mi, yoksa onlara ihanet ettiği için mi? 2007 yılında Vatikan’a ait Gizli Arşivde bulunan bir belge, Papa’nın Tapınak Şövalyelerinin suçsuz olduğunu bildiğini ve onlara ihanet ettiğini ortaya koymuş. 1308 tarihli bu belgede, Papa adına şövalyeleri sorgulayan üst düzey Vatikan temsilcilerinin onları suçsuz bulduğu belirtiliyormuş.

Büyük Üstat, Jacques de Molay’ın 1314 yılında Paris’te yakılmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri değişik ülkelerde, değişik isimler altında varlıklarını sürdürmüşler. Farklı topluluklar kökenlerinin bu şövalyelere dayandığını iddia etmiş. Bu arada Masonlar da, özellikle Hz. Süleyman’ın Tapınağı ile ilgili sırların ve bilgilerin, Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla, kendilerine geçtiğine inanmışlar.

İspanya, İber yarımadasının Araplardan kurtarılması için verilen uzun mücadeleye katkılarından dolayı, Tapınak Şövalyelerine daima kucak açmış. Öyle ki, tarikat üyeleri Fransa’da kafirlik ve diğer suçlardan suçlu bulunurken, Papa’nın baskısı ile Aragon’da yapılan duruşmalarda, Kralın etkisi ile, suçsuz ilan edilmişler. Ayrıca, Kral II. Jaume (James) Tapınak Şövalyelerinin Aragon ve Valensiya’daki arazi ve mallarının, Papa’nın istediği şekilde, Hospitaller tarikatına devredilmesine karşı çıkmış. Onun yerine, tüm malları, Papa’yı ikna ederek kurduğu Montesa tarikatına devrettirerek, Tapınak Şövalyelerinin başka bir ad altında birkaç asır daha varlıklarını sürdürmelerini sağlamış. Böylelikle, Tapınak Şövalyeleri sınırları Araplara karşı korumaya devam etmiş ve 1492 yılında kesin zaferin kazanılmasında da büyük rol oynamışlar.

Barselona, Tapınak Şövalyeleri için daima önemli bir şehir olmuş. Liman kontrolünü ellerinde tutmaları onların hem Kutsal Topraklarla hem de diğer Akdeniz bölgeleri ile yakın ilişkide olmalarına olanak sağlamış. Giderek, çok da zenginleşmişler. Günümüzde, şehrin eski bölgesinde onların izleri hala var. Belli bir bölgedeki, Carrer dels Templers, Carrer del Palau gibi sokak isimleri daha önce burada bulunan, tarikata ait manastır, mezarlık ve malikâneleri çağrıştırır nitelikte. Şövalyelerin bir dönem, şehrin Yahudi bölgesi El Call tarafında da çok sayıda mal ve mülkü varmış. Varlıklarını buralara yayarak, Yahudileri kontrol altında tutmayı da hedeflemişler.

Carrer del Timo, 3 adresinde, şu anda demir parmaklık ile kapatılmış kısa bir çıkmaz sokağın sonunda, tuğla örülmüş bir kapı var. Buranın, 1859 yılında şehir genişletilirken yıkılan, Tapınak Şövalyelerine ait karargah ve manastırdan geriye kalan tek kalıntı olduğu belirtiliyor. Bu kapı, Kralın izni ile yapılmış özel bir geçite açılırmış ve buradan Romalılardan kalan surların Regomir’deki kapısına ulaşılırmış. Bir görevleri de şehri korumak olan Tapınak Şövalyelerinin Barselona’daki yerleşim bölgelerinin surların dibinde olması doğal.

Tapınak Şövalyeleri’nin Karargahından Kalan Kapı.

Tapınak Şövalyeleri’nin, karargahlarının avlusundan doğrudan girebildikleri bir de kiliseleri varmış. 1246 yılında, Piskoposun özel izni ile inşa edilen bu kilise şimdi, bir başka kilisenin bir parçası olarak, Carrer d’Ataulf, 4 adresinde bulunuyor. Biz bu kiliseyi, biraz aradıktan sonra bulduk. Ancak, kapalı olduğu için, sadece dışarıdan görebildik. Okuduğuma göre, 1312 yılında Papa Clement V Tapınak Şövalyeleri tarikatını lav edince, şehirdeki tarikata ait tüm kiliselerin çanları kırılmış. Bir tek bu kilisenin çanına dokunulmamış. Bunun nedeninin, kapının üstünde yazılı olan Domus Dei et Porta Coelis (Tanrının Evi ve Cennetin Kapısı) ibaresi olabileceği belirtiliyor.

Tapınak Şövalyeleri’nin Kilisesi

Bir önceki yazımda sözünü ettiğim Frederic Mares Müzesi’nin bodrum katında, Tapınak Şövalyeleri’nden kalmış bir başka kalıntıya daha rastladık. Burada, tarikatın Carrer dels Templers, 1 numaradaki, çoktan yok olmuş, bir yerleşim yerinin kapısını gördük.

Carrer dels Templers 1 Adresinin Kapısı-Frederic Mares Müzesi

Daha önce belirttiğim gibi, Tapınak Şövalyeleri ile tarihsel bağları olan Barselona’da Masonluğun kabul görmesi ve yayılması çok zor olmamış. Napolyon’un ordusu 1808 yılında İspanya’yı fethettiği zaman, ülkede çeşitli localar hemen faaliyete geçmişler. Napolyon’un İspanya Kralı yaptığı kardeşi Joseph Bonapart’ın o sırada Fransız Masonlarının Hâkim Büyük Genel Müfettiş’i olması da bu konuda önemli bir etken olmuş.

İspanya’nın tamamı ile birlikte, Barselona’da da Masonluk çok hızlı yayılmış. O dönem, şehrin yönetici sınıfından ve zengin ailelerinden pek çok kişi Mason localarına katılmış. Sadece bununla da kalmamış. Müzisyenlerin, sanatçıların ve mimarların arasında da Masonluk yaygınlaşmış. Özellikle mimarların bazıları, eserlerine Masonlukla ilgili işaretleri koymayı da ihmal etmemişler.

Park Güell

Barselona denilince ilk akla gelen mimar olan Gaudi’nin de Mason olduğu konusunda kuvvetli iddialar bulunuyor. Bir kesim bu olasılığı reddetse de, biyografisini yazan yazarların görüşü bu yönde olmuş. Özellikle, Carandell isimli yazar, ulaşabildiğini iddia ettiği İşçi Loca’sının kuruluş belgesinde Gaudi ve velinimeti Eusebi Güell’in isimlerinin olduğunu belirtmiş. Bu iddianın en kuvvetli kanıtı, Gaudi’nin Eusebi Güell’in isteği üzerine yaptığı Park Güell’in girişinde bulunuyor. Ana giriş olan Carrer d’Olot kapısının yakınında, parkı çevreleyen duvarın üzerinde, ALABA POR yazısı bulunuyor. Bu yazının LABOR PAA ifadesinin bir anagramı olduğu belirtiliyor (1). 1871 tarihli bir Mason el kitabına göre, PAA ( Principal Asamblea Auspiciada) “misafirhane” ya da “loca” demekmiş. Bu durumda, ALABA POR yazısı İşçi Loca’sını ifade ediyor. Ayrıca, parkı çevreleyen duvar boyunca on dört kere yazılı olan “Park” kelimesindeki “P” harfinin ortasındaki beş köşeli yıldızın, Masonlar tarafından sıklıkla kullanılan ezoterik sembol olduğu söyleniyor. Bir diğer nokta da, “Park” kelimesinin Katalanca olması gerektiği gibi “c” ile değil, İngilizcede olduğu gibi “k” ile yazılmış olması. Bunun da, Masonluğun ana vatanı İngiltere’ye bir gönderme olduğu düşünülüyor.

Gaudi ile ilgili bir başka iddia da, onun Masonluk derecesi ile ilgili. Kendisinin, otuz üç Mason derecesinden on sekizincisi olan, Güllü Haç Şövalyesi olduğu ve Sagrada Familia’da buna bir gönderme yaptığı belirtiliyor. Güllü Haç Şövalyesi derecesinin simgesi kabul edilen pelikanı Sagrada Familia’da hemen fark etmek mümkün değil. Hatta aşağıdan baktığınızda hiç görünmüyor. Oysa Gaudi onu, ünlü “Sonsuzluk Ağacı”nın hemen altına yerleştirmiş. Görebilmek için tam karşıdaki parktan bakmanız gerekiyor.

Sagrada Familia
Sonsuzluk Ağacının Altındaki Pelikan

Gaudi ile ilgili yazdığım yazımda, onun genç bir mimar olarak yaptığı sokak lambalarından söz etmiştim. Kendisi, Barselona Şehir Konseyi’nden bu siparişi mezun olmadan ve mimar Josep Fontserè ile çalışmaya başlamadan önce almış. Bir Mason olan Fontserè’nin, genç Gaudi’nin söz konusu siparişi alması konusunda etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Plaça Reial’deki lambaların (1879) konumunun iki önemli Mason Locasının arasında olmasının da, Gaudi’nin Masonluğu ile ilgili olduğu ifade ediliyor. Daha sonra yaptığı, Pla de Palau’daki lambaların (1890) üst kısmındaki birbirine sarılmış yılanlar ise, daha belirgin bir Masonik ifade olarak kabul ediliyor.

Gaudi’nin Lambaları-Plaça Reial
Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau

Parc de la Ciutadella, Barselona’nın turistler açısından önemli ziyaret mekanlarından birisi. Sadece turistler için değil, sandalla gezilebilen göleti, hayvanat bahçesi, portakal ve palmiye ağaçları ile birlikte, Barselonalılar için de boş vakitlerini geçirebilecekleri, hoş bir park. Burada bir zamanlar, 1715-1720 yılları arasında Felipe V tarafından yaptırılmış bir kale varmış. Bir dönem hapishane olarak da kullanılan kale, 1888 Dünya Fuarı için park haline getirilmek üzere, birkaç binası dışında, yıkılmış.

Yapımında birçok mimar ve sanatçının katkısı olan Ciutadella parkının odak noktası, hiç şüphesiz, kuzeydoğu yönünde bulunan görkemli çeşme ve önündeki yarım ay şeklindeki havuzu. Yapımına 1875 yılında başlanan bu çağlayanlı çeşmenin tasarımı, Josep Fontserè’e ait. Yukarda Mason olduğunu belirttiğim Fontserè, projesi ile açılan yarışmada birinci olunca, genç mimarlarla birlikte çalışmaya başlamış. Onlardan birisi olan Gaudi’ye ise, hepsinden daha fazla yaratıcılık ve katkı yapma olanağı tanımış.

Parc de la Ciutadella

Başta konumu olmak üzere, çağlayanlı havuzda pek çok özelliğin Masonik simgelere işaret ettiği kabul ediliyor. Bunlardan ilki, söz konusu anıt ve havuzun, tüm Mason locaları gibi, doğu-batı ekseninde yer alıyor olması. Onun dışında, üçüncü kat çağlayanın ardındaki mağara (maalesef günümüzde, Gaudi’nin planladığı gibi içine girip, akan suyu izleyemiyorsunuz) da Masonluğa gönderme olarak tanımlanıyor. Parkın diğer bir noktasındaki Plazoleta Aribau olarak adlandırılan terasta da yine Gaudi tarafından konmuş, taş kaide, beş köşeli yıldız, akasya ağacı gibi Masonlukta özel anlamı olan sembollere dikkat çekiliyor.

Parkın çevresindeki demir parmaklıkların da Gaudi’nin eseri olduğu biliniyor. Toplam 132 sütun ve 7 kapısı olan bu parmaklıkların üç adet ana kapısı bulunuyor. Bu kapılarda, büyük beyaz cam kürelerle korunan lambalar var. Üzerlerinde arması bulunan Kral Jaume, daha önce belirttiğim gibi, aynı zamanda, Masonların atası kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin koruyucusu.

Parc de la Ciutadella’nın Giriş Kapılarından Biri

Modernist mimarlardan Joan Rubió i Bellver, Gaudi’nin öğrencilerinden birisi. 1905 yılına kadar birlikte birçok projede çalışmışlar. Bunların arasında Gaudi’nin Sagrada Familia, Casa Batlló, Casa Calvet, Park Güell ve Mayorka Katedralinin restorasyonu gibi belli başlı eserleri de bulunuyor.

Pont del Bisbe

Barselona’nın gotik bölgesindeki ünlü ziyaret noktalarından birisi, Carrer del Bisbe, 1 adresindeki Pont del Bisbe (Piskoposun Köprüsü). Plaça de Sant Jaume’dan Katedrale doğru giderken altından geçeceğiniz bu neo-gotik tarzdaki köprü çok eski gözükse de, aslında 1928 yılında, mimar Joan Rubió i Bellver tarafından yapılmış. Köprü, Katalonya hükümet binası Palau de la Generalitat ile, hükümet başkanının resmi ikametgahı Casa dels Canonges’u birleştiriyor. Aslında Bellver’in arzusu, bu civarda gotik mimariden esinlenerek bir dizi bina yapmak imiş ancak, projesi Şehir Konseyi tarafından kabul edilmemiş. Sonunda, sadece bu köprüyü yapabilmiş.

Pont del Bisbe

Pont del Bisbe ile ilgili birçok efsane türetilmiş. Bunlardan biri, köprünün altından geri geri yürüyerek geçerseniz, dileğinizin gerçekleşmesi üzerine. Tüm bu söylentiler bir yana, aslında köprü başka yönlerden dikkat çekici. Gaudi gibi Mason olan Bellver, köprünün altına Masonlukla ilgili simgeler koymayı ihmal etmemiş. Çoğu insanın fark etmeden, hatta bakmadan geçip gittiği bu simgelerin bazılarını açık seçik görmek mümkün. Bunların başında, Masonluğa giriş törenine (Tekris Töreni) bir gönderme olan ağzında hançer ile bir kurukafa ve yine yaygın bir sembol olan akasya yaprakları var. İbis kuşu ve T (tau) harfleri belirtilen diğer semboller. Çevredeki duvarlarda da başka semboller var. Ancak ben, orada olduğu söylenen beyaz eldiveni bir türlü bulamadım. Eğer giderseniz, belki siz görebilirsiniz.

Pont del Bisbe’nin Altındaki Semboller

Barselona’da bir de Çikolata Müzesi (Museu de la Xocolata) var. Kakao ve çikolata, Güney Amerika ile tarihsel bağları nedeniyle, Barselona ile oldukça ilintili ürünler. Müze çok büyük olmamakla beraber, Güney Amerika’da kakao bitkisinin keşfinden başlayarak, Barselona’da icat edilmiş ilk çikolata makinalarını, çikolata ile ilgili gelenekleri, sıcak çikolata fincan ve cezvelerini kapsıyor. Ayrıca, her yıl pastacılar arasında yapılan, çikolatadan heykel yarışmasının ürünlerinden örnekler de var.

Çikolata müzesinin de içinde bulunduğu Sant Augusti Manastırı (Carrer del Comerç, 36), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tarihte birkaç kere yıkılıp, yeniden yapılmış. İç Savaş sırasında ağır hasar almış. Günümüzde, binanın kalan bölümlerinde bir sanat merkezi ve belediyeye ait ofisler bulunuyor. Manastır, Napolyon işgali sırasında kışla olarak kullanılmış. Binaya Mason sembolleri de o dönemde eklenmiş. Bunların bir kısmı zamanla kaybolmuş olsa da, kapı üstlerindeki gönye, pergel, akasya ağacı ve üç sütun işaretlerini açıkça görmek mümkün.

Sant Augusti Manastırı

Kaldığımız otele üç, dört dakikalık mesafede, Carrer de la Portaferrissa, 11 adresinde, kapı üstü alınlığında Mason sembolleri olan bir yapı vardı. Çok işlek olan bu sokakta da insanlar çoğunlukla, bu apaçık simgeleri fark etmeden yürüyüp, gidiyorlardı. Barselona’dan ayrılmadan çok kısa bir süre önce, bu kez elimde adres ile gittiğim zaman anladım ki, biz de birçok defa önünden geçmişiz. Oraya vardığım zaman, tesadüfen, yerli halktan birisi de arkadaşına o sembolleri gösteriyor ve açıklamalarda bulunuyordu.

Carrer de la Portaferrissa 11

Günümüzde bir öğrenci yurdu olan bu binanın on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında büyük olasılıkla bir Mason locasına ait olduğu belirtiliyor. Şehir Arşivlerindeki kayıtlara göre yapım izni 1867 yılında alınmış. Mimarı ise, Domingo Sitjas. İzin belgesinde kapı üstündeki heykellerin belirtilmemesi binanın, o dönem şiddetli bir şekilde anti-Mason tavır içinde olan kilisenin ve yönetimin dikkatinden kaçmasını sağlamış. Bu sayede, yıkılmaktan kurtulmuş.

Kapılarda Yıldız İşaretleri…

Kapının üstündeki heykel grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Masonluğa dair göndermelerle dolu. İki çocuk, aralarına yığılmış ve üstünde bir üçgen olan tuğlalara yaslanıyorlar. Sağdaki çocuk sağ eliyle üçgeni tutuyor. Sol elinde ise, iki tane cetvel var. Sol taraftaki, tuğla yığınına yaslanmış çocuğun sol elinde bir mala, sağ elinde bir pergel görülüyor.

Barselona’ya gidip de, yolu Plaça de Catalunya’dan geçmemiş kimse yoktur herhalde. Şehrin eski bölgesi Barri Gotic’ten Eixample’ye doğru giderken geçmeniz kuvvetle muhtemel, ünlü La Rambla’nın ucundaki geniş meydandır orası. Her daim fotoğraf ya da selfie çeken turistlerle dolu bir yer. Günün saatine göre, işe giderken ya da dönerken meydanı hızlı adımlarla arşınlayan Barselonalıları da görmek mümkün orada.

Plaça de Catalunya

Plaça de Catalunya’nın yapımı için, 1862 yılında Şehir Konseyi tarafından planlamalar başlamış. Ancak, araya giren 1888 Dünya Fuarı nedeniyle, çalışmalar 1889 yılında başlamış. Meydanın yapımı birkaç kere metro inşaatı gibi pratik ya da siyasi nedenlerle kesintiye uğramış. Bu kesintilerin sonucunda, meydanın bugünkü haline gelmesinde birçok mimar çalışmış. İlk projenin sahibi Pere Falques de dahil olmak üzere, bunların bazılarının Mason oldukları biliniyor. Plaça de Catalunya, 2 Kasım 1927 yılında, Kral XIII. Alfonso tarafından açılmış.

Meydanın ortasında durduğunuz zaman, tam olarak algılayamasanız da, yerde kocaman bir tekerlek olduğunu fark edebiliyorsunuz. Tam olarak görebilmek için çevredeki yüksek bir yerden bakmanız ya da şimdilerde çok moda olan drone’la çekim yapmanız gerekli. Ben ikisini de yapamadığım için, buraya internetten bulduğum bir resmi koyuyorum. Bilmem, şekil size bir şey hatırlattı mı?

Plaça de Catalunya Kaynak: Mülkiyehaber.net, Murat Sevinç (18/07/2017)

1905 yılında, Şikagolu bir Mason olan avukat Paul Harris, üç arkadaşı ile birlikte, elit bir organizasyon kurmuş. Bu nedenle Masonluktan çıkarılmış çünkü, Rotary adını alan bu kulübe üye olmak için belli maddi koşulları yerine getirmek gerekiyormuş. Eşitlik konusunda hassas olan ve sosyal sınıfa, statüye bakılmaması gerektiğini savunan Masonlar için bu, kabul edilemez bir ön şartmış.

Kulübün amblemi başta basit bir tekerlek olarak tasarlanmış. Daha sonra farklı şubeler açıldıkça, her şube kendi amblemini kullanmış. 1922 yılında tek bir amblem kullanılması ve tekerleğin dışına dişliler eklenmesi kararlaştırılınca, günümüzde kullanılan Rotary amblemi ortaya çıkmış. Catalunya Meydanındaki şeklin, Rotary ambleminin eski haline benziyor olması, meydanın yapımında çalışan bazı mimarların, o sıralar Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan Rotary’e üye olduğu yorumuna yol açıyor.

Bıraktıkları çok sayıda ize dayanarak, Masonlar için Barselona’da hayatın her zaman kolay olduğunu düşünmeyin. Bazı dönemlerde, kilisenin de kışkırtması ile, Mason olmanın bedelini hayatları ile ödemişler. Örneğin, 1829 yılında Barselona’daki bir Mason locasının tüm üyeleri tutuklanmış, biri ölüme, diğerleri ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar. Diktatör Franco da Masonlara karşı çok sert davranmış. Katalonya’nın son Cumhuriyetçi devlet başkanı Lluis Companys Mason olduğu için, 15 Ekim 1940’da, General Franco’nun emri ile kurşuna dizilmiş. Öte yandan, günümüzde Franco’nun Masonlara karşı bu düşmanlığının çok kişisel olduğu belirtiliyor. Erkek kardeşi Mason olan Franco, 1932 yılında Madrid’de iki kere farklı Mason localarına girme teşebbüsünde bulunmuş. Ancak, kendisini “dürüst ve iyi ahlaklı” bulmayan kardeşinin kefil olmaması üzerine kabul edilmemiş.

Barselona üzerine bu sonuncu yazımı da yine bir lokanta ile bitirmek istiyorum. Ancak, bu herhangi bir lokanta değil… 7 Portes Restaurant, konumuz ile yakından ilintili… Buraya gelip, yemek yiyen çoğu insan farkında olmasa da…

182 yıllık 7 Portes Restaurant ve bulunduğu binanın ilginç özellikleri var. Binayı yaptıran Josep Xifré i Casas (1777-1856), Küba’dan Amerika’ya şeker kamışı ihraç ederek büyük bir servet edinmiş bir İspanyol (bazı kaynaklarda Katalan olduğu belirtiliyor). Daha sonra gittiği New York’da servetine servet kattıktan sonra, 1831 yılında Barselona’ya gelmiş ve parasını burada gayrimenkul ve bankacılığa yatırmış.

Porxos d’en Xifré

Bir Mason olan Xifré, Barselona’ya yerleştikten bir süre sonra, mimarlar Josep Buixareu ve Francesc Vila’dan, Passeig Isabel II caddesinde çok büyük bir bina yapmalarını istemiş. Özel isteği binanın, Paris’teki Rue de Rivoli’de olduğu gibi revaklı (portico) olması imiş. Bu nedenle bina, Porxos d’en Xifré olarak da anılır olmuş. Burası aynı zamanda, Barselona’da ilk musluktan akan suyu olan ve ilk fotoğrafı çekilen yapı imiş. Pablo Picasso da, 1895 yılında ailesi ile birlikte Barselona’ya taşındığı zaman, binadaki apartman dairelerinden birinde oturmuş.

Binada Xifré’nin hem evi ve ofisi hem de lüks bir kafe bulunuyormuş. Café de les 7 Portes adını yapının yedi kapısı olmasından almış. Sekizinci kapı ise, hizmetliler ve malzeme taşınması için planlanmış. Sonraki yıllarda bir restorana dönüşen kafe başından beri Barselona’daki Masonların buluşma yeri olmuş.

Restorana gitmeden önce, şehirde gezerken karşımıza iki kere çıkan bu bina oldukça etkileyici. İlkinde, sahilden Parc de la Ciutadella’ya giderken ansızın karşımıza çıktı. Yaptığım okumalardan bildiğim için, görür görmez tanıdım onu. İkincisinde ise, Santa Maria del Mar kilisesini gezdikten sonra sahile doğru yürürken, yakınına çıktık.

Mimari olarak, Hz. Süleyman’ın tapınağından ilham alındığı söylenen binanın her yanı Mason işaretleri ile dolu. Sütunlardaki astrolojik işaretler, üçgen, mala birbirine sarılmış yılan işaretleri, akasya dalları, ayrıca bina köşelerindeki duvar yapan çocuk rölyefleri… Hepsi birer gönderme. Restoranın içi de, Mason localarının karakteristik siyah beyaz yer karoları ve akasya dalı ile aynı şekilde çağırışım yapıyor.

7 Portes’e rezervasyonsuz gitmek riskli olur. Bizim rezervasyonumuz olduğu halde, dışardaki masalarda bir süre beklememiz gerekti. İçerde de, ana salon yerine arka salona oturtulduk. Dekorasyon ve servis açısından bir fark olmasa da, ön tarafı tercih ederdim doğrusu. Hele bir de piyano sesi gelmeye başlayınca, içim gitti. Burası, kuruluşundan beri ressamların, ünlülerin geldiği bir yer olmuş. Onların restoranda oturdukları noktalarda, tanıdık pek çok kişinin imzası ya da fotoğrafı var. Ben de arkamdaki duvarda Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve’ün imzaları ile o masada oturdukları ibaresini görünce, konuyu daha fazla dert etmemeye karar verdim. Ayrıca imza ve afişlerin dışında, arka salonun duvarlarındaki orijinal tablolar da ana salonu aratmıyordu. Restoranın önemli bir özelliği de, kendisine ait geniş bir resim koleksiyonu olması.

Yemeklere gelince… Bir şişe güzel Katalan şarabı eşliğinde yediğimiz karidesli bezelye çorbası, deniz ürünlü paella ve tatlı olarak Crema Catalana enfesti…

_______________________________________________________________

(1)- Anagram, bir sözcüğün veya sözcük grubunun harflerinin değişik sıralanarak başka bir sözcüğü veya sözcük grubunu oluşturmasıdır. Çoğunlukla, özel adların saklanması veya şifre amacıyla kullanılan bir yöntemdir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Secret Barcelona”, Rocio Sierra Carbonell, Carlos Mesa, (2015).
2- “The Templars- History and Myth”, Michael Haag, (2009).

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (4): Romalıların İzinde…

Yabancı bir şehirde, turist olarak belli bir süre için gitmiş olsanız da, günler geçtikçe ve aşinalık arttıkça, rahatlarsınız. Gidilecek yönleri, binilecek metro ve otobüsleri, inilecek durakları, dönülecek köşeleri daha bir kolay algılarsınız. Hele bir de otelinizi elinizle koymuş gibi bulmaya başladınız mı, tamamdır… Enerjinizi artık başka şeylere yöneltirsiniz. Bindiğiniz metroda çektiğiniz inilecek durağı kaçırma heyecanı yerini, işten evine dönen yerli halkı gözlemleme sakinliğine bırakır. Ne giymişlerdir, ne okumaktadırlar. Köşedeki manavdan alışveriş yapan kadın neler almaktadır…

Barselona’ya geldikten kısa bir süre sonra rahatlamıştık. Çok iyi çalışan ulaşım ağı sayesinde, şehrin topoğrafyasını bir iki gün içinde algılamak mümkün olmuştu. Bu da benim için, yabancı bir yerde kendimi evimde hissetmenin en önemli unsurlarından biridir. Artık bir yerden bir yere giderken, farklı şeyler dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bunların başında, Katalonya’nın bağımsızlığını desteklemek için asılan bayraklar ve siyasi mahkumların serbest bırakılmasını isteyen afişler geliyordu. Evlerin balkonlarında, dükkanlarda, hatta gezdiğimiz bazı müzelerin balkonlarında bayraklar veya bağımsızlık sembolleri vardı.

Bağımsız Katalonya İçin Bayraklarla Donatılmış Balkonlar

1 Ekim 2017 tarihinde, Katalonya’nın bağımsızlığı için yapılan referandumun öncesindeki ve sonrasındaki olayları ben de yazılı ve görsel basından izlemiş, aşırı bulduğum polis müdahalelerine hayret etmiştim. O nedenle, doğrusu nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmiştim. Ne de olsa, İspanyol hükümeti ile yaşanan karşılıklı restleşmeler ve ardından Başkan Carles Puigdemont ile birlikte bazı bağımsızlık yanlılarının ülke dışına kaçmak zorunda kalmaları sonucu ortam iyice gerilmişti. Bunun sokağa ve tatilimize yansıması nasıl olacaktı?

Dükkanlarda, Müzelerde Siyasi Mahkumlara Özgürlük Talep Eden Yazılar ve Sarı Kurdeleler

Barselona’ya gider gitmez, yaşanan krizin, bizim kalışımız açısından olumsuz bir etkisinin olmayacağını anladık. Otelimizin bulunduğu La Rambla başta olmak üzere, şehrin belli bölgelerinde, Katalan bayrakları ve afişlerle ifade bulan yoğun bir bağımsızlık talebi olduğunu görebiliyorduk. Ama, Katalan bayraklarının asıldığı evlerin yan dairelerinin balkonlarından da İspanyol bayrakları dalgalanıyordu. Sokaklarda, halk arasında herhangi bir itiş kakış veya tatsızlık yoktu. Benim çıkarsadığım kadarıyla, kargaşa ve sertlik halk arasında değil, bağımsızlık yanlıları ile merkezi İspanyol hükümetine bağlı polisler arasında olmuştu.

Bir şehrin yeme içme kültürünü tanımak istiyorsanız, pazarlar bu konuda en iyi fikir veren yerler. Barselona’da birkaç tane büyük ve tarihi pazar yeri var. Bunlardan biri ve de en ünlüsü, otelimiz Hotel 1898’den birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Aziz Josep Pazarı, nam-ı diğer, La Boqueria. Önünden günde birkaç kez geçtiğimiz bu yiyecek pazarı, Avrupa’daki bu tür pazarların en hatırı sayılır olanı şeklinde tanımlanıyor. Farklı temalar üzerinden şehirde iz sürerken, bir gün buraya da girmeyi ihmal etmedik. Şehirde dolaşırken karşımıza çıkan diğer iki tarihi pazar, Mercat de Sant Antoni (1882) ve üstü kapalı pazarların en eskisi olduğu belirtilen, Katedralin yakınındaki, Mercado de Santa Caterina (1845) idi.

Aziz Josep Pazarı. Nam-ı Diğer, La Boqueria
Mercat de Sant Antoni
Mercado de Santa Caterina

La Rambla üzerindeki La Boqueria’nın tarihi on üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Başlarda burada et satılan tezgahlar varmış. Yüzyıllar içinde yapılan taşınmalar ve yeniden düzenlemeler sırasında giderek, her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar yeri halini almış. 1913 ve 1914 yıllarında, Modernista mimar Antoni de Falguera’nın tasarladığı, La Rambla’dan giriş kapısı ve metal çatı yapılmış. Günümüzde burası, her türlü meyve, sebze, balık, et, jambon, peynir, tatlı ve şekerlemenin satıldığı bir yer. Meyve ve sebze başta olmak üzere, satılan her şey tertemiz görünüyor. Ürün satılan tezgahların yanında, atıştırmalık şeyler yiyebileceğiniz yerler de mevcut. Oturduğunuz yüksek taburelerde, taptaze deniz ürünleri, et ve peynir çeşitleri tadabilir, manavlardan taze sıkılmış her türlü meyve suyu alıp, içebilirsiniz. Tek sorun, turistler nedeniyle aşırı kalabalık olması. Nispeten ucuza yenebilen taze ve lezzetli ürünler nedeniyle buraya ilgi çok fazla. Bir kitapta, bu nedenden ötürü, yerli halkın normal alışverişini sabahın erken saatlerinde yapmayı tercih ettiğini okudum. La Boqueria’da ayrıca, yemek pişirme ve genel gastronomi kursları da düzenleniyor. Arzu ederseniz, çeşitli tezgahlarda tadım içeren, turlar da var.

Hepsi Taze, Hepsi Lezzetli…

Evet… Giriş olarak bu farklı konulara kısaca değindikten sonra şimdi, yazımın asıl konusuna geçebilirim. Roma İmparatorluğu’nun Barselona’da bıraktığı izlere…

Her ne kadar yabancıların Barselona’yı ziyaretleri sırasında odak noktaları daha çok on dokuz ila yirminci yüzyıl ve bu dönemlerde yapılan eserler olsa da, şehrin çok daha eskilere giden, zengin bir tarihi var. Katalonya’da, milattan önceki bin yıl içerisinde, tarıma dayalı yerleşik düzene geçmiş insan toplulukları oluşmaya başlamış. M.Ö. 550 yılları civarında Grek tüccarlar buralara gelerek, ticaret üsleri kurmaya başlamışlar. Barselona’nın ilk olarak tarih sahnesinde belirmesi ise, İspanya’nın güneyindeki “Yeni Kartaca”dan gelen Kartacalılar sayesinde olmuş. M.Ö. 230 yılında, Hannibal’in babası, Hamil Barca şehri kurmuş ve kendi adını vermiş.

Romalıların bölgeye gelişi, babasının yerine geçen Hannibal’in, Katalonya’dan hareket ederek, Pirene ve Alp dağlarını aşması ve Roma’ya saldırması üzerine olmuş. Hepimiz Hannibal’in, ordusundaki fillerle beraber yaptığı bu zorlu seferi, orta okul ve lise tarih derslerinden hatırlarız. Bu saldırıya öfkelenen Romalılar, M.Ö. 218 yılında, sadece Barselona’yı değil, tüm İspanya’yı fethedecekleri seferlerine başlamışlar. Önce, Barselona’ya bir saat kadar mesafedeki Tarragona’yı, daha sonra, M.S. 3. yüzyılda, Barselona’yı baş şehir yapmışlar. Romalılar, Batı Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında çökmesine kadar, Barselona’da kalmışlar. Bundan sonra şehir, Vizigotlar’ın eline geçmiş.

Kaldığımız süre boyunca, Barselona’da Roma İmparatorluğundan kalan eserlerin önemli bir kısmını görmeyi başardık. Şehrin Gotik bölgesine denk gelen Roma dönemi Barselona’sının üstüne, Orta Çağ boyunca koca bir şehir inşa edilmiş. Bu nedenle, kalıntıların büyük bir bölümünün üstünde başka yapılar var. Bazılarından hiçbir iz kalmazken, bir kısmı bu binaların bodrumlarında ortaya çıkarılmış. Milattan sonra üçüncü yüzyılda yapılan şehir surlarının bir kısmı da, sonradan yapılan binaların duvarlarının bir parçası haline gelmiş. Zamanında, 1250 metre uzunluğunda olan Roma surları, iki metre kalınlığında ve sekiz metre yüksekliğindeymişler. Orta Çağda şehrin büyümesi ve nüfusunun artması sonucu bu duvarlar çok kısıtlayıcı olmaya başlayınca, Kral Birinci James tarafından yıktırılmış ve Roma dönemi şehrinin on katı büyüklükte bir alanı çevreleyen yeni surlar yapılmaya başlanmış. Günümüzde bu bölge, Barri Gotic olarak biliniyor.

La Plaça del Rei

Gotik bölgede, özellikle Katedralin (Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia) çevresi Roma dönemine ait kalıntıların yoğun olarak bulunduğu bir alan. Katedralin arka tarafındaki La Plaça del Rei meydanında bulunan iki önemli binanın dış duvarları aslında Romalılardan kalan duvarlar. Bunlardan birisi, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna çıktığı salonun (Saló del Tinell) da bulunduğu, Palau Reial Mayor sarayı. Diğeri ise, Santa Agata Kilisesi. 1302 yılında yapılmış olan bu kilise de Roma surlarının bir parçası. Her iki binayı da görebilmek için, Barselona Şehir Tarihi Müzesi’nden (Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona) girmeniz gerekiyor. Bu müzenin kapısını bulmak bir hayli zor oldu ama, değdi. Çok büyük olmayan meydanda bir hayli dolanmamız, birkaç görevliye sormamız ve bazı açılmayan kapıları zorlamamız gerekti. Sonunda, giriş kapısını bulduk. Bu konuda ısrarcı olmamın nedeni, söz konusu müzenin şehrin Roma tarihi açısından çok önemli olduğunu daha önce okumuş olmamdı. Müzede, Barselona’nın M.Ö. 1. ve M.S. 13. yüzyıl arası dönemine ait eserler bulunuyor.

Solda Palau Reial Mayor Sarayı, Sağda Santa Agata Kilisesi. Her İkisinin de Duvarları Roma Surları
Santa Agata Kilisesi

Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’nın en etkileyici bölümü, bodrumundaki eski Roma kalıntıları. Bu kalıntıların tamamının, tüm meydanın altını ve daha fazlasını kapsayacak şekilde, 4000 metre kare civarında olduğu belirtiliyor. Ancak, şu anda henüz tamamı gezilemiyor. Buna rağmen, yerin altında gezilebilen alandaki eserler insanı hayrete düşürmeye yetiyor…

Müzede M.Ö. 1. ve M.S.13 Yüzyıl Arası Dönemden Eserler Var

M.S. 12-15 yıllarında Barselona’ya Romalılar tarafından verilen isim, Colonia Augusta Faventia Paterna Barcino ya da kısaca Barcino imiş. Şehir müzesinin altındaki kalıntılar sizi bu dönemin Barselona’sına, yani Barcino’ya götürüyor. 1943 yılında açılan müzede kazılar yapıldıkça, yeni bölümler halka açılmış. Kalıntıların üzerine ustaca yerleştirilmiş platformlarda yürüyerek, milattan sonra birinci yüzyıl Barselona’sındaki şehir duvarlarını, duvar dibinden giden yürüyüş yollarını, surlarda bulunan 78 kuleden birini, tekstil boyama ve yıkama atölyelerini, şarap imalathanesini, balık ve balık ürünleri işleme atölyelerini, hamam, ev ve mozaik yer döşemelerini gezebiliyorsunuz. Bunların dışında, mezarlık (nekropol) ve Hristiyan Roma dönemine ait kilise kalıntıları da mevcut. Hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda arkeolojik yer gezdim. Ancak, Barselona Şehir Müzesinin bodrumundaki Roma şehri kalıntılarının sergilenişinin bir benzerine rastlamadım. Ravenna’daki Santa Eufemia kilisesinin bodrumunda bir Bizans sarayının kalıntılarını (Domus dei Tappeti di Pietra) gezmiştik ama, burada koca bir şehir vardı neredeyse.

Yerin Altındaki Barcino’dan Genel Görünüm ve Şehir Surları
Intervallum-Şehir Surları İle Birinci Sıra Evler Arasındaki Yürüme Yolu
M.S. 4. Yüzyıla Ait Bir Barcino Evinden Duvar Freski
Hamamın Soğuk Su Havuzu (M.S. 5.-6.yy)
Tuzlu Balık İmalathanesi (M.S. 3.yy)
Şarap İmalathanesi (M.S. 3.-4.yy) . Yerdeki Küçük Deliklerin Bulunduğu Noktalardaki Deniz Tuzu ve Bal Depolarından Bu Maddeler Azar Azar Şaraba Katılıyormuş
Kilise ve Mezarlık
Roma surlarındaki 78 Kuleden Birisi (M.S. 4.yy)-Yapımda Başka Yapıların Malzemeleri de Kullanılmış

Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’dan çıkmadan önce, çıkış kapısının hemen iki tarafındaki, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gezmeyi unutmayın. Biz, biraz da bir başka yere yetişme telaşı ile, bu iki yeri gezmeden müzeden çıkmışız. Sanırım bir başka neden de, söz konusu iki yerin de bu müzenin içinde olduğunu okuduklarımdan anlamamış olmamdı. Gerçi biz Barselona’ya gidince, beş gün boyunca hem her türlü ulaşımın hem de belirli müzelerin ücretsiz olduğu Barcelona Card almıştık. Bu nedenle, müzeye o günler içinde istediğimiz kadar gidebilme hakkımız vardı. Yine de, durumu anlayıp, birkaç gün sonra tekrar gittiğimizde, çıkış noktasındaki bu iki yeri gezebilmek için tüm müzeyi tekrar arşınlamak istemediğimizi anlatabilmemiz biraz zaman aldı. Sonunda, giriş gişesindeki kibar beyin yönlendirmesi (ve büyük olasılıkla, biz dışardan çıkış kapısına giderken ettiği telefon sayesinde) tersten müzeye girip, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gördük.

Santa Agata Kilisesi

Kristof Kolomb’un Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Huzuruna Çıktığı Saló del Tinell

Katedralin arka tarafında, Plaça del Rei meydanının yakınında bulunan Casa de l’Ardiaca da Barselona’daki Romalılara ait izler açısından önemli bir diğer yapı. Başpiskopos yardımcısı için on altıncı yüzyılda yapılmış bu binadan, Modernista mimariyi ele aldığım Barselona hakkındaki ikinci yazımda, kapısındaki posta kutusuna değindiğim zaman söz etmiştim. Günümüzde Tarihi Şehir Arşivinin bulunduğu bu binanın dış cephe duvarları da, aslında Roma dönemi surları. Bina, daha önce belirttiğim Santa Agata Kilisesi ve eski saray gibi, surlar kullanılarak yapılmış. Ayrıca, binanın fuayesindeki bir bölümden aşağı baktığınız zaman, surlardaki kulelerden birinin kalıntısını da görebiliyorsunuz.

Casa de l’Ardiaca’nın Duvarları Romalılardan Kalma Surların Parçası

Casa de l’Ardiaca’nın Avlusu

Bodrumdaki Sur ve Kule Kalıntıları

Bu bölgede görebileceğiniz bir başka Roma dönemi sur kalıntısı, yine Katedralin yakınındaki, Frederic Mares Müzesi’nin bodrumunda bulunuyor. Heykeltıraş Frederic Mares i Deulovol’a (1893-1991) ait, inanılmaz zengin bir koleksiyonu barındıran müze, gezmekle bitmiyor. Biz sanırım müzenin üçte birini ancak görebildik. İşte bu müzenin bodrumdaki salonlarından birinde de, bir sur kalıntısı ortaya çıkarılmış.

Frederic Mares Müzesi Bodrumundaki Roma Dönemi Kalıntıları

Frederic Mares Müzesi ile ilgili hoş bir anımız oldu. Barselona’da tüm müzelerin bilet gişelerinde hangi ülkeden geldiğiniz soruluyor. Sanırım, bunu istatistik tutma amaçlı yapıyorlar. Burada da aynı soru ile karşılaştık. Artık alışmıştık zaten. Gişedeki hanıma İstanbul’dan geldiğimizi söyledik. Çıkarken, audio rehberimizi ve kulaklıkları gişedeki aynı hanıma teslim ederken, birdenbire ve biraz da utanarak, “Ben Fatmagül’ü çok seviyorum”, dedi. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden söz ettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. “Aaa! Burada da mı gösteriliyor?” diye sorduğumda, gülerek, “Evet, tabii”, dedi. En az, Estonya’da, Talinn havaalanında, bizim Gümüş dizisini televizyonda gördüğüm zaman şaşırdığım kadar şaşırdım.

M.Ö. 5.yy-M.S. 4.yy Eserleri-Frederic Mares Müzesi
Augustus (M.S.1.yy)-Frederic Mares Müzesi

Barselona’daki bir diğer etkileyici Roma dönemi kalıntısı, M.Ö. birinci yüzyılda yapılmış olup, Augustus Tapınağı olduğu düşünülen kalıntılar. Bazı arkeologlara göre, 2007 yılında Tarragona’da ortaya çıkarılan tapınağın esas Augustus Tapınağı olduğu iddia edilse de, şu anda şehrin resmi kaynakları ve gezi kitapları burayı bu isimle belirtiyorlar.

Augustus Tapınağı

Günümüzde tapınaktan geriye, Carrer del Paradis 10 adresinde, modern çağlarda yapılmış bir yapının avlusunda yükselen dört sütun kalmış. Ancak, dokuz metre yüksekliğindeki bu dört sütun oldukça heybetli ve etkileyici. Tapınağın kendisinin vaktiyle, 35 metre uzunluğunda ve 17,5 metre eninde olduğu düşünülüyor.

Augustus Tapınağı

Barselona’da kaldığımız süre boyunca hava serin ve aşırı sıcak arasında gidip, geldi. Yağış olmadıktan sonra, bunda şikayet edilecek bir şey yok diye düşünüyorum. Hoş, yağmur da kar da yağsa, ben bir yere gezmek için gitmişsem, asla engel tanımam.

Barselona Katedrali

Hava güzel olduğu zaman, Plaça de la Seu’da bulunan Barselona Katedralinin önü bir şenlik yerine dönüyor. Bu hava, tüm çevre sokaklara ve küçük meydanlara da yayılıyor. Türlü türlü sokak çalgıcıları, gösteri yapanlar, çiçek satanlar… Hepsi, Santa Creu i Santa Eulàlia Katedralini gezmeye gelen ya da merdivenlere, banklara oturmuş turistlerin ilgisini çekme gayretinde.

Barselona Katedrali

Birinci yazımda, Sagrada Familia ile ilgili yazarken, söz etmiştim. Sagrada Familia için kimi zaman katedral ifadesi kullanılsa da, bu doğru bir tanımlama değil. Barselona’nın tek katedrali, Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia. Çünkü, bir Hristiyan ibadethanesinin katedral olması, büyüklük ile değil, başında atanmış bir piskopos olup, olmaması ile alakalı. Tıpkı, İstanbul’da Saint Antoine Kilisesinin katedral olmayıp, Notre Dame Lisesinin avlusunda bulunan Saint Esprit’nin olması gibi.

Barselona Katedrali

Katedrali ilk gezme girişimimizde kapıdaki uzun kuyruğu görünce, vaz geçmiştik. Bunun bilet kuyruğu olduğunu düşündük. Dönüş yaklaşınca, artık kuyruğu göze almaya karar verdik. Kalabalığın nispeten az olduğu bir zamanda sıraya girdik ve aslında bunun bir bilet kuyruğu olmadığını, hızla ilerlediğini gördük. Sadece, içerideki kalabalığı kontrol altında tutmak için, ziyaretçileri aralıklı olarak içeri alıyorlardı.

Barselona Katedrali

Barselona Katedralinin yazımdaki yeri, burada bir zamanlar, Jupiter’e adanmış bir Roma tapınağının bulunmasından kaynaklanıyor. Şehir henüz Roma İmparatorluğu yönetimindeyken, M.S. 3. yüzyılın sonları ile 4. yüzyılın başlarında yaygınlaşan Hristiyanlaşma ile birlikte, tapınağın önemi azalmış. M.S. 313 yılında İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra burada, on yıl önce pagan Romalılar tarafından işkence ile öldürülen, on üç yaşındaki kız çocuğu Eulàlia adına bir kilise yapılmış. Sekizinci yüzyılda Arapların istilası sonucunda, yine aynı yerde bir cami inşa edilmiş.

Barselona Katedrali

Günümüzde gördüğümüz katedralin yapımına, 1298 yılında başlanmış. Tam olarak bitmesi ise, yirminci yüzyılın başına kadar sürmüş. Katalan stili Gotik olarak tanımlanan katedralin içi ferah. Yanlarda, 28 tane şapel bulunuyor. Ana altarın altındaki kriptte (bodrum), Katedralin ismini aldığı Azize Eulàlia’nın mezarı bulunuyor.

Azize Eulàlia’nın Mezarı

Katedrale ait, bende iz bırakan noktalar, koro bölümünü ayıran mermer duvar, koro bölümündeki 15. yüzyıldan kalma koltuklar, Aziz Benet şapelindeki Transfigürasyon freski ve Barselona kontu Ramon Berenguer I ve eşinin mezarları oldu. Berenguer ve eşi, Arap istilasından sonraki dönemde, 1058 yılında, burada bir Romanesk tarzı kilise yaptırmışlar.

Koro Bölümünü Ayıran Mermer Duvar
Koro Bölümünün Koltukları
Kont Ramon Berenguer I ve Eşinin Mezarları

Barselona gezimize kadar, Katalanlar ve Fransızlar arasında var olduğunu bildiğim sıkı bağın, tam olarak hangi tarihsel nedenlerden kaynaklandığını bilmiyordum. Bu vesile ile öğrendim ki, bu bağ yüzyıllar öncesine dayanıyor. Karolenj İmparatoru Şarlman (742-814), Pireneler’de bir tampon devlet kurmak isteyince, burada kendisine bağlı bir kontluk kurmuş. Böylece, 500 yıl kesintisiz devam eden bir Barselona Kontluk hanedanı başlamış. Önceleri Fransızların vasalı konumundayken, 1137 yılında Kont Ramon Berenguer IV ile Aragon tahtı varisi Petronila’nın evlenmesinden sonra, Barselona Kontları aynı zamanda Aragon Kralı olmuşlar.

Barselona Katedrali

Katedralin sahip olduğu güzelliklerden birisi de, 1448 yılında yapılmış olan, revaklı avlu ya da bahçe. Burada, Azize Eulàlia’nın öldüğü yaşı temsil etmek üzere, 13 tane kaz yaşıyor. Ayrıca efsaneye göre, İnebahtı (Lepanto) Savaşı sırasında Osmanlılara karşı savaşırken, bulunduğu gemiyi koruduğu iddia edilen, çarmıha gerilmiş bir İsa var. Avlunun bir köşesindeki havuzun ortasında ise, zarif bir Aziz George heykeli bulunuyor. Barselona’nın azizi, tüm canlandırmalarında olduğu gibi, ejderhayı öldürüyor. Bu küçük heykeli avluda epeyce aradım. Fotoğraflarından çok daha büyük olduğunu düşündüğüm heykelciği, tamamen tesadüf eseri görebildim.

Revaklı Avlu
Avludaki Kazlar
Aziz George

Barselona’nın Roma dönemi açısından önemli bir diğer alanı Plaça de Sant Jaume. Burası Roma hakimiyeti döneminde, şehrin merkezi olan Forum bölgesi. Şehrin ana caddelerinin birleştiği bu meydanda aynı zamanda, daha önce ayakta kalan dört sütununu gördüğümüz, Augustus Tapınağı da bütün haşmetiyle yükseliyormuş.

Plaça de Sant Jaume

Plaça de Sant Jaume, günümüzde de önemli bir meydan. Şehrin iki önemli yönetim binası burada. Bunlardan ilki, Casa de la Ciutat (Belediye Binası), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tam karşısındaki, Palau de la Generalitat ise, 1403 yılından beri Katalonya Hükümet Binası. Binanın ana kapısının üstündeki Aziz George heykeli göz alıcı.

Casa de la Ciutat
Palau de la Generalitat

Plaça de Sant Jaume meydanı, hem festivallerin hem de siyasi protestolarında yapıldığı bir meydan. Barcelona’da kaldığımız süre boyunca sayısız kere geçtiğimiz bu meydanda biz de bir kere bir protestoya denk geldik. Yaşları orta yaşın bir hayli üstünde, kalabalık bir topluluk bir miting yapıyordu. Sahnedeki ateşli konuşmacının konuşması sık sık sloganlarla kesiliyordu. Anladığım kadarıyla, emekliler bir şeyleri protesto ediyorlardı.

Plaça de Sant Jaume’da Miting

Barri Gotic’in adı en çok geçen yapılarından Basilica de Santa Maria del Mar bazilikası da Roma döneminin önemli bir yapısının üstünde yükseliyor. Kimilerine göre şehrin en güzel ibadethanesi olan bu bazilika, on dördüncü yüzyılda, Barcino’nun amfi tiyatrosunun üstüne yapılmış. Mükemmel akustiği nedeniyle, günümüzde konserler için de sıklıkla kullanılıyormuş.

Basilica de Santa Maria del Mar

Santa Maria del Mar Bazilikası, o dönemin benzer yapılarının aksine, 55 yıl gibi çok kısa bir sürede tamamlanmış. Mimari açıdan bütünsel olmasının nedeni buna bağlanıyor. Bir diğer özelliği ise, yapımının tamamen bağışlarla finanse edilmiş olması. Aynı dönemde yapılan Katedral kral tarafından yaptırılırken, burası zengin tüccarlar, gemiciler, liman çalışanları ve yerel halk tarafından inşa ettirilmiş. Denizcilerin bu yoğun ilgi ve desteğinin nedeni ise, o dönemde Bazilikanın bulunduğu La Ribera semtinin deniz kıyısında olmasıymış.

Basilica de Santa Maria del Mar

Katalan Gotik tarzdaki bazilikanın, on beş ile on sekizinci yüzyıllar arasında yapılmış vitrayları çok güzel. Ayrıca, içerisi son derece ferah ve sade. Bunun nedeni, İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ateşe verilmesi ve çıkan yangında Barok altar da dahil olmak üzere, pek çok şeyin yanmasıymış.

Basilica de Santa Maria del Mar

Santa Maria del Mar Bazilikasını bulmamız çok zor olmadı. Burası, Barri Gotic’in denize yakın kısmında yer alıyor. Biz tam, bazilikanın bir ucunun bulunduğu, Placeta Montcada’ya dönmek üzereyken, sokağın sağ tarafındaki duvarın dibinde yaşlı bir adam gözüme çarptı. Sulu boya resimler satıyordu. Bunları kendisinin mi yaptığını sordum. Evet, kendisi yapıyormuş. Barselona’nın çeşitli yerlerinin, birkaç boyda, sulu boya resimleri vardı. İçlerinden, Carrer Bisbe sokağının resmedildiği bir tanesini seçtik. Gururla, arkasındaki etiketi gösterdi. Aziz Agusti Vell Ressamlar Topluluğundan, ressam Tomas Donagueda Bonavilla, yani kendisi yapmıştı… Üstelik, etikette her gün durduğu yer ve saat aralığı, telefon numarası ile birlikte, yazılıydı… Aldığımız resmi yavaş hareketler ve itina ile paket yaparken, benim aklıma birkaç yıl önce, yine böyle bir sulu boya resim satın aldığımız, Otranto’daki yaşlı ressam geldi…

Siz de Barselona’da Romalıların izini sürmek isterseniz, Barri Gotic’de görebileceğiniz birkaç su kemeri ve duvar kalıntısı daha var. Bir de, bizim kaldığımız otele çok yakın olduğu halde görmeye fırsat bulamadığımız, Plaça de la Vila de Madrid meydanında ortaya çıkarılmış bir nekropol, yani mezarlık olduğunu biliyorum. Okuduğuma göre burada, M.S. 2 ve 3. yüzyıllara ait yetmiş tane mezar, zamanın şehir duvarlarının dışındaki yolun yanında, sıraya dizilmiş olarak yapılmışlar.

Romalılardan Kalma Su Kemeri Kalıntısı

Alışkanlığımızı bozmayalım ve Barselona üzerine bu yazımı da bir restoran ile bitirelim… Bu kez sözünü edeceğim restoran, Eixample semtinde, Boca Grande isimli, çok hoş bir yer. Passatge de la Concepcio 12 adresindeki bu restoran konusunda bir tanıdığımızdan tüyo almıştık. Doğrusu, Boca Grande’yi tavsiye eden genç ve güzel Barselonalıya teşekkürü bir borç biliyorum. Gerek atmosferi gerekse yemekleri çok beğendim. Servis biraz daha iyi olabilirdi ama, yemeklerin lezzeti o açığı kapadı. Aşırı bir kalabalık vardı. O nedenle, rezervasyonsuz gitmenin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Aldığımız peynir tabağı, kızarmış nefis padron biberleri, ançüez, morina balığı kroket ve yanında kabak çorbası olan peynirli bir tapas o kadar lezzetli ve doyurucuydu ki, ana yemeğe gerek kalmadı. Hepsinin ardından dondurma ve kahve mükemmel oldu…

Boca Grande

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (3): Gaudi’nin İzinde…

Antoni Gaudi i Cornet 1878 yılında, ünlü Escola d’Arquitectura de Barcelona’dan mezun olurken, mimarlık okulunun Direktörü Elies Rogent şöyle demiş:

“Bu diplomayı bir deliye mi, yoksa bir dâhiye mi verdiğimizi bilmiyorum; bunu sadece zaman gösterecek”

Ve zaman göstermiş… Gaudi, henüz ölmeden, bir dahi olarak kabul edilmiş. Modernista akımının bir üyesi olmakla beraber, yarattığı eserler ile kendine özgü bir tarzı olduğunu kanıtlamış. Şöhreti, ülkesinin sınırlarını aşmış…

Palma de Mallorca Katedrali (La Seu)

Benim, fotoğraflar dışında, Gaudi’nin eserleri ile ilk tanışmam, 2011 yılında Mayorka (Mallorca) adasında oldu. Mayorka’nın, La Seu olarak da anılan, 1229 yılında yapılmış ünlü katedralinde Gaudi’nin izleri vardı. Piskoposun talebi üzerine Gaudi burada, 1901-1914 yılları arasında restorasyon çalışmaları yapmış, bu arada, bazı ilaveler yapmaktan da geri durmamış. Altarın üzerine doğru, bir taç gibi, tavandan sarkan şamdan, yenilenen vitraylar, hatırladığım güzellikler… Ama şüphesiz, bu sıra dışı mimarın yaratıcı dehasını tam olarak kavrayabilmem için, onun Barselona’daki eserlerini görmem gerekiyormuş…

Palma de Mallorca Katedralinde Eski ile Gaudi’nin Eklemeleri Bir Arada

Gaudi, 25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da, Reus’da doğmuş. Bazı kaynaklara göre ise, Reus yakınlarında bir köy olan, Riudoms’da doğmuş. Ailesi, demir ve bakır işçiliği ile uğraşıyormuş. Gaudi’nin genç yaşlarda dedesine ve babasına bu konuda yardım etmesi ona, ilerde üç boyutlu tasarım ve malzeme kullanımı konusunda sağlam bir alt yapı sağlamış.

Öte yandan, çocukken ve ilk gençlik çağlarında, romatizma nedeniyle zayıf bir bünyesi olan Gaudi, yaz aylarında Riudoms’daki evde, uzun süre dinlendiği dönemler geçirmiş. Böylece, doğayı ve kurallarını inceleme fırsatı bulmuş. Bu da, ileride yaratıcılığını olumlu etkilemiş. Yarattığı eserlerin güzel, farklı, hatta çılgın olmak dışında, amacına uygun, sürdürülebilir ve etkin olmasını sağlamış.

Gaudi, 1870 yılında mimarlık okumak üzere Barselona’ya gelmiş. Eğitim masraflarını karşılamak için, bir yandan da çalışmak zorunda kalmış. Tutarsız bir öğrenci olsa da, daha o dönemde yeteneğinin fark edilmesi, hocaları ile birlikte bazı projelerde çalışmasını sağlamış.

Şelaleli Havuz-Parc de la Ciutadella

Gaudi’nin mezun olmadan önce çalıştığı projelerin içinde en ünlüsü, Parc de la Ciutadella’daki ünlü, şelaleli havuz. Genç Gaudi, mimar Josep Fontsere tarafından tasarlanan bu havuz projesinin hem tasarımına hem de yapılmasına katkıda bulunmuş. Fontsere onu, belli noktalarda tamamen özgür bırakmış. Günümüzde, hem bu havuzda hem de parkın diğer yerlerinde yapılan restorasyonlarda ortaya çıkan imzaları nedeniyle, genç ve yetenekli Gaudi’nin bu parka katkılarının eskiden bilinenden çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Parc de la Ciutadella’ya bir başka yazımda daha ayrıntılı olarak değineceğim.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Plaça Reial

Mezun olduktan sonra, Gaudi’nin ilk işlerinden biri, Barselona Şehir Konseyi tarafından kendisine sipariş verilen sokak lambaları olmuş. Günümüzde, Plaça Reial’de görebileceğiniz bu iki lamba, 1879 yılında yerlerine konmuş. Taş bir kaide üzerinde, altı kollu olan bronz ve dökme demir lambaların direkleri, asma yaprakları ve ortadaki Barselona şehir arması ile süslenmiş. Lambaların üst kısımları ise, en etkileyici yerleri. İki yılanın sarılı olduğu ana direğin en tepesinde, kanatlı bir miğfer ile, Roma tanrılarından Merkür (Yunanlılarda Hermes) temsil edilmiş. Her ne kadar, Merkür aynı zamanda yolcuların, nakliyecilerin, hırsızların ve dolandırıcıların koruyucusu olsa da, Gaudi bu semboli, onun dükkancıların ve tüccarların da tanrısı olmasından dolayı koymuş.

Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau

Gaudi’den, 1890 yılında yapması istenilen diğer iki lambayı ise, Pla de Palau’daki belediye binalarının önünde görebilirsiniz. Üç kollu olan bu lambalar ile Plaça Reial’dekilerin arasında benzerlikler olsa da, tepeleri farklı. Merkür’ün miğferi yerine, bu lambaların tepesinde, yine yılanların sarılı olduğu, ters olarak yerleştirilmiş, birer taç var. Söylendiğine göre, Gaudi’nin Barselona için yaptığı iki tane daha sokak lambası varmış. Ancak, bunlar kayboldukları için, günümüze ulaşamamışlar.

Gaudi’nin Gençliği

Gaudi gençlik yıllarında, iyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi ve yaşamayı seven, tiyatro, konser ve sosyal toplantılara giden bir insanken, zaman içinde, mimari dehasının en çarpıcı ürünlerini vermesine paralel olarak, tüm bu alışkanlıklarını teker teker bırakmış. Giderek toplumsal hayattan çekilmiş. Dini inançları kuvvetli, çok az yemek yiyen, üstüne başına önem vermeyen bir insan haline gelmiş. Öyle ki, ömrünün 43 yılını verdiği ve son yıllarda yaşadığı Sagrada Familia (*) kilisesinin yakınlarında, bir tramvay çarpması sonucu yaralanıp, hastaneye kaldırıldığı zaman, onu önce kimse tanımamış. Ünlü mimar Gaudi olduğunun anlaşılması bir hayli vakit almış. Kazadan iki gün sonra öldüğü zaman ise, binlerce Barselonalı cenazesine katılmış.

Gaudi’nin Cenazesi (12 Haziran 1926)

Şüphesiz, genç Gaudi’nin hayatındaki dönüm noktası onun, politikacı, girişimci ve sanayici, Eusebi Güell ile tanışması olmuş. Daha sonra Kral tarafından Kontluk unvanı da verilen Güell, sanatçıları daima korumuş ve desteklemiş. İş birlikleri uzun yıllar sürecek olan ikili, 1878 Paris Dünya Fuarı vesilesi ile birbirlerini tanımışlar. Gaudi’nin, fuara katılan, eldiven perakendecisi Esteve Comella için tasarladığı vitrin düzenlemesini çok beğenen Güell, bu yetenekli mimar ile çalışmaya karar vermiş. Önceleri, mobilya tasarımı gibi ufak tefek siparişler vermiş. 1886 yılında, Gaudi koruyucusundan ilk önemli işini almış. Güell kendisinden, şehirde geniş ailesi ile birlikte oturabileceği bir saray tasarlamasını istemiş. Palau Güell’in yapımına böylece başlanmış.

Gaudi’nin Güell İçin Tasarladığı İki Koltuk. Soldaki Kadınlar, Sağdaki Erkekler İçin-Palau Güell
Koltukların Alt Saçaklarından Kafasını Uzatan Fareler
Koltukların Arkalıklarından Kafalarını Uzatan Kediler

Daha önce belirttiğim gibi, Barselona’da Art Nouveau binalar ağırlıklı olarak Eixample semtinde yapılmış. Palau Güell ise, şehrin eski tarafında bulunuyor. La Rambla’da, sahile doğru inerken, sağ koldaki ara sokaklardan birinde. Etkileyici girişine rağmen, insan ilk anda binanın özelliğini ve güzelliğini tam olarak algılayamıyor. İslami ve gotik mimarinin izleri ile bezeli yapıyı gezdikçe hayranlığınız artıyor. Yapımı dört yıl süren binada taş, ahşap, seramik, cam ve demir işçiliği müthiş bir ahenk içinde. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için Gaudi, çok geniş bir sanatçı ve usta ekibiyle birlikte çalışmış.

Palau Güell

Palau Güell, estetik olduğu kadar, çağının çok ötesinde olduğunu düşündüğüm, fonksiyonel özelliklere de sahip bir yapı. Sagrada Familia da dahil olmak üzere, gezdiğimiz diğer eserlerinde olduğu gibi, Gaudi burada da doğal ışıktan faydalanma ve havalandırma konuları üstüne çok düşünmüş ve çözümler üretmiş. Öte yandan, bu teknik çözümlerini Modernista akımının genel kuralları ve kendi estetik zevki ile süslemeyi de ihmal etmemiş. Buna en güzel örnek, binanın çatısındaki bacalar. Aslında, Gaudi’nin her yaptığı yapıda, farklı bir şekilde tasarlanmış ya da süslenmiş bacalar hep sıra dışı. Çarpıcı ve güzel olmalarının yanında, bu bacaların bir kısmı ısıtma sisteminin, bir kısmı ise havalandırmanın bir parçası.

Palau Güell’in Bacaları

Pala Güell’in girişi, yüksek tavanlı, geniş bir mekan. Sokaktan içeri girilen, harika bir demir işçiliği ile süslenmiş, iki kemerli kapı da, aynı şekilde, yüksek. Bunun nedeni, üst katlara çıkan, görkemli bir merdivenin bulunduğu bu antreye, at veya atlı araba ile girilmesini mümkün kılmak içinmiş. Merdivenler ve sahanlık bölgesinde görülen taş işçiliği, demir ve vitray süslemeler, sarayın diğer kısımlarında göreceklerinizin ufak bir habercisi sadece…

Giriş kapısı-Palau Güell
Girişten Üst Katlara Çıkan Ana Merdiven-Palau Güell
Vitray-Palau Güell

Yukarı çıkmadan, zeminin alt katında gezilen bölge, atlar için ahır ve arabaların çekileceği alan olarak tasarlanmış. Tıpkı, günümüzdeki binaların altına yapılan garajlar gibi. Buraya, eğimli, taş döşenmiş bir koridor ile iniliyor. Eğim ve malzeme, atların kaymasını önleyecek şekilde seçilmiş. Tuğla duvarlı mekan, doğal bir havalandırma sistemine sahip.

Kabul Salonu Tavan Detayı
Konser Salonundaki Org-Palau Güell
Orgun Altındaki Sahne. İçteki Kapılar Açılınca, Salon İbadet İçin Bir Şapele Dönüşüyor

Palau Güell’in yaşamsal alanı güzelliklerle dolu. Misafir salonu, konser salonu ve muhteşem orgu, yemek salonu, oturma odası, yatak odaları, oyun odaları ince detaylar ile bezeli. Tüm odalarda, Akdeniz güneşinden faydalanılırken, sıcağından korunmanın çareleri, estetiği ihmal etmeden, bulunmuş.

Oturma Odasından Detaylar-Palau Güell

Palau Güell ziyaretimizle ilgili beni üzen nokta, anlayamadığımız teknik bir aksaklık nedeniyle, çektiğimiz fotoğrafların çoğunun yok olmuş olması… Sanki, teknolojik bir kara delik tarafından yutulmuş gibiler. O nedenle, burada sadece, elimdeki az sayıda fotoğrafı paylaşabiliyorum.

Yatak Odası Şöminesi ve Tuvalet

Güell ailesi, yirminci yüzyılın başına kadar Palau Güell’de oturmuş. 1945 yılında, ailenin en küçük kızı bu güzel sarayı, Barselona Şehir Konseyine devretmiş. Palau Güell, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş.

Bekçi Kulübeleri-Park Güell

1900 yılında, iş adamı Güell büyük bir arazi satın almış ve Gaudi’den, buraya çocukları için bir park yapmasını istemiş. Böylece, günümüzde Barselona’da en çok gezilen yerlerden biri olan Parc Güell’in yapımına başlanmış. Bu arada, aile de parkın arazisinin içindeki Casa Larrard’a taşınmış. Gaudi, klasik stilde yapılmış bu binada ufak tefek değişiklikler yapmış. Ama yapıyı fazla değiştirmemiş. 1931 yılından beri bir okul olarak kullanılan binayı, parkı ziyaret ettiğiniz zaman, tel örgülerin arkasından görebiliyorsunuz. Parkın içindeki, mimar Francesc Berenguer’in yapımı bir diğer binada, Gaudi uzun yıllar yaşamış. Ölmeden bir süre önce, en büyük tutkusu haline gelen, Sagrada Familia’da yatıp, kalkmaya başlamış. Şimdi bu ev de, Gaudi’nin Evi adı altında, ayrı bir müze. Park girişinin dışında bir ücret ödeyerek, gezebiliyorsunuz.

Dorik Sütunlu Hipostil Odası
Güell Ailesinin Oturduğu, 1931’den Beri Okul Olan Casa Larrard
Gaudi’nin Evi

Özellikle giriş kapısındaki bekçi binaları, ana merdivenlerindeki dev kertenkele ve umulmadık yerlerde karşınıza çıkan masalsı yaratıklar nedeniyle, Parc Güell insanda bir Disneyland izlenimi yaratıyor. Bu nedenle olsa gerek, burası Barselona’da en çok çocuğu bir arada gördüğümüz yer oldu. Güell ailesi, Eusebi Güell’in ölümünden sonra, parkı Barselona Şehir Konseyine satmak üzere teklifte bulunmuş. 1922 yılında satış gerçekleşmiş ve park, dört yıl sonra halka açılmış. Ancak, ondan çok önce de, Teatre Grec veya Doğa Meydanı (Nature Square) denilen alanda, halka açık ulusal bayram kutlamaları ve spor karşılaşmaları yapılırmış.

Üstte Grek Tiyatrosu veya Doğa Meydanı, Altta Hipostil Odası
Hipostil Odası Tavan Detayı

Parka gitmeden önce, biletinizi almanız önemle tavsiye ediliyor. Nitekim, biz de öyle yaptık ve iyi ki de bu öneriye kulak vermişiz dedik. Kapıda, bilet almak ve içeri girmek için uzun bir kuyruk oluyor. Parkın birkaç girişi var. Ana giriş, Carrer d’Olot’dan. Ancak, biletinizi önceden, internetten aldıysanız, diğer girişlerden de girebilirsiniz. Burada önemli olan, biletinizde belirtilen saat aralığında mutlaka orada olmanız. Eğer bu zamanı geçirirseniz, sizi içeri almıyorlar. Biz, gitmeden önce okuduğum bir öneriye uyarak, parka üst taraftan girdik. Bunun avantajı, parkı yokuş aşağı inerek, gezebilmeniz. Ancak, o kapıya ulaşmak için, metrodan sonra tırmanmamız gereken yokuş çok daha dik ve yorucu idi. Üstelik, giriş kapısını bulmamız da biraz vakit aldı. O nedenle, ben size ana kapıdan girmenizi öneririm.

Çamaşırcı Kadın Revakı

Parkın demir giriş kapısı, dikkat çekici. Bu kapı, Gaudi’nin 1883-1885 yıllarında bir başka aile için yaptığı, yazlık ev Casa Vincens’den getirilmiş. Gaudi’nin ilk önemli eseri olduğu belirtilen bu yapı da Unesco Dünya Mirası listesinde ve gezilebiliyor. Ancak, bizim gezmeye vaktimiz olmadı.

Biz parkı gezerken, en üstteki Doğa Meydanı bir restorasyona girmek üzereydi. Meydanı naylonlarla kaplamaya başlamışlardı ama, yine de, kırık seramik kaplı oturma yerlerini görebildik. Okuduğuma göre, şimdi burası bir süreliğine tamamen kapatılmış. Orijinal ismi Yunan Tiyatrosu olan, büyük gösterilerin yapıldığı bu alan, kısmen kayaya oyularak, kısmen de hemen altındaki, Hipostil Odası denilen mekanın Dorik sütunlarının üstüne oturtularak yaratılmış. Gaudi, yukardaki meydanda biriken yağmur sularının, alttaki sütunlu odanın saçak kısmında yaptığı oluk ve filtreleme sistemi ile, en alttaki su deposuna dolmasını sağlamış. Girişin tam karşısındaki merdivenlerin dibinde, bütün azameti ile sizi karşılayan ve gerektiğinde ağzından su akan ejderhayı da, depodaki su seviyesini ayarlamak için kullanmış.

Parkın Ünlü Ejderhası
Casa Vincens’den Getirilen Kapı

Barselona’da kaldığımız sürede, Palau Güell dışında, Gaudi’nin eseri olan konutlardan iki tanesini daha gezme fırsatımız oldu. Bunlar aynı zamanda, mimarın en çok adı geçen evleri. İlk olarak, Passeig de Gràcia 92 numarada bulunan Casa Mila’yı (La Pedrera olarak da anılmaktadır) gezdik. Burası, Pere Mila ve eşi Roser Segimon tarafından, Gaudi’ye sipariş verilmiş bir apartman kompleksi. Aile Gaudi’den, alt katta kendileri için bir daire, üst katlarda da kiraya verebilecekleri daireler yapmasını istemiş. 1906-1912 yılları arasında yapılan bu büyük apartmanda hala bazı dairelerde oturanlar var. O nedenle, binayı gezerken, fazla gürültü yapılmaması rica ediliyor. Kimi dairelerde de, Casa Mila’yı yöneten vakıfa ait ofisler bulunuyor.

Casa Mila (La Pedrera)
Apartmanın İki Avlusundan Bir Tanesi ve Mila Ailesinin Dairesine Doğrudan Çıkan Merdiven
Avluya Yukardan Bakış
Diğer Dairelere Çıkan Merdivenler

Casa Mila, iki ayrı avlusu olan, çok modern bir bina. Gaudi, apartman sakinlerini düşünerek, binanın altına bir park alanı yapmış. Ama, aradan geçen yirmi yılda atlı arabaların yerini motorlu arabaların alması nedeniyle, Palau Güell’deki gibi bir ahır ve atlı arabaların çekildiği bir mekan yerine, otomobiller için bir garaj yapmış. Bina, Gaudi’nin tüm eserlerinde olduğu gibi, doğal gün ışığından maksimum derecede yararlanılabilecek şekilde tasarlanmış. Hem ortadaki avlulara hem de dışarıya cephesi olacak şekilde yerleştirilmiş daireler son derece aydınlık. Bazı bölgeleri, adeta bir ışık seli içinde.

Örnek Dairede Yemek Odası
Mutfak
Ütü Odası

Binanın dördüncü katındaki temsili daire sayesinde, 1900’lerin başında, Barselonalı zengin bir burjuva ailenin yaşadığı tipik bir daireyi görebiliyorsunuz. Salon, yemek odası, yatak odaları, hizmetçi odası, ütü odası, banyolar, hepsi dönemin mobilyaları ile döşenmişler. Apartmanda, üç tane merdiven ve iki tane asansör buluyor.

Yatak Odası
Banyo

Casa Mila’nın dış cephesindeki, dalgayı andıran hareketlilik, yapıya çok modern bir hava veriyor. Ayrıca balkon demiri görevini gören süslemeler, çağdaş bir geri dönüşüm anlayışı ile, kullanılmış araba lastiklerinden yapılmış. Ancak, binadaki asıl şaşırtıcı unsurlar, sizi üst katlarda bekliyor. Öncelikle, tavan arasında görülen kemerler silsilesi insanı büyülüyor. Buradaki 270 kemer, bir üst kattaki terası da ayakta tutuyor. Apartman dairelerinin çamaşır yıkama alanı olarak planlanmış tavan arası, terastaki bacalar yardımı ile, aynı zamanda binanın havalandırmasının da düzenlendiği bir alan.

Tavan Arası

Star Wars’u Andıran Çatı

Binanın dış cephesi gibi dalgalı bir zemini olan terastaki, uzay yaratıkları benzeri, dikitler çok çarpıcı. Bunların çok az sayıda olan birkaç tanesi süsleme amacıyla yapılmış. Kalanlar ise, ya ısıtma sisteminin ya da havalandırmanın bacaları. Sanırım, gençler için binanın en ilgi çekici yeri, tepedeki bu teras. Çünkü, dışarı adımınızı atar atmaz, kendinizi Star Wars filmlerindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.

Bacalar

İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Gaudi, Casa Mila ile, çağının çok ötesinde bir apartman yaratmış. Öte yandan, bu dönemde kendini artan bir şekilde dine vermeye başlamış. Aklı fikri Sagrada Familia’nın yapımına hız vermekte imiş. Bu nedenle, aslında bu binayı epeyce bir ısrardan sonra, biraz da gönülsüzce yaptığı söyleniyor. Yapımı sırasında, hem mal sahibi ile hem de Barselona Şehir Konseyi ile ihtilafa düşmüş. Hatta Pere Mila ile mahkemelik olmuş. Davayı kazanınca, aldığı tazminatı bir manastıra bağışlamış. Casa Mila, 1984’ten beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.

Gaudi’nin Tasarımı Yer Karoları. Passeig de Gràcia Caddesinin de Kaldırımları Aynı Desenli Karolar İle Kaplı
Gaudi’nin Tasarımı Sandalyeler
Casa Mila (La Pedrera) Maketi

Casa Mila ve Parc Güell’i gezdiğimiz gün, son olarak, Gaudi’nin bir başka şaheserini de gezdik. Barselona’da bir haftadan fazla kaldığımıza göre, Gaudi’nin yaptığı evler içinde çok özel bir yeri olan Casa Batlló’yu görmeden gitmek olmazdı…

Casa Batlló
Giriş
Ana Merdiven
Trabzan Başı Detayı
Arka Merdivenler

Casa Batlló da, Casa Mila gibi, Passeig de Gràcia caddesinde, 43 numaralı bina. Bir önceki yazımda bahsettiğim, Modernista mimar Josep Puig i Cadafalch’ın eseri, Casa Amatller’in tam yanındaki bina. Ancak, Casa Batlló çevredeki yapıların hiçbirine benzemeyen, çok faklı bir apartman. Dış yüzeyindeki renkli, kırık seramik kaplama kimilerince bir ejderhanın pullarına benzetiliyor. Salvadar Dali gibi, kimileri de bunun deniz dalgalarını sembolize ettiğini düşünüyor. Yekpare demirden yapılmış balkonlar genellikle maskelere, çatının pullu ve kavisli yapısı ejderhaya, önündeki haç da, Aziz George’un ejderhaya sapladığı kılıca benzetiliyor. Yine ejderha benzetmesini benimseyenler, zemin kattaki kemerleri ejderhanın bacakları olarak tarif ediyorlar. Tüm bu yorumlar sadece birer tahmin çünkü, Gaudi bu konuda hiçbir zaman bir açıklamada bulunmamış. Her ne olursa olsun, bina son derece değişik ve büyüleyici. Üstelik, gündüz ayrı gece ayrı güzel…

Casa Batllo Gece de Çok Etkileyici…

Batllo Ailesinin Dairesinden Şömine ve Kapı Detayı

Passeig de Gràcia’ya Bakan Salondaki Pencere Vitrayları ve Tavan Detayı İnsana Suyun Altındaymış Hissi Veriyor…

Başta, mülk sahibi Josep Batlló i Casanovas Gaudi’den, burada önceden var olan bir binayı tamamen yıkıp, yeniden yapmasını istemiş. Ancak Gaudi kendisini, binayı yıkmadan yenileme konusunda ikna etmiş. Bina, 1904-1906 yılları arasında yenilenmiş. Cephesi ve çatısı dışında, binanın içi, apartman daireleri yeniden düzenlenmiş. Günümüzde hala çalışmakta olan asansör eklenmiş. İçeride, bazı noktalarda gerçekten suyun altındaymışsınız hissi veren büyülü bir hava yaratılmış. Ailenin oturduğu birinci kattaki dairenin, ana caddeye bakan salonu özellikle çok güzel. Arka taraftaki teras ise, bir bahçe büyüklüğünde.

Arka Salon ve Teras

Gaudi, Casa Batlló’yu yaparken en ince ayrıntıya kadar düşünmüş. Kapı ve pencere çerçeveleri, kulplar, lambalar ve aplikler bile, özel olarak tasarlanmış. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin farklı anatomilerini dikkate alarak sandalyeler ve farklı mobilyalar yaptırmış.

Daire Kapıları

Oda Kapısı ve Pencere Tasarımı
Gaudi’nin Aplikleri

Ben, kendi adıma, Casa Batlló’yu gezerken büyülendim… Burada yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüp, durdum. Yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bu bina öylesine çağdaş ve modern ki, insan günümüzde burada rahatlıkla yaşayabileceğini düşünüyor. Bir de, hem estetik güzellik hem fonksiyonellik, insanın gözüne sokulmadan sağlanmış. Gaudi’nin her zaman yaptığı gibi…

Apartmanın, Üst Katlara Çıktıkça Koyulaşan, Mavi Renkli Seramik Kaplı Aydınlığı

Gaudi’nin Barselona ve civarındaki eserleri, benim bu yazıda yazdıklarımla sınırlı değil. Şehrin içinde bile görmeye vakit bulamadığımız, Casa Vincens ve Casa Calvet gibi yaptığı evler var. Onları da artık, bir sonraki sefer görürüz dedik…

Pencerelerdeki Havalandırma Kapakları
Casa Batllo’nun Bacaları

Yurtdışına gidince, sadece müze geziyoruz sanılmasın. Yabancı bir ülke ya da şehri tanımak için, gündelik hayatın içine karışıp, insanları gözlemlemek de gerekiyor. Güzel bir kafede yorgunluk atmak, pazarları dolaşmak, şehrin yerlilerinin tercih ettiği yeme içme yerlerine gitmek bunun için ideal.

Casa Batllo’dan sonra, biraz dinlenmek iyi olur diye düşündük. Otele dönmek için Plaça de Catalunya’dan geçerken, köşedeki Cafe Zurich’de bir kahve içelim dedik. Daha önce, buranın bir zamanlar ünlü bir yer olduğunu, yazarların, sanatçıların, entelektüellerin buluşma yeri olduğunu okumuştum. Bu ne kadar zaman önceydi, bilemiyorum ama, şu anda hiçbir özelliği kalmamış görünüyor. Bir kere aşırı kalabalık. Garsonlar ise, aşırı yavaş ve bıkkın. Sanırım burası da, Paris’teki benzer kafelerin akıbetine uğramış. Şehrin kültürel panoramasında sadece bir anı olarak kalmış.

Son olarak, Eixample semtinde çok memnun kaldığımız iki restorandan söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, yaklaşık bir seneden beri Barselona’da oturan ve genç bir çift olan dostlarımızın bizi götürdüğü bir tapas bar. Çeşitli kaynaklardan, tapas konusunda bir efsane olarak kabul edildiğini öğrendiğim Ciutat Comtal’ın şöhretinin, hak edilmiş olduğuna şahitlik yapabilirim. Yediğimiz çeşit çeşit, leziz tapasların içinde, özellikle yengeçli ve kaz ciğerli olanların tadı damağımda kaldı doğrusu. Önden içtiğimiz bir sürahi sangria, ardından zevkle yudumladığımız kaliteli şaraplar ve keyifli sohbetimiz eşliğinde, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık.

Ciutat Comtal ile ilgili önemli bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Burası, rezervasyon almayan bir işletme. O nedenle, bizim yaptığımız gibi, İspanyol ölçülerine göre akşam yemeği için erken bir saatte orada olmanızı öneririm. Bu da, yedi buçuk ile sekiz arası bir saat demektir. Buna rağmen, boş bir masa için, yine de barda beklemek durumunda kalabilirsiniz. Hiç dert etmeyin ve sangrianızı yudumlamaya başlayın…

İkinci restoran, Vinoteca Torres, Casa Batlló’ya yürüyerek dört dakika mesafede. Passeig de Gràcia 78 numarada. Burayı da, yemek zevki ve kültürüne çok güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Ucuz sayılmayacak bir restoran ancak, gerek yemekler gerekse servis açısından pişman olunmayacak ciddiyette bir işletme. Torres ailesi kuşaklar boyunca şarap üretimi ile uğraşmış bir aile imiş. Benim düşünceme göre, zorlu bir süreç gerektiren şarap üretimindeki titizliği, restoran işletmeciliğinde de, aynen uyguluyorlar.

Biz, Vinoteca Torres’e oldukça geç bir saatte gittik. Öncesinde, Montjuic’te bulunan Sihirli Çeşme’deki (Font Magica) ışık ve müzik gösterisini izlemeye gitmiştik. Rezervasyonumuz vardı. Önce bize, ön taraftaki uzun ve yüksek masaları önerdiler. Ama biz, arkada tarafta ve yukardaki beyaz örtülü masalardan bir tanesini tercih ettik. Bizimle ilgilenen genç kız, şarap ve yemek önerilerinde son derece başarılı idi. Antre olarak, ançüez ve escalope carpaccio; ana yemek olarak cannelloni ve filet mignon çok lezzetli idi. Tatlı olarak, yine garsonumuzun önerisi üzerine yediğimiz, çikolatalı tatlı ve dondurmadan çok memnun kaldık.

Barselona’da sürdüğümüz izler bu kadar değil… Bir sonraki yazımda, farklı bir iz üzerinde olacağız…

________________________________
(*)- Sagrada Familia’ya, Barselona üzerine yazdığım ilk yazıda ayrıntılı olarak yer verdiğim için, bu yazımda tekrar değinmedim. Bakınız: Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (2): Modernista Akımının İzinde…

Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.

Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.

Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.

1888 Dünya Fuarı İçin, Mimar Josep Vilaseca i Casanovas Tarafından Tasarlanan, Zafer Takı

Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…

Parc de la Ciutadella’da Gaudi’nin Ejderhaları

Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.

Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…

23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.

Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.

Passeig de Gracia Caddesinde, Barselona’nın Elektrikle Çalışan İlk Sokak Lambaları

Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.

Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…

Kaldırımlardaki ‘Modernism Rotası’ İşaretleri

1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.

Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.

Casa Lleo Morera

Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…

Casa Lleo Morera

Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.

Palau de la Musica Catalana

Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.

Palau de la Musica Catalana

Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.

Palau de la Musica Catalana

Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.

Aziz George Heykeli-Palau de la Musica Catalana

Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.

Fuaye-Palau de la Musica Catalana

‘Ağaçlı Balkon’-Palau de la Musica Catalana

Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.

Salon ve Camdan Ters Kubbe-Palau de la Musica Catalana

Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.

Josep Anselm Clave’nin Heykeli-Palau de la Musica Catalana
Üstte:Valkyries Canlandırması Altta: Beethoven’in Büstü

Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…

Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…

Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.

(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)

O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.

Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.

Hasta Kabul Bölümü-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi
Yer Altı Tünelleri-Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.

Santa Creu i de Sant Pau Hastanesi

Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…

Posta Kutusu-Casa de l’Ardiaca

Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.

Casa Marti

Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.

El Quatre Gats

Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.

Picasso’nun El Quatre Gats İçin Yaptığı Afişin Aslı-Picasso Müzesi

Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.

Beklerken (Margot), Picasso-Picasso Müzesi

1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.

Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…

Story Kafe

Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.

Casa Amatller

Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.

Palau Nacional ve Font Magica

Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.

Font Magica ve Cadafalch’ın Sütunları

Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.

Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.

Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.

Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.

Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…

Columbus Anıtı-Plaça del Portal de la Pau

Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…

Hotel 1898

Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.

Hotel 1898

Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.

Hotel 1898

Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.

Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Kristof Kolomb’u Kabul Ettikleri Salon-Museu d’Historia de Barcelona

Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.

Eixample

Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.

Sagrada Familia

Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.

Sagrada Familia

Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.

Gaudi’nin Mezarı-Sagrada Familia’nın Kripti

1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.

Gaudi’nin Sagrada Famila’nın Girişinde Kara ve Deniz Yönlerini Göstermek İçin Kullandığı Deniz ve Kara Kaplumbağaları

Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.

Sonsuzluk Ağacı-Sagrada Familia

Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.

Tutku Cephesi-Sagrada Familia
Judas’ın Öpüşü ve Sihirli Kare

Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.

Sağda, Çarmıhını Taşıyan İsa. Solda, İsa’nın Yüzünü Baş Örtüsü ile Silen Veronica. Elinde Tuttuğu Örtüsüne İsa’nın Sureti Çıkmış
Tutku Cephesinden Detay-Sagrada Familia

Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…

Çarmıktan İndirilen İsa’nın Nicodemus (Sağda Üstte)Tarafından ‘Yağlanması’. Subirachs, Nicodemus Olarak Kendisini, İsa’nın Başını Tutan Kişi Olarak İse Gaudi’yi Yapmış

Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…

Sagrada Familia’nın İçi

Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.

Sagrada Familia’nın İçi
Sagrada Familia’nın İçi-Zafer Kapısı ve Üzerinde Barselona’nın Koruyucusu Aziz George

Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.

Aşağıdan Görülemeyecek Yükseklikte Ayrıntılar

Kuleden Aşağı İnilen Merdivenler…

Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.

Gaudi’nin İşçi Çocukları İçin Yaptığı Okul (1908-1909)
Üst Sıra: 20.Yüzyıl Başlarında Okul Alt Sıra:Okulun Eskisi Gibi Yenilenen İçi

Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.

İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.

İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.

Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…

Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.

Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.

Sıcak Çikolataya Batırarak Yenen Churros (Xurros)

İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…

Matera… Bir Zamanların Hayalet Şehri…

Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.

Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.

Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…

Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.

Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.

Matera’nın Sasso Barisano Bölgesi ve Tepede Duomo

Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.

Sasso Caveoso Bölgesi

Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.

Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.

Üstte Alberobello, Altta Harran Evleri ve İçleri

Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.

Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,

– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.

Otelimizi söyleyince,

– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.

O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.

Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.

Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…

San Pietro Caveoso Kilisesi

Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.

Matera Kanyonu

Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.

Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.

O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.

Ristorante Gatta Buia

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.

Otelimiz Palazzo Viceconte

Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.

Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.

Matera Katedrali-Duomo

Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.

Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.

Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.

Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.

Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).

Duomo ve İçi
Anlaşılan Son Günlerde Günah Çıkarmaya Pek Gelen Yok…

Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.

Duomo’da Bizans Kalıntıları ve Freskleri

Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.

San Pietro Caveoso Kilisesi ve İçi

Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.

San Giovanni in Monterrone Kilisesi
Alt Sıradaki Evin Ahırının Kilisenin Tabanından Görünüşü
Madonna de Idris Kilisesi
Kilisenin Dış Duvarına Adak İçin Oyulmuş Delikler
Kilisenin Önündeki Mezarlık

Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.

Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,

– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.

– İtalyan değiliz, dedim.

Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,

– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.

O da İtalyan olmadığını söyleyince,

– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.

Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.

Vico Solitario Mağara Evi

Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.

At, Keçi, Koyun ve Tavuklarla Birlikte Ortalama 8 Kişinin Yaşadığı Bu Evde 1956’ya Kadar Oturulmuş

Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.

Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.

Mutfak

Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.

Su İçin Kar Biriktirilen Sarnıç

Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.

İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,

– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…

Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci Kiliseleri
Papazların Şarap Yapmak İçin Üzümleri Çiğnedikleri Küvet. Çıkan Su Yandaki Deliklerden Dışarı Akarmış

Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.

Madonna del Carmine Kilisesi

Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.

El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.

Geleneksel Düdük ‘Cuccu’

Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…

Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…

San Giovanni Battista Kilisesi
San Biagio Kilisesi
San Pietro Barisano Kilisesi
Sant’Agostino Manastırı

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…

Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…

———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Kibyra

Sagalassos ve Kibyra gezimizde pazar sabahı, beklediğimizden güzel bir güne açtık gözlerimizi. Hava durumu tahminleri o gün için günlerden beri yağış veriyordu ama, sabahın erken saatlerinde öyle bir tehlike yoktu henüz. Sagalassos Lodge & Spa Hotel’deki odamızın penceresinden baktığımda, Ağlasun’un bir bölümünün doğmakta olan güneş ile aydınlanmış olduğunu, hala alacakaranlıkta olan diğer kısmının üzerinden ise, yavaş yavaş bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu gördüm. Çok güzel bir manzara idi… Bir de o sessizlik… Büyük şehirlerde böylesi bir sessizliği yaşamanın ne kadar imkansız olduğunu düşündüm. Günün en sessiz olması gereken saatlerinde bile kulağa gelen, uykumuzda alttan alta bizi yoran sesleri… Acı bir fren sesi, kesilen elektrik nedeniyle devreye giren jeneratörlerin sesi, aniden feryada başlayıp, sizi yatağınızda hoplatan araba alarmları, komşu dairelerden birinde yorgun düşüp, kanepe üzerinde uyuya kalmış bir beyaz yakalının karşısındaki televizyondan yükselen ses gibi…

Güzel ve sıkı bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Programa göre, önce Burdur Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Bir önceki gün Sagalassos’ta kopyalarını gördüğümüz, Kuzeybatı Heroon’una ve Antoninler Çeşmesi’ne ait kabartma ve heykellerin asıllarını gördük. Bunların yanında daha pek çok eser vardı. Rehberimizin belirttiği gibi, önce antik kenti görüp, daha sonra müzeyi gezmek daha etkili. Böylelikle, müzede gördüğünüz eserleri, hayalinizde gerçek konumlarında canlandırmanız çok daha kolay oluyor.

Müzede, Kibyra’ya da ait az sayıda eser bulunuyor. Bu azlığın, Kibyra’nın, henüz çalışmaların devam ettiği bir kazı alanı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Şehir, tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Bir de, bildiğim kadarı ile, genel olarak, hakkında yayın yapılmamış arkeolojik buluntular sergilenmiyorlar. Ancak, girişte sergilenen iki eser grubu, Kibyra’da ne kadar müthiş şeylerin bulunmuş olabileceğini veya henüz toprak altında beklediğini düşünmemize yetiyor.

Dövüşen Gladyatörler. Gladyatörler Mezarlığı Heroon’undan Kabartma-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kibyra, Burdur’un merkezine yaklaşık 110 kilometre mesafede, Gölhisar ilçesinin batısında, üç tepe üzerine kurulmuş bir kent. Antik kentten, Gölhisar gölü ve Koçaş dağını içine alan müthiş bir manzara var. Zamanında, kentteki evler, birbirlerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmışlar.

Kibyra’dan Manzara

Kibyra’nın, antik dönemde tam olarak hangi bölgeye ait olduğu söylenemiyor. Ancak, dört bölgeyi (Frigya, Karya, Likya ve Pisidya) birbirine bağlayan ticaret yollarının tam kavşağında olduğu biliniyor. Bu nedenle, tüccar bir millet oldukları belirtiliyor. Tarihteki ilk coğrafyacı ve filozof, Amasyalı Strabon’a (M.Ö. 63-21) göre, Kibyralılar Lidya kökenliler. Daha sonra, Helenistik dönemin (M.Ö. 323-30) başında Milas ve Termessos’tan buralara göç eden Pisidyalılarla karışıyorlar ve Kibyra bu şekilde kuruluyor. Kibyra’nın kelime anlamı da tam olarak bilinmemekle beraber, Luvi dilinden geldiği düşünülüyor. Strabon’a göre Kibyralılar, ticarette usta olmalarının yanında, at yetiştiriciliği, dericilik, demircilik ve çömlekçilikte de ileri gitmişler. Bir de, çok savaşçılarmış.

Kentin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney Anayollarının Kesiştiği Kavşak

Arkeolojik bulgulara dayanılarak, kentin ilk yerleşim alanının, günümüzde kazılmakta olan Kibyra’ya 18 kilometre mesafedeki Uylupınar’da olduğu ve daha sonra (M.Ö. 4.-3. yüzyıllarda) buraya taşındığı belirtiliyor.

Stadyuma Kadar Giden Merasim Yolu

Kibyra , II. Eumenes (M.Ö. 197-159) döneminde Bergama Krallığının bir parçası oluyor. Daha sonra, M.Ö. 2. yüzyılda, bölgedeki Boubon, Balbura ve Oinoanda kent devletleri ile bir araya gelerek, bir tetrapolis, yani dörtlü bir birlik ya da federasyon kuruyor. Kibyra liderliğindeki federasyon, bir süre bölgede söz sahibi oluyor. Roma ile müttefiklik konumu kazanıyor. Ancak, M.Ö. 84-83 yıllarında, Romalı general Murena bu ittifakı dağıtarak, bölgeyi Roma’ya bağlıyor.

2016 yılında Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’ne giren Kibyra’da ilk incelemeler, on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz T.A.B. Spratt ve E. Forbes tarafından yapılmış. Daha sonra, Burdur Arkeoloji Müzesi, 1988-1989 yıllarında odeon’da ve şehrin güneyindeki mezarlarda, 2001-2002 yıllarında ise, nekropol(mezarlık) ve ana caddede kazılar yürütmüş. Bu aralıklı kazılardan sonra, ilk sistematik kazılar 2006 yılında Burdur Arkeoloji Müzesi ve Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından, birlikte yapılmaya başlanmış. 2010 yılında, kazılar tamamen üniversiteye devredilmiş. Şehirde günümüze kadar stadyum, odeon, agora, Roma hamamı ve nekropol kazılmış durumda. Halen çıkarılan tüm eserler, Roma dönemine aitler. Hristiyanlık dönemine ait izlere henüz rastlanmamış.

Gladyatörler Nekropolünde Bulunan Steller (M.S.2.-3.yy.)-Burdur Arkeoloji Müzesi

En parlak dönemlerini M.S. birinci ve üçüncü yüzyıllar arasında yaşayan Kibyra, tarihte iki tane çok büyük deprem geçirmiş. Bunlardan ilki olan M.S. 23 yılındaki depremin ardından, İmparator Tiberius şehre beş yıl vergi muafiyeti tanımış. Ayrıca, para yardımı da yapılmış. Şehir yeniden inşa edilmiş. Ancak, M.S. 417’de yaşanan ikinci büyük deprem, şehri tamamen yok etmiş. Bir daha kendini toparlayamayan kent, 8. yüzyılda tamamen terk edilmiş ve kalan halk, günümüzün Gölhisar’ına yerleşmiş.

Daha önce belirttiğim gibi, Kibyra şu anda tam anlamıyla halka açık bir ören yeri olmayıp, hala kazı alanı statüsünde olduğu için, kente düzgün bir girişten girilmiyor. Tel örgülerin arasındaki bir boşluktan giriliyor. Ancak, kent sahipsiz değil. Grup gezisi için önceden izin alınması gerekiyor ve her an yanınıza kadar gelmeseler de, sizi uzaktan izleyen bekçiler var. Etrafta yerli halktan da bazı gençler ve çocuklar gördük. Büyük olasılıkla, pazar eğlencesi olarak, kenti ziyarete gelenleri izlemeye gelmişlerdi. Tepelerden dolayı göremediğimiz köylerini ana yola bağlayan yol Kibyra’dan geçtiği için, buralara fazlası ile aşinalar zaten.

Alt Agora

Kibyra’ya gelene kadar, doğrusu tam olarak ne ile karşılaşacağımı hayal edemedim. Gördüklerimiz karşısında ise, büyülendim diyebilirim. Çünkü burası, kazı faaliyetleri tamamlanmış ya da yavaşlatılmış pek çok kentten çok daha fazla yeryüzüne çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış esere sahip bir yer. Kazılar tamamlandığında, çok ünlü ve meraklıları için çekim kuvveti yüksek bir antik kent olacağına dair hiç şüphem yok.

Üst Agora
Aynı Zamanda Zengin Kibyralıların Vakit Geçirdiği Alan Olan Üst Agorada Taşlarla Oynanan Bir Oyun

Kibyra’ya girdikten sonra ilk olarak alt agorayı ve ardından, lüks tüketim ürünlerinin satıldığı, üst agorayı gezdik. Henüz tamamı ortaya çıkarılmamış olan üst agora yolu, sağlı sollu, yükseklikleri 18 metre olan sütunların ve iki tarafta sıralı dükkanların olduğu bir yolmuş. Bu yolun, toprak altında 600 metrelik daha bir kısmı olduğu belirtiliyor.

Üst Agora

Ana yolun bir noktasında latrina var. Yani, Efes’de de gördüğümüz umumi tuvaletler. Ancak, burada ortaya çıkarıldığı haliyle latrina’nın, Efes’teki gibi oturma bölümlerini değil, onların altındaki kanalizasyon bölümünü görüyorsunuz. Bu da, tuvalet sisteminin nasıl çalıştığını anlamak açısından son derece ilginç. İki bin küsur yıllık bir antik şehirde yapılmış kanalizasyon sistemine insanın hayranlık duymaması mümkün değil. Kentin ayrıca, çevredeki su kaynaklarından su getiren bir de temiz su sistemi bulunuyor.

Latrina’nın Altındaki Kanalizasyon Sistemi
Efes Antik Kentinde Latrina

M.S. 2. yüzyıla tarihlenen kent tiyatrosu tahminlere göre 5000 kişilik, görkemli bir yapı. Üstelik, henüz tamamı ortaya çıkarılmamış. Bizim üzerinde durup, tiyatroya baktığımız nokta, sahne kısmının ikinci katına denk geliyormuş.

Tiyatronun Sahneden Görünüşü

Bir diğer etkileyici yapı, çok amaçlı salon da diyebileceğimiz, hem Bouleuterion(kent meclisi) hem de Odeon(konser salonu) olarak kullanılan yapı. Burası, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. M.S. 5. yüzyılda yenilenmiş. Zamanında üstü kapalı olan yapı, 3600 kişilik kapasitesi ile, ülkemizde antik çağlardan kalmış bu tür yapıların en büyüğü olarak niteleniyormuş. Yapının ön tarafı ve orkestra bölümünün tabanı ince çakıl taşları ile kapatılmış. Bunun nedeni, altta bulunan çok değerli mozaikler olması imiş. Mozaiklerin üzerine koruyucu örtüler, onların üstüne de çakıl dökülmüş. Şu anda gösterilmemelerinin nedeni yine bilimsel çalışma ve yayınların tamamlanmamış olması. Süreç tamamlandıktan sonra, son yıllarda mozaikleri çıkarıldıkları mekanlarda sergileme anlayışına uygun olarak, üzerleri açılacakmış. Bu yapılırken, hem doğal şartlardan etkilenmemeleri hem de insanlara üzerinde yürüme olanağı sağlamak için, üzerleri şeffaf bir tabaka ile örtülecekmiş.

Bouleuterion-Odeon
Bouleuterion’da Medusa Mozaiğinin Üzeri Örtülü Olarak Tutulduğu Orkestra Bölümü

Bouleuterion’un orkestra bölümünde bulunan Medusa başı mozaiği arkeoloji dünyasında epeyce ses getiren bir buluş olmuş. Milliyet gazetesinde (05/07/2012) okuduğum Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru’nun açıklamasına göre, mozaik kırmızı, yeşil, mavi, gri ve beyaz renklerde, üzerleri damarlı mermer plakalardan yapılmış. Antik dünyada sıkça kullanılan Medusa figürünün, ince ve renkli mermer plakalarından yapılmış tasvirine ilk olarak burada rastlanmış.

Bouleuterion’daki Medusa Mozaiği
Kaynak: Milliyet Gazetesi (05/07/2012)

Aynı yapının ön tarafındaki 560 metrekarelik mozaik ise, geometrik desenli on beş ayrı panodan oluşuyormuş. Üzerindeki yazıttan, M.S. 249-253 yılları arasında, Kibyralı iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmış.

Hamamın Külhan Bölümü

Kent meclisi bouleuterion’un ön tarafında, Geç Roma Dönemine ait (M.S. 6.-7. yy.) bir hamam bulunmuş. Burada da, seramikten yapılmış, temiz ve kirli su giderlerini görmek mümkün. Hamamı gezerken insan, kent meclisinde oturumlara katılan üyelerin daha sonra, buraya gelerek, yıkandıklarını ve soğukluk bölümünde dinlenirken, kulis faaliyetlerine ve kendi aralarında tartışmaya devam ettiklerini düşünüyor…

Stadyum

Şehre girerken sol tarafta olan, ama bizim en sona bıraktığımız önemli yapı ise, stadyum. Yaklaşık 200 metre boyunda, 12-13 bin kişi kapasiteli stadyum oldukça iyi durumda. Beni, Afrodisias’ın 30 bin kişi kapasiteli ve neredeyse sapasağlam stadyumu kadar etkilemese de, burada böyle bir yapı ile karşılaşmak beklenmedik bir şey. Ayrıca, stadyumun coğrafi topoğrafya ile uyumu da dikkate değer. Stadyumun uzun yanlarından biri yamaca yaslandırılmış ve karşısındaki kenar, ova manzarasını engellememesi için, daha alçak olarak inşa edilmiş.

Stadyum

Stadyumda koşu, uzun atlama ve gülle, cirit ve disk atmayı kapsayan pentatlon karşılaşmalarının yanında, yaygın olarak gladyatör dövüşleri yapılmakta imiş. Stadyumdan çıkarılıp, Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen kabartmalar bunun en güzel kanıtı. Hem gladyatörlerin birbirleriyle hem de hayvanlarla dövüşmelerinin sergilendiği bu kabartmalarda, vahşi hayvanların yakalanmasından, gladyatörlerin çalışma, hazırlanma ve dövüşmelerine kadar tüm süreç çok güzel bir şekilde canlandırılmış. Müzede ayrıca, gladyatörlerin mezarlığındaki Heroon’da(1) yer alan, dövüş sahneleri kabartmaları da çok etkileyici.

Stadyumda Bulunan Kabartmalar-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hafta sonu gezimizde son durağımız, son günlerde yapılan televizyon yayınları sonucu popülerleşen Salda Gölü oldu. Burası, Burdur’un Yeşilova ilçesine altı kilometre uzaklıkta, tektonik oluşum ile ortaya çıkmış bir göl. Hava kapalı olduğu için gerçek rengini tam olarak görememekle beraber, insan daha açık havada suyun nasıl bir tonda olduğunu tahmin edebiliyor. Turkuaza yakın suyu ve çevresindeki beyaz renkli kumsalı nedeniyle buralara Türkiye’nin Maldivleri denmeye başlanmış. Duyunca komiğime giden bu tabiri bir de gölün kıyısında tabelada görünce iyice gülmem geldi doğrusu… Maldivlere hiç gitmedim. Bilmiyorum. Ama, gördüğüm Maldiv fotoğrafları ile Salda Gölünün etrafındaki zevksizliğin uzaktan yakından alakası olmadığı belli. Türkiye’nin en geri bölgelerindeki turistik yerlerden daha geri ve sakil bir görüntü. Kafasına göre yerlerde bazlama açan, çay demleyen, balçık gibi kumda ayakkabılarınızın kirlenmemesi için galoş satmaya çalışan köylüler. Üstelik, kıyıda gördüğümüz, çamura saplanıp, kalmış galoşların ilerde yaratacağı çevre kirliliği düşüncesi gerçekten içimi daralttı. İnsan bazen, acaba ülkemizdeki güzellikler hiç duyurulmasa, el değmemiş şekilde kalsa daha mı iyi olur diye düşünmeden edemiyor…

Salda Gölü

____________________________________________________________

(1)- Gladyatörleri onurlandırmak ve anmak için yapılmış anıt.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.