Bu yaz Foça’ya yaklaşık iki ay sonra ikinci kez gidince, Foça hakkında yazdığım bir önceki yazıma eklemeler yapmak istedim. Bunlar, ilk gidişimizde yapmadığımız ya da göremediğimiz şeylerle ilgililer. O nedenle, bunun için en iyi yöntemin, daha önce yazdığım metne dokunmadan, bir son söz (epilog) olacağını düşündüm. Phokaia: Namıdiğer Foça yazımı daha önce okumuş olan okurlarım, doğrudan bu bölümü okuyabilirler. Metni ilk olarak okuyacak takipçilerimin ise, önce ilk yazımı okumalarını öneririm. Söz konusu yazıya kolay erişim için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.
Madem sözü Nazmi Usta’da bırakmışım, oradan devam edelim. Nazmi Usta’nın meşhur Sakız Dondurma‘sını, Foça’ya ikinci gidişimizde tatma fırsatı bulduk. Ancak, yine kolay olmadı. Akşam saatlerinde ve gece önünde gene inanılmaz bir kuyruk vardı. Biz de şansımızı gündüz denemeye karar verdik. Foça’dan ayrılacağımız gün, öğle saatlerinde, para çekmek için çarşı içine gittik. Nazmi Usta’nın yeri, Akbank’ın hemen yanında. Bunu daha önceden bildiğimiz için, bir taşla iki kuş vurmak üzere plan yaptık. Tahmin ettiğimiz gibi, sabah saat 10’da açılan Nazmi Usta’nın önü bomboştu. Belli ki, yoğunluk akşam üzerinden itibaren başlıyor. Kendisi de işinin başında olan Nazmi Usta’nın önerileri doğrultusunda dondurmalarımızı aldık. Foça’ya giderseniz ve bu nefis dondurmadan tatmak isterseniz, kuyrukta beklememek için, sizin de gündüz saatlerini tercih etmenizi öneririm. Tattığım sakız, karamel ve ustanın borovinka olarak ifade ettiği yaban mersini dondurmaları çok lezizdi.
Dondurmalarımızı almış, Akbank’ın bulunduğu köşeyi dönünce gördüğümüz bir banka oturmuştuk. Hava epeyce sıcaktı. Az ötemizde, bir başka bankta, esnaftan kişiler de vardı. Onlar, çok yüksek olmayan bir duvarın dibinde oturuyorlardı. Başta duvar dikkatimi çekmedi. Taşlarla yapılmış, alçak bir duvardı. Sonra, dondurmamı yerken, duvarın dibinde duran ayaklı bir tabela gördüm. Okumak için yerimden kalktım. O sırada, esnaf grubundan birisi,
– Hanımefendi, Türkçe açıklama arka tarafında dedi.
– Teşekkür ederim, fark etmez, dedim.
Son iki kelime, istemsiz bir şekilde, düşünmeden ağzımdan çıkmıştı. Pişman oldum… Biraz kibirli, tepeden bakan bir ifade oldu gibime geldi.
Aynı kişi,
– Boş verin ya! Ne diye yoracaksınız kendinizi? Okuyun işte Türkçesini, deyince, gülmeden edemedim.
Geçtim tabelanın arka tarafına, başladım Türkçe açıklamayı okumaya…
Beklemediğim bir zamanda, harika bir piyango çıkmıştı sanki. Tamamen rastlantı sonucu, iki ay önce geldiğimizde bulmaya çalıştığımız arkeolojik eserlerden birinin önünde bulmuştuk kendimizi. Günlük hayatın ortasında, açıklaması zar zor görülebilen bu duvar, kentin tarihi su kemerlerinin ayakta kalabilen bir bölümü idi. Su kemerlerinin yapılış tarihi tam olarak bilinmese de, Felix Sartiaux‘ya göre Orta Çağ’da yapılmışlar. Daha önce, şehrin su ihtiyacı küçük su kanalları ve kuyular aracılığı ile giderilmeye çalışılıyormuş. 1678 yılında Foça’ya gelen araştırmacıLe Bruynyapının 180 tane kemeri olduğunu saymış. O zamanlar, belirtilen sayıdaki kemer ile 500 metreden fazla uzunluğa sahip olan su kemerleri, şehrin içindeki üç çeşme aracılığıyla, Foça’ya su sağlıyormuş. Bu sistem, 1920’li yıllara kadar kullanılmış. Kemerlerin yapımında antik çağdan kalma yapı taşları, su olukları ve sütunlar kullanılmış. Hatta incelemelerde, M.Ö. 3. yüzyılda yapılmış olanGymnasium‘a ait alın taşlarına dahi rastlanmış. Kemerlerden günümüze sadece 30 tanesi kalabilmiş.
2021 yazında Foça’ya ikinci gelişimizde deLola 38 Hotel‘de kaldık. Bu kez ana binanın ikinci odasında yer bulduk. Burası, otelin suite olarak tabir edilen ve yatak odasının dışında bir salonu olan bölüm. İkinci kattaki odaya binanın içinden ulaşabildiğiniz gibi, evin orijinal ana kapısı olan, kendisine ait, ayrı kapısından da girebiliyorsunuz. Sabahları bu kapının iki kanadını açıp, odanıza servis edilen leziz kahvaltınızı denize ve sokağa nazır yapmak büyük keyif doğrusu.
Lola 38 Hotel’in suite’i de, otelin tamamı gibi, özenle döşenmiş. Restorasyon sırasında bazı ayrıntılar çok güzel bir şekilde öne çıkarılmış. Yatak odasına dönüştürülmüş oda aslında evin yemek odası imiş. Burada bulunan ve bir duvarı kaplayan orijinal dolap da zaten insana bu izlenimi veriyor. Camları çıkarılmış ve özel olarak eskitilmiş dolapta bir zamanlar duran dizi dizi tabakları, kadehleri ve dekoratif eşyaları insan hayal edebiliyor.
Foça’da bu sefer kalışımızın hafta sonuna rastlayacağını fark etmemişim. İzmir’den ve çevre illerden hafta sonu için gelenlerden dolayı epeyce kalabalıktı. Bir önceki gelişimizde beğendiğimiz Fokai Restoran‘da iki gece de yer bulamadık. Neyse ki, Foça’da restoran seçeneği bol. Daha önce denemediğimizDeniz Restoran‘a gittik. Mezelerden yoğurt soslu ot topu şahane idi. Yine kendi özel mezelerinden, yeşil elma üzerine konan beş değişik peynir ile yapılmış meze, ara sıcak olarak kalamar ve tereyağında pişirilmiş karides yediklerimiz içinde öne çıkanlardı. Burada bizi bir tek, biraz ilerideki müzikli mekanın yüksek müziği rahatsız etti. Garsonun söylediğine göre, mücadele etmek için, belediyeye şikayet dahil olmak üzere, her yolu deniyorlarmış…
Bir varmış… Bir yokmuş… Antik çağlarda, Smyrna (İzmir) kentinin kuzeybatısında, o zamana göre çok yakın olmayan, şimdi ise raylı toplu taşıma sistemi ile bile ulaşılan bir kent varmış… Phokaia imiş bu kentin adı… (Bazı kaynaklarda Phocaea olarak geçer). Phokaialılar hem tüccar hem de usta denizcilermiş. Büyük kargo gemileri yerine, 50 kürekçinin denizleri aşırdığı, 500 kişilik hızlı tekneleri tercih ederlermiş. Sadece Mısır gibi uzak ülkelerle ticaret yapmakla kalmamış, Miletoslularla birlikte, Çanakkale Boğazı’nın girişinde Lampsakos (Lapseki) ve Karadeniz’de Amisos (Samsun) kentlerini de kurmuşlar. Ama en önemli kolonileri, kendi başlarına gittikleri Batı Akdeniz’de imiş. Fransa’daki Massalia (Marsilya), Güney İtalya’daki Elea (Velia), Korsika’daki Alalia (Aléria), İspanya’daki Emporion (Ampurias) Phokaialıların kurdukları kentlermiş. Güney Fransa’daki Nicaea ya da Nizzi (Nice) ve Antipolis (Antibes) de Marsilyalılar tarafından kuruldukları için onların “torunları” sayılırlarmış. Phokaialıların kurdukları bu şehirlerin bazıları zamanla antik çağın önemli bilim ve felsefe merkezleri haline gelmişler. Örneğin, Güney İtalya’daki Elea (Velia), Parmenides ve Zeno gibi önemli düşünürlerin ders verdiği bir kültür şehri olmuş.
Antik yazarlara göre Phokaia, Yunanistan’daki Phocis kentinden Ege kıyılarına gelen iki Atinalı tarafından, komşu Cyme kentinin (günümüzde İzmir ilinin Aliağa ilçesi yakınlarında) kendilerine verdikleri topraklarda kurulmuş. Ancak, gerek daha sonra yaşamış olan yazarların eserleri gerekse bu yazı için yararlandığım kitaplardan birinin yazarı Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın yaptığı kazılarda elde edilen buluntular, bu yorumun yanlış olduğunu ve büyük ihtimalle Phokaia ve Phocis arasında bir bağ kurulmaya çalışıldığı için ifade edildiğini düşündürmüş. Akurgal’a göre, bu bölgeye ilk yerleşenler Aolya’dan gelmişler. Yine hem kendi bulgularına hem de Yunanlı gezgin Pausanias’a (M.S. 110-180) referans veren Akurgal, daha sonra buraya İyon kentleri Teos ve Erythrai’den insanların geldiklerini belirtmiş. (Bu iki antik kent ile ilgili bilgi için, daha önce yayınladığımSığacıkyazımı okuyabilirsiniz. Erişim için linke tıklamanız yeterli).
Kentin daha sonra, tarihteki ünlüİyonya Birliği’ne katılması da Akurgal’ın ve diğer çağdaş uzmanların yukarıdaki tezinin daha gerçekçi olduğunu düşündürüyor. Söz konusu birlik 12 devletten meydana gelmiş. Bunlar: Efes,Erithrai, Khios(Sakız Adası),Klazomenai, Kolophon,Lebedos,Miletos,Myos,Samos(Sisam Adası), Teos, PhokaiavePriene.
Günümüzde, arkeolojik kazılar sonucunda, İyonyalıların en az 9. yüzyılın sonundan itibaren Foça’da yaşamaya başladıkları ve kentin ismini yakınındaki fok balığının sırtına benzeyen adalardan dolayı, Grekçe Phocekelimesinden aldığı kabul ediliyor. Özellikle en eski Phokaia paralarında fok balığı şekillerine sıklıkla rastlandığı belirtiliyor. Adaların şekilleri bir yana, bu bölge gerçekten de Akdeniz foklarının önemli yaşam alanlarından biri. Maalesef artık soyu tükenmek üzere olan bu tür foklardan dünyada sadece 600-700 tane kaldığı, bunların 100 kadarının Foça civarında yaşadıkları belirtiliyor. Phokaia isminin kökeni ile ilgili başka çıkarsamalar ve yaklaşımlar da bulunmaktadır.
Heredot’un (M.Ö. 484-425(?)) belirttiğine göre, Phokaialıların uzak diyarlarla ilişkisi hep çok iyi olmuş ve bunun en önemli kanıtlarından birisi de şehrin o zamana göre inanılmaz kalınlıkta ve sağlamlıktaki koruma duvarları imiş. Çünkü, bu duvarların yapımı için, Phokaialıları çok seven Andalusia Kralı Argonthonius parasal kaynak sağlamış. Ancak, bu duvarlar şehrin M.Ö. 546 yılında Perslertarafından ele geçirilmesini önleyememiş. Son yıllarda yapılan kazılarda, Heredot’un sözünü ettiği, M.Ö. 590-580 yıllarına tarihlenen bu surlar ortaya çıkarılmış. Civarda bulunan çok sayıda Pers ok ve mızrak uçları ile gülleler de bu surların aynı surlar olduğu görüşünü desteklemiş.
Büyük İskender’in M.Ö. 334 yılında buraları işgal etmesine kadar süren Pers idaresi sırasında Phokaialıların büyük bir kısmı Phokaia kolonilerine göç etmişler. Daha sonra bir kısmı geri dönse de Phokaia hiç bir zaman eski parlak günlerine dönememiş. Hatta, M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda kentin adı pek anılmaz olmuş. M.Ö. 190 yılında Phokaia Romalıların eline geçmiş ama, vergi karşılığında, kente bağımsızlık vermişler. İlk Hristiyanlık döneminde Phokaia bir piskoposluk merkezi olacak kadar önem kazanmış. 1275 yılında, bu bölgede ve Sakız’da madencilik yapan Cenevizliler günümüzde sahilde gördüğümüz kaleyi inşa etmişler. Foça, Batı Anadolu’da Türklerin ele geçirdiği ilk kıyı kentlerinden birisi olmasına karşın, birkaç kez el değiştirmiş. Türklerin kesin hakimiyeti, 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in şehri zapt etmesi ile başlamış.
Sizin için mümkün olduğu kadar özetlemeye çalıştığım Foça tarihinden, buranın çağlar boyunca birçok millet ve kültüre ev sahiplği yaptığını anlıyoruz. Şüphesiz her unsur geride bugün ayrıştıramadığımız, farkında bile olmadığımız izler bırakmıştır. Bu bir yemeğe katılan özel bir çeşni, günlük yaşama yapılan farklı bir dokunuş, buralara özgü bir ifade şekli olarak günümüze kadar gelmiştir. Ne yazık ki, ülkemizin genelinde var olan bu zenginlikleri inceleyen, aradaki bağları ortaya koyan çalışmalar henüz yok. Ya da belki bazı sessiz kahramanlar var ama, bizim haberimiz yok. Bırakın böylesi çalışmaları, Foça’daki az sayıdaki arkeolojik eserin çoğunu bulabilmek için yoğun bir çaba harcamanız gerekiyor. Bu, beni Foça ile ilgili olarak en çok üzen nokta oldu. Dilerim, Kültür Bakanlığı ve Belediye en yakın zamanda bir iş birliği yapar ve doğru yönlendirmelerle, meraklısı için arkeolojik yerlere ulaşımı kolaylaştırırlar.
Foça’ya çok uzun yıllar önce gitmiştim. Ancak o zamandan fazla bir şey hatırladığım söylenemez. Sadece, İzmir’den yolun bana inanılmaz uzun geldiğini ve havanın çok sıcak olduğunu hatırlıyorum. Şimdi artık Foça’ya otoyolların ve klimalı araçların konforu ile kolayca ulaşabiliyorsunuz. Üstelik, yukarıda belirttiğim gibi, artık buraya İzmir’den raylı toplu taşıma ile ulaşım da mümkünmüş. Bunun için, İzban(veya Egeray) olarak anılan raylı araca binmeniz ve Hatundereistasyonunda inmeniz, oradan da Eski Foça’ya ya da Yeni Foça’ya gidecek olmanıza bağlı olarak, 744 ya da 745 numaralı otobüslere binmeniz gerekiyormuş. Anladığım kadarı ile, yolculuğun bu son kısmını dolmuşlarla da yapmanız mümkün.
Her ne kadar Foça’ya ilk gidişimden pek bir şey hatırlamıyorum desem de, fiyortlara benzettiğim girintili çıkıntılı kıyılarını, denizini ve kumunu hatırlıyordum elbet. Ama, son yıllarda esas dikkatimi çeken, internette gördüğüm, Foça’nın restore edilmiş eski taş Rum evleri ve özellikle bir otel, Lola 38 Hotel, oldu. Web sayfasından incelediğim oteli, o kadar beğendim ki, son birkaç yıldan beri gitmek için uygun bir zaman kollayıp durdum. Genelde güneye tatile gittiğimiz zaman, gidişte veya dönüşte (bazen her ikisinde de) bir yerde kalmayı seviyoruz. Hem yeni bir yer görmek hem de dinlenmek açısından iyi oluyor. Foça da bunun için çok uygun bir yerdi. Bunca yıl bir türlü denk getiremedik. Bizim yolculuk yaptığımız tarihlerde otel her zaman dolu oluyordu. Geçen sene ise, zaten pandemi olduğu için o taraflara hiç gitmemiştik. Bu sene bu fırsatı yakalayınca doğrusu çok sevindim.
Eski Foça’ya vardığımızda saat akşam üzeri dörttü. Sahil boyunca giden, parke taş döşenmiş yolun üzerindeki oteli kolayca bulduk. Yol boyunca, Lola 38 gibi, restore edilmiş eski Rum evlerinden birkaç tane daha var. Çoğu bina maalesef yıkılıp, apartman yapılmış ama, en azından, alçak yapılar onlar da. Yolun diğer yanında halk plajı ve deniz uzanıyor. Burada park yeri olmadığı gibi, araba ile uzun süreli durmak da mümkün değil. Bavullarınızı indirip, arabayı otelin arkasındaki kendi otoparkına park edebiliyorsunuz.
Lola 38 Hotel, çok iyi yönetilen bir aile işletmesi. İçinde bulunduğu bina, 130 yıllık bir Rum evi. Zamanında, Foçalı Rum bir tuz tüccarı ve armatöre aitmiş. Bir akşam otel sahibi ile yaptığımız hoş bir sohbet sırasında bize gösterdiği resimlerden buranın oldukça harap ve neredeyse yıkılmak üzere bir durumdan şimdiki haline dönüştürüldüğünü anladık. Verilen itinalı hizmetin yanında, mimari açıdan bu kazanımın bile otelin Eski Foça’daki otellerden biraz daha pahalı olmasını haklı çıkardığını söyleyebilirim. Çok emek verildiği belli. Otelin ana binada, biri suite olmak üzere, iki odası var. Arka bahçesinde ise, orijinal evin çamaşırhane, kiler ve ahır gibi bölümlerinden dönüştürülmüş yedi tane odası bulunuyor. Her oda, zevk ve özenle, farklı farklı döşenmiş. Denizin otelin hemen önünde olması büyük bir şans. Ağaçların altında, şezlonglara uzanarak kitap okumak, sonra da, birkaç adım atıp kendimizi denize atmak pek keyifli idi.
Otelin önündeki plaj, halk plajı. Belli yerleri biraz kalabalık olmakla beraber, biz her seferinde denize girecek tenha bir iskele bulmayı başardık. Çevrede, şemsiye ve şezlong kiralayabileceğiniz “beach”ler de varmış. (Bildiğiniz gibi, o da yabancı bir dilden dilimize geçmiş olmasına karşın, artık plaj kelimesi kullanılmıyor. Onun yerini beach aldı!). Bizim orada kaldığımız günlerde hava o kadar sıcaktı ki, yakın olsa da yol gitmektense, doğrusu bahçenin serinliğini tercih ettik.
Sıcakta arkeolojik ve tarihi yer gezmek hep zordur. Bunun için en iyi mevsim bana göre ilkbahar ve sonbahardır. Buna rağmen, bizim gibi, yine de bir şeyler görmeden içiniz rahat etmiyorsa, Eski Foça’nın içinde görebileceğiniz yerler var. Bunlardan biri, sahildeki Beş Kapılar Kalesi. Akşam üzeri sahilde yapabileceğiniz bir yürüyüş sizi restoranların önünden, tarihi yarımadaya götürecektir. Bu yarımada aynı zamanda bir zamanlar burada olduğu bilinenAthenaTapınağı‘nın bulunduğu yer oluyor. Athena Tapınağı burada, tepenin üzerinde görkemli bir şekilde yükselirmiş. Ancak, bugün bu yapı yok çünkü, antik Foça’nın bulunduğu bu alanın üzerinde sonraki yüzyıllarda yoğun bir yapılaşma olmuş. Internette Foça hakkında bilgi veren bazı site ve bloglar, başka tapınakların resimlerini koyarak, sanki hala ayakta olan böyle bir yer varmış gibi bilgi veriyorlar. Bazı gezi bloglarında, insanların boş yere bu tapınağı aradıklarını da okudum. Oysa, Ekrem Akurgal’ın da belirttiği gibi, kazılarda tapınağa ait çıkarılabilen eserler İzmir Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş.
İsmini, yan yana yapılmış beş kapıdan alan surlar, ilk olarak 1275 yılında Cenevizliler tarafından yapılmış. Daha sonra, hem Bizanslılar hem de şehri ele geçiren Osmanlılar tarafından, Kanuni Sultan Süleymanzamanında, 1538-1539 yıllarında onarılmış. Duvarı takip ederek yürüdüğünüz zaman, Kybele Açık Hava Tapınağı’na ulaşacaksınız. Burası, bir zamanlar Athena Tapınağı’nın yükseldiği düşünülen yerin tam alt kısmında bulunuyor. M.Ö. 5. ya da 6. yüzyılda yapıldığı düşünülen Kybele Tapınağı’nda kayalara oyulmuş nişler ve ortada da bir Kybele kabartması görülüyor. Uzmanlara göre burada, Anadolu’nun pek çok yerinde de rastlandığı gibi, tanrıça Athena ile birlikte, tanrıça Kybele’ye de saygı gösterilirmiş.
Foça’da ilk kazılar, 1913-1920 yılları arasında, Fransız arkeolog ve mühendis Felix Sartiauxtarafından yapılmış. Dönemin Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Yunan işgal dönemini de içermesi, kazıların niteliği konusunda beni epeyce düşündürdü. Otel sahibinin bize ödünç verdiği, Sartiaux’nun çektiği fotoğraflar ve belgelerle hazırlanmış bir kitapta, Foça’nın o dönemdeki halini görmek mümkün. Kitapta belirtildiğine göre, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan asayiş boşluğu nedeniyle bu yörede bir takım eşkiya çeteleri türemiş. Bu çetelerin yaptığı baskınlardan ve yaşanan ölümlerden yılan Rum halk 1914 yılında Midilli Adası’na göç etmişler. Daha sonra, Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgaline güvenerek olsa gerek, 1919 yılında geri gelmişler. Ancak, doğdukları yerlere bu kavuşma ancak birkaç yıl sürmüş. 1923 yılında, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında tekrar göç etmişler.
Sartiaux sonrasında Foça’da, 1951-1955 yılları arasında daha yoğun olmak üzere, 1970 yılına kadar Prof. Dr. Ekrem Akurgal tarafından kazılar yapılmış. Uzun bir aradan sonra tekrar başlanan kazılar sırasında, 1993 yılında, Kybele Açık Hava Tapınağı bulunmuş. 1998 yılından beri Japan Tobacco International desteği ile yürütülen bu kazılarda, daha önce belirttiğim, M.Ö. 6. yüzyılda yapılmış kent duvarlarının yanında, M.S. 4. yüzyıl sonları ile 5. yüzyıl başlarına tarihlenen bir Roma dönemi villasına ait taban mozaikleri de ortaya çıkarılmış. Bunların bir tanesi İzmir Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş. Diğeri, üstü örtülerek korumaya alınmış.
Görmek istediğimiz yerler arasında olan antik tiyatro ve Ekrem Akurgal’ın ortaya çıkardığı Şeytan Hamamıolarak anılan mezarları, tüm aramalarımıza rağmen bulamadık. Aşırı sıcak da bizim normalden daha çabuk pes etmemize neden oldu. Doğru dürüst bir bilgilendirme ve tabela olmaması çok yazık. Kaynaklardan okuduğum kadarı ile, Şeytan Hamamı kayalara oyulmuş bir aile mezarı imiş. Akurgal, bulduğu seramiklere dayanarak, bazı Lidya mezarlarına benzettiği yapının tarihini M.Ö. 4. yüzyılın sonu olarak belirlemiş. Belediyenin web sayfasında belirtildiğine göre, uzun bir yol ve iki mezar odasından meydana gelen Şeytan Hamamı, askeri bölge içinde bulunmakta imiş. Bulamamış olmamızın bir nedeni de bu olabilir.
Foça’da kolaylıkla ziyaret edebileceğiniz tarihi yerlerden biri, kentin 7 kilometre doğusunda bulunan Pers Anıt Mezarı. Yol kenarında, Foça’ya giderken veya oradan ayrılırken rahatlıkla durup, inceleyebileceğiniz bir yerde. Akurgal’a göre bu, M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış, yöresel bir Pers hükümranının mezarı. M.Ö. 546-344 yılları arasında Anadolu’da yaşanan Pers egemenliği sırasında bölgede çok sayıda Pers despot kendi alanlarını yönetmiş. Yine Akurgal’ın belirttiğine göre, mezar ayrı bir yapı olarak inşa edilmeyip, büyük bir kaya kütlesi oyularak yapılmış. Mimari olarak, Pers etkisinin dışında, Likya, Lidya ve Frigya mezarlarının özelliklerini de taşıyor. 4,5 metre yüksekliği olan mezar, Likya mezarları gibi, iki katlı yapılmış. Ancak, Likya mezarlarından farklı olarak, ölü ikinci kata değil, zemin kata gömülmüş. Kanımca bu da, Anadolu’da farklı uygarlıkların tarih boyunca birbirlerinden etkilenerek, farklı alanlarda birikimlerini harmanlamalarına güzel bir örnek. Mezarın, restore edildikten sonra, 2001 yılında ziyarete açıldığı belirtiliyor. Ancak, etrafta ne bir satır açıklama ne de bir görevli var. Tekrar, kaderine terk edilmiş gibi duruyor. Bir başka ülkede olsa, inanılmaz bir tanıtımla ve belki de bilet keserek sunulacak bu tarihi eseri, arada bizim gibi tek tük insan ziyaret ediyor.
Foça’da kaldığımız üç gece farklı yerlerde yemek yedik. Pandemi sonrasında, dolup taşan yeme içme yerlerinden dolayı restoran sahipleri epeyce memnun görünüyorlardı. Bu durumda, özellikle iyi oldukları için isim yapmış yerlere rezervasyon ile gitmek neredeyse bir zorunluluk oldu. İlk gün akşam üzeri gittiğimiz Kavala Cafe & Winehouse, hemen denizin üstünde, çok hoş bir mekan. Bina, 1881 yılından kalma bir Rum evi. Evin sahipleri nüfus mübadelesi ile Kavala’ya gönderilirken, Kavala’dan gelen bir Türk aile de buraya yerleştirilmiş. Sonrasında birkaç kere tadilat gören ev, 2015 yılından beri kafe ve şarap evi olarak hizmet veriyormuş. Esintili, hoş bir yer. Birer limonata ve kahve, yol yorgunluğumuzu almak için iyi oldu. Yemeğe kalmadığımız için, şarap ve yemek konusunda bir fikir veremeyeceğim. Ancak, hizmet konusunda, servis yapan genç arkadaşlar biraz daha profesyonel olabilirler gibime geldi. Öğrenci olduklarını tahmin ettiğim bu arkadaşların siparişleri unutmalarını ya da geç getirmelerini dert etmezseniz, pek hoş bir yer.
İlk akşam, sahildeki lokantalardan Trio Sardalya Meyhanesi’ne gittik. Reha Midilli Caddesi No:52 adresindeki bu yer bana bir zamanların eski meyhanelerini hatırlattı. Ne güzeldi o meyhaneler. Şimdi her yer lüks restoran olma ya da o havayı yaratma peşinde. Basit ve temiz bir yer. Mezeler ve yediğimiz sardalya balıkları güzeldi. Meyhanenin olduğu yerde deniz karaya doğru keskin ve dar bir girinti yapıyor. Bu coğrafi yapı bana Simi’yi hatırlattı. Yemek yerken hem önünüzdeki yolda “piyasa yapanları” hem de koyun karşı tarafında sıralanmış olan restoranları görebiliyorsunuz.
Antik yarımadada, Beş Kapılar Kalesi’nin üst tarafına denk gelen yerdeki Fokai Restoran’a ikinci akşam gittik. Buraya, Beş Kapılar’ın biraz ilerisindeki merdivenleri tırmanarak veya çarşı içi tarafından gelebilirsiniz. Gelmişken, ünlü Ağalar Konağı’nı da görebilirsiniz. Burası, Foça ile ilgili sitelerde çokça sözü edilen, hatta bazılarında aldatıcı bir şekilde sapasağlam başka konakların fotoğrafları ile birlikte bilgi verilen bir yapı. Oysa, 1992 yılında yangın geçirdiği belirtilen 300 yıllık bu konaktan geriye neredeyse hiç bir şey kalmamış. Orijinal halinde Safranbolu, Kayseri ve Batı Anadolu tipi evlerin ortak özelliklerini taşıdığı belirtiliyor. 1933 yılında Foça’ya gelen Atatürk, burada kalmış. Dilerim, bu özelliğinden dolayı gurur duyan Foçalılar bir gün bu tarihi konağı ayağa kaldırmayı başarırlar.
Ağalar Konağı’nın biraz ilerisinde bulunan Fokai Restoran, önündeki parke taşlı sokağa taşan masaları ve yakınındaki restore edilmiş geleneksel Rum evleri ile çok hoş bir atmosfere sahip. Buradan, aşağıdaki liman bölgesini de görebiliyorsunuz. Yediğimiz mezeler arasında lakerda ve levrek simit özellikle yazılmayı hak ediyor.
Son gecemizde, herhangi bir yere rezervasyon yaptırmadan, şansımızı deneyelim dedik ve bu kez, Sardalya Meyhanesi’nin karşı kıyısındaki, Sahil Restoran’a gittik. Yediklerimizden özel bir şey not etmemişim ama, çeşitli mezeler ve levrek fileto yediğimizi hatırlıyorum.
Foça’ya giderseniz, Nazmi Usta’nın dondurmasından tatmanızı öneririm. Nazmi Usta, Makedonya’dan göç etmiş, Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olarak 30 yılı aşkın bir süreden beri dondurmacılık yapıyormuş. Dondurmacılığı babasından öğrenmiş. İşinin sırrı olarak, kullandığı süt ve meyvenin günlük ve taze olmasına işaret ediyor. Bu kadar övdükten sonra, bana dondurmasını tadıp tatmadığımı sorarsanız, maalesef diyeceğim. Önündeki kuyruk her daim o kadar uzundu ki, hiç bir gece Nazmi Usta’nın dondurmasından yiyemedik. Bu da kalitesi ve şöhreti ile orantılı olsa gerek. Ama biz de, biraz ilerideki başka bir sakız dondurmacısından dondurma yedik. Doğrusu, o da çok güzeldi…
——————————–
KAYNAKLAR:
(1)- Akurgal, E., “Ancient Civilizations and Ruins of Turkey”.
1906 yılında Aydın’da doğup, Büyük Mübadele ile Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan yazar Dido Sotiriou, “Yeryüzünde bir cennet varsa, orası Şirince olmalı…” demiş, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı eserinde. Ne de güzel söylemiş… Şirince gerçekten çok güzel ve şirin bir köy. Gerçi o, Kırkıca demiş çünkü bir Rum köyü olan Şirince’nin o zamanlar adı buymuş. Kırkıca, Kirkince, Çirkince derken, sonunda 1930’larda Şirince olmuş köyün adı.
Mübadeleden önce Şirince’de, 1800 kadar hane ve 5000 civarında bir nüfus varmış. Bugün 150 hanede 650 kadar kişinin yaşadığı söyleniyor. Göç eden Rumların yerine Makedonya’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Köy içinde ve çarşıda dolaştığınız zaman, özellikle daha yaşlıların konuşmalarında bu Makedon aksanı hemen fark ediyorsunuz.
Bozburun’dan Şirince’ye gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Kaldığımız Nişanyan Houses Hotel’e, köy merkezine girmeden ayrılan, dik bir yoldan çıkılıyor. Otel, ana binasının dışında, ondan fazla evde hizmet veriyor. Biz, ana binadaki (köşk deniyor)) bir numaralı odada kaldık. İçeriye adım atar atmaz buraya çarpıldım diyebilirim. Resepsiyon, ikinci kattaki oturma odası, kaldığımız oda, hepsi çok ince bir zevkle, detaylara önem verilerek döşenmiş. Sevan Nişanyan ile yapılan bir röportajda okuduğuma göre, eşyaların bazıları annesine aitmiş. Bir de sağa sola, kaldığımız odadaki çalışma masasına, sehpalara serpiştirilmiş kitaplar var. Öyle laf olsun diye konan kitaplardan değil. Hepsi ilgi çekici, kaliteli, yabancı dilde ve Türkçe kitaplar.
Odamızın, yukardan tüm Şirince’ye hakim bir manzarası vardı. Köy, adına yaraşır bir güzellikte görünüyordu. Ayrıca, köyün iki ana kilisesi de, evlerin arasından, rahatlıkla seçilebiliyordu. Terasta, şahane bir gün batımından sonra, akşam yemeği yerken baktığımız köy manzarası ise bana Matera’yı anımsattı. Mimari olarak fazla benzemese de, sokak lambalarının sarımtırak ışıkları ve sessizliğin verdiği huzur duygusu bende bu etkiyi yarattı sanırım. Büyük şehir gürültüsünden sonra, bu sessizlikte, arada sırada köy köpeklerinin havlamaları dışında hiçbir gürültü olmadan, uyumak da ayrı güzeldi. Çocukluğumun sessizliğini özlemişim…
Otelden köy meydanına 330 metrelik bir yürüyüşle inebiliyorsunuz. İnişe başlamadan önce, otel personeli yukarı çıkışın oldukça zorlu olduğu konusunda uyarılarda bulunmayı ihmal etmiyor. İnerken ve dönerken yolunuzu kaybetmemeniz için, otel tarafından kritik köşelere kırmızı renkli oklar ve işaretler konmuş. Bunları takip ederek, kolaylıkla aşağı indik. Ancak, dönüşteki bazı işaretleri göremediğimiz için ufak bir kaybolma yaşadık. Gerçi bunun da hoş bir tarafı oldu…Yolumuzu ararken, birkaç kere geçmek zorunda kaldığımız bir evden arya sesleri geliyordu. Şan çalışması yapan birisi olsa gerek.
Köy meydanında bir şeyler yiyip, içebileceğiniz birkaç yer var. Biz de bir tanesinde karadut suyu içtik. Çok güzeldi. Ayrıca, gördüğüm kadarı ile, burada kumda Türk kahvesi yapımı yaygın. Masaların ortasında kum ile doldurulmuş çukurlar var.
Meydandan yukarı doğru çıkan sokaklarda yan yana dükkanlar sıralanmış. Daha çok yerel tekstil ürünleri, kekik, biberiye, sabun, zeytinyağı ve şarap satılıyor. Dükkan ve satıcıların sayısı ile karşılaştırılınca, yerli ve yabancı turist sayısının az olması insanı üzüyor.
Yerel şarapçılık gelişmiş bu yörede. Sokak aralarında, birbirinden güzel evlere bakarak, gittiğimiz Aziz John Kilisesi’nin (1873) mahzeninde de şarap satışı yapıyorlar. Burada tadımını yaptığımız meyve şarapları özellikle başarılı idi. Biz, mürdüm eriği şarabı aldık. Yemek sonrası, “digestivo” olarak ikram edilebilecek, güzel bir şarap.
Süren restorasyon nedeniyle, Aziz John Kilisesi’nin içini görmek mümkün olmadı. Ancak, avlusunu ve mahzeni görebiliyorsunuz. Avluda hediyelik eşya stantları ve de köy manzaralı bir cafe var. Köyün diğer büyük kilisesi, Aziz Demetrios karayoluna hakim bir noktada. Burası virane bir halde iken, restorasyon geçirmiş. Çalışmalar henüz tamamlanmamış gibi ama, içi gezilebiliyor.
Akşam yemeğini, otelin harikulade manzaralı terasında yedik. Yemekler çok lezzetli idi. Antrelerden, özellikle, tulum peynirli biber aklımda kaldı. Zencefilli tavuk ve keçiboynuzlu dondurmayı da çok beğendim. İçtiğimiz şarap ise, yakınlardaki Yedi Bilgeler isimli bir bağ ve şarap evinin ürettiği, uluslararası ödüller kazanmış, merlot şarabıydı. Garsonumuzun önerdiği bu şarap gerçekten çok kaliteli ve iyiydi.
Şirince’de bir gece kaldık. Çok zor ayrıldım buradan. İlerde mutlaka , birkaç günlüğüne gelip, çok yakındaki Efes harabelerinde çıkarılan son buluntuları tekrar görmeyi, Selçuk’u gezmeyi, ayrıca civardaki Nesin Matematik Köyü, Yedi Bilgeler bağları ve benzeri yerleri ziyaret etmeyi çok isterim. Bir de, birkaç gün o yeşillikler içindeki huzurlu bahçelerde kitaplara gömülmeyi…
Selimiye ve Bozburun taraflarına hep tekne ile, günübirlik gitmişimdir. Esasen, bir zamanlar oralara tekne dışında bir araçla gitmek de pek öyle kolay değildi. Yine otuz yıldan fazla bir zaman önce araba ile bir kere gitmeye çalışmıştık. Marmaris- Datça yolundan sapılan Bozburun yolu, kızıl renkte toprak bir yoldu ve bizim dışımızda bir tane araç geçmiyordu. Ormanlık alanda bir süre ilerledikten sonra karşımıza yaban domuzları çıkınca, iyice ürküp, geri dönmüştük. Şimdi, Bozburun yollarında üstü açık ciplerle gezmeye çıkmış, güle oynaya giden, fotoğraf çekip, şahane manzaranın ve güneşin tadını çıkaran turist kafilelerine rastlıyorsunuz. Karşılaştığımız bir kafilede tam yirmi iki cip peş peşe gidiyordu.
O zamanlar Selimiye’deki Sardunya da, daha çok günübirlik teknelerin öğlen molası verdiği, salaş, etrafı toz toprak içinde olan bir lokanta idi. Yıllar içinde gelişti. Şimdi konaklama hizmeti de veren, güzel bir yer haline geldi.
Bozburun’a en son geçen sene tekne ile gitmiş ve önlerinde “deck”leri olan otelleri görünce, buraya gelip, kalmanın güzel olacağını düşünmüştüm. O nedenle, bu seneki yaz rotasına Bozburun’u da ekledim.
Kaldığımız Hotel Aphrodite, küçük bir aile işletmesi. Yol belli bir yere (Otel Mete’nin önüne) kadar geliyor. Oradan telefon edince, sizi beş dakika içinde, motorla gelip, alıyorlar. Motoru kullanan Çetin bey her türlü işe koşan, sempatik birisi. Bavulların taşınması, köye gidip, gazete alınması, akşam masalarının kurulması, yemek servisi… Dedim ya, her türlü iş… Konuşkan da aynı zamanda. İnsanı sıkmadan, tatlı tatlı bilgi veriyor, yardımcı oluyor. Civardaki bir köydenmiş kendisi. Yirmi senedir bu otelde çalışıyormuş.
Bu civardaki otellerin yerleşim alanları çok büyük değil. Kıyı normal bir plaj için uygun olmadığı için, hepsinin önlerinde şemsiye ve şezlongların konduğu “deck”leri var. Deniz, otelin önünde bile 5 metre derinlikte ama, hiç dalga olmadığı için, küçük çocuklar bile simit veya can yelekleri ile rahatça yüzüyorlar. Üstelik, su da soğuk değil. Burada da denizin inanılmaz güzel bir rengi var. İnsanın çıkası gelmiyor…
Hotel Aphrodite’i yanındakilerden ayıran en önemli özelliği çok sayıda ağaç olması. Esinti ve ağaçların gölgesi, aşırı sıcaklarda kurtarıcı oluyor. Akşam yemeği “deck”in üstünde kurulan masalarda yeniyor. Eğer yarım pansiyon olarak kalmıyorsanız, yemek isteyeceğiniz kalamar, ahtapot, balık ve benzeri için siparişlerinizi sabahtan alıp, taze taze tedarik ediyorlar. Yediklerimizin arasında kalamar tava ve akya ızgara özellikle aklımda kalanlar.
Otelin diğer odalarını görmedim. Biz standart odada kaldık. Temiz ama, biraz fazla “standart”tı. Hem odalara, hem otelin geneline ince bir dokunuş güzel olurdu . Öte yandan, bu küçük işletmelerin de desteğe ihtiyacı olduğunu, artan müşterileri ile kendilerini iyileştireceklerini düşünüyorum. Nitekim, gözlemlediğim kadarı ile, Hotel Aphrodite’in sadık bir müşteri kitlesi var. Artık aile gibi olmuşlar. Yurtdışından da, özellikle Hollanda’dan sürekli gelen misafirleri varmış.
Ayvalık’tan Sığacık’a gelmemiz yaklaşık dört saat sürdü. Bunda, öteden beri (çevre yolu yapıldıktan sonra bile) bir türlü çözemediğim İzmir civarı Karayolları tabela sistemi ve Google Maps’in çeşitli azizliklerinin epeyce payı oldu. Sonunda, saat 4 civarı Sığacık’a vardık. Çok sıcak bir gündü. Haziran ortası için normalin çok üstünde bir sıcaklık vardı.
Sığacık da, yıllardan beri hakkında okuduğum ve gitmek istediğim, merak ettiğim bir yerdi. Bir mahalle olarak bağlı olduğu Seferihisar’a otuz küsur yıl önce gitmiştim. Fazla gelişmemiş, sıcaktan kavrulan bir yer olarak hatırlıyorum. Sonraları, uluslararası “yavaş şehir” (cittaslow) ağına katılması ile dikkatimi çekmişti. Cittaslow 1999 yılında, Toskana’nın şirin kasabalarından Greve in Chianti’nin Belediye Başkanı tarafından başlatılmış bir hareket. Temel olarak, çağımızın baş döndürücü temposuna inat, insanların keyif ve huzurla yaşayabilecekleri ortamlar yaratarak, yaşam standartlarını yükseltmeyi ve sağlıklı ürünler tüketmelerini (slow food) hedefliyor. Günümüzde bu ağ, yirminin üzerinde ülkenin, kriterleri sağlayabilen şehirlerini kapsıyor. İşte Seferihisar-Sığacık da bunlardan biri.
Sığacık, nahiye, köy gibi evrelerden geçtikten sonra, 1963 yılından itibaren Seferihisar’ın bir mahallesi olmuş. Bölge, M.Ö. 2.000’li yıllardan başlayarak, pek çok medeniyet görmüş. Lidya, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Aydınoğulları, Timur İmparatorluğu, Osmanlı yönetimlerinde yaşamış. Son olarak, 11 Eylül 1922’ye kadar, üç yıl Yunan işgali altında kalmış.
Yaptığım ön araştırmadan sonra, Sığacık’ta Kale içinde kalmanın daha ilginç olacağı sonucuna varmıştım. Doğru da hissetmişim. Kale bölgesinin dışı çok ilgi çekici gelmedi bana. Özellikle, yapılan marina buradan çok şey götürmüş bence. Yine bildiğimiz, toprakla doldurularak, denizden çalınan büyük bir alan ve tekneler, tekneler… Esas “yavaş şehir” bölgesi de Kale içi zaten.
Sığacık Kalesi, deniz kenarında yapılmış, çok yüksek duvarları olmayan bir kale. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile, 1521-1522 yıllarında, Rodos kuşatmasına hazırlık olması ve bir tür ikmal noktası görevi görmesi için yapılmış. Kale içindeki daracık sokaklardaki evler de alçak, bahçeli evler. İnsanlar kapı önlerinde kendi ürettikleri mandalinalı lokum, baklava vb yiyecekler satıyorlar. Bir de Pazar sabahları pazar var burada. O zaman daha büyük çaplı bir organizasyonla, herkes kapısının önüne masalar çıkarıp, daha çeşitli ürün satıyor. Reçeller, börekler, sıkılmış meyve suları. Bunların arasında özellikle karadut suyu çok güzeldi. Kaldığımız otelin çaprazındaki tezgahtan sadece içmekle kalmayıp, bir litrelik şişe ile de aldık karadut suyundan. Sıcakta çok iyi geldi doğrusu.
Kaldığımız otelin adı Gardenya Otel’di. 2016 Eylül ayında açılmış, yeni bir işletme. Otelin binası, geleneksel taş bir yapı. Konum olarak, kale girişine yakın ancak, arabanızı burada bırakamıyorsunuz. Eşyalarınızı indirip, hemen kale dışındaki park yerlerine park etmeniz gerekiyor. Bu küçük butik otelin her köşesi zevkle döşenmiş. Benim için en önemlisi, otelin aslının web sitesindeki fotoğraflarla birebir örtüşmesi. Çünkü, biliyorsunuz, bu yönde çeşitli aldatmacalar, hileler olabiliyor. Bunun sonucunda hayal kırıklıkları yaşanabiliyor. Otelin müdürü Cengiz bey ve iki hanım personel, insanı sıkmayacak bir kibarlıktalar. Sizi evinizde hissettiriyorlar. Akşam saat 10’da personel gittiği için, size dış kapının da anahtarını veriyorlar. Ancak acil bir durum için Cengiz beye her an ulaşmanız mümkün.
Sabah kahvaltısı ise tek kelime ile muhteşem… Ayrıca, bitirmesi zor bir bollukta… Çeşit, çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, bal, kaymak, domates, salatalık, biber, İzmir’e özgü boyoz, simit, istediğiniz şekilde yumurta…Kaldığımız sürece, başka yerde kalıp, buraya özel olarak kahvaltıya gelenler de çoktu. Gardenya Otel’in, aynı sokakta, biraz ilerde bir kardeş oteli de var. Dantel Otel. Burayı görmedim ancak, Cengiz bey burayı, odaları daha müsait olduğu için, daha çok çocuklu ailelere önerdiklerini belirtti.
Sığacık’ta kaldığımız sürece biz denize girmek yerine, çevreyi gezmeyi tercih ettik. Henüz Haziran ortası idi ve önümüzde deniz tatili yapabileceğimiz epeyce gün vardı. Denize girmek için, Teos antik kentine giderken yolda gördüğümüz, bir sonraki koydaki plaja gitmek mümkün. Araba ile birkaç dakika. Deniz uzaktan çok güzel görünüyordu. Aslında, Sığacık’ta, kaleden çıkıp, sağa doğru yürüdüğünüz zaman da, çok güzel, bakir bir koy var ama, nedendir bilinmez, kullanılmıyor. Herhangi bir tesis de yok. Belediyenin bir projesi olduğunu söylediler ama, henüz bir faaliyet yok. Aslında, Seferihisar Belediye Başkanı burada çok güzel şeyler yapmış. Kale içindeki evlere badana, panjur, sokak lambası ve benzeri konularda epeyce standart getirmiş. Bu açıdan takdir edilmesi gerekir. Öte yandan, halkın bilinçlenmesi için de daha yol alınması gerekiyor gibi görünüyor. Arka taraflarda hala mezbelelik yerler, atılmış eski eşyalar ile dolu arsalar var.
Sığacık’ın merkezinde çok fazla gezilecek, görülecek yer yok. Yat limanının dışında sıralanmış cafe ve çay bahçeleri var. Buradaki dondurmacı Edem’in yüzde yüz keçi sütünden yapılmış Maraş Dondurmasından söz etmeden edemeyeceğim. Benim denediğim çeşitler sakızlı, karamel ve portakallı idi ve Cunda’daki Taş Kahve’ninkinden de güzeldi. İlk akşam yemeğimizi sahildeki Burç Restoran’da yedik. Herhalde, Ayvalık ve Cunda’nın müthiş yemekleri üzerine, fazla etkileyici gelmedi. Kötü de sayılmazdı. Ama, suyun hemen kıyısında oturduğumuz için, esintili bir noktada olması çok iyi geldi.
Teos antik kenti Sığacık’a araba ile 9-10 dakika mesafede. İlk kazılar 19. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar tarafından başlatılmış. Günümüzde kazılar, Seferihisar Belediyesi ve yakınlarda yapılan bir otelin sponsorluğunda yürütülüyormuş. Biz gezerken bir faaliyet varmış gibi görünmüyordu ama, kentin etrafı çevrilmiş, güzel bir giriş, depo binaları ve tertemiz tutulan tuvaletler yapılmış. Bunların ötesinde, Akropol alanı hariç, diğer taraflarda, tüm görülecek yerlere rahatça yürümenizi sağlayacak, parke taşlarla döşeli bir yürüyüş yolu yapılmış. Ara ara, ağaç altlarına, dinlenebileceğiniz banklar konmuş. Ayrıca, bol miktarda zeytin ve nar ağacı olması da çok güzel.
Teos’da toplam üç saat kaldık. Aslında hava, antik kent gezmek için oldukça sıcaktı. Bu tür geziler için benim tercihim Nisan- Mayıs ayları ve Sonbaharın yağışsız, güneşli günleri ama, buraya kadar gelmişken, görmemezlik etmeyelim dedik. Teos’da şu anda çıkarılmış eserler tarih olarak M.Ö. üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Bunların arasında en önemlisi, antik dünyada söz konusu tanrıya adanmış en büyük tapınak olan, Dionysos tapınağı. Dionysos, Teos kentinin koruyucu tanrısı. Her yıl onun adına yapılan festival kent için daima çok önemli olmuş. Teos’un bir diğer önemli özelliği, M.Ö. üçüncü yüzyılın sonunda burada, tarihte ilk olarak, bir tiyatro sanatçıları birliğinin oluşturulmuş olması. Hem festival zamanı, hem de onun dışında temsiller veren bu birliğin üyelerine şehirde özel bir statü tanınmış. Kentin tiyatrosu maalesef çok iyi durumda değil. Ancak, Ekrem Akurgalhocanın kitabındaki tavsiyeye uyarak, yukarı tırmanmanıza değiyor. Tiyatronun üst tarafındaki basamaklar neredeyse tamamen yok olduğu için, sıcakta yukarı çıkmak epeyce zorlayıcı. Çıktığınız zaman gördüğünüz manzara ise, şahane… Aşağıda tiyatro alanı, karşınızda zeytin ağaçları, deniz ve adalar…
Teos antik kentinde, çok iyi durumda olmasalar da, görebileceğiniz agora tapınağı, meclis, odeon, akropol, kuzey tarafta uzaktan görebileceğiniz ve Türkler tarafından 15. yüzyılda yapılmış kalenin kalıntıları var.
Gezdiğimiz ikinci antik kent Erythrai idi. Burası, Sığacık’a bir saat kadar uzaklıkta, Çeşme’nin yaklaşık 20 kilometre kuzey-doğusunda yer alan Ildırıköyündeki bir kent. Erythrai’nın büyük ölçüde üstüne kurulmuş olan Ildırı, televizyon dizisi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile Türkiye’de bilinirliği artmış, şirin bir köy. Kıyısında irili ufaklı adaları, yemyeşil yamaçları ve deniz kenarındaki tekneleri ile çok pitoresk bir yer. Erythrai’nın görebileceğiniz kalıntıları köyün üst kısmında, tepede bulunuyor. Kent alanına, ören yerinin hemen dışındaki, manzarası güzel ve bol esintili Agora Cafe’nin karşısından giriyorsunuz. Prof. Ekrem Akurgal’ın da bir dönem kazı yaptığı bu antik kent, günümüzde maalesef çok iyi durumda değil. Bulunan önemli eserler İzmir Arkeoloji Müzesine götürülmüş. İyi ki de öyle yapılmış çünkü, düzgün bir girişi ve bekçisi olmayan bir yer. Burada da, eğer biraz tırmanmayı göze alırsanız, Teos’daki tiyatronun tepesinde olduğu gibi, muhteşem manzaraları ile Athena tapınağının temelini ve Matrone kilisesinin kalıntılarını, ayrıca tiyatroyu görebilirsiniz.
Erythrai’yı gezdikten sonra Agora Cafe’de soluklanmak, eğer akşamüzeri ise, gün batımını izlemek insana çok iyi gelebilir. Biz, gün boyu bir şey yemediğimiz için, önce sahildeki Ali’nin Yeri’nde akşam yemeği yedik ve gün batımı için tekrar Agora Cafe’ye çıktık. Ne yazık ki, şansımız yaver gitmedi. Hava çok puslu olduğu için gün batımının tadını çıkaramadık.
Sığacık çevresinde gidilebilecek pek çok köy var. Örneğin, son zamanlarda yazılı medyada ve İz TV’de bahsi geçen, bir köylü kadınımızın ev duvarlarını resimlerle süslediği Türkmen köyü Germiyan ve Osmanlı zamanında Özbekistan’dan gelenlerin yerleştiği balıkçı köyü Özbek. Benim ilginç bulduğum köy ise, bir Alevi köyü olan Bademler köyü. Bademler’in en önemli özelliği, köy halkının tiyatroya olan düşkünlüğü. Köyde bir tiyatro binası var ve düzenli olarak verilen temsillerde oynayanlar köyün ahalisi. Sanki, çok da uzaklarında olmayan Teos halkının tiyatro tutkusu binlerce yıl sonra bu köyde yaşıyor gibi…
Bademler köyünde bir de müze var. Burası, Efes antik kentinin yedi yıl müze müdürlüğünü de yapmış olan, arkeolog Musa Baran’ın evi. Köy meydanına bakan bu 100 yıllık evde zamanında Cevat Şakir, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar konuk olarak kalmışlar. Evin esas eski olan bölümünde bir köy evi düzeni sergileniyor. Diğer tarafta ise, Musa Baran’ın çalışma odası ve bir oyuncak koleksiyonu var. Bu ilginç bölümde Musa Baran, günümüzde kullanılan bazı oyuncakların ve oynanan oyunların antik çağlarda da var olduğunu göstermiş. Eski eserlerin üzerindeki kabartma ve resimlerden yola çıkarak, topaç çevirmek, uçurtma uçurmak gibi oyunların antik çağlardaki varlığını sergilemiş.
Bademler köyüne ziyaretimizi, müzenin karşı köşesindeki gözlemecide noktaladık. Birkaç kadın tarafından işletilen bu yerde, leziz gözlemelerimizi yiyip, güzel demlenmiş çayımızı içerken köy meydanını izlemek çok keyifli idi. Meydana açılan sokakta pazar kurulmuştu. Satıcı köylüler keyifle, neşe ile konuşup, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hava hafif yağmurlu ve ılıktı…
Sığacık civarı ile ilgili son yazmak istediğim yer, otel müdürümüz Cengiz beyin tavsiyesi ile gittiğimiz, Artemis Restoran. Google Maps’in azizliğine uğrayıp, uzun, çok bozuk ve karanlıkta zaman zaman korkutucu olan bir yoldan gittiğimiz bu restoran, aslında ana yoldan gidilince çok uzak değil. Karanlıkta etrafı tam görememiş olsam da, restoran ilk bakışta salaş bir kır lokantası görünümünde idi. Hava serin olduğu için içerde oturduk. Güzel havalar için dışarıda bir çok masa vardı. Buranın özelliği, enginarın akla hayale gelmeyecek her türlü yemeğinin yapılıyor olması. Bazıları çok lezzetli. Biz, enginar tarator, çiğ enginar salatası, enginar kızartma, enginarlı börek, enginar güveç ve enginar tatlısı yedik. Karanfil de koydukları tatlıyı ben çok beğendim.
Kaldığımız Ortunç’tan Ayvalık merkeze gelmek 25-30 dakika sürüyor. Bu kalışımızda Ayvalık’a da çok fazla zaman ayıramadık. Sadece bir akşamüzeri gidebildik. Şeytan Sofrası, Sarımsaklı Plajı göremediğimiz yerler. Artık bir dahaki sefere diyoruz…
Az görmüş olsak da Ayvalık’ı, tekrar gitmeyi isteyecek kadar sevmemizde en büyük etken, hiç şüphesiz, yukarda söz ettiğim yakın arkadaşım oldu. Buluşma noktamızdan başlayarak, birlikte yürüdüğümüz sokakları, yemek yediğimiz restoranı kapsayan seçimleri ile bize “hızlandırılmış bir Ayvalık kursu” vermiş gibi oldu. Bunların üstüne bir de tabii ki, yenilenmiş eski bir Rum evi olan kendi evinin olağanüstü manzarasının tadını, buz gibi soğutulmuş bir şişe Prosecco’nun eşliğinde çıkarmış olmamız var… İnce bir zevkle döşenmiş, yüz küsur yıllık bu ev, çarşı içinden çıkılan bir yamaçta, oldukça dik bir sokağın köşesinde yer alıyor. Küçük bir de bahçesi var. Çok güzel…
Ayvalık, Osmanlı dönemindeki özel statüsü ile de ilginç bir yerleşim merkezi. Bugüne kadar bilmediğim bu statü, bir özerklik statüsü. Ana hatları ile; Türklerin Ayvalık merkezde oturmalarının yasaklanması, müstakil bir idare ile yönetilmesi, kaymakamın Türk olmasına karşın halk tarafından seçilmesi ve görevine son verilebilmesi, askeri komutanların Ayvalık’ta kalamaması, aşar vergisinden muaf olunması gibi konuları kapsayan bu statünün ortaya çıkışı konusunda değişik kaynaklarda, değişik yorumlar okudum. Bir yaklaşım, bu statünün Küçük Kaynarca Anlaşması’nın doğal bir sonucu olduğunu belirtirken, bazı kaynaklar da bunun, daha sonra Sadrazam olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın yöre halkına bir vefa borcu olarak kabul edildiğini söylüyor. Buna göre, 1770 yılında Çeşme’de Ruslarla yapılan savaşta gemisi yanan Hasan Paşayı Ayvalık halkı ve Papaz İkonomos bir hafta boyunca ağırlamışlar ve Çanakkale’de bulunan Osmanlı donanmasına yetişmesini sağlamışlar. Bu nedenle, daha sonra Sadrazam olan Hasan Paşa, Ayvalık’a özerklik statüsü vermiş.
Doğrusu, buluşma yeri olarak Ayvalık Gücü 1 adını duyunca yadırgamadım desem, yalan olur. Mekanın adı, kafamda bir yere oturtabileceğim herhangi bir çağırışım yapmadı bir türlü. Gidince gördük ki, burası tipik bir taşra sahil kasabası çay bahçesi. Ayvalık Gücü 1 olunca, bir de Ayvalık Gücü 2 varmış haliyle. İnsanlar, denizden gelen esintide oturmuşlar, akşamüzeri çaylarını yudumluyor, sohbet ediyorlar. Stres yok, heyecan yok. Sakin, dingin ve mutlu gözüküyorlar… Sanki, aynı Türkiye’de yaşamıyoruz. Çoğunluğu yerli halk. Kimi bizim gibi birkaç günlüğüne gelmiş kişiler. Kimi de, büyük şehir stresinden kaçıp, Ayvalık’a yerleşmiş eski beyaz yakalılar olsa gerek. Çünkü, diğer sahil kasaba ve kentlerine olduğu gibi, buraya da son yıllarda epeyce insanın yerleştiğini duydum.
Ayvalık’ın ara sokakları da, Cunda’da olduğu gibi, çok güzel binalar, evlerle dolu. Büyük çoğunluğunda, Mübadele sonrası ataları buraya yerleştirilen yerli halk oturuyor. Bir kısmı harap, yıkılmak üzere. Bazıları da restorasyon ile kurtarılmışlar. Ev, küçük otel, dükkan olarak kullanılıyorlar. Daha yapılacak çok iş var ama, yapılanlar insana umut veriyor…
Umut veren, takdir edilecek yerlerden biri de Taksiyarhis Kilisesi. Osmanlı döneminde 20.000 civarında Rum nüfusu olan Ayvalık’ta birkaç tane büyük kilise varmış. Bunlardan, Agios Yannis (Saatli Cami) ve Agios Yorgi (Çınarlı Cami) gibi bazıları camiye çevrilmiş. Gayet bakımlı durumdalar. Küçükken, Yunanistan’da gördüğüm ahıra çevrilmiş Osmanlı camilerini hatırlayınca bu kiliseleri böyle görmek beni mutlu etti. 1844 yılında yapılmış olan Taksiyarhis Kilisesi ise, yine harap bir durumda iken, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ettirilerek, 2013 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Şu anda ayakta olan çoğu kilise gibi, Taksiyarhis Kilisesi de üst üste birkaç kez yapılmış. İlk kilisenin tarihi, 15. yüzyıl olarak belirtiliyor bazı kaynaklarda.
Taksiyarhis Kilisesi’ne vardığımızda, müzenin kapanmasına birkaç dakika vardı. Yine de, görevliler bizi kırmadı ve hızlıca da olsa, içeriye girip, bakmamıza izin verdiler. Görebildiğim kadarı ile, güzel bir çalışma yapılmış. Kilisede zaman zaman konserler verilmesine de izin veriliyormuş. Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA)düzenlediği resitaller ve Ayvalık AIMA Müzik Festivali kapsamındaki konserler bunlardan bazıları. 18-21 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilen olan 2017 festivalinin konserleri de yine Taksiyarhis Kilisesi’nde yapıldı.
Günün kapanışını ise, yine arkadaşımın önerisi ile, Romen bir hanımın işlettiği Aybalık’ta yaptık. Sahil boyunca giden Atatürk Bulvarına bakan, üst katta, küçük bir yer burası. Öyle şatafatı olmayan ama, iyi yemek yenebilecek bir restoran. Yine, sıcak ot, Saganaki vb yerel mezelerin üstüne yediğimiz sardalye çok lezzetliydi. Mevsimine denk gelmek lazım.
Cunda, epeydir eşten dosttan methini duyduğum ve gitmek istediğim bir yerdi. Sonunda, sosyal medyada gördüğüm birbirinden güzel fotoğraflar o kadar aklımı çeldi ki, bu yaz yolumuzu mutlaka oraya düşürmeye karar verdim.
Ada olmasına rağmen, Cunda’ya Ayvalık’tan kara yoluyla geçilebiliyor. Cunda’nın kara ile bağlantısı iki aşamalı. Önce, 1817 tarihinde yapılmış bir dolgu yol ile Lale Adasına, oradan da 1964 yılında yapılmış bir köprü ile Cunda’ya geçiliyor. Bu ikinci köprünün yanındaki “Türkiye’nin İlk Boğaz Köprüsü” tabelası, geçerken insanı gülümsetiyor. Belli ki, adalılar için bu önemli bir övünç kaynağı.
Cunda’nın resmi adı Alibey Adası. Günlük dilde pek kullanılmasa da, adaya bu isim Cumhuriyetin ilanından sonra, Yunan işgaline karşı ilk direnişi Ayvalık’ta gösteren Yarbay Ali’nin (Çetinkaya) anısına verilmiş. O zamana kadar ağırlıklı olarak Rum olan Cunda halkı, 1923-1924 yıllarında Büyük Mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmiş. Buna karşın, Girit, Rumeli ve Midilli’den gelen Türkler de Ayvalık ve Cunda’ya yerleştirilmişler. Bir bölümü 1944’teki depremden, bir bölümü de ilgisizlik ve bakımsızlıktan harabeye dönmüş binaların önemli bir kısmı son yıllarda, gelişen turizm faaliyetlerine paralel olarak, restore edilmiş. Sokak aralarında insanın bakmaya doyamadığı evler, binalar var. Bunların bazıları küçük butik otel, dükkan veya restoran olarak kullanılıyor.
Biz Cunda’da, ada merkezine yaklaşık on dakika uzaklıktaki Ortunç Otel’de üç gece konakladık ve çok memnun kaldık. Kırk yıl kadar önce, Devlet Opera ve Balesinde sanatçı olan Necla-Orhan Tunç çiftinin kurduğu otel günümüzde, oğulları tarafından işletiliyor. Duyduğumuza göre çeşitli çevreci gruplar tarafından zaman zaman dava edilen tesiste ben açıkçası doğaya zarar verecek bir işletme anlayışı ve mimari göremedim. Bana kalırsa, aksine, günümüzde bir turizm işletmesinin karşılaması gereken her türlü ihtiyaç, çevreye son derece saygılı bir şekilde, ince bir mimari ve estetik zevkle karşılanıyor burada.
Ortunç Otel’in ucuz bir otel olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor. Cunda’da kalabileceğiniz çok daha ekonomik seçenekler mutlaka vardır. Ancak, eğer genel olarak, ödediğiniz bedeli aldığınız karşılıkla ölçme gibi bir yaklaşımınız varsa, Ortunç’tan memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Hizmet kalitesinin dışında, benim için en akılda kalan noktalar ortamın sessizliği, sakinliği ve insanın içini dolduran huzur duygusu oldu. On iki yaşından küçük çocukların alınmaması bu noktada önemli bir faktör sanırım. Onun yanında, çalınan müziğin türü ve ses yüksekliği üzerinde de düşünülmüş, belli ki. Hafiften gelen güzel bir caz ya da “lounge” müziği…
Ortunç’ta kaldığımız sürece, sabahları balkonda karşımızdaki irili ufaklı adaları, ufuktaki sıradağları seyretmek çok keyifli idi. Sessizlik, kuş sesleri, arada kulağıma gelen personelin alçak sesle konuşmaları, hepsi çok huzur verici idi. Ha, bir de, zeytin ağaçlarını budayarak, yuvarlak şekil veren bahçıvanın makasından çıkan “kıt kıt” sesler…
Sadece bir akşam otelde yemek yedik. Yemek kalitesi büyük şehirlerin birinci sınıf restoranlarında yiyebileceğiniz kalitede ve fiyattaydı. Şarap listesinde kaliteli yerli ve yabancı marka seçenekler mevcut. Yemek sonrası, iskeleye yakın burundaki şezlonglara uzanıp, yıldızları seyretmek çok güzeldi. Yazın İstanbul dışına, özellikle güneye gidince, en çok yapmak istediğim şeylerden biri yıldızları seyretmek… Büyük şehirlerde, yoğun ışık ve kirlilik nedeniyle, ne yazık ki iyi göremiyoruz artık onları. Eğer keyfinize keyif katmak isterseniz, bardan birer Mojito da alabilirsiniz…
Cunda’da gezilip, görülecek yerler de olduğu için, zamanımızı deniz ve gezme arasında paylaştırmaya çalıştık. Deniz çok güzel, temiz ama, epeyce de soğuktu. Belki biraz da henüz Haziran ortası bile olmamasından kaynaklanıyordu. Temmuz- Ağustos’ta girmek daha kolay olabilir.
Cunda’da belli başlı yerleri bir akşamüzeri gezmek mümkün. Ortunç’tan ada merkezine gelirken önce Agios Yannis Kilisesi’ne gidilebilir. Burası, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden hemen önce, Edremitli iki keşiş tarafından kurulmuş eski bir manastırın şapeli. Çok güzel manzarası olan bir tepenin üzerinde yer alıyor. Bu manzara nedeniyle, ada halkı arasında buraya Aşıklar Tepesi de denirmiş. Şapelin batı tarafında, büyük olasılıkla manastırın un ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir değirmen var. Agios Yannis manastırının kütüphanesi 1835 yılından itibaren zenginleşmeye başlamış ve ünlü olmuş. Ancak, 1924’de yapılan nüfus mübadelesinden sonra kilise de, manastır da kullanılmaz olmuş ve harabeye dönmüş. Ta ki, 2007 yılında tamamlanan bir restorasyon ile, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından bir kitaplık haline getirilene kadar. Bu şirin şapelin içinde şu anda Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı bulunuyor. Muhtar Kent, 2000’li yılların başında ölen anne ve babasının 300’den fazla kitabını buraya bağışlamış. Ben şahsen, bir iki tane eski ve önemli kitabı saymazsak, koleksiyonu çok değerli bulmadım açıkçası. Öyle zannediyorum ki, Necdet Kent gibi önemli bir diplomatın çok daha geniş ve kıymetli bir kitap koleksiyonu vardı. Bende daha çok, sanki kitaplar aile üyeleri tarafından iyice seçilip, alındıktan sonra, kalanlar buraya bağışlanmış gibi bir izlenim oldu. Yine de böyle bir kitaplığın adaya kazandırılmış olması önemli tabii ki.
Kitaplığı gezdikten sonra, dışardaki kafede oturmak ve tatlı bir esintinin eşliğinde, soğuk bir limonata yudumlayarak, manzaranın keyfini çıkarmak çok güzeldi… Karşınızda yine irili ufaklı adalar, pırıl pırıl deniz, tepelerde artık kullanılmayan yel değirmenleri ve adanın liman tarafına doğru baktığınızda bütün görkemi ile dikkatinizi çeken Taksiyarhis Kilisesi var.
Taksiyarhis Kilisesi, Ayvalık ve Cunda’daki diğer çoğu kilise gibi 19. yüzyılda yapılmış. 1873 yılında, o dönem 8.000-10.000 arasında olan Rum cemaatin ihtiyacını karşılamak üzere, Metropol Kilisesi olarak inşa edilmiş. Ayvalık’ta da bir başka Taksiyarhis Kilisesi var. Her iki kiliseye de, Koruyucu Baş Melekler Cebrail ve Mikhail’e adandıkları için bu isim verilmiş.
Cunda’daki Taksiyarhis Kilisesi, Rumlardan kalma çok güzel taş evlerin çevrelediği küçük bir meydanda bulunuyor. Bazı evler otel ve pansiyon haline dönüştürülmüş. İlerde çok daha güzel bir hale gelecektir diye düşünüyorum. Kilise yapısı, Neo Klasik üslupta yapılmış, görkemli bir bina. Bölgedeki diğer pek çok yapı gibi, o da Büyük Mübadeleden sonra kaderine terk edilmiş ve giderek, çökme noktasına gelmiş. Ancak, 2011 yılında Vakıflar Meclisinin aldığı bir karar ile burası, müze yapılmak üzere, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfına tahsis edilmiş. Yirmi ay süren bir restorasyondan sonra, üç yıldan beri müze olarak hizmet veriyor. Sergilenen koleksiyon, İstanbul ve Ankara’daki Rahmi Koç Müzelerinin, daha küçük ölçekli bir benzeri. Çeşitli denizcilik aletleri, motorlar, arabalar, sağlık ve eczacılık gereçleri, üst katta çocuk oyuncakları vb var. Kilisede bu tür objelerin sergilenmesi eleştirilere neden olmuş. Bu eleştirileri çok haksız bulmuyorum. İnsan mimari ile, sergilenenleri bağdaştıramıyor. Öte yandan, bunun alternatifinin kilisenin giderek yok olması olduğu düşünüldüğünde şükretmek gerek bence. Kaldı ki, İtalya gibi eski eserlerin çok korunduğu bir ülkede bile kiliseler artık farklı amaçlarla kullanılıyor. En son geçen sene Ostuni’de, arkeoloji müzesine dönüştürülmüş bir kilise gezmiştik örneğin. Ben, Taksiyarhis Kilisesi’ni gezerken, önce sadece kilise binasını inceleyip, sergilenenlere hiç bakmadım. Yapının inceliklerini iyice içime sindirdikten sonra, bu kez yeni baştan, sergilenen objeler için gezdim.
Kiliseyi gezdikten sonra sokak aralarında gezmek, yüz küsur yıl önce adadaki yaşantıyı hayal edebilmek açısından çok güzel oluyor. İnsan, ayağa kaldırılmış evlere sevinip, hayranlıkla bakarken, harap durumda olanlara üzülüyor…
Sahilde pek çok lokanta var. Ayvalık ve Cunda’nın mutfağı gerçekten çok güzelmiş. Ben buralara gelene kadar, bu yöreyi de mutfak olarak genel Ege Mutfağına katıyordum kafamda. İşte, bildiğimiz otlar vesaire. Ama hiç de öyle değilmiş. En büyük şansımız, bu konuda Ayvalık’ta evi olan yakın bir arkadaşımdan tüyolar alabilmemizdi. Yine onun önerisi ile sahildeki Deniz Restoran’da yemek yedik. Bu yöreye özgü, çıtır çıtır kızarmış Papalina (minik sardalyelerden yapıldığı için mevsimin uygun olması lazım), dev boyutta peynir kızartması Saganaki, sıcak ot (muhteşem), baby kalamar, kabak çiçeği dolması, Kidonya (şarapta kum midyesi) çok lezzetli ve doyurucu idi. Yine de, yan taraftaki meşhur Taş Kahve’de birer dondurma ve kahve için yer açabildik midemizde. Sakızlı, karadut ve karamel üçlemesinin tadı damağımda kaldı. Bir karamelli dondurma düşkünü olarak, karamelliyi özellikle başarılı buldum.
Profesyonel yaşam insanı bütün bir yıl, irili ufaklı tatillere doğru koşmaya itiyor. Özlemle bekliyor, gün sayıyorsunuz. Sonra, o hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan tatiller göz açıp, kapayıncaya kadar geçiyor. Son birkaç gün içinize düşen “işe geri dönme” sıkıntısı da cabası. Tabii bu, şanslı olup da, tatiliniz süresince çağımızın en büyük esaret cihazı olan cep telefonunuz aracılığıyla işten, bazen defalarca, aranmadığınız sürece… Ne yazık ki, bazı kapasitesiz yöneticiler bunu özellikle yapmaktan zevk alırlar. Ya da, sanki tatil yasal hakkınız değilmiş gibi, dönüşünüzde kendilerince tatilinizi burnunuzdan fitil fitil getirirler..
Tatil günleri sınırlı olunca, insan ister istemez gideceği yere en hızlı şekilde varmayı ve yollarda gereksiz zaman harcamamayı hedefliyor. O nedenle, uzun yıllardan beri yaz tatillerinde eğer güneye gidilecekse, uçak ile seyahat etmeyi ve genelde tek bir yere gitmeyi tercih ediyordum. Yaşamın farklı evreleri insana farklı tatil modelleri empoze ediyor. Küçük çocuğunuz varken tercih sebebi olan büyük ve yarım/tam pansiyon turizm işletmeleri daha sonra sizin için cazibesini yitiriyor.
Bu yaz, uzun yıllardan beri yapmadığımız şekilde bir tatil yapmak istedik. Hem uçak yerine araba ile gidelim, hem de yol boyu, seçtiğimiz birkaç yerde kalalım dedik.