Sicilya’da İki Hafta (14): Villa Romana del Casale

Siracusa‘da kaldığımız günlerden birini, son yıllarda sosyal medyada epeyce meşhur olan Villa Romana del Casale‘ye ayırdık. Bu isim size hemen bir şey ifade etmeyebilir ama, bu tarihi yapıda bulunan bir mozaiğe atıfta bulunmak için kullanılan “Romalı bikinili kızlar” ifadesi size bir çağırışım yapacaktır. Villa Romana’ya Catania‘dan da, Siracusa’dan da gitmeniz mümkün. Aslında, Catania’dan gitmek yarım saat kadar daha kısa sürüyor. Ama biz yine de, Siracusa’dan gitmek üzere plan yapmıştık. Gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı, zorunlu nedenlerle bizim Villa Romana del Casale’ye gitmeden önce tekrar Catania’ya gitmemiz gerekti. Siracusa’ya gelmeden önce, Modica yakınlarında lastiğimizin patlamasını ve iki hayırsever Sicilyalının nasıl yardım ettiğini daha önce yazmıştım. (Bu yazıya erişim için linki kullanabilirsiniz). Takılan stepne bizi saatlerce çekici beklemekten kurtarmıştı. Ancak, stepnenin normal boyutlarda olmaması hem belli bir hızın üstünde gitmemizi engelliyor hem de can güvenliği açısından risk yaratıyordu. Arabayı değiştirmek en akıllıca çözümdü ama, Siracusa’daki Avis’in elinde uygun araç yoktu. Mecburen Catania havaalanında, iki hafta önce aracı ilk kiraladığımız Avis’e gitmek zorunda kaldık. Neyse ki, Catania’daki Avis görevlisi hem çok iyi İngilizce konuşuyordu hem de çok hızlı ve pratik bir insandı. Kısa zamanda işimizi halettik ve yeni araba ile yola koyulduk.

Tüm bu işleri yapmak doğal olarak bizden epeyce zaman çaldı. O nedenle, daha önce o gün gitmeye karar verdiğimiz Enna, Aidone ve Piazza Armerina‘yı gezmekten vazgeçtik. Zaman kalırsa, belki en son Caltagirone‘yi de sıkıştırabiliriz diye düşündük. Yine çok güzel, ne çok sıcak ne serin bir gündü. Gökyüzü masmavi, güneş pırıl pırıldı. Yolun iki yanında verimli tarım arazileri, zeytinlikler ve bahçeler vardı. Bir de çok geniş kaktüs tarlaları. Evet, düzenli aralıklarla dikilmiş, sıra sıra kaktüsler. Sicilya’da ve İtalya’da kaktüslerin meyvasının sevildiğini ve yendiğini biliyordum ama hiç böyle özel olarak dikildiklerini görmemiştim. Kaktüsün üzerinde, bir uzantı gibi, yumru şeklinde oluşan bu meyvanın buruk, değişik bir tadı var. Mayhoş tatlardan hoşlananlar sevebilir. Annem çok severdi mesela. Göz alabildiğine uzanan bu kaktüs tarlalarının fotoğrafını çekebilmeyi çok isterdim ama ne yazık ki, yolda duracak uygun bir yer bulamadık.

Sıra sıra kaktüs dikilmiş tarlaların fotoğrafını çekemedim ama, sizin için
iStockphoto‘dan meyvalarının bir fotoğrafını buldum …
Aynı kaktüslere adanın her yerinde saksılar içinde de
rastlamak mümkün. Bunu, Siracusa‘da,
Porta Marina‘da çekmiştim.

Villa Romana del Casale’ye gitmek için, Piazza Armerina’ya gitmeniz gerekiyor. Piazza meydan anlamına geldiği için, gitmeden önce burayı gözümde canlandırmakta zorlandım. Okuduklarıma göre, bir yerleşim yeri idi. Öte yandan, bir yerleşim yerinin adının “meydan” olması da bana epeyce tuhaf geldi. Gittiğimizde gördük ki, burası gerçekten de hiç de küçük olmayan bir yer. Katedrali, müzeleri ve sarayları ile dört başı mamur küçük bir şehir. Önceleri adı sadece, Latince’den gelen, Piazza imiş. 1862 yılında Armerina adı eklenmiş. Romalılar döneminde tarihinin en parlak dönemini yaşamış. Bir dönem bölgenin toplanma ve ticaret merkezi olduğu için bu ismi almış olabilir. Romalılardan kalan eserlerin arasında en önemlisi, hiç şüphesiz, tarih ve arkeoloji meraklılarının akın ettiği Villa Romana del Casale. Piazza Armerina’dan buraya ağaçlıklı bir yolda beş kilometre gittikten sonra varıyorsunuz.

1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan Villa Romana del Casale, M.S. 4. yüzyılda yapılmış. Ancak, yapının temelinin altında ortaya çıkan buluntulara dayanarak, burada daha önce, M.Ö. 1. ile 3. yüzyıllar arasında yapılmış bir başka villa olduğu da saptanmış. Mangone Dağı‘nın eteklerindeki bu ilk villanın üzerine daha sonra, 4. yüzyılda bu etkileyici yapı inşa edilmiş.

Villanın hamamının külhan (praefurnium) bölümü
Orta Çağda seramik fırını olarak kullanılmış
Hamamın ılıklık (tepidarium) bölümünün tabanının altını gösteren bu kesit, kare şeklindeki tuğlalar aracılığı ile yükseltilen zeminin alttan nasıl ısıtıldığını gösteriyor. Külhan bölümünde yanan ocakların ısıttığı hava, yerin altındaki bu boşlukta dolaşarak alttan ısıtmayı sağlıyormuş.

Villanın kime ait olduğu konusunda uzmanlar arasında iki farklı görüş var. İlkine göre burası, bir Romalı aristokrat senatöre ya da Romanın adadaki valisine ait olabilir. İkinci görüşe göre ise, villa doğrudan bir imparatorluk emri ile yapılmış. Hangi görüş kabul görürse görsün, Afrikalı mozaik ustalarının eseri olduğu düşünülen eşsiz mozaikler üst düzey bir zenginlik ve ihtişama işaret ediyorlar. Dev kamusal alanlar, kişisel salon ve odalar ile halka da açık olduğu anlaşılan büyük bir hamam bu döneme ait. Bizans ve erken Orta Çağ dönemlerinde (5. ile 8. yüzyıllar arasında), ilk yapının üzerine bir yerleşim yeri yapılmış ve etrafı sur ile çevrilerek tahkim edilmiş. Bu dönemde, hamam bölümünün soğukluk kısmı (frigidarium) bir Hristiyan ibadethanesine dönüştürülmüş. Arap-Norman dönemine (9. ile 13. yüzyıllar arasında) gelindiğinde Villa Romana del Casale büyük bir Orta Çağ yerleşkesinin (günümüzde Piazza Armerina) parçası haline gelmiş. 12. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir çökme geçiren villa, 13. yüzyılda terk edilmiş. 14. yüzyılda, villanın bulunduğu yerde Casale adı verilen yeni bir köyün kurulması ile beraber burada tekrar bir canlanma başlamışsa da, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan seller nedeniyle göçler olmuş ve yapı zamanla toprak altında kalmış. Giderek unutulan bu muhteşem yapı, 19. yüzyılda yabancı gezginlerin ve bilim insanlarının merakını uyandırmaya başlamış. Bu arada, define avcıları ve işin ehli olmayan kazıcılar nedeniyle tahribatlar da olmuş. İlk olarak 1820 yılında, Sabatino del Muto tarafından Sicilya’daki Britanya Konsolosu adına düzgün bir kazı yapılmış ve kalıntılarla beraber mozaiklerin önemli bir bölümü toprak altından çıkarılmış. 20. yüzyıl boyunca da yapılan düzenli kazılarla Villa Romana del Casale zaman içinde günümüzde gezilebilen haline gelmiş.

Kısaca tarihini anlatmaya çalıştığım Villa Romana del Casale’de ilk olarak büyük hamam bölümü sizi karşılıyor. Biz henüz burayı gezerken, büyük bir turist grubu geldi ve villa kısmına bizden önce girdi. Endişelenecek bir şey yok diye düşündüm. Ancak, sonradan içeride bu durum gerçekten can sıkıcı oldu. Mozaiklere zarar vermemek amacıyla, tüm villanın içini dolaşan, tahtadan ve yüksekte bir yürüme yolu yapılmış. İçeriyi bu yolu izleyerek geziyorsunuz. Tur rehberinin aşırı uzun ve detaylı anlatımlarına bir de grubun tüm yürüyüş yolunu kaplaması eklenince, her salonda bırakın ağız tadıyla mozaiklere bakmayı, şöyle birkaç kare fotoğraf çekebilmek bile imkansız oldu. Sonunda, dayanamadık ve tur rehberini kibarca uyardık. Kadının tepkisi soğuk ama profesyonelce oldu, öne geçebileceğimizi söyledi. Tam geçerken, yaş ortalaması epeyce yüksek olan gruptan bir adam terbiyesizce küfür etti. Ortam gerildi. Bir iki karşılıklı atışmadan sonra, biz öne geçtik ve daha rahat gezmeye başladık. Villanın içinde oldukça ayrıntılı, tatmin edici açıklama tabelaları var.

Masaj odasının tabanındaki mozaikte bir atlete yardımcıları çeşitli kokulu yağlarla masaj yapıyorlar. Yardımcıların sayısının dört olması, kişinin oldukça varlıklı olduğunu gösteriyor. Genel olarak, masaj hamam sefasının son aşaması olarak kabul ediliyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, villanın hamam bölümü halkın kullanımına da açık şekilde yapılmış. Bu nedenle hamama bir genel, bir de villadan, ev halkının kullandığı, özel bir giriş var. Ayrıca, hamamın, gymnasium, masaj odası, tuvalet, dinlenme bölümleri gibi, sadece ev sahibine özel kısımları da var. Evin genelindeki mozaikler, güzelliklerinin yanında, o mekanın ne amaçla kullanıldığı konusunda da birer ipucu görevi görüyorlar. Örneğin, masaj odasında vücuduna yağlarla masaj yapılan bir atlet, kilerde yiyecek, yatak odasında sevişen bir çift mozaikleri var.

Villanın bir zamanlar muhteşem bir girişi olduğu söyleniyor. İki yanında iki tane havuzlu çeşme olan bir kapıdan, revaklı bir ilk avluya girilirmiş. Burada, sol tarafta dışardan gelenler için doğrudan hamama bir giriş var. Karşıya doğru yürürseniz de önce bir antreden geçip, villanın özel
bölümündeki ikinci bir revaklı avluya giriliyor.
Antre
Sütunların arkasında ikinci revaklı avlu
Antrede, misafielerin karşılanmasını anlatan mozaik

Villanın kişisel alanları, çevresi revaklı dikdörtgen bir avlunun etrafında sıralanmış. Giriş yapılan ilk revaklı avlu ve antereden sonra bu bölüme ulaşıyorsunuz ve avluyu çepeçevre geziyorsunuz. Avlunun ortasında bir de havuz var. Tam karşıda ise, büyük bir bazilika bölümü var. Daha önce birkaç kez belirttiğim üzere, bazilika kelimesi, daha sonraki yaygın kullanımından ötürü, bir Hristiyan ibadethanesini çağrıştırsa da, aslında kökü Grekçe olan bir kelime. Romalılar tarafından belli tür yapılara bu isim verilmiş. Söz konusu yapıların özelliği, uzun ve sağlı sollu iki sıra sütun ile desteklenmiş olmaları. En sonda ise, yarım ay şeklinde bir apsis (yarım kubbe) var. Sanırım böylesi bir yapıyı, bir ana nef ve iki yan nefi, karşıda da altarın bulunduğu apsisi olan bir kilise ya da katedral olarak kolayca gözünüzün önüne getirebildiniz. Ancak, bu planla inşa edilen bazilikalar Romalılar tarafından mahkeme salonu ya da büyük sivil toplantılar için yapılmışlar.

Villanın özel alanındaki odalar, ortasında havuz
bulunan, ikinci revaklı avlunun çevresine sıralanmışlar
Avluyu çevreleyen revağın tabanındaki mozaiklerde,
madalyon benzeri desenlerin ortasında,
çeşitli hayvan başları var

İnanılmaz ince bir işçilik ile yapılmış olan mozaiklerin, incelemek için insanın saatlerini alacak detayları var. Ancak, tabii ki bunun için yeterli vakit yok. Eminim, birkaç kere gidilirse, her seferinde farklı şeyler göze çarpacaktır. Burada size, etkileyici bulduğum, aynı zamanda villanın en çok ilgi gören salonlarından bazılarından söz edeceğim. Bunlardan ilki, hamam bölümündeki Salone del Circo. “İki Apsisli Salon” olarak da anılan bu salonun gymnasium (spor salonu) olduğu tahmin ediliyor. Yerdeki mozaikte bir quadriga (dört atın çektiği savaş arabası) yarışı var. Mozağin ortasındaki dikilitaştan dolayı buranın, Roma’daki Circus Maximus hipodromunun bir canlandırması olduğu düşünülüyor. Salon da zaten hipodromlara benzer tarzda, elips şeklinde. Mısır’dan getirilen bir obelisk olan bu dikilitaş Circus Maximus’a İmparator Augustus veya II. Constantius tarafından koydurulmuş. Hatırlarsanız, Sultanahmet’teki eski hipodrom alanının (Osmanlı dönemindeki At meydanı) ortasında da aynı şekilde Mısır’dan getirilmiş bir obelisk var.

Salone del Circo
Diğer adıyla, İki Apsisli Salon
Ortadaki dikilitaşın daha iyi görülebilmesi için, fotoğraf kalitesinden ödün verme pahasına sizin için resmi
biraz büyüttüm ve koyulaştırdım

Hamamdan villanın özel tarafına geçerken, ailenin kullanımı için yapılmış bir latrina, yani tuvalet var. Trapeze benzer bu bölümde duvar kenarında bir dizi tuvalet varmış. Tuvaletlerin altında, alanı çevreleyen duvar boyunca giden bir kanalizasyon sistemi var. Oturak kısımları, 1960’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında elden geçirilmiş. Tuvalet salonunun ortasındaki alanda da çeşitli hayvanların görüldüğü bir mozaik var.

Tuvalet (Latrina)
Aslında tuvaletler duvar boyunca, çepeçevre sıralı imiş. Kanalizasyon
kısmının da görülebilmesi için, restorasyon
sırasında sadece bir bölümü yapılmış.

Villanın ev kısmından hamama geçilen bir odadaki mozaikte, evin hanımını iki yanında birer sarışın çocuk ile yıkanmaya giderken görüyoruz. Bir görüşe göre bu çocuklar evin hanımının kendi çocukları. Diğer bir görüşe göre ise bunlar, hamama giden hanımlarına eşlik eden, Cermen ırkından iki köle. Sarışın figürlerin yanlarında görünen hizmetkarlar hamamda gerekecek eşyaları taşıyorlar.

Villadan hamam bölümüne özel geçiş
Evin hanımı hamama gidiyor

Yine ilginç bir mozaiğin bulunduğu bir başka oda, “küçük av odası” olarak geçiyor. Oturma odası veya kışın kullanılan bir yemek odası olduğu tahmin edilen bu oda da adını mozaikte aktarılan sahnelerden alıyor. Tam ortadaki açık havada yenen bir yemek sahnesinin etrafında çeşitli av sahneleri var. Bu sahnelerin özellikle iki tanesi çok ilgi çekici. Sol altta, at üzerindeki iki avcı boynuzlu üç geyiği, iki ağaç kütüğüne gerdikleri ağa doğru kovalayarak, yakalamaya çalışıyorlar. Bu sahnenin üst tarafında ise, iki tane kuş avcısı görüyoruz. Ağacın yaprakları arasına saklanan avlarını görmeye çalışıyorlar. Omuzunda bir şahin olan avcılardan birisi, çok gerçekçi bir şekilde, daha iyi görebilmek için bir elini alnına götürerek, güneşe karşı siper yapıyor. Sağ alt köşede ise, bir yaban domuzu avı sahnesi var. Avcılardan biri domuzun saldırısı ile yaralanmış, yerde yatıyor. Bir başka avcı yaralının yardımına koşmuş. Bu sırada, yüksek bir yerden taş atan başka avcılar domuzu bir bataklık alana doğru gitmeye zorluyorlar. Kapana kısılan domuzun ayakları yavaş yavaş batıyor.

Küçük Av Odası
Sol alt köşede geyik avı sahnesi, onun üstünde kuş avcıları
Sağ alt köşede domuz avı sahnesi

Villanın bu yazıda geçen salonlarının dışında, birçok değişik amaç için kullanılan ve servis odası olarak adlandırılan odası var. Platform aracılığı ile çizilen rotayı takip ederek, bana göre Villa Romana del Casale’nin en çarpıcı yer mozağine ulaşıyorsunuz. “Büyük av” olarak adlandırılan bu mozaik, bazilika bölümünün antresi görevini gören uzun koridoru kaplıyor. Mozaik o kadar büyük ki, tek bir fotoğraf karesine sığdırmak imkansız. Ayrıca insan, hangi köşesini inceleyeceğini şaşırıyor. O kadar güzel ayrıntılarla dolu ki. Mozaiğin konusu; başkent Roma’daki sirk gösterileri için imparatorluğun her köşesinde yapılan vahşi ve egzotik hayvan avları, avlanan hayvanların zarar görmeden, sağlam bir şekilde Roma’ya ulaşmaları için tahta kafeslere konmaları, kara yolu ile en yakın limana (Afrika’da bunun büyük olasılıkla Kartaca olduğu belirtiliyor) ulaştırılmaları, orada gemilere yüklenmeleri ve tabii ki, tüm bu süreçleri yürüten avcılar, askerler, atlılar, esirler ve gemiciler. Bu sahnelerin hepsi, uzun koridor boyunca resmedilmiş olan imparatorluğun doğudan batıya uzanan geniş toprakları üzerinde yer alıyor.

Sayısız sahne ile dolu Büyük Av mozağinden birkaç bölüm

Gelelim “bikinili kızlar” odasına. Aslında servis odalarından birisi olarak adlandırılan bu odanın da tabanı benzerleri gibi geometrik desenli bir mozaik ile kaplıymış. Daha sonra orijinal tabanın üzerine, atletizmin çeşitli dallarında yarışan kadın atletlerin resmedildiği bu mozaik yapılmış. Kızların kıyafetleri günümüzün bikinilerine benzetildiği için halk arasında “bikinili kızlar” olarak anılsalar da, aslında bunlar kadın atletler. Karşılaşmalar arasında ağırlık kaldırma, disk atma, koşu ve top oyunları olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Aşağıda solda toga giyinmiş bir yetkili kazananlara verilen bir taç ve palmiye dalı tutuyor. Aşağıda ortada ise, katıldığı karşılaşmayı kazanan bir katılımcı tacı ve palmiye yaprağı ile görünüyor.

İmparatorluğun dört bir köşesinde avlanan hayvanlar, taşınıyor
ve gemilere yüklenerek Roma’ya yollanıyor

Villanın en ünlü mozaiklerinden bir başkası, bulunduğu odanın büyük olasılıkla bir yatak odası olduğunu ima ediyor. Burada bulunan mozaiğin ortasında birbirine sarılmış, sevişen bir çift var.

Bikinili Kızlar” olarak anılan mozaikte çeşitli dallarda yarışan kadın atletler var. Altta ortada, bir karşılaşmayı kazanan atlet ödül olarak tacını ve palmiye dalını almış. Mozaiğin sol üst köşesinde, önceden bu tabanın geometrik desenli bir mozaik ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz. Sonradan üzerine bu atlet kızlar mozaiği yapılmış.
Sanki voleybol oynuyorlar gibi…
Koşan atletlerden biri
Odaya koridordan bakış

Bazilika bölümü aslında önünde bulunan “büyük av” koridorundan görülebiliyor ama, mozaiklerin üstüne basılamayacağı için, bu bölüme girmek için dışarı çıkıp, bir başka kapıdan girmeniz gerekiyor. Burası mimari olarak ilginç çünkü yukarıda sözünü ettiğim orijinal bazilika mimarisinin daha sonra nasıl evrilerek Hristiyan ibadethanelerine uyarlandığını insan daha net anlayabiliyor.

Yatak odasındaki ünlü mozaik

Bazilika bölümünde, daha önce Agrigento‘daki Tapınaklar Vadisi’nde Düşen İkarusheykelini gördüğümüz Polonyalı sanatçı Igor Mitoraj‘ın (1944-2014) iki eseri de var. Mitoraj’ın bu eserleri de birer İkarus. Belli ki, Yunan mitolojisinin bu kahramanı Mitoraj’ın zihnini epeyce meşgul etmiş. Efsaneye göre, İkarus Girit’teki Knossos’tan babası Daedalus’un kendisi için yaptığı kanatları kullanarak kaçar. Kanatlar kuş tüyünden yapılmıştır ve balmumu ile vücuduna yapıştırılmıştır. İkarus kurtulmasına kurtulmuştur ama, babasının sözünü dinlemeyerek güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlarını tutan balmumu erir ve Ege Denizi‘ne düşer, boğulur. Bu efsaneye dayanarak, Ege Denizi’nde bir adanın adı, İkaria‘dır. Mitoraj Ikaro adlı heykelinde, kanatlarını kaybetmiş, yenilmiş ve başı öne eğik bir İkarus canlandırmış. İkinci heykel, Ikara, bir dişidir. Aslında Yunan mitolojisinde dişi İkarus yok ama, İkarus’a ithaf edilen adanın ismi bu dişiyi çağrıştırıyor. Kanatları olan bu heykel aslında sanatçı tarafından bir androjen olarak yapılmış. Belki İkarus’u izlemek istiyor ama, ayak bileğine yapışmış bir el onu tutuyor… Igor Mitoraj’ın villanın girişinde de güzel bir eseri var: “Sonsuza Kadar Çift“…

Roma’daki Circus Maximus hipodromuna
gönderme yapılan bir başka mozaik
Homeros‘un Odysseia destanından bir sahne
Ulysses (yani Odysseus) insan yiyen dev Polyphemus‘a şarap sunarken
Bir yunusa binmiş Arion ve lir ile çaldığı müziğin büyüsüne kapılarak onu izleyen deniz hayvanları ve yaratıkları
Geometrik motifleri ile dikkat çeken bir mozaik. Sağ taraftaki erkeğin kıyafetinden dolayı kendisinin önemli
bir kişi olduğu sonucuna varılmş.

O gün Siracusa’ya dönmeden, Villa Romana del Casale’den 45 dakikalık bir uzaklıkta olan Caltagirone‘ye de gittik. Val di Noto‘nun (Barok Vadisi) Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerinden birisi olan Caltagirone seramikleri ile ünlü. Ancak, burada Puglia‘nın seramikleri ile ünlü Grottaglie şehrindeki havayı bulamadık. Birkaç sene önce gittiğimiz Grottaglie’de yanyana, bazıları birer sanat galerisi havasında, bir sürü seramik atölyesi vardı. Üretilen şeyler ince bir zevk ürünüydü. Caltagirone’de o tür yerler görmedik. Girdiğimiz dükkanlarda da bizi etkileyen bir şey bulamadık. Belki hava kararmak üzere olduğu için biraz acele ettik ve tam olarak doğru atölye ya da dükkanlara rastlayamadık. Bilemiyorum. Gerçi sonunda Caltagirone’deki bir atölyede yapılmış, duvara asılan çok güzel bir seramik balık aldık ama, ertesi gün Siracusa’dan. Dükkan sahibi, Caltagirone’de özel bir atölyeye yaptırdığını söyledi.

Bir nymphaeum bulunan revaklı oval salon.
Buradaki mozaikler, mekanın işlevine
uygun olarak, su ve deniz ile ilintili

Caltagirone’yi çok fazla gezemedik ama, ünlü seramik merdivenlerini gördük. Scalinata di Santa Maria del Monte (Santa Maria del Monte Merdiveni) olarak bilinen bu basamaklar, 1606 yılında, eski Caltagirone’yi tepede kurulan yeni şehire bağlamak için yapılmış. 130 metreden fazla bir uzunluğu olan 150 basamaklı merdivenlerin yapımı 10 sene sürmüş. 1954 yılında, yukarıdaki Santa Maria del Monte Kilisesi’ne çıkan merdivenin her basamağı yerel seramik sanatçıları tarafından donatılmışlar. Her basamakta, Sicilya’dan gelmiş geçmiş farklı milletlerin, farklı yüzyıllara ait eserlerini temsil eden motifler kullanılmış. Her yıl mayıs ayındaki Çiçek Festivali sırasında basamaklar çiçeklerle donatılıyormuş.

Bazilikaya “büyük av” koridorundan bakış
“Büyük av” koridorunun mozaiklerine zarar
gelmemesi için bazilikaya dışarıdan giriliyor
Igor Mitoraj‘ın Ikaro ve Ikara heykelleri
Igor Mitoraj’ın villanın girişindeki “Sonsuza Kadar Çift” heykeli

Bu yazı ile birlikte, 2022 Ekim ayında iki haftadan biraz fazla bir süre boyunca gezdiğimiz Sicilya ile ilgili yazı dizimin de sonuna gelmiş oluyorum. Dilerim, daha önce gidenlerin anılarını tazelemelerine, henüz gitmeyenlerin de gezi planlarını yapmalarına katkıda bulunabilmişimdir. Kendi adıma, son derece ilginç binlerce yıllık tarihi, arkeolojik ve tarihi eserlerinin zenginliği, müzeleri ve müthiş mutfağı ile Sicilya’nın, gezdiğim tüm yerler arasında çok ayrı bir yere oturduğunu söyleyebilirim.

Caltagirone‘deki Scalinata di
Santa Maria del Monte merdivenleri

Sadık bir okuyucum olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, bundan sonra yazacağım kısa bir yazıda önceki yazılarımda sözünü ettiğim yeme-içme mekanları, yediklerimiz, içtiğimiz Sicilya şarapları ve benzeri konuları toparlayacağım. Sonrasında ise, yeni yolculuklar, yeni heyecanlar ve anılar gelecek…

Sicilya’da İki Hafta (12): Barok Vadisi

Sicilya’da Catania‘dan sonraki durağımız Siracusa oldu. İki şehirin arası yaklaşık 70 kilometre. Gittiğiniz (otoyol ya da parasız) yola bağlı olarak yaklaşık 10 dakika fark ediyor. Catania’dan sonra Siracusa çok sakin ve temiz bir sayfiye şehri havası ile karşılıyor insanı. Bizim otelimiz, ana karaya iki köprü ile bağlanmış olan Ortigia adasında idi. Otelden ve yerinden çok memnun kaldık ama, tüm bunlardan daha sonraki yazımda söz edeceğim. Zira biz, otele giriş yaptıktan sonra, bavulları bile açmadan Barok Vadisi‘ne doğru yola çıktık.

Barok Vadisi olarak adı geçen bölgenin resmi coğrafi adı Val di Noto (Noto Vadisi) aslında. Adanın güney doğusunda bulunan bu bölgenin sekiz şehri, geç Barok dönemin eşsiz mimari eserlerine sahip oldukları için, Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyorlar. Catania da bu şehirlerden birisi. Diğer şehirler Modica, Noto, Palazzolo Acreide, Ragusa, Scicli, Caltagirone ve Militello Val di Catania. Bu şehirlerden bazılarının tamamı (Caltagirone, Noto ve Ragusa), bazılarının belli bölgeleri (Catania ve Scicli), diğerlerinin ise tarihi bölgelerindeki bazı tekil anıtları (Modica, Palazzolo Acreide ve Militello Val di Catania) Unesco Listesi’ne alınmışlar. Söz konusu yerleşim yerlerinin hepsi, 1693 yılındaki büyük deprem felaketi ile birlikte yerle bir olmuşlar ve daha sonra Barok stilde, her biri neredeyse birer tiyatro dekoru görünümünde, yeniden inşa edilmişler. Bazı şehirler, örneğin Catania, eski şehrin bulunduğu orijinal konumda yeniden inşa edilmiş ya da tamir görmüşken, diğerleri eski bulundukları yerlerin yanına veya biraz daha uzağına yapılmışlar.

Özellikle son dönemlerde hızla restore edilip, turizme açılan bölgenin kimi yerleri, yumuşak sarı tonlardaki taşlardan yapılmış saray, katedral ve kiliseleri ile çok etkileyici ve çekici. Vadinin tamamını hakkıyla gezmek için birkaç gün gerekir. O kadar vaktimiz olmadığı için, yine bir seçim yapmak zorunda kaldık. İlk olarak Noto’ya gitmeye karar verdik.

Noto, günümüzde Sicilya’nın en güzel Barok tarzdaki şehri kabul ediliyor. 1693 depreminde tamamen yok olan Noto’nun yeniden yaratılması için şehrin ileri gelenlerinden Prens Landolina ve Camastra Dükü Giuseppe Lanza hiç vakit kaybetmeden harekete geçmişler. Böylece, eski şehrin uzağındaki bir başka tepenin yamaçlarında yeni Noto şehri kurulmuş.

Noto’nun eski şehir merkezini gezmek için arabanızı en iyi park edeceğiniz yer, Giardini Pubblici olarak adlandırılan şehir parkı boyunca uzanan yol. Navigasyona bu şekilde girilirse, kolayca bulunuyor. Otomattan park bileti alıp camın önüne koymayı da unutmamak gerek. Noto’da görülecek en güzel anıtsal binalar Corso Vittorio Emanuele caddesinin üzerinde veya çok yakınında bulunuyor. Görkemli Porta Reale kapısı işte sizin yaya bölgesi olan bu caddeye girmenizi sağlayacak. Bir zafer takı şeklindeki Porta Reale’nin diğer bir adı da Porta Ferdinandea çünkü, Sicilya’nın İspanyol Bourbon hanedanından kralı olan II. Ferdinand‘ın onuruna yapılmış. Kapı, Notolu asilzade Cannicarao Markisi tarafından, Napolili mimar Orazio Angelini‘ye yaptırılmış ve kralın şehri ziyaret ettiği 5 Ekim 1838 günü açılmış. Üzerinde bulunan armalardan birisi Cannicarao ailesinin, diğeri ise Noto şehrinin arması. Kapının en tepesinde üç tane sembolik heykel var. Kule şeklinde olan heykel, Noto’nun yüzyıllar boyu gösterdiği gücü, köpek şeklinde olan hükümdara olan bağlılığı, pelikan ise özveriyi simgeliyor. Bazı kaynaklarda bunun bir pelikan yerine, doğurganlığı simgeleyen bir leylek de olabileceği belirtiliyor.

Arabanızı Giardini Pubblici parkının yanındaki
yol boyunca park edebilirsiniz

1693 depreminden önceki eski Noto, Sicilya’ya M.Ö. 1200-1000 yılları arasında İtalya’nın kuzeybatı bölgesindeki Liguria‘dan gelen ve Sicel veya Siculi olarak adlandırılan bir topluluk tarafından kurulmuş. Şehrin ilk adının Neas olduğu belirtiliyor. Daha sonra Siracusalılar tarafından fethedilen Noto, bundan sonra Helen kültürü, adetleri ve ritüellerinin etkisi altına girmiş. Romalıların eline geçmesinden sonra önce bir federasyon şehri statüsü almış. Federasyon şehirleri, Romalılara bir anlaşma ile bağlanan ve bir savaş durumunda Romalılar için savaşan ancak Romalı sayılmayan şehirler olarak tanımlanıyorlar. Ancak, İmparatorluk döneminde Noto, yurttaşlarının Romalı sayıldığı bir statü olan Latin Municipium ilan edilmiş ve böylece, kendi kendini yönetme hakkı da dahil olmak üzere, birçok ayrıcalık kazanmış. Araplar tarafından ele geçirildikten sonra şehir, askeri olarak tahkim edilerek, bölgenin başkenti yapılmış. Şehre Noto ismi de Araplar tarafından verilmiş. 250 yıllık Arap hakimiyeti altında yaşadıktan sonra 1090 yılında Normanlara teslim olan Noto’nun kaderi bundan sonra Sicilya’nın genel tarihinin izleğinde devam etmiş.

Noto’nun günümüzdeki yerinde 1693 depreminden sonra, eski şehrin yıkılmasının ardından, inşa edildiğini belirtmiştim. Bu yeniden yapım, sadece estetik olarak değil, şehrin planlanması açısından da birçok olanak sunmuş. Estetik açıdan üç mimarın, Rosario Gagliardi, Vincenzo Sinatra ve Paolo Labisi‘nin katkıları ile müthiş uyumlu, tiyatro dekoru gibi bir şehir yaratılmış. Mimari tarz olarak sadece Barok ile yetinilmeyip, Rönesans dönemi ve kimi İspanyol unsurlarıyla zenginleştirilmiş bir ortam ortaya çıkarılmış. Bina inşaalarında kullanılan bölgenin sarımtrak taşları da çok sıcak bir hava yaratmış. Güneş ışıklarının altında insanın ruhunu okşayan bir sıcaklık ve estetik var bu şehirde. Biz gittiğimiz zaman, çok sayıda turist olmasına rağmen, çok hoş bir sakinlik de vardı aynı zamanda.

San Francesco d’Assisi all’Immacolata Kilisesi

Noto’nun üç ana caddesi de doğu-batı ekseninde tasarlanmış. Böylece caddelerin gün boyu güneş ışıkları ile aydınlanması amaçlanmış. Şehrin planlanmasındaki bir özellik de, başlıca üç sosyal sınıfa göre bir konumlandırma yapılmış olması. Corso Vittorio Emanuele ruhban sınıf için ayrlmış. Bu nedenle, bu caddenin etrafında çok sayıda kilise var. Kentin katedrali de bu caddenin üzerinde. Corso Vittorio Emanuele’nin üst tarafı aristokrat sınıfa, alt tarafı ise sıradan halka yönelik yapılmış.

San Francesco d’Assisi all’Immacolata’nın içi

Porta Reale’den Corso Vittorio Emanuele’ye girdiğiniz zaman ilk olarak sağ tarafta, görkemli merdivenlerin tepesinde San Francesco d’Assisi all’Immacolata kilisesini gezebilirsiniz. Kilise, 1711-1750 yılları arasında, mimarlar Rosario Gagliardi ve Vincenzo Sinatra tarafından yapılmış. Kilise, diğer Fransisken kiliselerinde olduğu gibi, tek nefli bir kilise. Binaya bitişik bir de Fransisken manastırı var. İçeriye girince, Barok tarzda ama bembeyaz süslemelerle karşılaştık. Bol yaldızlı çok sayıda Barok tarzda kilise gördükten sonra, bu ilk başta bana oldukça şaşırtıcı göründü. Etrafta, orta yaşlarının biraz üstünde görünen bir görevliden başka kimseler yoktu. Önce bizi uzaktan izlemekle yetindi. Sonra, yanıma yaklaştı ve altarın önüne dizilmiş sepetler içindeki çiçekleri göstererek, saat 15:30’da burada bir cenaze töreni olacağını söyledi. Ölenin yaşlı olup olmadığını sorunca,

– Çok yaşlı değil ama, hayat işte… , dedi.

Adam çiçekleri gösterdi ve başladı anlatmaya…
Yukarıdaki “Kutsal Aile” tablosu 1783 yılında sanatçı G. Bonanno tarafından yapılmış. Alt taraftaki Rahip Giuseppe Bonasia’nın mezartaşı 1693 depremi öncesi Noto’dan buraya getirilmiş. Kabartmada rahibin elinde tuttuğu kitabın üstünde, “İnsanoğlu, unutma, topraksın ve
toprağa döneceksin”, yazıyor.

Bu kısa konuşmadan sonra adam, kendiliğinden anlatmaya başladı. Bu kilisenin süslemelerinin aslında yaldızla boyalı olduğunu, bir zamanlar içerisinin ışıl ışıl parladığını söyledi. Daha sonraki tarihlerde kenti saran bir veba salgını sırasında kilise hastaneye çevrilmiş ve hasta ya da ölmek üzere olanlar burada yerlerde yatırılmışlar. Bu arada, önlemler çerçevesinde tüm duvarlar kireç ile beyaza boyanmış. Görevli bunları anlatırken bize bazı yaldız kalıntılarını da gösterdi. Eski haline döndürülmesinin düşünülüp düşünülmediğini sorduğumda, bunun yapılmak istendiğini ancak, maddi açıdan çok zor olduğunu belirtti. Böyle bir restorasyon için 4 milyon Euro gerekiyormuş.

Santa Chiara

Aynı meydanda, San Francesco d’Assisi kilisesinin çaprazında Santa Chiara kilisesi var. Öğlen için kapalı olduğunu görünce, daha sonra gezmek üzere Corso üzerindeki yürüyüşümüze devam ettik. İtalya’da katedrallerin ve kiliselerin çoğu öğle tatili için kapanıyor. Gezerken buna da dikkat etmek ve mümkünse gezi programını ona göre düzenlemek gerekiyor. Çevrede görülecek alternatif yerler varsa çok problem olmayabiliyor, ama bazen bir yere oturup beklemek şart oluyor.

Cattedrale di San Nicolò (Duomo)
Katedralin içi

Kısa bir yürüyüşten sonra Piazza del Duomo‘ya (Duomo Meydanı) geldik. Meydanın sağ tarafında, yine görkemli bir merdivenin tepesinde Cattedrale di San Nicolò (Duomo) sol tarafında ise, Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı) var. Mimar Vincenzo Sinatra’nın eseri olan Belediye Sarayı’nın yapımına 18. yüzyılın ortalarında başlanmış. Orijinal tasarımında sadece alt kat varmış. İkinci kat 1950’li yıllarda eklenmiş. Mimar Sinatra’nın Fransız saraylarından esinlendiği söyleniyor. O nedenle alt katta bir “Aynalı Salon” var. Bu salon, Belediye Sarayı’nın gezilmesi için kullanılan başlıca pazarlama aracı ancak, gözünüzün önüne sakın Versailles‘daki o ünlü salon gibi bir yer gelmesin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Görkem konusu bir yana, çok küçük bir yer. Bu anlamda insan verilen 3’er Euro’ya (Aynalı Salon ve teras için ayrı ayrı) biraz acıyor. Neyse ki, bir üst kattaki terastan manzara çok güzel. Çok yüksekte olmasa da, buradan karşıdaki katedrale ve meydana bakmak çok etkileyici. Güneş ışıkları altındaki o sarımtrak taşlarla yapılmış binaların görünümü, öğle saatlerinin sessizliğinde bir sokak müzisyenin ustaca yaptığı müziğin eşliğinde büyüleyici ve çok huzur verici idi. Noto denince sanırım hep hatırlayacağım bir duygu yaşattı bana o an orada olmak.

Palazzo Ducezio (Belediye Sarayı)
Belediye Sarayı’nda Aynalı Salon
Salonun tavanı

Cattedrale di San Nicolò’nun (Duomo) yapımı iki aşamada olmuş. İlk inşaata 18. yüzyılın başında başlanmış. Bu dönemde mimarın papaz Angelo Italia olduğu tahmin ediliyor. 1727 yılında yapının sorumluluğu mimar Rosario Gagliardi’ye geçmiş. Kendisi, Italia tarafından yapılan ilk tasarımı biraz değiştirerek çalışmaya devam etmiş ama, katedralin ön cephesini tamamlayamamış. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci yapım aşaması sırasında çalışmalar, Gagliardi’nin tasarımına yeni değişiklikler yapan, Vincenzo Sinatra tarafından yürütülmüş ve inşaat bitirilmiş.

Belediye Sarayı’nın terasından Noto’ya bakış ve uzaklardan gelen müzik…

Noto Katedrali’nin kubbesi tarihi boyunca üç kere yıkılıp yeniden yapılmış. 1760 yılındaki ilk yıkılıştan sonra kubbe, Catania‘daki San Nicolò Kilisesi‘nin bulunduğu Piazza Dante‘yi de tasarlayan, Stefano Ittar tarafından yeniden inşa edilmiş. 1848 yılında tekrar yıkılmış. Bu kez, mimar Francesco Cassone kubbeyi Neoklasik tarzda yapmış. Son olarak, 1996 yılında katedralin içinde yıkılan bir sütun nedeniyle kubbe tekrar çökmüş. Sebep olarak, yapım hatası ve 1990 yılında yaşanan bir depremin yol açtığı hasar gösterilmiş. Uzun bir çalışmadan sonra, katedral 2007 yılında güçlendirilmiş şekide bir kez daha halka açılmış. Orijinal olarak neredeyse tamamen sade ya da çok az süslü olan San Nicolò katedrali’nin içi, 1950-1956 yılları arasında Nicola Arduino and Armando Baldinelli tarafından fresklerle süslenmiş. 1996 yılında yaşanan yıkımda bu süslemeler de yok olmuşlar.

Katedralden çıktıktan sonra Corso Vittorio Emanuele boyunca yürümeye devam ederseniz, sağdaki Via Corrado Nicolaci‘nin içinde (125 numarada) Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayını göreceksiniz. Binanın dışı, özellikle balkonları tutan kirişleri, inanılmaz güzellikte canavarlar, atlar, melekler ve mitolojik karakterlerle süslenmiş. Tam bir Barok sivil mimari örneği. Esasen, binanın dışı içinden daha görkemli ve güzel. O nedenle, eğer çok vaktiniz yoksa, içeriyi gezmek yerine, sarayın karşısındaki kafede oturup, bir kadeh şarap eşliğinde binayı doya doya seyredebilirsiniz.

Via Corrado Nicolaci sokağı ve ilerde sol kolda
Nicolaci di Villadorata Sarayı
Sarayın dış cephe süslemelerinden ayrıntılar

Nicolaci ailesi, 1575 yılında İtalya’nın Calabria bölgesinden Noto’ya gelmiş. Üst orta sınıftan olan Nicolaciler tuna balığı endüstrisinde gösterdikleri başarı sayesinde XVII. yüzyılda iyice zenginleşmişler. Bu arada, 1693 yılında yaşanan büyük depremden kurtulabilen yörenin az sayıda aristokratı bölgede özgün bir oligarşik yönetim oluştururarak, iyice güçlenmişler. Ortaya çıkan durum, Nicolaci ailesi için de bir fırsat yaratmış. Büyük ekonomik güçleri sayesinde, bu dönemde Nicolacilerin sosyal ve politik yükselişleri de başlamış. Aristokrat Landolina ailesinin arazilerini ve ünvanlarını satmak zorunda kalması sonucu, aileden Corradino Nicolaci 1701 yılında Bonfala Baronu olmuş. İlerleyen yıllarda satın alınan diğer Baronluklarla birlikte, 1774 yılında o tarihte ailenin başında olan Corrado Nicolaci Villadorata Prensi ünvanını almış. Palazzo Nicolaci di Villadorata sarayı 1737 yılında yaptırılmış. Yaşayan son Prens Nicolaci, 1989 yılında sarayın bir bölümünü Noto belediyesi’ne satmış. 2004 yılında ölen Prens, hiç evlenmediği ve yasal oğulları olmadığı için Villadorata Prensliği de kendisi ile birlikte sona ermiş.

Sarayın içinden bazı bölümler

Vaktimiz azaldığı için Noto ziyaretimizi bu kadarla sınırladık. Ama, arabamıza dönüş yolunda, daha önce kapalı olan Santa Chiara Kilisesi’ni de bir görmek istedik. Tam kapısına geldiğimiz sırada büyük bir grubun içeriye girmekte olduğunu gördük ve çıkmalarını beklemeye karar verdik. O sıralar, hatırlarsanız, henüz pandemi tam olarak bitmemişti. Beklerken köşedeki meyve suyu satıcısından birer taze sıkılmış meyva suyu içmek iyi bir fikir gibi geldi. Satıcı adamdan bize birer tane nar ve portakal karışık meyva suyu sıkmasını istedik. O sırada yoldan, rehberleri ile birlikte küçük bir Amerikalı grup geçiyordu. Durup bizim meyva suyularımızın sıkılmasını izlemeye başladılar. Bu arada gruptakiler kendi aralarında konuşmaya daldılar. Şunu belirtmeliyim ki, konuşmaların içeriği, topluluğun zeka düzeyi hakkında hiç de olumlu bir izlenim vermiyordu. Gruptaki bir kadın, yine kadın olan Sicilyalı rehbere,

– Vay canına ! Şimdi adam o kocaman narı sıkacak mı? Hem de eliyle! Ne kadar çok kuvvet gerekiyordur kim bilir,

tarzında, genellikle Amerikalıların çok abartılı bulduğum hayret ve takdir ifadelerini bolca kullanarak, sorular sormaya başladı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Grup bizim arkamızda duruyordu. Bu arada rehber kadın da, böyle taze meyva suyu sıkmanın nasıl Sicilya’ya özgü, çok özel bir şey olduğunu anlatıyor, coştukça coşuyordu…. Derken, grubun biraz dışında duran ve aklı başında görünen Amerikalı bir adam sakin bir sesle,

– Ben Türkiye’de aynen böyle sokakta sıkılan meyva suyu içtim, dedi.

Rehber, duymamazlıktan geldi. Anlatmaya devam etti. Bir süre sonra, aynı Amerikalı adam, bu kez daha yüksek ve kararlı bir sesle,

– Bunu Türkiye’de de yapıyorlar. Ben orada içtim, diye tekrar etti.

Bu sefer kadın duymamış gibi yapamadı.

– Evet, Yunanistan, Ermenistan, Türkiye gibi Akdeniz ülkelerinde de var, demek zorunda kaldı.

Ermenistan’ın bir Akdeniz ülkesi olmasını anlayamadık ama, o arada bizim nefis meyva suları da hazır olmuştu. Bunlar sanki Taormina‘da içtiğimizden de güzeldi. Sıcakta ilaç gibi geldi….

Meyva sularımız sıkılıyor…

Santa Chiara Kilisesi, 18. yüzyılın ilk yarısında mimar Rosario Gagliardi‘nin tasarımı ile yapılmış. İçerisi elips şeklinde olan kilise Noto’nun Barok incilerinden biri olarak kabul edilse de, bana biraz bakımsız göründü. Kaynakları kısıtlı olabilir. Kilisede bulunan Meryem Ana ve Çocuk heykeli 16. yüzyılda yapılmış. Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’nin (1478-1536) eseri olduğu düşünülen heykel, 1693’te yıkılan Eski Noto’dan getirilmiş.

Santa Chiara Kilisesi‘nin altarı
Altardan detay
Rönesans sanatçısı Antonello Gagini’ye (1478-1536)
atfedilen Meryem Ana ve Çocuk heykeli
Kilisenin tavan süslemeleri

Noto’dan ayrıldık. Barok Vadisi’nin bir başka ünlü şehri Modica’ya doğru yola çıktık. Gittiğimiz güzergâhta, yolun iki tarafında tarlalar, bağlar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun kalitesi hariç, her şey gayet hoştu. Ancak, yoldaki adım başı karşımıza çıkan çukurlar son derece tehlikeli görünüyorlardı. Sanıyorum ilk yazımda Sicilya’da otoyolların dışındaki bazı ara yolların çok tehlikeli olabildiklerinden söz etmiştim. Ya çok karanlık, ya çok virajlı ya da çok bozuk olabiliyorlar. O nedenle, mümkünse, güneş battıktan sonra bu yollara girilmemesini önermiştim. Burada bu uyarımı tekrar etmek istiyorum. Biz Modica yolunda ilerlerken saat henüz dört civarıydı. Keyifle gidiyor, çok yaklaştığımız Modica hakkında konuşuyorduk ki, birden kaçamadığımız, çok derin bir çukura girdik. Arabayı hemen sol tarafta bulunan yan yol gibi, toprak ve çimenlik bir alana çektik. Sol tarafta bir tarla, az ilerimizde dört beş evden oluşan bir bina topluluğu vardı. Korktuğumuz gibi, sol ön tekerlek patlamıştı. İşin kötüsü, arabadaki kriko ve benzeri aletlerin bir kısmı kırık bir kısmı da bizim arabaya uygun değildi. Büyük olasılıkla bir başka arabadan gelişigüzel alınıp, konmuştu. Bu noktada yine daha önce belirttiğim önemli bir noktayı tekrarlamak istiyorum. Sicilya’ya gittiğiniz zaman eğer araba kiralarsanız, teslim almadan önce mutlaka arabadaki yedek lastiği ve gerekli aletleri kontrol edin.

Durum kötü görünüyordu. Yoldan gelen geçen kimseler de yoktu. Bir önceki hafta Agrigento‘da yaşadığımız trafik kazasında Avis’in çağrı merkezinin hiçbir işe yaramadığını deneyimlemiştik. Biz bir şekilde işleri yoluna koymuş, Carabinieri (Jandarma) de olay yerinden ayrılmışken yardım isteyen telefonumuza anca dönüş yapmışlardı. Şimdi de mecburen yine onları arayacak ve büyük olasılıkla yardım ekibi veya çekicinin gelmesi için saatlerce bekleyecektik…

Biz ne yapalım, ne edelim diye konuşurken, ilerideki evlerden bize doğru uzanan yan yoldan beyaz renkli bir BMW araba geldi. İçinde genç bir adam vardı. Camı açıp, bir şeyler söyledi. Önce, dar yoldan geçemediği için kenara çekilmemizi istediğini sandım.

– Yardıma ihtiyacınız var mı?

diye soruyormuş.

Lastiğimizin patladığını söyleyince arabadan indi. Bir lastiğe bir de elimizdeki aletlere baktı.

– Bunlar bu arabaya uygun değil. Gidiyorum, beni bekleyin. 10 dakika sonra geleceğim, dedi.

Genç, araba ile ana yola çıkarak, geri döndü ve geldiği yöne doğru gözden kayboldu. Beklemeye başladık. Açıkçası, pek ümitli değildik. Ama, 10-15 dakika sonra, genç yanında araba tamircisi görünümünde orta yaşlı bir adam ile birlikte geri geldi ve hemen işe koyuldular. Kendi aralarında Sicilya lehçesinde konuştukları için tek kelime anlamıyordum. Aslında, lehçe demek ne kadar doğru bilemiyorum çünkü, Sicilyalılar konuştukları dile “Sicilyaca” demeyi tercih ediyorlar. Dil uzmanları da çoğunlukla Sicilyacanın ayrı bir Latin veya Romen dili (İngilizcede Romance languages) olduğu görüşündeler. Romen dilleri, M.S. V. yüzyılın ortalarında yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’nun daha önce hüküm sürdüğü ülkelerde, resmi ve idari dilin yok olmasından sonra, her bölgenin giderek çok önceden varolan eski dilleri ile Latince’yi birleştirerek türettikleri dillere verilen isim. Bir süre sonra Latice’den türetilen, Hispano-Romen, Italo-Romen, Balkan-Romen ve benzeri diller resmi Romen (Latin) dilinin yerini almaya başlamış. Öyle ki, farklı bölgelerde yaşayan bu insanlar birbirlerini anlamaz olmuşlar. Daha ileri aşamada ise, bu diller Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence gibi dillere evrilmişler. İşte Sicilya’da konuşulan dil de, her ne kadar giderek İtalyanca’nın etkisi altına girmeye başlasa da, bu Latin ya da Romen dillerden birisi kabul ediliyor. Bu dil, adanın farklı bölgelerinde de farklılaşabiliyormuş. Batı tarafında hala bol miktarda Arapça kelime kullanılırken, doğu tarafta eski Grekçe ağırlıklı imiş.

Adam, getirdiği profesyonel aletlerle çok kısa sürede lastiği değiştirdi. Bir de üstelik, bizim patlamış lastiği ve ortalarda duran işe yaramaz aletleri bizim bagaja yerleştirdi. Derin bir şükran duygusu ile kendisine,

– Yardımınız için çok teşekkür ederiz. Sizin için bir şey yapabilir miyiz, bir şey verebilir miyiz?

diye sorunca, ikisi birden,

– Hayır, hayır, olmaz, diyerek itiraz ettiler.

Sonra, genç adamın getirdiği, lastiği asıl değiştiren orta yaşlı olanı İtalyanca,

– Nereden geliyorsunuz ?

diye sordu.

İstanbul’dan, Türkiye’den geldiğimiz söyleyince,

– Bir gün biz de Türkiye’ye gelirsek, birileri de bize yardım eder, dedi.

Ben de ona,

– Türkiye’de de sizin gibi iyi insanlar var, dedim.

– Eminim vardır, dedi…

Eşyalarını topladı. Vedalaştık. Genç olanı, diğer adamı götürmeyi teklif etti ama, o yürümeyi tercih etti. İkisi, zıt yönlere doğru uzaklaştılar. O iki insanın yüzleri hala gözümün önünde. İzlediğimiz Mafya filmlerinin etkisi ile Sicilya’ya gitmek konusunda çekinceli davrananlara, orada böyle insanların da olduğunu söylemek istiyorum. Her yerde olduğu gibi, iyisi de kötüsü de, hırlısı da hırsızı da vardır mutlaka. Hiçbir yerde tedbiri elden bırakmamak lazım. Ama işte, böyle insanlar da var…

Biz de Modica’ya doğru yola çıktık. Modica da Barok Vadisi’nin güzel şehirlerinden birisi. Ayrıca, çikolatası ile ünlü. Bir de gastronomi açısından önemli olduğunu okumuştum ancak, biz burada bir şey yemedik. Şehrin, Aşağı Modica ve Yukarı Modica olmak üzere, iki bölümü var. Biz, epeyce vakit kaybettiğimiz için, Aşağı Modica’ya yöneldik. Ana cadde, Corso Umberto I üzerinde bir park yeri bulduk. Otomattan bir bilet aldık ve ön cama koyduk.

Modica’da Corso Umberto I Caddesi

Şehir, güneşli havada hoş ve sakin görünüyordu. Latince Motyca veya Mutyca, Sicilyaca Muòrica olarak adlandırılan Modica’nın tarihi Neolitik Çağ’a kadar götürülebiliyor. Ancak şehir olarak, Noto gibi, Modica da ilk başta Sicilya’nın yerli halklarından sayılan Sicel veya Siculi topluluğunun kurduğu bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkmış. Büyük olasılıkla, bölgenin güçlü şehri Siracusa’nın uydusu olmuş. Daha sonra, bölgedeki diğer kentler gibi, Romalılar tarafından işgal edilmiş (M.Ö. 241). Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Vandal kavimlerden Ostrogotların eline geçmiş. M.S. 535 yılında, Bizanslı komutan Belisarus, Ostrogotları buradan atmış ve Modica’yı o sırada İmparator I. Jüstinyen‘nin yönetiminde olan Bizans İmparatorluğu‘na katmış. Bu dönemde şehirde nüfus hala Grekçe konuştuğu için bu geçiş kültürel olarak çok kolay olmuş. M.S. 845 yılında Araplar Modica’yı işgal etmişler ve şehrin ismini Mudiqah olarak değiştirmişler. 11. yüzyılda, uzun bir savaş döneminden sonra, Modica da diğer Barok Vadisi (Val di Noto) şehirleri gibi, Arapların elinden Norman hakimiyetine geçmiş. 1296 yılında Modica, adanın güney üçte birini elinde bulunduran Chiaramonte ailesinin yönetiminde, para basmak gibi önemli ayrıcalıklara sahip, yarı-bağımsız feodal bir yapının bölgedeki başkenti olmuş. Palermo ile ilgili ikinci yazımı okuyanlar Chiaramonte ailesini ve onlara ait, daha sonra hem Engizisyon mahkemelerinin yapıldığı hem de mahkumların hapsedildiği Palazzo Chiaramonte Steri sarayını hatırlayacaklardır. Engizisyondan söz etmişken, Sicilya İspanyol Hapsburg Hanedanı yönetimi altında iken, 1474 yılında, Modica’da çok büyük bir Yahudi katliamı yaşandığını da belirteyim. Hazreti Meryem‘in göğe yükseldiği ve cennete kabul edildiği gün (Assumption Day) olarak kutlanan 15 Ağustos 1474 günü, fanatik Katolik rahipler tarafından yönlendiren kalabalıklar 360 masum Yahudi Modicalıyı vahşice katletmişler. Sicilya’da yaşanan en büyük Yahudi katliamlarından biri sayılan bu olay, daha sonra yaşanan diğerleri ve Engizisyon baskıları sonucu, Sicilyalı Yahudiler de, İspanya ve Portekiz’dekiler gibi, topraklarından göç etmek zorunda kalmışlar ve Osmanlı Devleti‘ne sığınmışlar.

Artık katedral olmamasına rağmen Duomo olarak da anılmaya
devam edilen Chiesa di San Pietro

1693 yılında yaşanan büyük depremden Modica da payını almış. 1734 yılında İspanyol Bourbon Hanedanı’nın eline geçen şehir, 1860 yılında tüm İtalya gibi yeni kurulan birleşik İtalya’ya katılmış. 1902 yılında yaşanan sel felaketi Modica’yı bir kez daha tahrip etmiş.

Modica’da, Corso Umberto I üzerinde bölgenin tipik sarı taşlarından yapılmış tarihi sarayları, kiliseleri ve Chiesa di San Pietro‘yu (San Pietro Kilisesi) görebilirsiniz. Cadde üzerinde aynı zamanda şık butikler, şarap evleri, barlar ve restoranlar da var. Burası şehrin ana caddesi.

San Pietro Kilisesi’nin önündeki 12 Havarilerin heykelleri

San Pietro Kilisesi, katedral olmamasına karşın, Duomo adınının kullanılmaya devam edildiği bir ibadet yeri. Cefalù ile ilgili, serinin ikinci yazısında bahsettiğim gibi, Katolik bir ibadet mekanının katedral olabilmesi için başında Vatikan tarafından atanmış bir piskopos olması gerekiyor. Bu statü yapının büyük olması ile alakalı değil. Latince domus (ev) kelimesinden türetilmiş olan ve Tanrı’nın Evi (domus Dei) anlamında kullanılan Duomo ise, aynı zamanda katedraller için kullanılıyor. Ancak, bazı yapılar katedral staüsünü yitirse de, Duomo ifadesi kullanılmaya devam edilebiliyor. Burada da belli ki böyle bir durum söz konusu. Artık bir piskopos tarafından yönetiliyor olmasa da, Duomo olarak adlandırılıyor. Şu anda şehrin katedrali, Yukarı Modica’daki Duomo di San Giorgio.

Biz tekrar San Pietro Kilise’sine dönelim. Kilise, çok basamaklı bir merdivenin tepesinde. Ancak, Noto’daki katedralden farklı olarak, buradaki merdivenin iki yanında yukarıya doğru sıralanmış halde, 12 Havarilerin heykelleri var. Kilise 18. yüzyılda, 1693 depreminde yıkılan bir kilisenin temelleri üzerine yapılmış. İnşaatta eski yapının pek çok unsuru tekrar kullanılmış. İç süslemeleri, 19. yüzyılda yapılmış.

Kilisenin merdivenlerinin altındaki
bordo tenteli çikolatacı dükkanı
Modica çikolatasından almayı ihmal etmedik…

Dumo di San Pietro’nun merdivenlerinin altında bir çikolatacı dükkanı var. Yüzünüzü kiliseye döndüğünüz zaman, merdivenlerin sağ tarafına doğru yürüyün. Dükkanı göreceksiniz. Burası çok hoş bir dükkandı. İçeride çok güzel bir caz müziği çalıyordu. Kasanın bulunduğu tezgahın arkasındaki dükkan sahibi, sadece İtalya’da değil, Sicilya’da da görmeye alıştığımız şekilde, titiz ve güzel giyimliydi. Biz içeri girerken, bizi selamladı ve buyur etti. Sonrasında ise, dükkanın içinde serbestçe gezindik. Koyu renk ahşaptan masa, tezgah ve raflarda bölgeye özgü yiyecekler sergileniyordu. Tabii ki başta çeşit çeşit Modica çikolataları. Küçük kapların içine, tatmanız için, ambalajlı çikolataların örneklerinden konmuştu. Çoğunu tattıktan sonra, portakallı, biberli (acı), keçi boynuzlu ve tarçınlı olanlarda karar kıldım. Modica çikolatası yendiği zaman insana oldukça farklı ve kum gibi taneli geliyor. Bunun sebebi, yapım yönteminde yatıyor. Söz konusu yöntem, 16. yüzyılda Sicilya’yı ellerinde bulunduran İspanyolların Orta Amerika’da, Azteklerden öğrendikleri bir tarifmiş. Benzer çikolatalar günümüzde Meksika ve Guetemala‘da da yapılmaktaymış. Buna göre, kakao taneleri kesinlikle öğütülmeyip, elde dövülerek parçalanıyormuş. Kumlu gibi tat bundan olsa gerek. Ayrıca, içine kakao yağı eklenmiyormuş. Üretimin eriterek değil, “soğuk” olarak yapıldığı vurgulanıyor. Modica çikolatasında, Aztek formülünden farklı olarak, az miktarda şeker olduğu da belirtiliyor.

Mağara kilise Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore‘ye
sağ taraftaki küçük kapıdan giriliyor
Kilisenin içindeki freskler
XII. ile XIV. yüzyıl arasında yapılmışlar

Modica’ya gelirken mümkün olursa, Chiesa Rupestre di San Nicolò Inferiore kilisesini bulmaya ve görmeye karar vermiştim. San Pietro Kilise’sine çok uzak olmayan bu mağara kilise, Via Clemente Grimaldi, 691 adresinde bulunuyor. Haritada konumuna bakıp, bulmak için bir deneme yapmaya karar verdik. Çikolatacıdan çıkınca, ana caddeye dönmeden ara sokaklara girdik ve çok geçmeden kiliseyi bulduk. Okuduğum kitapta kapıdaki zili çalmamız yazıyordu ama buna gerek kalmadı. Küçük bir meydana bakan kilisenin kapısı açıktı ve önünde açıklama tabelaları vardı. Kapıya doğru yöneldiğimizde içeriden bizim gibi gezmeye gelen birkaç kişi çıkıyordu. Onlarla birlikte çıkan genç ve esmer bir kadın bizi karşıladı ve kendini tanıttı. Burada gönüllü olarak çalıştığını söyledi ve kilise hakkında bize bilgi verdi.

Mağaraya oyulmuş, duvarları fresklerle kaplı San Nicolò Inferiore Kilisesi, 1986 yılında meydanda top oynayan çocukların orada bulunan binanın bodrumuna toplarının kaçması ile ortaya çıkmış. 11. ve 12. yüzyıllar arasında yapıldığı düşünülen kilisenin bulunduğu yer aslında bir özel mülkmüş ve kilisenin varlığı sahipleri tarafından yüzyıllarca bilinmesine karşın, devlet tarafından el konulur kaygısı ile bir sır olarak saklanmış. Burada böyle bir kilisenin olduğu ortaya çıktıktan sonra, yerel bir dernek ve Duccio Belgiorno isimli yerel bir uzman tarafından kilisenin kazılma ve restore edilme süreci başlamış. Duvarlarda, Bizans tarzında, XII. ile XIV. yüzyıl arasında, kimi yerlerde üst üste yapılmış freskler var. Kilise Doğu Hristiyan (Ortodoks) kiliseleri özellikleri taşıyor. Kilisenin saklı tutulması, sonraki yüzyıllarda Katolikleşen adada varlığını gizli olarak sürdüren ve burayı kullanan, “Doğu Kilisesi”ne inanmış bir tarikat yüzünden olması kuvvetli bir olasılık.

Kilisenin içindeki kazı çalışmaları devam ediyor.
İçeride yukarıdaki gibi beş tane mezar olduğu düşünülüyor.
Vaftiz havuzu olduğu tahmin edilen bölüm de tam olarak ortaya çıkarılmayı bekliyor

Son olarak planladığımız Ragusa‘yı görme girişimimiz, ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik içine kadar gitmiş ve Duomo’nun çok yakınına varmışken. Biz Ragusa’ya varana kadar hava iyice kararmıştı. Şehir sarımtrak, yumuşak bir ışıkla aydınlatılmıştı ve çok güzel görünüyordu. Gündüz halini bilemiyorum ama, gece bu hali bana Matera‘yı hatırlattı. Tüm bu güzelliğe karşın, şehrin dar ve karışık sokakları bize bir karabasan yaşattı. Park yeri bulabilmek için dönüp durduk. Bir de, Ragusa gibi dar ve sıkışık sokakların olduğu her yerde olduğu gibi, Google Maps’in kafası tamamen karıştı. (İstanbul’un tarihi bölgelerinde de aynı durum söz konusu oluyor). Bizi Ragusa’nın bulunduğu tepeye üç kere çıkarttıp, indirtti. Sonunda, pes ettik. İyice yorulmuş ve acıkmıştık. Lastiğimizin patladığı ve neredeyse hiç durmadan gezdiğimiz uzun bir gün olmuştu. Arabadan inmeden gitmeye karar verdik. Sonradan, bana Sicilya gezimiz için çok önemli bilgiler sağlayan Seeking Sicily kitabında, yazar John Keahey‘in de Ragusa’nın sokaklarını ancak birkaç başarısız deneme ve ziyaretten sonra çözdüğünü okuyunca içim rahatladı…

Siracusa‘daki ilk gece yemek yediğimiz,
otelin yakınındaki restoran
Deniz kestaneli spaghetti…
Cannoli‘nin ana vatanının Sicilya olduğunu unutmayın…
Burada yediğim de çok güzeldi

Siracusa’ya döndüğümüzde saat akşam sekiz buçuğu geçiyordu. Saat ona doğru, otelin yakınındaki bir ara sokakta gördüğümüz, basit bir yerde yemek yedik. Al Forte Campana Ristorante Pizzeria‘da yediğim deniz kestaneli spaghetti Sicilya’da yediğim en güzel yemeklerden birisi idi. Birkaç kere daha belirttiğim gibi, Sicilya’da lezzetli ve iyi yemek yemek her fiyat seviyesindeki restoranlarda mümkün. Yemekle birlikte içtiğimiz Al-Cantara şaraphanesinin Güney Sicilya IGP U Toccu Pinot Nero şarabı güzeldi.