Bizim eve gelip, giden çok olurdu. Babam çevresini kendi meslektaşları ile sınırlı tutmazdı. Her meslekten, her sosyal çevreden, yaş grubundan ve milliyetten kişilerle rahatlıkla iletişim kurardı. Türk ve yabancı diplomatlar, gazeteciler, askerler, doktorlar, akademisyenler, yazarlar… Bu insanların bazıları renkli kişilikleri, mimikleri ve anlattıkları ile hala aklımdalar.
Evde aramızda kendisinden kısaca “Saatçi” diye söz ettiğimiz Saatçi Salih ne zaman bizim eve gelmeye başladı, tam olarak hatırlamıyorum. Ankara’da, Kızılay’da şimdi yerini hayal meyal hatırladığım bir yerde, merdiven altında ufacık bir dükkanı vardı ve saat tamiri yapardı. Önceleri, bizim evdeki bozulan alengirli saatleri tamir etmek için gelirdi. Sağa sola sallanan duvar saati, fanuslu saat, kol saatleri… Her türlü saat. O zamanın saatlerinin de henüz hemen hepsi mekanik saatlerdi. Kurulmaları gereken, el yıkarken su kaçırmamak gereken saatler. Dijital saatlerin yaygınlaşmasına daha epeyce zaman vardı.
“Saatçi” sadece bizim değil, eş, dost ve akrabaların saatlerini tamir ettikten sonra da, yıllarca bize gelmeye devam etti. Kısa boylu, siyah saçlı ve bıyıklı, güleç yüzlü bir adamdı. İrice bir burnu vardı. Daima giydiği yelekli takım elbisesinin üstüne kışın, kendisine iki beden büyükmüş gibi duran, uzun bir palto giyerdi. Kafasında geniş kenarlı bir fötr şapkası olurdu. Orta yaşlıydı ama evli değildi. Ulus ya da Samanpazarı taraflarında bir yerlerde tek başına yaşardı diye kalmış aklımda. Aslen Erzurumluydu. Babamı çok severdi. Bazı Pazar günleri, babamla sohbet etmek için, ansızın kapıyı çalardı. Oturma odasında oturur, konuşurlardı. Kimi zaman, babam ona meşgul olacağı bazı tamirat işleri verir, kendisi başka şeylerle meşgul olur, arada da konuşurlardı. Ben de duruma göre, bazen yanlarında kalır, bazen de, “Saatçi” başka bir boyuta geçtiği zaman, odama kaçardım…
İşinde çok yetenekli idi. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki saat kulelerinin bozulan saatlerini tamir etmesi için belediyelerce özel olarak davet edilirdi. Osmanlı döneminden kalma bu saatleri tamir etmek için kendisi devasa parçalar üretir, takardı. Hatta, yanlış hatırlamıyorsam, 1908 yılında yapılmış olan Yozgat saat kulesinde tamirat yaparken, ayağına saatin bir parçası olan demir bir topun düştüğünü ve yaralandığını anlatmıştı. Bir de, İstanbul Zeytinburnu’ndaki Balıklı Rum Hastanesi ile ilgili bir hikayesi vardı…
Balıklı Rum Hastanesinin kilisesinin kulesindeki 1893’ten kalma saat bozulunca, papaz efendiler tamir ettirmek için araştırma yapmışlar ve çeşitli saat kulelerini tekrar işlevsel hale getiren bizim “Saatçi”ye ulaşmışlar. Saati tamir etmesi için İstanbul’a çağırmışlar. “Saatçi” kabul etmiş ama, bir koşulla. Saati tamir ederken, bir hafta boyunca kuleden beş vakit ezan okumak şartıyla… Papaz efendiler kabul etmişler. Bence bunda bir sakınca görmemelerinin en önemli nedeni, Balıklı Rum Hastanesinin uzmanlık alanı olan hastalara fazlaca alışkın olmalarıydı. Zira, bizim “Saatçi” de çok zeki ve yetenekli olmasına karşın, o “başka boyuta” geçtiği zamanlarda kendini kah Orgeneral, kah Genel Kurmay Başkanı olarak görürdü… Sonunda, Saatçi Salih kilisenin kulesinden hem beş vakit ezan okumuş, hem de saati tamir etmiş.
Kırk küsur yıl önce tamir edilen ve çalışan sözünü ettiğim bu saatlerin şimdi yine bozuk olduklarını okudum maalesef. Dilerim, günümüzde de işinin ehli birileri çıkar ve tamir eder onları.
Babam, daima gülümseyerek bahsettiği “Saatçi”nin zekasının genlerinden geldiğini söylerdi hep. Kayıp bir cevher olduğunu, fırsat bulup, okuyabilse ne kadar başarılı olabileceğini de…
1970’li yılların başlarında bir yaz günü, karayolu ile Diyarbakır’dan Siirt’e doğru gidiyoruz. Hava çok sıcak. Kırk derecelere gelmiş dayanmış. Esinti olsun diye arabanın tüm pencerelerini açmamız da fayda etmiyor. İçeri esen hava bir alev topu gibi… Üstelik yol yapımları nedeniyle ortalık toz toprak içinde. İnsanın genzi yanıyor.
Yolun sağında ve solunda, göz alabildiğine, kıraç ve bir tek insanın görülmediği topraklar uzanıyor. Arada bir yanından geçtiğimiz Karayolları şantiyelerinde çalışan işçilerin dışında kimse yok yollarda. İşçiler güneşten korunabilmek için kafalarına mendil bağlamışlar. İçim acıyor… Bu sıcakta saatlerce yollarda çalışmak korkunç geliyor…
Kırk yıl sonra Güneydoğu Anadolu bölgesine gidip, şehirlerarası yolları ve çevre yollarını görünce hem bu işçileri hatırlamış, hem de bölgenin yemyeşil haline, ekili topraklarına hayret etmiştim. İnanılmaz bir değişimdi… Yıllarca duyduğumuz, bildiğimiz GAP projesinin bölgeye katkısını tam olarak kavrayabilmem için gözümle görmem gerekiyormuş. Bölgenin önceki halini bilmeyenlerin benim kadar etkilendiklerini sanmıyorum.
Diyarbakır- Siirt arası aşağı yukarı iki yüz kilometre ama, bozuk yollar ve inşaatlar nedeniyle, normalden daha uzun zaman alıyor gitmek. Aslında, Siirt’e değil, Siirt’e bağlı Aydınlar köyüne gidiyoruz. Babamın söylediğine göre orijinal adı Tillo imiş bu köyün. Ancak, yöredeki tüm yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildiği için Aydınlar olarak değiştirilmiş. (2013 yılında TBMM’de çıkan bir yasa uyarınca, bölgede aynı uygulamaya maruz kalan tüm yerleşim yerleri ile birlikte, tekrar orijinal adını aldı ve Tillo oldu.) Aydınlar adının verilmesinin nedeni, buranın asırlar boyunca medrese eğitiminin önemli merkezlerinden biri olmasından ve pek çok İslam aliminin burada yetişmiş olmasındanmış. Bu alimler içinde en önemlisi ise, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri imiş. Hem bir din bilgini, hem de bir bilim adamı.
Babam yol boyunca anlatmaya devam ederken, ana yoldan içeri sapıyoruz. Yol daha da kötüleşiyor… Çukurlardan kaçmaya çalışarak ve arkamızda bir toz bulutu kaldırarak ilerliyoruz. Sıcak hala inanılmaz…
İbrahim Hakkı Hazretleri 1703 yılında Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğmuş. Küçük yaşta annesini kaybettikten sonra, babasının daha önce gelerek himayesine girdiği İsmail Fakirullah Hazretleri’nin yanına, Tillo’ya gelmiş. Burada sadece dini eğitim değil, fen bilimleri eğitimi de almış. Yaşamı boyunca yazdığı kitaplarda, Tasavvuf dışında, astronomi, fizik, tıp, eczacılık, psikoloji ve sosyoloji üzerine okuduklarına ve kendi bulgularına, düşüncelerine yer vermiş. Tüm bu konuları kapsayan en önemli eseri Marifetname (1757) ününün ve saygınlığının artmasına neden olsa da, dünya çapında hayranlık kazanmasının nedeni, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne duyduğu saygı ve minnetin ifadesi olarak, onun türbesinde yarattığı ve “Güneş” ya da “Işık Hadisesi” olarak adlandırılan bir mekanizma olmuş. 1780 yılında vefat ettiği zaman da İsmail Fakirullah Hazretlerinin türbesine, onun ayak ucuna gömülmüş.
Nihayet köye geldik… Yaz sıcağında çayır, çimen kavrulmuş. Çevredeki tüm tepelerde sarımtırak, boz bir renk hakim. Ama evlerin bahçelerinde ağaçlar var. Babam, yolda gördüğümüz bir adama İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ailesinin evini soruyor. Adam tarif ediyor. Kolayca buluyoruz. Demir bahçe kapısından içeri girip, eve kadar olan kısa yolu geçiyoruz ve kapıyı çalıyoruz. Kapı açılıyor, babam kendini tanıtıyor, bizi buyur ediyorlar. Ayakkabılarımızı çıkarıp, giriyoruz…
Karşılıklı iki divan ve camlı bir dolabın olduğu bir odaya geçiyoruz. Ben babamın yanına oturuyorum. Bizimle ilgilenen kişi İbrahim Hakkı Hazretleri’nin üçüncü ya da dördüncü kuşak torunu olmalı. Hal hatırdan sonra, İbrahim Hakkı üzerine konuşulmaya başlanıyor. Babam, yabancı ve yerli kaynaklardan hakkında okuduklarından söz ediyor. Biraz sonra, orijinal el yazması Marifetname’yi ve onunla beraber İbrahim Hakkı Hazretleri’nin birkaç kitabını daha çıkarıp, babamın eline veriyorlar. Nefesimiz kesiliyor… İki yüz yıldan daha eski bu kitaba dokunabiliyor olmak beni çok heyecanlandırıyor…Babam sayfaları büyük bir dikkat ve özenle çevirirken, bir yandan da açıklamaları dinliyoruz. Güneş sistemi, yıldızların konumları, bitki çizimleri inanılmaz güzel.
Marifetname ansiklopedi anlayışı ile yazılmış. Allah’ın varlığı gibi dini konulardan sonra, cisimler, madenler, bitkiler, insan, anatomi, geometri, astronomi, takvim ve coğrafya konularına geçilmiş. Torununun belirttiğine göre, bu bölümde dünyanın döndüğü de yazıyormuş. Bir diğer ilginç nokta ise, Evrim Teorisi’nden söz etmesi…
Zaman nasıl geçti, anlamadım. Buraya geleli saatler oldu… Kitapların dışında, İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait çeşitli gereçleri de elimize alıp, inceleme fırsatımız oldu. Astronomide kullanılan usturlaplar, pergel takımları, dünya küreleri ve başka gereçler. Bir de, baston benzeri bir şey var beni çok etkileyen. İbrahim Hakkı Hazretleri uyku ile vakit harcamak istemediği için baston benzeri bir şey yaptırmış. Alt kısmı baston gibi olan bu sopanın tutacak kısmı insanın alnını dayayabileceği kadar geniş yapılmış. Geceleri, çok yorulduğunda alnını buraya dayar ve bir süre gözlerini kaparmış. Derin uykuya daldığı zaman baston alnından kayıp, düştüğü için uyanır ve çalışmaya devam edermiş.
Kitapları incelerken, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunu baktığımız el yazmaları için zaman zaman İngiliz ve Amerikalıların gelip, satın almak için yüksek rakamlar önerdiklerini ama, onları asla satmayacaklarını belirtiyor. Bu bizi çok sevindiriyor. Bilinçli olmalarını takdir ediyoruz. Zaten hem onların ailede, hem de köyde yüksek öğrenim görenlerin oranının çok yüksek olduğunu, kendi gençlerinin bir tanesinin de ODTÜ fizik bölümünde okuduğunu söylüyor.
Şimdi sıra, gitmeden önce, dünyaca ünlü “Işık Hadisesi”nin gerçekleştiği türbeyi ziyaret etmekte… Hep beraber dışarı çıkıp, türbeye gidiyoruz. Burası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’nin türbesi.
Türbeye girmeden önce, köyün 3-4 kilometre doğusundaki bir tepeyi gösteriyorlar. Tepenin üzerinde, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin harçsız taşlardan yaptırdığı söylenen bir duvar var. Duvarda 40×50 santimetre ebadında bir pencere olduğunu belirtiyorlar. Uzaktan pencereyi göremiyoruz ama, duvar görünüyor. Yılda iki kere, gündüz ve gecenin süre olarak eşitlendiği 21 Mart ve 23 Eylül (ekinoks) günlerinde, sabah yeni doğan güneşin ilk ışıkları bu duvardaki pencereden geçiyor. Bu sırada, duvar nedeniyle, tüm köy ve türbenin tamamı karanlıkta kalıyor. Sadece tek bir ışık huzmesi tüm köyü geçiyor. Önce, türbenin hemen yanındaki 10 metrelik kule penceresinden kuledeki cam prizmalara çarpıyor, sonra orada kırılarak, türbenin penceresinden giriyor ve İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının başucunu aydınlatıyor. İbrahim Hakkı Hazretleri hocasına olan saygısını ve vefasını bu şekilde, yılda iki kere, belirtmiş oluyor.
Tarih uygun olmadığı için biz bu mekanizmayı gözlerimizle göremiyoruz ama, bu açıklamaları dinlemek bile heyecan verici… 18. Yüzyılda, Tillo’da böyle bir şeyin hayata geçirilebilmesi için kullanılan astronomi, enlem- boylam, fizik ve matematik bilgisi insanı hayrete düşürüyor. İşin acı yanı şu ki, 1960’ların başında bu mekanizmayı incelemek için gelen Amerikalı bilim adamları kuledeki prizmaları kıpırdattıkları için artık ışık huzmesi İsmail Fakirullah Hazretleri’nin sandukasının baş kısmına değil, ayakucuna düşüyormuş. Tüm uğraşmalarına rağmen düzeltememişler. (Günümüzde, Siirt Valiliğinin girişimleri sonucunda, mekanizmanın TÜBİTAK ve çeşitli üniversitelerden bilim insanlarından oluşan bir heyet tarafından düzeltildiğini ve 50 yıl sonra yine eski haline döndüğünü öğrendim).
Artık dönüş yolundayız… Hava biraz olsun serinlemiş. Yol inşaatında çalışan işçiler çoktan paydos yapmışlar. İsimsiz kahramanlar…
İbrahim Hakkı gençliğinde bir ara Erzurum’a geri dönüyor ve evleniyor. Çocukları oluyor. Ancak daha sonra, tekrar Tillo’ya dönüp, ölmüş hocasının kızıyla ikinci evliliğini yapıyor.
Saatçi Salih’in soyu İbrahim Hakkı’nın Erzurum’daki evliliğinden geliyor. Hayat ona bambaşka bir yol çiziyor…