Eşi Benzeri Olmayan Bir Şehir…

Dünyada romantik olarak adlandırılan şehirleri saymaya kalksanız, Venedik kesinlikle ilk üçe girer. Hiç gitmediyseniz, bunu bir pazarlama başarısı olarak görmeniz mümkün. Ama eğer giderseniz, o havayı hakkıyla solursanız bunun sadece bir turizm aldatmacası olmadığını anlarsınız.

Özellikle akşamları… Büyük gemilerle gelen veya daha hesaplı olduğu için Venedik’in içinde kalmak yerine anakaradaki Mestre‘de kalanlar ortalıktan çekilip, sokak lambaları yandığı zaman… Ay ışığında, San Marco meydanında çalan orkestraların müziğine kendinizi kaptırdığınız ya da Venedik’i oluşturan 118 küçük adayı birbirine bağlayan 400 köprüden birinin üstünde durup, gecenin sessizliğinde, kanala yansıyan sarımtırak ışıklara baktığınız zaman… Sevgilinizle el ele iken köprünün altından geçen gondoldaki bir başka aşık çifte gülümsediğiniz zaman…

Büyük Kanal’ın Girişindeki Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi

Paris’e birkaç kez gittim ve bazı gidişlerimde epeyce uzun kaldım. Shakespeare’in hazin aşk öykülerini ölümsüzleştirdiği Romeo ve Juliet’in kenti Verona’ya da aynı şekilde, birden fazla kere gittim. Ama bana göre, romantik bir havaya sahip olma konusunda hiç biri Venedik ile boy ölçüşemez. Öte yandan, son 200 yıldır hemen hemen hiçbir mimari değişiklik görmemiş bu kentte yaşamak yerli halk için hiç de kolay değil.

San Zaccaria Kilisesinin Kripti. Her Yıl Birkaç Milimetre Batan Venedik’te Çoğu Binanın Bodrumu Buna Benzer Şekilde Sular Altında

14-18 Ekim tarihleri arasında, evlilik yıldönümümüzü kutlamak için Venedik’teydik. Hava genelde ılık ve güneşli idi. Birkaç Venedikli bu hava koşullarının yılın bu dönemi için olağanüstü olduğunu söyledi. Gerçi, başta San Marco olmak üzere, tüm belli başlı meydanlarda demir ayaklı, ahşap platformlar yığılmış, hazır duruyordu. Bunlar, uç uca eklendiklerinde, kış aylarında meydanları ve sokakları deniz suyunun basması durumunda insanların yürüyebileceği yollar oluyorlardı. Ancak, biz döndükten on gün sonra basında gördüğüm fotoğraflardan öyle anlaşılıyor ki, bazı durumlarda bu platformlar bile yeterli olmuyor. Dükkanları, evlerin ve palazzo’ların alt katlarını sular basıyor. İnsanlar dizlerine, hatta bazen bellerine, kadar suların içinde yürüyor. Ekim ayı sonunda yaşanan son baskında, su seviyesi son on yılda hiç yükselmediği kadar yükselerek, bir buçuk metreye ulaşmış. Bu, tarihte yaşanan en yüksek dördüncü su seviyesi olmuş. Şansımız varmış, biz böyle bir şeye denk gelmedik…

San Marco Meydanı Sular Altında (29/10/2018)
(Fotoğraf: Manuel Silvestri, Reuters)

Venedik için ideal ziyaret etme ayları genel olarak Nisan, Mayıs, Haziran, Eylül ve Ekim olarak belirtilir. Temmuz ve Ağustos ayları şehrin en rutubetli, sıcak ve kalabalık olduğu aylar. Sıcaklarla birlikte bir de kanallardan kaynaklanan bir koku olabiliyor. 1998 yılındaki gidişimde, henüz Haziran başı olmasına karşın, hafif bir koku başlamıştı. Aşırı kalabalık dönemde Venedik’e gidenler şehirden hoşlanmayabiliyorlar. Hatta düş kırıklığına uğrayanlar bile oluyor. Haksız da sayılmazlar. Kimi sokakları sadece bir insanın geçebileceği genişlikte olan bu şehrin tadının o dönemde çıkarılabileceğini ben de düşünmüyorum. Böyle birilerine rastlarsanız, bu büyük olasılıkla doğru zamanda gitmemiş olmaları yüzündendir. Bir de tabii ki, herkesin zevkinin ve keyif aldığı şeylerin farklı olması gerçeği var. Diğer yandan, şu son su baskınlarından öyle anlaşılıyor ki, gitmek için Ekim ayı ortasını da fazla geçirmemek gerekiyor.

San Giorgio Maggiore Kilisesi

Bu benim Venedik’e üçüncü gidişimdi. İlk gidişimde sanırım dört ya da beş yaşlarımdaydım. O zamandan hatırladığım iki şey var. Birincisi, bir restoranda sebep olduğum bir olay. İkincisi ise, Il Canale Grande ’de (Büyük Kanal) yaptığımız gezi.

Hatırladığım kadarı ile, beyaz masa örtüleri olan, güzel bir restorandı. O yaşlarda, masada otururken kendimi arkaya doğru vererek, sandalyeyi iki arka ayağı üzerine kaldırıp, sallanmayı çok severdim. Bu bana, salıncaktaymışım hissi verirdi. Arada bir, ani bir şekilde arkaya doğru devrildiğim de olurdu. Hem her seferinde korkudan kalbim çarpar hem de bu oyundan vazgeçmezdim. İşte o zaman Venedik’teki restoranda da böyle sallanırken, birden yine kendimi yere uzanmış, tavana bakıyorken buldum… Yalnız bu sefer, büyük bir şangırtı da kopmuş, arkamdaki servis masası da nasibini almıştı. Çok geçmeden restoranın sahibi yanımızda belirdi ve servis masasının üstünde duran zeytinyağı ve sirke takımının gümüş altlığı benim çarpmam ile eğrildiği için söylenmeye başladı. Uzun bir tartışma oldu. Restoran sahibinin istediği zarar karşılığı oldukça astronomikti. Sonunda bir şekilde anlaşmaya varıldı. Söylemeye gerek yok sanırım. Tüm bu süreçte ben, süt dökmüş kedi misali, hiç kıpırdamadan yerimde oturdum…

Büyük Kanal

Yukarda belirttiğim gibi, Venedik’teki diğer çocukluk anım Büyük Kanal gezisi ile ilgili. Herkesin yaptığı gibi, vaporetto ile kanal boyunca gidiyor, iki kıyıda sıralanmış tarihi binalara bakıyorduk. Yan sırada, ailesi ile oturan bir çocuk vardı ve inanılmaz derecede öksürüyordu. Ciğerleri sökülürcesine ve hiç durmadan. Annemin, “Bu çocuk bir başka öksürüyor. ” dediğini anımsıyorum. Annem haklıymış… Çocuğun öksürüğü başka türlüymüş gerçekten…

Kısa bir süre sonra ben de aynı şekilde öksürmeye başladım. Şimdilerde adını bile duymadığım boğmaca hastalığına yakalanmışım. Tam bir yıl sürdü öksürük. Zaman zaman o kadar öksürüyordum ki, midem bulanıyordu ve çıkarıyordum. Bu sürede, tüm ev halkı da nasibini aldı. O sıralar Selanik’te oturuyorduk. Türkiye’den bize kalmaya gelen konuklarımız bile benden bu hastalığı kaptılar. Herkes iyileşti. Benim ise hastalığı tam anlamıyla atlatmam epeyce vakit aldı.

Venedik’e ikinci gidişim 1998 yılında idi. Bu iş için, bir öğrenci grubuyla yaptığımız bir çalışma gezisi sırasındaydı. Öğrencilerle Venedik’te gezmemize, San Marco katedraline gitmemize, hatta gondol gezisi bile yapmamıza karşın, bu gezinin tadına çok vardığımı söyleyemem. Zaten, iş için gittiğim yerlerde, genelde boş vakitlerimde gezmeye çalışsam da, hiçbir zaman tatil zamanı aldığım zevki alamamışımdır.

Müşteri Beklerken Dinlenen Gondolcular

Evet, Venedik kesinlikle çok romantik bir şehir… Bu son gidişimizde bundan emin oldum… Biz özel bir kutlama nedeniyle bu kalışımızda biraz daha pahalı bir oteli ve restoranları seçtik. Bu doğru. Ancak, Venedik’in içinde de her keseye uygun konaklama yerleri ve kiralık daireler var.

14 Ekim günü Venedik’in Marco Polo Havaalanı‘na indiğimiz zaman hava ılık ve güneşli idi. Kaldığımız dört gün boyunca da, hafif yağmurlu birkaç saatin dışında, hava şansımıza hep güzel devam etti. Havaalanının içinden, yürüyen bantlarla ulaşılan rıhtımdan bir deniz taksiye bindik. Buradan, vaporetto denilen, orta boy toplu taşıma tekneleri ile de şehre gitmek mümkün. Çok daha hesaplı olan bu yöntemi biz de tatilin bitiminde, dönerken kullandık. Yol, taksi ile 35-40 dakika, vaporetto ile ise bir buçuk saat sürüyor.

Deniz Taksi İle Havaalanının Rıhtımından Ayrıldıktan Sonra

Oldukça hızlı giden deniz taksi ile Venedik’e yaklaşmak çok güzeldi. Yaklaştıkça belirginleşen şehrin görüntüsü dekor gibiydi. Venedik’e özgü, dikdörtgen çan kuleleri ile kiliseler, eski saraylar, hepsi sonbahar güneşinin altında büyüleyici idi. Zaman zaman üzerimize sıçrayan sulardan korunmaya çalışırken bile gözlerimi manzaradan alamadım.

Kuruluş tarihi M.S. 421 olarak belirtilen Venedik, Batı Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde, kuzeyden gelen Gotlardan kaçan, İtalya’nın Veneto bölgesindeki halk tarafından kurulmuş. Barbar saldırılardan bıkan insanlar, yarı bataklık haldeki Veneto lagününde oluşmuş alüvyon adalarının üzerinde yerleşim yerleri inşa etmeye başlamışlar. Böylece, Po ırmağının denize döküldüğü yerde, Batı Roma İmparatorluğunun küllerinden yeni bir cumhuriyet doğmuş. Coğrafi konumlarını çok iyi değerlendiren Venedikliler, usta denizcilik ve ticaret becerileri sayesinde, Bizans ile sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Çağ boyunca giderek artan ticari ve politik güçleri, Venedik Cumhuriyetini tüm Doğu Akdeniz’de hakim hale getirmiş. Bu hakimiyetin doruk noktası ise, İstanbul’un 1204 yılında işgali olmuş.

Deniz Taksi İle Otel Yolunda

On altıncı yüzyıla gelindiğinde Venedik, sahip olduğu kolonileri ile, Akdeniz’de bir tekel haline gelmiş. Bu yükselen gücü durdurmak için Papa ve diğer Avrupa hükümdarları sürekli bir araya gelerek, Venedik’e karşı cepheleşmişler. O sırada güçlenmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu da Venedik için önemli bir tehlike oluşturmuş. Özellikle, Kıbrıs’ın 1570 yılında Osmanlıların eline geçmesi önemli bir darbe olmuş. Buna karşın, Venedik de Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikamını 1571 yılında Lepanto (İnebahtı) savaşı ile almış.

Rio della Pieta’da İlerlerken

Amerika’nın ve yeni deniz yollarının keşfi ile önemini yitiren İpekyolu, Venedik’in de ticari ve politik önemini azaltmış. Bundan sonra, yozlaşma ve israfın inanılmaz boyutta yaşandığı, tam bir çöküş dönemi başlamış. Yüzyıllar boyu biriken servet ve sermaye, verilen çılgın partiler ve oynanan kumarla eritilmiş. Ta ki, 1797 yılında Napolyon şehri kuşatıp, ele geçirene kadar. Napolyon bir süre sonra şehri Avusturyalılara bırakınca, 1866 yılına kadar süren otoriter bir işgal yaşanmış. Avusturya işgalinden kurtulduktan dört yıl sonra, 1870 yılında, Venediklilerin uzunca bir süredir arzuladıkları birleşik İtalya düşleri gerçek olmuş. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılışı ile Venedik şehri tekrar önem kazanmış. Doğuya yolculuk yapan zenginler için moda bir liman haline gelmiş ve tekrar zenginleşmeye başlamış. 1895 yılında başlayan Venedik Bienali ve 1932 yılından beri yapılan Venedik Film Festivali de şehrin çağdaş sanat açısından şöhretini artırmış.

Baglioni Hotel Luna’nın İskelesine Yanaşırken

Venedik günümüzde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yapılan demiryolu ve yirminci yüzyılda yapılan yol ile, kentin kuzeyinden anakaraya bağlı. Ondan önce, asırlar boyu kentin dış dünya ile tek bağlantısı deniz yolu olmuş. Kentin içinde kanallar hala sokak, gondol ve diğer deniz araçları da taşıma aracı görevini görüyor. Söz konusu durum, ambulans ve fotoğrafını çekemediğime hala üzüldüğüm DHL için de geçerli. Araç trafiği pratik olarak mümkün olmayan bu kente araba ile gelmeyi düşünürseniz, arabanızı şehir dışındaki garajlara bırakmak zorundasınız.

Tatilimiz Sırasında Acil Bir Durum İçin Otele Gelen Ambulans

Sonunda, deniz taksi ufak bir köprünün altından geçerek, çok geniş olmayan bir kanala girdi ve Baglioni Hotel Luna’nın kapısının önünde durdu… Heyecanlandım. İçeriden küçük iskeleye, karşılamak ve yardımcı olmak için hemen bir görevli çıktı. Buranın, Venedik’in en eski oteli olduğunu okumuştum. İçeri adım atar atmaz, insanı sarmalayan hava sizi başka bir çağa götürüyor. Modern yaşamın gereksinimlerini karşılamak ve konfor sağlamak için elden geçirilmiş olsa da, daha lobide buranın tarihi bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Mermer sütunlar, kumaş kaplı duvarlar, Venedik kristali avizeler, orijinal tablolar, üst katlardaki orijinal klasik eşyalar, kanala bakan odamız ve ertesi sabah göreceğimiz duvarları fresklerle kaplı kahvaltı salonu… Evet, Baglioni Hotel Luna oldukça pahalı bir oteldi. Ama, bu gezi de bizim için çok özeldi…

Lobi
Otelin Her Köşesinde Antika Eşyalar

Baglioni Hotel Luna’nın yerinde çok eski zamanlardan beri bir konaklama yeri olduğu belirtiliyor. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında, 1118 yılında sefere çıkmadan önce Tapınak Şövalyeleri burada bulunan bir handa konaklamışlar. Barselona’ya yaptığımız bir önceki gezimizde Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düştükten sonra bunun, hoş bir tesadüf olduğunu düşündüm. Venedik şehir arşivine göre, 13. yüzyılda burada bir Osteria Luna (1) bulunmaktaymış. 15.yüzyılda ise, Locanda della Luna (2) müşterilerine yemek ve konaklama sağlarmış. Günümüzdeki otel binasının belli bölümleri, 1700’lerin sonundaki Venedik Cumhuriyeti’nin düşüş döneminin öncesinden kalma imiş.

Otelin Balo ve Kahvaltı Salonu

Otelden San Marco meydanına gitmek bir dakika bile sürmüyor. Bir ucunda ünlü San Marco Bazilikası (Cattedrale Basilica di San Marco) bulunan bu dikdörtgen meydan, 12,6 dönüm ve bazilikanın bulunduğu kenar dışındaki üç tarafı, revaklı binalar ile çevrili. Otel tarafından meydana girdiğimiz zaman, bazilika tam karşımızda yer alıyor. Çevredeki sıra binalar zamanında Venedik Cumhuriyetinin devlet daireleri olarak yapılmışlar. Sol taraftaki, Rönesans stili bina dizisi 1500’lü yıllarda, sağ taraftaki 1600’lü yıllarda yapılmış. Girdiğimiz taraftaki, meydanın açık ucunu kapatarak, tam bir dikdörtgen haline getiren bina ise, işgal sırasında, Napolyon tarafından yaptırılmış. Bir zamanlar, tepedeki Roma İmparatorları kabartmalarının ortasında Napolyon da varmış ama, işgal sona erdikten sonra Fransız İmparatorunun izleri de yok edilmiş. Uzaktan bakıldığı zaman, binada sola doğru bariz bir eğiklik olduğu görülüyor. Bu, Venedik’in zaman içinde giderek suya gömüldüğünün göstergelerinden biri.

Otelden San Marco Meydanına Gitmek Bir Dakika Bile Sürmüyor
San Marco Meydanı
San Marco Bazilikası

San Marco meydanı gündüz, özellikle sabah saatlerinde, çok kalabalık. Ekim ayında böyle ise, yaz aylarını düşünemiyorum bile. Bazilikanın ve çan kulesinin önünde uzun kuyruklar oluyor. Bunun sebebi, cruise gemileri veya başka turlarla şehre gelen turistlerin, programları gereği, sabah saatlerini tercih etmeleri.

San Marco Meydanının Saat Kulesi (1499)

San Marco Bazilikası, fazla yüksek olmayan, biblo gibi şirin bir yapı. Mimari olarak Doğu’nun etkisinde olduğu, dış cephesindeki Bizans tarzı, altın (yapımlarında gerçek altın tabakalar kullanılmış) rengi parçaların bol olduğu mozaiklerden ve İslam etkisindeki kubbelerden belli. Öte yandan, bir zamanlar Avrupa’nın en zengin şehrinin merkezindeki meydanda yer alan bu yapıda, Roma tarzı kemerleri ve Gotik mimari izlerini de görmek mümkün. Kuzey Avrupalılar, Bizanslılar ve Osmanlılarla yaptıkları ticaret ile bir ağ oluşturan ve zenginleşen Venedikliler, bu geniş coğrafyadaki ülkelerden sadece mimari olarak etkilenmemiş, bir de şehre sayısız ganimet getirmişler.

13. Yüzyılda İstanbul’dan Getirilen Meşhur Atların Kopyaları
Ana Kapı

Günümüzde gördüğümüz San Marco katedrali, aynı yerde yapılmış üçüncü ibadet yeri imiş. Birincisi, İ.S. 9.yüzyılda Aziz Marco’nun (Mark) kemiklerinin Müslümanların elindeki İskenderiye’den kaçırılarak getirilmesinden sonra yapılmış. Aziz Marco, İncil’in dört yazarından birisi. Diğer yazarlar, Matta, Luka ve Yuhanna gibi o da İsa’nın yaşamına tanıklık edip, kendi yorumunu yazmış. Venedik’in koruyucu azizi olan Marco’nun kemiklerinin buraya getirilmesi (İ.S. 829), şehrin o dönemdeki yönetiminin şehirle ilgili bir efsane yaratmak istemesinden kaynaklanmış. Aziz Marco’nun yaşamı sırasında Venedik’e geldiğini iddia eden Venedikliler, onun kemiklerini de buraya getirerek, Venedik Cumhuriyetini bir arada tutacak bir mit oluşturmuşlar. Bu noktada, insanın aklına hemen tarihçi Harari’nin Sapiens kitabında sözünü ettiği, insanlığın evrimi sırasında yerleşik düzene geçen toplulukların, bir kuruluş efsanesi etrafında birleşme gereksinimi duymaları geliyor.

İskenderiye’den İki Tüccar Tarafından Kaçırılan Aziz Marco’nun Cesedinin Venedik Docuna Sunuluşu-Dış Cephe Mozaiği
Ön Cephedeki 1260 Yılından Kalma Mozaik Kilisenin Günümüze Kadar Çok Değişmediğini Gösteriyor

İlk yapılan kilise, İ.S. 976 yılında tamamen yanmış. Yerine yapılan kilise ise, günümüzün kilisesinin yapımı için 11. yüzyılda yıkılmış. Mimarı bilinmeyen bu son kilisenin yapımı 1063-1094 yılları arasında olmuş. Daha sonraki yıllarda, özellikle mozaiklere, çeşitli ilaveler yapılmış olsa da, kilise daha sonra fazla değişikliğe uğramamış. San Marco’nun, dördüncü yüzyılda İstanbul’da bulunan, ancak günümüzde var olmayan Aziz Havariler kilisesi örnek alınarak yapıldığı belirtiliyor. (Zamanında Bizans İmparatorlarının ve İmparatoriçelerinin gömüldüğü bu kilisenin bulunduğu yere daha sonra Fatih Camii yapılıyor.) Kilisenin İstanbul ile bağları bununla kalmıyor. Başta ana kapının üstüne yerleştirilen ünlü dört at olmak üzere, katedralin içinde ve dışında İstanbul’dan götürülmüş pek çok ganimet bulunuyor. Bunların büyük bir kısmı, IV. Haçlı Seferi yapılırken İstanbul’un talan edilmesi sırasında elde edilmiş. Katedralin dış yüzeyini kaplayan mermerler, oymalar, Ayasofya’dan sökülerek getirilen bronz ana kapı, ünlü Altın Altar’ın kaplamaları, içerdeki bazı ikonalar, Hazine bölümünde sergilenen Bizans objelerinin büyük bir bölümü bu şekilde Venedik’e gelmiş.

İmparator Romano’nun Kadehi (Bizans, İstanbul, M.S. 959-963)-San Marco Müzesi
Oniks Kase (Bizans, İstanbul, M.S. 10-11. yy)-San Marco Müzesi
Akik İbrik (Bizans, İstanbul, M.S. 7. yy)-San Marco Müzesi
Buhurdan (İtalyan, 12. veya 13. yy.)-San Marco Müzesi

Venediklilerin Bizans ile daima kuvvetli ilişkileri olmuş. Ticari olarak elde ettikleri imtiyazlarla İstanbul’da adeta bir koloni haline gelmişler. Onuncu yüzyılda İstanbul’da 10.000 Venedikli tüccar yaşıyormuş. Ancak, bir süre sonra Bizanslı tüccarlar dezavantajlı duruma düşünce, 1171 yılında İmparator Venediklileri İstanbul’dan kovmuş. Bu arada Bizans kilisesinin Katolik kilisesi ile de arası açılınca, şehirdeki 60.000 kadar olan Katolik nüfus katledilmiş ya da şehirden atılmış. Venedikliler bu ağır darbenin intikamını IV. Haçlı Seferi sırasında alma fırsatı bulmuşlar. 1204 yılında, Papa’nın önderliğinde toplanan 30.000 Haçlıyı Kutsal Toprak’lara Venedik gemileri ile taşımayı önermişler. Böylece, Venedik Docu Dandolo’nun komutanlığında sefer başlamış. Ancak Doc, rotayı Bizans’ın başkenti İstanbul’a çevirerek, 1204-1261 yılları arasındaki işgali başlatmış. Bu dönemde İstanbul feci şekilde talan edilmiş ve adeta taş üstünde taş bırakılmamış. Bildiğiniz gibi, İstanbul’da ölen Venedik Docu, komutan Dandolo’nun mezar taşı günümüzde İstanbul’daki Aya Sofya müzesinde bulunuyor.

Yaratılış Kubbesi, San Marco Bazilikası Atriumu. Bizans Sanatını Ve Mimarisini Öğrenmiş Venedikli Sanatçılar Tarafından Yapılmış (13. yy)
San Marco Bazilikası’nın İçi
Ana Altarın Arka Tarafında Bulunan Altın Altar’ın Üzerinde Yakutlar, Zümrütler ve İnciler Var. 13. yy.da İstanbul’dan Getirilen Parçalarla Yapılan Altar, Dini Bayramlarda, Herkesin Görmesi İçin, Kilisenin İçine Doğru Döndürülüyor
Bir Zamanlar Savaşa Giden Bizans Ordularının Önünde Taşınan Ve 13.yy.da İstanbul’dan Getirilen Nicopeia Meryemi

San Marco katedralinin içi, girişten itibaren altın rengi ağırlıklı mozaiklerle kaplı. Özellikle alt katta, hem sizi belli bir yürüyüş yolundan gitmeye mecbur ettikleri hem de kalabalıktan dolayı, etrafı çok fazla inceleyemiyorsunuz. Burada da, Ravenna’da olduğu gibi, mozaikler Bizanslı ustalar tarafından yapılmış. Ancak ben, Ravenna’daki kiliselerde gördüğümüz mozaiklerden daha çok etkilenmiştim. Bunun sebebi, o gün dışarıdaki kapalı hava nedeniyle içerisinin loş olması olabilir. Girişi ücretsiz olan San Marco’da hoş bulmadığım şey, girdikten sonra, Altın Altar, Hazine bölümü, balkon gibi yerleri görmek için sürekli 2 avro vermek zorunda kalmanız. Onun yerine girişte tek bir bilet almayı tercih ederdim.

İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilen Dört Bronz Atın (Quadriga) Orijinalleri

San Marco katedralinde en sevdiğim eser, İstanbul’dan götürülen dört tane bronz at oldu. Bunlar orijinal olarak binanın dışında, ana kapının üstünde yer almış olsalar da, günümüzde dışarda gördüğümüz atlar gerçek değil, kopyalar. Atlar, hava kirliliği ve paslanma tehlikesine karşı, 1970 yılından beri katedralin ikinci katında sergileniyor. Bizans döneminde, İstanbul’daki hipodromun girişinde, arkalarındaki bir savaş arabasını çeker halde sergilenen bu sevimli atların yapım tarihi konusunda çeşitli görüşler var. Belirtilen tarihler, M.Ö. 5. yüzyıl ile M.S. 4. yüzyıl arasında değişiyor. Yaygın bir görüşe göre, atlar Büyük İskender zamanında yapılmış. Daha sonra, Neron tarafından Roma’ya götürülmüşler. İmparator Konstantin ise onları tekrar doğuya, yeni başkenti İstanbul’a, araba yarışlarının yapıldığı hipodromu süslemeleri için getirmiş. 900 yıldan fazla İstanbul’da kalan atlar, 1204 yılında başlayan Venedik önderliğindeki Haçlı talanı sırasında Venedik’e götürülmüşler ve 1255 yılında San Marco katedralinin dış cephe balkonuna yerleştirilmişler. Ancak, o zamanlar altın rengi ve yakut taşından gözleri olan bu sevimli atların yolculukları bununla bitmemiş. Napolyon da 1797 yılında Venedik’i işgal edince atlara göz dikmiş ve onları Paris’e götürmüş. Burada bir zafer takının tepesine yerleştirilen atlar, Napolyon imparatorluğunun düşmesinden sonra tekrar Venedik’e getirilebilmişler.

Kafaları Çıkarılıp, Birbirlerine Takılabilen Bu Atların Bir Zamanlar Gözleri de Yakuttanmış

Atlar gerçekten çok sevimliler. Onlara bakarken içim cız etti. Keşke İstanbul’daki hipodrom ayakta kalabilseydi ve onlar da tüm görkemleri ile orijinal yerlerinde duruyor olsalardı… Maalesef, fotoğrafları ile yetinmek zorundayız. Atlar da dahil olmak üzere, katedralin içinde fotoğraf çekmek resmi olarak yasak. Ancak, hiçbir mantıklı açıklamaya uymayan bu uygulama belli ki, orada çalışanlar tarafından da saçma bulunuyor. Hemen hemen herkes fotoğraf çektiği halde, onlar bakmamayı ve görmemeyi başarıyorlar. Neyse ki…

San Marco’nun Çan Kulesi İlk Olarak 1173 Yılında Yapılmış. 16.yy.da Yapılan Girişi (Loggetta), Jacopo Sansovino’nun Eseri
Galileo 1609 Yılında Teleskopunu Doc Leonardo Dona’ya Bu Kulede Göstermiş
Kuleden Muhteşem Manzara. Gümrük Noktası (Punta della Dogana) ve Santa Maria della Salute Kilisesi
Piazzetta’nın Kuleden Görünümü.Solda Doc’un Sarayı. Sağda Kütüphane. Deniz Tarafındaki İki Yüksek Sütun İstanbul’dan Getirilmiş. Soldakinin Tepesinde, Venedik Cumhuriyetinin Sembolü Kanatlı Aslan, Sağdakinde Bir Timsah İle savaşan Aziz Teodor Var
Çan Kulesinin Tepesindeyken Çanların Çalması Kulakları Oldukça Zorluyor…

San Marco katedralinin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki çan kulesi de en az kendisi kadar popüler. Asansörle çıkılan bu kulenin de önünde uzun bir kuyruk oluyor ama, çıktığınıza değiyor. Yukardan Venedik’i panoramik olarak görebiliyorsunuz. Dört tarafından neredeyse tüm lagünü ve şehri görebildiğiniz manzara çok güzel. Görüşün açık olduğu günlerde, Alp dağlarını bile görmek mümkün oluyormuş. Kule, yapıldıktan bin yıl sonra, 1902 yılında, fırtınadan dolayı, tamamen yıkılmış ve daha sonra yeniden yapılmış. Rivayete göre, tepesinde bulunan ve daima rüzgar yönüne dönen altından yapılma Melek Gabriel heykeli, sapasağlam bir şekilde, katedralin giriş kapısının önüne fırlamış.

Çan Kulesinden San Marco Meydanının Görünümü. Sağda 1500’lü Yıllardan Kalma Binalar, Caffe Quadri ve Caffe Lavena. Solda 1600’lü Yıllardan Kalma Binalar ve Caffe Florian. Karşıda, Napolyon’un Yaptırdığı Kanat
Caffe Florian’da Tüm Gün Müzik Var

San Marco meydanının, en az tarihi eserleri kadar önemli bir özelliği, tarihi kafeleri. Bunların içinde en ünlü iki tanesi Caffe Florian ve Caffe Quadri. Sadece Venedik’in değil, Avrupa’nın en eski kafesi olduğu belirtilen Caffe Florian 1720 yılında açılmış. Casanova, Lord Byron, Charles Dickens ve Proust ünlü müdavimlerinden bazıları. Caffe Quadri 1775 yılında açılmış. Orası da, Stendhal, Alexandre Dumas, Wagner ve günümüzde Woody Allen gibi birçok ünlünün gittiği bir kafe. Bu kafelerin önünde gün boyu, gecenin ilerleyen saatlerine kadar, canlı orkestralar çalıyor. Aralarındaki centilmence bir anlayış gereği, bir kafenin orkestrası çalarken, diğeri ara veriyor. Tabii ki, meydanın dolu olduğu gündüz saatlerinden sonra, orkestraların gece yarattığı ambiyans çok farklı. Her iki kafede de, hafif bir yemek veya muhteşem tatlılardan, pastalardan yiyebilirsiniz. Eğer para harcamak istemezseniz, müziği meydanda ayakta da izlemenize kimse sesini çıkarmaz. Ancak, tamamen korunmuş ve tarihi dekorasyonları görmek için içeriye bir göz atmanızı öneririm.

Caffe Florian’da (1720) Çin Odası
Müziğe de Yakın Olmak…

Daha önce belirttiğim gibi, biz Venedik’e özel olarak, evlenme yıldönümümüzü kutlamak için gittik. Kaldığımız sürede, akşam yemekleri için ilgimizi çeken restoranlarda yer ayırtmıştık. Her restorana da, o gecenin bizim için özel olduğunu bildirdik. Böylece, her gece bizim için bir kutlama oldu…

İlk akşam için Caffe Florian’da yer ayırtmıştık. Bizim için masa ayırdıkları Çin Odası hem tarihi atmosferi hem de orkestraya yakınlığı nedeniyle çok hoştu. Planladığımız gibi, hafif bir akşam yemeği yedik. Ardından sıra, bizim için özel olarak hazırlanmış, kalp şeklinde bir Florian Sacher pastaya geldi. Pasta çok lezzetli ve hafifti. Üstündeki Türkçe yazıda ufak bir imla hatası vardı ama, varsın olsundu… Pasta ile içtiğimiz tatlı şarap Giovanni Dri Ramandolo (2011) da, yemek sırasında içtiğimiz Costasera Amarone della Valpolicella Classico (Masi-2013) da çok güzeldi.

Venedik gezimizi planlarken, gerçekçi davranıp, az vaktimiz olduğunu göz önüne almış ve sadece belli yerleri gezmeye karar vermiştik. Dört günde, baharda gittiğimiz Barselona’da gördüğümüz kadar yer gezemeyeceğimizi baştan kabul etmiştik. Aynı nedenle, Venedik Bienali’ne de hiç ilgi göstermedik. Biraz daha uzun kalsak, bir iki sergi görmek isterdim. Onun yerine, bizim için her zamankinden daha yavaş bir tempoda, şehrin keyfini çıkarmak istedik.

Az sayıda gezdiğimiz yerlerden birisi de Doc’un Sarayı idi. Venedik, tarihte kuruluşundan itibaren cumhuriyet yönetimi ile yönetilmiş bir devlet olmuş. Doc, seçimle belli bir süre için gelen ve yetkileri anayasa ile sınırlandırılmış bir devlet başkanı. Asıl güç, on kişilik bir üst konseyde ve üyeleri arasından Doc’u seçen, 2000 kişilik Büyük Konsey’de imiş. Venedik tarihinde, yetkilerini genişletip, yönetime el koymaya çalışan bazı Doclar idam edilmişler

Doc’un Sarayı. Saray İlk Olarak 9.yy.da Yapılmış. Ancak Günümüzde Gördüğümüz Hali 14.yy.dan Kalma. Her Doc Yeni İlaveler Yaptırmış

Doc’un sarayı, yüzünüzü San Marco katedraline döndüğünüz zaman, katedralin sağ tarafındaki pembeli beyazlı, büyük bina oluyor. Burası, San Marco meydanından denize doğru açılan ve Piazzetta (meydancık) olarak adlandırılan alana bakıyor. Katedralin içinde de görüldüğü gibi, Doc ve ailesinin katedrale rahatlıkla geçebilmesi için saraydan San Marco’ya bir geçiş de var. Sadece Doc’un ailesi ile yaşadığı konut değil, aynı zamanda devlet yönetiminin ve konsey salonlarının yer aldığı bu dev saray, yüzyıllar boyunca yapılan ilavelerle günümüzdeki devasa halini almış. Yapımına ilk olarak 9. yüzyılda başlanan saray, günümüzdeki halini 14. ve 15. yüzyıllarda almış. Burası, yüzyıllar boyunca Venedik’te saray olarak anılmasına izin verilen tek yapı olmuş. Diğer saraylar, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Ca’ (ev demek olan Casa’nın kısaltılmışı) olarak anılmışlar.

Sarayın Avlusu ve Su Sağlanan Kuyular
Devler Merdiveni. Yabancı Misafirleri Kabul Ederken Doc, Maiyeti İle Birlikte Bu Merdivenlerin Tepesinde Beklermiş. Gelen İmparator, Papa veya Kral da Olsa, Merdivenleri Tırmanmak Zorunda Kalırmış

Sarayın Birkaç Yerinde Bulunan Bu Posta Kutuları Vergi Kaçıranları ya da Başka Şüphelileri İhbar Etmek İçin Kullanılırmış

Altın Merdiven

Eğer Venedik’in asırlar boyunca nasıl suya battığını gözlemlemek istiyorsanız, Doc’un sarayının meydana bakan sütunlarına bakmanız yeterli. İslami mimarinin izlerini taşıyan binanın revaklı bölümündeki sütunlar özel olarak kısa yapılmış gibi görünse de, bu sütunlar bir zamanlar daha uzunlarmış. Kaideleri ve neredeyse yarıya yakın kısımları zamanla batmış.

İç Geçirme Köprüsü. Sol Taraftaki Doc’un Sarayındaki Mahkeme Salonunda Yargılanan Mahkümlar Bu Köprüden Geçirilerek Sağ Taraftaki Hapishaneye Götürülürlermiş. İdama Mahkum Olanlar Son Kez Bu Pencerelerden Gökyüzüne ve Venedik’e Bakarak İç Geçirirlermiş
San Marco Bazilikası İle Doc’un Sarayının Birleştiği Köşede Yer Alan Tetrarklar Heykeli. M.S. 4.yy.da Yapıldıkları Tahmin Ediliyor. İstanbul’un Yağmalanması Sırasında Venedik’e Getirilmişler

İkinci akşam için otelin restoranı Canova’da yer ayırtmış ve yine o günün evlenme yıldönümümüz olduğunu belirtmiştik. Tüm gün gezdiğimiz için yorulunca, akşamüzeri otele dönüp, biraz dinlenelim dedik. Odaya girdiğimizde, buz doldurulmuş bir kovanın içinde, bir şişe prosecco (Belstar Cuvee Extra Dry N.V.) otelin ikramı olarak bizi bekliyordu. Akşam yemeğinden önce, Canova restoranda da bize aynısından birer kadeh ikram ettiler. Gerçekten çok kaliteli bir prosecco idi. Kurabiyeleri de es geçmemeli. Venedik’e özgü bu ağızda dağılan, tereyağlı, enfes kurabiyeleri restoran ve barlarda da kahve ile getiriyorlar. İsminin Bussola Buranello olduğunu sonradan öğrendiğim bu ‘S’ şeklindeki kurabiyeler, yüzyıllar önce Burano adasında yapılmaya başlanmış. O zamanlar, sadece Paskalya için özel olarak yapılırlarmış.

Canova Restaurant

Canova Restaurant’ın hem yemekleri hem servisi dört dörtlüktü. Bizimle ilgilenen kadın şef garsona hayran kaldım. Ölçülü bir samimiyet ve nezaketle hizmet verirken işini çok iyi bildiği belliydi. Şarap konusunda da aynı şekilde bilgiliydi. Eşimin yakın gözlüklerini odada unuttuğunu öğrenince, kısa bir süre içinde elinde deri kaplı geniş bir kutu ile yanımızda belirdi. Kaç numara gözlük kullandığını sordu. Kapağını açtığı kutunun kadife kaplı içi, düzgünce dizilmiş, çeşitli numaralarda gözlüklerle doluydu…

Mevsime bağlı olarak, menüde balkabağı çok göze çarpıyordu. Önden, antipasto olarak, içinde sebze ve balkabağı ile Gran Padano peyniri kreması olan, milföy hamurundan börek tarzı bir şey yedik. Çok lezzetli idi. Ana yemek olarak, mantarlı dana eti aldık. Tatlı olarak da, aralarında yine balkabağı püresi olan, delikleri bayağı büyük bir hasır görünümündeki, ince, yuvarlak milföy katları ve yanında, üstüne fındık rendelenmiş çikolatalı dondurma. Yemekte içtiğimiz Brunello di Montalcino-Castiglion del Bosco (2012) ve tatlı ile içtiğimiz tatlı şarap da enfesti. Bu güzel akşam yemeğinden kalkarken, şef garsonumuz bana otelde yapılmış bir paket Bussola kurabiyesi hediye etmeyi de ihmal etmedi.

Büyük Kanal’ın Girişindeki Santa Maria della Salute Kilisesi (1630-1687)
Peggy Guggenheim Müzesi, 1749 Yılında Başlanıp, Hiç Bir Zaman Bitirilemeyen Palazzo Venier del Leoni Sarayında Bulunuyor
Palazzo Barbarigo

Venedik’e gelip de, vaporetto ile bir Büyük Kanal gezisi yapmadan olmaz. Tabii, bir de gondola binmek var ama, onu daha sonra yaptık. Büyük Kanal gezisi için ister Santa Lucia tren istasyonunun önündeki iskeleden, San Marco meydanının biraz ilerisindeki, San Zaccaria iskelesi yönüne doğru, isterseniz San Zaccari’dan ters yöne doğru gidebilirsiniz. Biz, otele daha yakın olduğu için, San Zaccaria’dan binmeyi tercih ettik. Yaklaşık 4 kilometre olan bu mesafe, aşağı yukarı 40 dakikada gidiliyor. Birbirine oldukça yakın olan duraklarda iskeleye yanaşmak ve kalkmak vakit alıyor. Bu noktada, vaporetto’ların fıstık gibi, makyajlı kadın çımacılarından da söz etmeliyim. Hepsi işinin ehli. Bizdekinin aksine, burada her vaporetto’nun bir çımacısı var ve o da sizinle seyahat ediyor. İskelelerde, her yanaşan taşıta hizmet veren sabit bir çımacı yok.

Accademia

San Simone Piccolo Kilisesi

Genişliği 30 ile 70 metre arasında değişen kanalda dört tane (Scalzi, Rialto, Accademia ve Constituzione) köprü var. İki kıyıda sıralanmış, San Simeone Piccolo, San Stae ve 1630 veba salgının bitimini kutlamak için yapılan Santa Maria della Salute gibi kiliseler ve Venedik’in ünlü palazzo’ları, yani sarayları var. Çoğunlukla 12. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında yapılmış bu saraylar mimari tarz olarak da Bizans, Gotik, Rönesans ve Barok dönemleri yansıtıyor. Genelde üç katlı olan Venedik sarayları, zengin ailelerin hem ticaretlerini yürüttükleri işyerleri hem de konutları olarak kullanılıyorlarmış. Depo ve ofisler alt katta, misafir kabul salonları ve ailenin yaşam alanı ise üst katlarda olurmuş. Mutfak, bazı binalarda giriş katında, bazılarında ise koku olmaması için en üst katta.

Eski Balık Pazarı

‘Mafya’ya Hayır. Venedik Kutsaldır’

Sarayların içinde bir tanesinin Türklerle ilgili olması ilgimi çekti. Günümüzde Doğa Tarihi Müzesi’ni barındıran Fondaco dei Turchi, 13. yüzyılda yapılmış, Bizans tarzı büyük bir bina. 1381 yılında Ferrara Dükü için satın alınmış ve uzun yıllar, görkemli odalarında nice davetler verilmiş. Bina, 1621 yılında Türkler tarafından satın alınmış. Türk tüccarlar burayı, hem malları için depo hem de konaklamak için han olarak kullanmışlar. Doğu ile ticaret azalınca, bina da kaderine terk edilmiş. 1850 yılında Avusturyalılar, bazı orijinal unsurları yok edildiği için kötü olarak nitelenen bir restorasyon yapmışlar. Burası 1923 yılında müze haline getirilmiş. Benzer şekilde, bir zamanlar Alman tüccarlar tarafından kullanılan, Rialto mahallesindeki, Fondaco dei Tedeschi günümüzde çok katlı bir mağazaya çevrilmiş bulunuyor.

Fondaco dei Turchi
Rialto Köprüsü

Dönüş için, vaporetto’dan inmeniz ve ters yönde giden bir başkasına binmeniz gerekiyor. Bizim bindiğimiz vaporetto, sadece Rialto köprüsünün oraya kadar gidiyordu. Bu, o çevreyi görmemiz açısından çok isabetli oldu zira, Rialto Venedik’in en eski ve kalabalık semti. Tarihi olarak ticaretin merkezi aynı zamanda. Dükkanları ve balık, taze sebze ve meyve pazarları ile hala öyle. Bu civarda kanalın kıyısı ve köprünün üstü hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Ancak, buralardaki ucuz hediyelik eşyalar konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Çoğu Çin’de yapılmış ve kalitesiz. Daha özgün, kaliteli ve el yapımı eşyalar için ara sokaklardaki butik dükkanlara bakmak gerekiyor. Zaten, usta bir göz aradaki farkı hemen anlıyor. Ara sokaklarda, el yapımı ve gerçek Murano işi cam eşyalar (San Marco’nun çevresinde de var çok güzel cam eşya satan dükkanlar), el yapımı maskeler, deri, kağıt ve kumaş üzerine ebru yapan dükkanlar var. Bunlar doğal olarak, daha pahalı. Ama, aldığınıza değiyorlar.

Bir Maske Yapım Atölyesi

San Marco Meydanı Yakınlarında İlginç Bir Dükkan

Rialto köprüsü 1588-1591 yılları arasında, daha önce burada bulunan ahşap köprünün yerine yapılmış. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu köprü, Büyük Kanal’ın bir yakasından ötekine yürüyerek geçmek için kullanılan tek köprü olmuş. Ahşap olduğu dönemlerde köprü sayısız kereler çökmüş. Bu olaylardan en meşhuru, 1444 yılında Ferrara Markizinin evlilik töreni sırasında olmuş. Töreni izlemek için köprü üstüne çıkan aşırı kalabalık, köprü ile beraber sulara gömülmüş. Burası, günümüzde de çok kalabalık. Dükkanların dış tarafındaki yürüme yolu her daim, manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek isteyenlerle dolu. Doğal olarak, yankesicilerin de sevdiği bir nokta. Tüm Venedik’te olduğu gibi, dikkatli olmak lazım.

San Polo Kilisesi
Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği Tablosu, San Polo Kilisesi

Hazır Rialto civarına gelmişken, San Polo semtindeki iki önemli kiliseyi de gezelim dedik. Bunlar, Venedik’in belli başlı kiliselerinden San Polo ve Santa Maria Gloriosa dei Frari kiliseleri. San Polo, bazı yerlerde oldukça dar sokakları olan bir semt. Buralarda son derece ilginç, zanaatın neredeyse sanata iyice yaklaştığı el işi ürünler satan dükkanlar var. Örneğin, Venedik Karnavalının vazgeçilmez aksesuarı, el yapımı maskeler. Venedik’te 11. yüzyıldan beri yapılan Karnaval sırasında, sosyal sınıf farklarının kalkması ve insanların birbirini tanımaması için değişik kostümler giyiliyor ve maskeler takılıyor. 18. yüzyılda en şaşalı dönemini yaşayan Karnaval, daha sonra önemini yitirse de, 1979’dan itibaren yine yılın gözde bir eğlence zamanı olmaya başlamış. Kelime olarak, “ete veda” anlamına gelen Karnaval, Hristiyanların Paskalya’dan önceki 40 gün boyunca tuttukları oruç döneminden (Lent) hemen önceki 10 gün boyunca yapılıyor. Yani, oruç dönemine girmeden önce yapılan 10 günlük büyük bir eğlence. Söz konusu oruç, Müslüman inanışındaki oruçtan biraz farklı. Kişi tamamen aç kalmak yerine, başta et olmak üzere, belli besinleri yemiyor. Bunlar genellikle keyif veren, herkesin alamayacağı maddeler oluyor. Çocukluğumda Yvette’in bu dönemde, etin dışında, çikolata, tatlı, dondurma gibi şeyler yemediğini ve sigara içmediğini hatırlıyorum. İçki içmek konusunda ise bir sınırlama yok.

Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Özel kağıt hamuru ile yapılan maskelerin üretim sürecini maske üreten atölyelerde izleyebilir, hatta buralarda düzenlenen kurslara katılabilirsiniz. 2019 Venedik Karnavalına dört ay gibi uzun bir süre olmasına rağmen, bazı dükkanlar maske ve kostüm siparişi almaya başlamışlardı bile. Venedik’e Karnaval için özel olarak gelenlerin, belki de hayatlarında sadece bir kere giyecekleri bu kostümleri kiralamak da mümkün.

Antonio Canova’nın Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Tiziano’nun (İngilizce Titian) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Doc Foscari’nin (1373-1457) Mezarı, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

San Polo kilisesi, ilk olarak 9. yüzyılda yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda yeniden inşa edilmiş. Günümüzdeki Neo-Klasik halini ise, 19. yüzyılda almış. Kilisede pek bir bütünsellik yok ama, tek tek dikkat çekici eserler var. Gotik giriş kapısı, 14. yüzyıldan kalma çan kulesinin dibindeki aslanlar bunlardan bazıları. İçerde, Tiepolo, Veronese ve Tintoretto’ya ait tablolar var. Bunlardan, Tintoretto’ya ait olan Son Akşam Yemeği, kilisenin sahip olduğu önemli bir eser. Doc’un sarayını gezerken, Venedikli bir ressam olan Tintoretto’nun (1518-1594) kapsamlı bir sergisini de gezmiştik.

Meryem ve Çocuk, Giovanni Bellini (1488), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi
Meryem’in Göğe Yükselişi, Tiziano (1516-1518), Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi

Kısaca Frari olarak bilinen Santa Maria Gloriosa dei Frari kilisesi, San Polo semtinin doğu tarafında bulunan büyük bir kompleks. Buraya ilk olarak, Fransisken rahipler 1250-1338 yılları arasında bir kilise yapmışlar. Bu yapı daha sonra yıkılmış ve yerine, 15. yüzyılın ortalarında tamamlanan günümüzdeki kilise ve manastır inşa edilmiş. Çok geniş olan kilisenin içinde hem önemli eserler hem de önemli bazı kişilerin mezarları bulunuyor. Örneğin, Venedikli ünlü heykeltıraş Antonio Canova’nın (1757-1822) mezarı burada. Roma’da Galleria Borghese’ye gidenler, onun ünlü Muzaffer Venus (Venus Victrix) heykelini anımsarlar. Napolyonun kız kardeşi, Pauline Bonapart’ın modellik yaptığı bu heykeli çocukluğumdan beri severim. Frari kilisesinde Canova’nın dışında, ressam Tiziano’nun (1488-1576), opera sanatının öncüsü sayılan Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) ve iki Venedik Docunun da mezarları bulunuyor. Diğer dikkat çekici eserler arasında, ana altardaki Tiziano’ya ait Meryemin Göğe Yükselişi ve bir başka altardaki Ca’ Pesaro Meryemi tabloları, Giovanni Bellini’nin Meryem ve Çocuk tablosu, koro bölümünü ayıran mermer paravan ve koro bölümünün 1468’den kalma ahşap koltukları sayılabilir.

Üçüncü günün akşamında, artık “gerçek kutlamamızı ” yapmak için Bistro de Venise isimli restoranda yerimizi ayırtmıştık. Otelimize çok uzak olmayan bu restoran, 1993 yılında açılmış. Tarihi Venedik yemeklerinin modern pişirme teknikleri ile yorumlandığı restoranın çok zengin bir şarap kavı da var. Bizi restoranın sahiplerinden birisi karşıladı ve kibar bir şekilde, içerideki özel olarak hazırlanmış, kırmızı örtülü masamıza götürdü. Masanın üzerinde benim için bir tane kırmızı gül duruyordu. Kırmızı kumaş kaplı duvarlardaki objeler, aplikler, masalardaki şamdanlar, hepsi ince bir zevkin yansımasıydı.

Köşede Bizim İçin Hazırlanmış Masa ve Bistro de Venise’in Sıcak Ortamı

Gece boyunca bizimle ilgilenen garson ve şarap seçimi için masamıza gelen sommelier, işlerinin ehli, kibar ve güzel yüzlü kişilerdi. Unutmayacağımız bir gece geçirmemiz için her şeyi yaptılar. O akşam yediğimiz her şey çok lezzetli idi. Antipasto olarak yediğim, pişirilmesi üç saat süren yumurta ise, hiç ummadığım bir tatta ve lezzette idi. Zaten ondan sonra, garsonumuzun önerilerine güvenebileceğimi anladım. Yemekte içtiğimiz, Barolo Cannubi-Giacomo Fenocchio (2012) mükemmel bir şaraptı. Gecenin sonunda, bizim için özel olarak yapılmış, kalp şeklindeki pastamız geldi. Cuor de Venexia adı verilmiş ve içinde kırmızı meyveler, meyve mousse, şekerleştirilmiş böğürtlenler ve bitter çikolata kıtırları olan pasta, inanılmaz derecede hafifti. Çevremizdeki masaların coşkulu kutlamaları ve alkışları arasında, yine enfes bir tatlı şarap olan Le Bignele Recioto della Valpolicella Classico N.V. (2017) dolu kadehlerimizi, daha nice seneler olması dileğiyle kaldırdık…

Müthiş Lezzetli ve Hafif Cour de Venexia Pastası

Venedik’in de içinde bulunduğu Veneto Lagünü’nünde birçok ada var. Bunlardan bazıları, üstlerindeki manastır, hastane ya da çeşitli fabrikalarla birlikte terk edilmişler. Az sayıda adada hala yaşam var ve buralara gitmek, Venedik’in kalabalığından biraz uzaklaşmak için iyi oluyor. Murano, Burano ve Torcello gibi belli başlı adalara ve açık deniz ile Venedik’i ayıran uzun (12 Km) bir kumsal olan Lido’ya ulaşım kolay. Ancak, diğer adalara ulaşım daha zor. Biz, zamanımız kısıtlı olduğu için, sadece cam işleri ile ünlü Murano adasına gidebildik. Dantel işleri ve rengarenk evleri ile ünlü Burano’ya ve büyük bir Bizans katedrali olan Torcello’ya gidemedik. Özellikle Torcello’nun epeyce uzakta olması nedeniyle, gitmek, gezmek ve dönmek için yeterli vaktimiz yoktu.

Şair Ezra Pound, Besteci Igor Stravinsky ve Koreograf Diaghilev Gibi Yabancı Ünlülerin de Mezarlarının Bulunduğu San Michele Adası

Murano’ya, San Marco’dan bindiğimiz vaporetto ile gittik. Yolda, “mezarlık adası” San Michele’nin ve plajları ile ünlü Lido’nun yakınından geçtik. Lido’yu görünce, uzun yıllar önce okuduğum, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabını anımsadım. Ne müthiş bir kitaptı o. Görünüşü ince ama, kendisi yoğun…

Murano da, Venedik gibi, aslında bir grup küçük adadan meydana geliyor. Burada da, adaları birbirine bağlayan köprüler var. Bilindiği üzere, Murano dünyaca ünlü cam işlerinin yapıldığı yer. Venedikli cam ustalarının atölyeleri 1291 yılından beri burada bulunuyor. Daha önce Venedik’in içinde olan cam fırınları ve imalathaneleri, yangın tehlikesi ve sebep oldukları hava kirliliği nedeniyle, o tarihte Konsey kararı ile Murano’ya taşınmışlar. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın başlıca cam üretim merkezi olan Murano, bir dönem kendi parasını bastırabilecek kadar zenginleşmiş. Adanın kendisine ait bir aristokrasisi gelişmiş. Murano’nun cam ustalarına, başkalarına tanınmayan imtiyazlar ve haklar verilmiş. Öte yandan, başka yerde iş kurmak için adadan ayrılmalarının cezası da, bazen ölüme kadar varırmış.

San Donato Kanalı-Murano

Cam ustalığı, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de babadan oğula geçen bir meslek. Adanın bazı atölye ve fabrikaları kapanmış olsa da, cam üretimi hala çok. Ancak burada da, daha önce belirttiğim gibi, kaliteyi arayıp bulmak gerekiyor. Üretim sürecinin belli bir aşamasını izleyebildiğiniz atölyelerin bazılarında çok sıradan, “turistik” şeyler üretiliyor. Bizim tesadüfen gördüğümüz, kıyıdaki ana yola çıkan dar bir çıkmaz sokağın sonundaki De Biasi gerçekten çok özel bir yer. 71 yıl önce kurulmuş şirketin el yapımı takıları ve objeleri, geleneksel üretimin modern tarz ve zevk ile usta bir birleşimi.

Cam Müzesi, Murano
Düğün Kupası, Angelo Barovier (1470-1480), Cam Müzesi, Murano

Murano’ya giderseniz, cam müzesini (Museo del Vetro) gezmenizi öneririm. Palazzo Giustinian’da bulunan müzede nefes kesen bir tarihi cam koleksiyonu var. Venedik camının üretimini tam olarak anlamak, değişik üretim tekniklerini ve tarih boyunca ünlü olmuş cam ustalarının eserlerini görmek için ideal bir müze. Müzenin en gözde parçası, cam ustası Angelo Barovier tarafından 1470-1480 yılları arasında yapılmış bir düğün kupası. Müzenin modern tarzda üretilmiş bir cam eşya koleksiyonu da var. Günümüzün İtalyan cam ustaları, eski çağlardan beri uygulanan cam tekniklerini, modern renkler ve formlarla çok yaratıcı bir şekilde harmanlamışlar.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Adanın en gözde tarihi yapısı, dışardan apsis kısmını çevreleyen zarif sütunları önündeki San Donato kanalına yansıyan, Basilica dei Santi Maria e Donato bazilikası. 12. yüzyılda yapılan bu kilise, 19. yüzyılda bir restorasyon geçirmiş. Uzmanlar bu restorasyonu çok beğenmese de, kilise güzelliğini hala koruyor. Veneto-Bizans ve Gotik tarzın güzel bir karışımı olan kilisede, apsisteki Madonna mozaiği ve yerlerdeki 1140 yılından kalma mozaikler çok hoş. Camın da kullanıldığı belirtilen bu taban mozaiklerinde çeşitli hayvanlar, bitkiler ve mitolojik yaratıklar resmedilmiş. Kilisenin, bir gemi omurgası şeklindeki tavanı da ayrıca dikkat çekici.

Basilica dei Santi Maria e Donato

Venedik’teki ünlü Teatro Fenice, dar sokakların açıldığı, küçük bir meydanda bulunuyor. Birkaç basamakla çıkılan sütunlu girişinin hemen dibinde Antico Martini isimli bir restoran var. Son akşam burada yemek yedik. İçindeki tablolar, mozaikler, aynalar ve sarı ışıklarla çok sıcak bir ortamı olan restoranın geçmişi çok eskilere dayanıyor. Burada ilk olarak 1720 yılında bir kafe açılmış. Fenice tiyatrosu açılınca, müzisyenlerin, sanatseverlerin ve entelektüellerin gözde mekanı olmuş. Yüzyıllar içinde, hem bir restorana dönüşmüş hem de pek çok kez el değiştirmiş.

Teatro Fenice (1792). Fenice İtalyanca Anka Kuşu Demek. Bu Ünlü Tiyatro, Adını Aldığı Kuş Gibi, İki Kere Çok Büyük Yangın Geçirmiş ve Küllerinden Yeniden Doğmuş

1836 Yılındaki İlk Yangından Sonra Fenice, 1837 Yılında Tekrar Açılmış. İkinci Yangın 1996 Yılında Olmuş ve Tiyatro Perdelerini Ancak 2004 Yılında Tekrar Açabilmiş

Küçük meydana bakan masamızda yemek yerken, en az birkaç yüzyıldan beri hiç değişmemiş olan bu çevrede geçmişte yaşamın nasıl olduğunu düşündüm. Meydanın ortasında bir kuyu vardı. Buna benzer kuyular, hemen hemen tüm meydanlarda ve avlularda göze çarpıyor. Venedikliler uzun yüzyıllar boyunca şehre suyu anakaradan, bin bir zahmetle taşımak zorunda kalmışlar. 9. yüzyılda meydanların altına sarnıçlar yapılmaya başlanmış. Meydanlar, yağmur sularının sarnıçlarda birikebilmesi için, ortaya doğru uygun bir eğimle tasarlanmış. Akarsuyu olmayan Venedik evlerinin su ihtiyacı 1884 yılına kadar, bu kuyulardan çekilen yağmur suyu ile karşılanmış.

Devrin Yönetim Tarzına Göre Cumhurbaşkanlığı, İmparatorluk ya da Kraliyet Locası…
Bu Kubbede Yankılanan Ünlü Seslerden Biri de Maria Callas’ınki Olmuş. Leyla Gencer İçin La Scala Ne İse, Maria Callas İçin de La Fenice Odur
La Fenice’nin Balo Salonu

Antico Martini’de yediklerimiz de, içtiklerimiz de (yemekte Maculan Sauvignon Ferrata (2016), tatlı ile Maculan Breganze (2016)) gayet güzel olmasına rağmen, bir gece önce Bistro de Venise’de aldığımız hizmetle karşılaştırıldığında, sanki bir şeyler eksikti. Elle tutulur olmayan bir şey. Hizmetteki zarafet ve incelik belki…

Ristorante Antico Martini

Uçağımızın geç vakitte olması, son günümüzde bir avantaj oldu bizim için. Havanın bol güneşli olması da ayrı bir şanstı. Böylece, son derece keyifli bir gondol gezisi yaptık. Sadece gondolcunun uzun küreği ile suda çıkardığı sesin duyulduğu tenha ara kanallarda gezinmek çok güzeldi. Bir ara, Büyük Kanal’a bile çıktık. Rialto köprüsünü sağ tarafımızda görüp, aşağıya doğru döndük. Gondolculuk da, cam ustalığı gibi, babadan oğula geçen ve maharet isteyen bir meslek. İnsan, bazı dar kanallarda ince uzun gondolun nasıl olup da dönebildiğine hayret ediyor.

Venedik’te Bir Çok Noktada Gondol Durakları Var. Biz, Daha Kaliteli Olduklarını Düşündüğümüz İçin Bacino Orseolo’dakilerden Birine Bindik

Başka Kimsenin Olmadığı Sakin Kanallarda İlerlemek Çok Güzeldi…

Baş başa bir gondol gezisi için verdiğimiz paraya değdiğini düşünüyorum. Gondolcumuz da, lüzumsuz gevezelik yapmayan, kibar bir gençti. Venedik’e eğer bir daha gidersek, gece de bir gondol gezisi yapmak isterim. Kitaplarda yazdığına göre, o çok daha romantik oluyormuş.

Yarım Saatlik Gezinin Bir Noktasında Büyük Kanal’a Çıktık ve Rialto Köprüsünü Tekrar Görebildik
Büyük Kanalda Gondolla Gezmenin Zevki de Farklıymış…

Dıştan merdiveni ile 1489’dan kalma Palazzo Contarini del Bovolo’yu, Fenice tiyatrosunu ve San Moise kilisesini aceleye gerek olmadan, rahat bir şekilde gezdik. Hatta, San Marco meydanında son kez oturup, birbirleriyle adeta yarışan orkestraların çaldığı harika müzik eşliğinde, bir şeyler yemeye bile vakit bulduk.

Palazzo Contarini del Bovolo (1499). Gotik ve Rönesans Mimarisinin Hoş Bir Bileşimi Olan Bu Binanın 113 Basamaklı Merdiveni Sizi Çok Farklı Bir Venedik Manzarasına götürüyor
Palazzo’nun İsminde Bulunan Bovolo Kelimesi Venedik Lehçesinde Salyangoz Demekmiş. Dönerek Çıkan Merdiveni Nedeniyle Binaya Bu İsim Verilmiş
Hz. Musa’ya Adanmış San Moise Kilisesi. Yanlardaki İki Kapının Üzerinde (Duvarın İçinde), Kilisenin Yapımını Finanse Eden Ailenin İki Ferdinin Mezarları Var
Ana Altarda, Sina Dağında On Emiri Alan Hz. Musa Canlandırılmış.
Kilise İlk Olarak 10.yy.da Yapılmakla Beraber, Günümüzdeki Hali Daha Çok 17.yy.dan Kalma

Venedik’ten geriye yine unutamayacağım sahneler, diyaloglar ve insan manzaraları kaldı. Bir gece geç vakit yemekten dönerken, lobiye gelen müzik sesini duyup, oturduğumuz otelin barındaki garson mesela. Grappa’nın kahveyi “öldürdüğünü”, bu işini neşe ile, keyifle ve güler yüzle yapan genç adamdan öğrendik. Bir başka gün, deri üzerine ebru uygulanarak yapılmış el işi bir maske aldığımız dükkanın sahibi ile sohbet ettik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince nasıl da gözleri parladı. Kendisi küçük bir çocukken, annesinin ve babasının onu büyükannesine bırakıp, İstanbul’a gittiklerini, dönüşte kendisine harika bir mermer lamba getirdiklerini anlattı. O zaman bu hediyeye ne kadar çok sevindiği gözlerinden okunuyordu. Bir de, kayınpederinin yaptığı suluboya resimleri satan genç adam. Ayağında bir jean, başında hasır şapkası. Beğendiğimiz resmi güzelce paket yapıp, bana verdikten sonra elimi tam bir asilzade gibi öpmesi…

———————————————————
(1)- Osteria, şarap ve çok basit bir menü sunan İtalyan lokantasıdır.
(2)- Locanda, han demektir.
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.