Sözü hiç dolandırmadan baştan söyleyeyim. Eğer bir gün tekrar Sicilya‘ya gidersem, Siracusa kesinlikle tekrar gitmek isteyeceğim şehirlerden birisi olacaktır. Siracusa, birçok bakımdan çok beğendiğim bir şehirdi. Özellikle şehir merkezinin bulunduğu Ortigia Adası‘nın ambiansı, tarihi eserleri, Arkeolojik Parkı, restoran ve kafeleri, dükkanları pek güzeldi. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Siracusa’ya geldiğimiz ilk gün biz, bavullarımızı bile açmadan, hemen Val di Noto‘ya (Barok Vadisi) doğru yola çıkmıştık. Akşam döndüğümüzde, geç vakit otelin yakınında yemek yemiş (Ristorante Pizzeria Al Forte Campana) ve yatmıştık.
Siracusa’da kaldığımız Grand Hotel Ortigia, 1890 yılında açılmış, beş yıldızlı bir oteldi. İki köprü ile ana karaya bağlı olan Ortigia Adası’nda, deniz kenarında, çok hoş bir işletme. Titizlikle yönetilen, ödediğiniz ücretin hakkını veren bir oteldi. En üst katta, denize bakan odamız da çok güzeldi. Sabahları odanın balkonunda oturup, hem bir gün önce yaptıklarımızı not etmek hem de önümüzdeki marinadaki tekneleri, martıları ve adanın çevresini dolaştıran gezi motorlarının gidişini izlemek büyük bir keyif olmuştu benim için. Pırıl pırıl güneşin altında masmavi bir gökyüzü ve deniz, sadece seyrek gezi motorlarının sesi ile bölünen sessizlik ve sakinlik… Unutamayacağım bir güzellikti. Aynı katta bulunan kahvaltı ve yemek salonu da aynı manzarayı bir başka açıdan sunuyordu. Otelin bizim için bir başka önemli özelliği de, önünde kendisine ait bir otoparkı olması idi.
Siracusa, antik dünyanın en önemli süper güçlerinden birisi olmuş bir şehir. Bir dönem o kadar kuvvetlenmiş ki, Grek dünyasında prestij olarak Atina‘yı geçmiş. O zamanlar Syracusae olarak bilinen ve Sicilya’nın doğu kıyısında bulunan Siracusa, M.Ö. 734 yılında Yunanistan’ın Korint bölgesinden buraya gelen Grekler tarafından kurulmuş. Bu da demek oluyor ki, Taormina‘nın yakınlarındaki Naxos ile hemen hemen aynı tarihte kurulmuş. M.Ö. 485 yılında, Sicilya’nın güney sahilinde bir başka site devleti olan Gela‘nın diktatörü Hippocrates tarafından ele geçirilmiş. Bir dizi diktatörün yönetiminden sonra, M.Ö. 465 yılında yaşanan bir devrimden sonra demokratik düzene geçilmiş. Peleponez Savaşları (M.Ö. 431-404) sırasında, M.Ö. 413 yılında, Siracusa tarafından desteklenen Selinunte‘ye karşı Segesta‘ya destek olmak için yola çıkan Atinalılar, oraya gitmek yerine Siracusa’ya saldırmışlar. Sonuç, ağır bir yenilgiye uğrayan Atinalılar için tam bir hüsran olmuş. M.Ö. 405 ile 367 yılları arasında yönetimde olan I. Dionisius (Büyük olan diye de bilinir) zamanında Siracusa, en güçlü Grek site devleti haline gelmiş ve ezeli rakibi Kartacalılara karşı üç savaş kazanmış. M.Ö. 465’teki demokratik devrime rağmen bir despot olan I. Dionisius zamanında Siracusa, büyük bir imar dönemi geçirmiş. İnşa edilen kamusal yapılarla şehir, Batı Dünyası’nın en mamur yerleşim yerlerinden birisi haline gelmiş. M.Ö. 213 ile 211 yılları arasında Siracusa Romalılar tarafından kuşatılmış. Bu dönemde, Siracusa doğumlu olan Arşimet Romalılara karşı tüm bilimsel ve mekanik yaratıcılığını ve zekasını kullanmış. Başvurduğu yöntemler arasında, Romalıların görüşlerini engellemek ve aynı zamanda belki de gemilerini yakmak için dev ayna ve merceklerin kullanılması da varmış. Tüm bunlara rağmen, Siracusa M.Ö. 211 yılında Romalılar tarafından zaptedilmiş. Bu sırada Arşimet, kuşatmayı yöneten Roma Konsülü ve General Marcus Claudius Marcellus‘un aksi yönde verdiği kesin talimata karşın, bir Romalı asker tarafından öldürülmüş. Marcellus çok değer verdiği bu bilim insanının öldürülmesine çok kızmış. Konu hakkında çok sonra yazan Plutark‘a (M.S. 45–119) göre, öldürme olayı hakkında iki değişik anlatım varmış. En popüler anlatıma göre şehir zapt edildiği sırada Arşimet bir matematik çizimi üzerine düşünmekteymiş. Romalı bir asker onu komutan Marcellus’a götürmek için emir verince, Arşimet önce problemi çözmesi gerektiğini söylemiş. Bu yanıta çok sinirlenen asker Arşimet’i bir kılıç darbesi ile öldürmüş. Bir başka anlatıma göre ise, Arşimet o sırada matematiksel problem çözümünde kullandığı bir takım aletler taşıyormuş. Bunların değerli şeyler olduklarını düşünen asker, bilgini öldürmüş.
Siracusa Roma döneminde eskisi kadar etkin bir şehir olmasa da, Romalıların Sicilya’daki yönetim merkezi yapılmış. İmparatorluğun Doğu ve Batı yönetim bölgeleri arasında önemli bir ticaret limanı haline gelmiş. Bu arada, Tarsuslu Aziz Paul‘ün şehre gelmesinden sonra Siracusa’da Hristiyanlık yayılmaya başlamış. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şehir Ostrogotların, daha sonra Bizans İmparatorluğu‘nun (M.S. 535) ve M.S. 878 yılında Arapların eline geçmiş. Orta Çağ boyunca Siracusa’nın önemi gittikçe azalmış. Yaklaşık 250 yıl süren Arap dönemi sırasında adanın başkenti Siracusa’dan Palermo‘ya taşınmış. Katedral camiye dönüştürülmüş ve Ortigia Adası’nda İslami tarzda binalar yapılmış. Ticaretin yanında, şehirde sanatsal ve kültürel faaliyetler de oldukça fazla olmuş. Aralarında Sicilyalı Arap şairlerin en önemlisi sayılan İbn Hamdis de olmak üzere, birçok Arap şair yetişmiş. Sicilya’nın geri kalanında olduğu gibi, Siracusa’daki Arap hakimiyetine Normanlar son vermiş. Bir taraftan Norman, diğer taraftan Alman Hohenstaufen hanedanından olan Kutsal Roma İmparatoru ve aynı zamanda Sicilya Kralı II. Frederick‘in ölümünden sonra yaşanan kargaşa sırasında Siracusalılar, Fransız Angevin (diğer adıyla Anjou) hanedanına karşı Aragonluları tutmuşlar. Bu sayede, adanın İspanyol yönetimi boyunca önemli ayrıcalıklarla ödüllendirilmişler.
Siracusa, 1542 ve 1693 depremleri sırasında çok ağır bir şekilde tahrip olmuş ve Val di Noto’daki şehirler gibi, Barok tarzda yeniden yapılmış. 1729 yılında veba, 1837 yılında ise kolera felaketi yaşanmış. Kolera salgını, yönetimde olan İspanyol Bourbon hanedanına karşı bir ayaklanma başlamasına neden olmuş. Ceza olarak, bölge merkezi Noto’ya taşınmış ama huzursuzluk bastırılamamış. Siracusalılar adadaki 1848 devrim hareketine katılmışlar. İtalya’nın 1865’te birleşmesinden sonra Siracusa tekrar bölge merkezi konumuna kavuşmuş. 19. yüzyılın sonuna doğru şehrin duvarları yıkılmış ve Ortigia Adası’nı karaya bağlayan bir köprü yapılmış. Ayrıca, Siracusa’ya demiryolu bağlantısı da inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında hem Almanlar hem de Müttefik Kuvvetleri tarafından çok yoğun bombardımana tutulan Siracusa, savaş sonrasında yaşanan endüstrileşme sürecinde kuzeye doğru hızla genişlemeye başlamış. Günümüzde Siracusa’nın başlıca gelir kaynakları tarıma dayalı sanayi ve ticaret ile birlikte balıkçılık endüstrisi ve turizm.
Siracusa’nın muhteşem bir arkeolojik parkı var. Parco Archeologico della Neapolis şehrin eşsiz Grek ve Roma mirasından günümüze kalanları şahane bir doğal ortamda görebileceğiniz ve arkeolojik kalıntıların arasında kendinizi bir yandan da gerçekten bir park ortamında hissedeceğiniz bir yer. Bakımlı çimenlikleri, çam, selvi ve zeytin ağaçları ile kuş cıvıltılarının yarattığı ortam açısından Siracusa’nın Neapolis (Yenişehir) Arkeolojik Parkı’nı, Sicilya’da gördüğümüz benzerleri arasında bir numaraya koyabilirim.
Neapolis Arkeolojik Parkı’na gitmek için, Ortigia Adası’ndan köprü yoluyla karaya çıkmanız ve kuzeybatıdaki tepenin yukarısına doğru gitmeniz gerekiyor. 35 hektarlık bir alan kapladığı söylenen arkeolojik parkın çevresi yüksek demir parmaklıklarla çevrili. Arabanızı bu parmaklıkların dışında, yol boyunca park edebilirsiniz. Arkeolojik parkın en önemli iki çekim noktası hiç şüphesiz Grek Tiyatrosu ve Roma Amfiyatrosu. Ancak, Latomia adı verilen antik taş ocaklarının bulunduğu bölümü de gezmeyi ihmal etmeyin.
Bilet alıp, içeri girdikten sonra yolu ve tabelaları takip ederek aşağı doğru ilerleyin. Arkeolojik parkın farklı bölümlerine girmek için, aldığınız bileti farklı turnikelerde okutmanız gerekecek. O nedenle, biletinizi kaybetmeyin. Biz, ilk önce sol taraftaki eserlere yöneldik. Şüphesiz siz, kendi isteğinize bağlı olarak sağ taraftan da başlayabilirsiniz.
İlk olarak, Tanrı Zeus’a adanmış Hieron Altarı karşımıza çıktı. M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı belirtilen bu sunağın kalıntılarından bile, zamanında ne kadar devasa bir yapı olduğu anlaşılıyor. Antik dönem Grek dünyasının en büyük altarı olarak tanımlanıyor. Adını, burayı yaptıran, Siracusalı diktatör II. Hieron‘dan almış. Sonraki yüzyıllarda sunağın taşları başka yapıların inşası için acımasızca talan edilmiş. Özellikle 15. yüzyılda, Ortigia adasının çevresinde İspanyollar tarafından yapılan kale surları için buradan çok taş götürülmüş.
Yine aynı tarafta bulunan Roma amfiyatrosu ve çevresi, kendinizi en çok bir parktaymış gibi hissedeceğiniz alan. Kuş seslerinin dışında hemen hemen hiç ses olmayan bu bölümde sanki gezenler de sessizliği bozmaktan çekiniyorlarmış gibiydi. Bir ağacın altındaki üç görevli de huzurun tadını çıkarıyor, oturdukları sandalyelerde alçak sesle sohbet ediyorlardı. Biçilmiş çimenlerin ve peyzaj düşünülerek dikildikleri belli olan ağaçların taçlandırdığı amfitiyatro ise ortada yer alıyordu. M.Ö. 1. yüzyılda yapılmış olan amfitiyatro, benzerleri gibi, gladyatör karşılaşmaları için yapılmış. Arkeologlar yerin altındaki bazı hücre ve koridor gibi bölümlerin suya karşı yalıtıldıklarını saptamışlar. Buradan hareketle, amfitiyatronun su oyunları için de kullanılmış olabileceği sonucuna varmışlar. Taormina ile ilgili yazımı okuyanlar belki anımsarlar, Romalıların büyük havuzlarda deniz savaşları simülasyonları yapmaktan çok hoşlandıklarını yazmıştım. Eğlenmek için yapılan bu oyunların gerçekleştirildikleri büyük havuzlara ya da bu havuzları barındıran binalara da Naumachie veya Naumachia adı verilirmiş. Bu durumda, Siracusa’nın Roma amfitiyatrosu istendiği zaman bir Naumachia’ya dönüştürülebilecek şekilde yapılmış diyebiliriz.
Arkeolojik parkın içindeki ana yürüme yolunun sağ tarafına geçtiğinizde, bu kez Teatro Greco‘ya, yani Grek Tiyatrosu‘na ulaşacaksınız. Bu bölümün turnikelerinden geçtikten sonra tiyatro hemen görünmediğinden dolayı giriş kısmının tabelasını kolaylıkla es geçebilirsiniz. Nitekim, bizim için de öyle oldu. Bu girişi görmeden aşağılara inmişiz. Oraları gezip, epeyi bir sorup soruşturduktan sonra, tekrar geri dönüp gezebildik.
Siracusa’nın Grek Tiyatrosu, özellikle aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında, çok etkileyici. 15.000 kişilik oturma kapasitesi ile Sicilya’da günümüze kadar en iyi korunabilmiş antik tiyatro olduğu belirtiliyor. M.Ö. 5. yüzyılda, mimar Damocopos tarafından yapılmış. İzleyen yüzyıllarda üzerinde çok değişiklik yapılmış. Bunların arasında en temel değişim, M.Ö. 3. yüzyılda, Romalılar döneminde olmuş. Antik Yunanlılar bu tiyatroyu Sophocles, Euripides ve Aeschylus gibi antik tiyatro ustalarının eserlerinin sergilenmesi için kullanırken, Romalılar yapıyı bir gladyatör karşılaşmaları arenasına çevirmişler. Günümüzde tiyatroda antik Yunan eserleri sahneleniyor.
Tiyatrodan aşağıya doğru inen yolu izlediğiniz zaman Latomia del Paradiso olarak adlandırılan bölüme ineceksiniz. Latomia Yunanca taş ve kesmek kelimelerinden geliyor. Yani burası bir taş ocağı. Antik kentleri gezerken yapımlarında kullanılan taşların nasıl ve nereden getirildiği konusunu çok az düşünürüz. Siracusa’daki antik anıtlar buradaki kireçtaşı ocaklarından çıkartılan taşlarla yapılmışlar. İnsan eliyle oyulmuş mağaralarda taşların nasıl kesilip çıkarıldığını açıkça görebiliyorsunuz. Burası aynı zamanda esirlerin tutulduğu bir açık hava cezaevi. Atina ile yapılan savaş sırasında burada binlerce esir tutulduğu söyleniyor. Tahmin edeceğiniz gibi, taş ocaklarında da bu esirler kullanılmış. Latomia’nın adına Paradiso (cennet) kelimesinin eklenme sebebi, daha sonra dikilen limon ve portakal ağaçları ile buranın hoş bir bahçe haline getirilmesinden dolayı. Siracusa’da benzer tarzda birkaç Latomia daha var.
Latomia bölümündeki Orecchio di Dionisio (Dionisius’un Kulağı) mağarası, antik kentteki en çok ilgi çeken ve ziyaret edilen yerlerden birisi. Ters bir kulak şekline benzetildiği için bu isimle anılıyor. İnanılmaz bir akustiği olan mağarada fısıltı bile duyuluyor. Söylenceye göre, büyük despot I. Dionisius mağaranın bu özelliğinden yararlanarak gizlice esirlerin konuşmalarını dinlermiş.
Latomia del Paradiso’daki diğer mağaralardan Grotta dei Cordari adını, buranın 1984 yılına kadar urgan ve ip üreticileri tarafından kullanılmış olmasından alıyor. Grotta del Salnitro‘nun adı ise, uzun yıllar mağaranın nemli duvarlarındaki mineral tuzlardan yararlanılarak yapılan salnitro (güherçile) üretiminden geliyor. Güherçile (potasyum nitrat), gübre, ilaç ve patlayıcı madde yapımında kullanılan bir madde.
Neapolis Arkeolojik Parkı’nı gezerken sizi bizim düştüğümüz, sıcakta pek de hoş olmayan, bir tuzaktan korumak isterim. Gezerken, karşımıza Arşimet’in Mezarı ibareli bir yön tabelası çıktı. Heyecan içinde tabelayı izlemeye başladık. Ancak, işaret edilen ve insana sıcakta sonsuz gibi gelen merdivenlerle ulaşılan tepeye tırmanmak giderek bir işkence haline gelmeye başladı. Yine de yılmadık. Büyük bilginin mezarını görmek için değer diye düşündük. Kan ter içinde yukarı çıktık. Bizi bir tabela karşıladı: “ARŞİMET’in MEZARI- Yanlış bir şekilde, ünlü bilim adamının mezarı olduğu düşünülen Roma dönemi mezarı“. Arkeolojik Park yönetiminden birileri ziyaretçilerle fena halde dalga geçiyordu anlaşılan! İşin kötü tarafı, etrafta o tırmanışı hak edecek başka görülecek pek bir şeyin de olmamasıydı. Dönüşte tekrar aşağı doğru inerken bir sürü insan, bizim kısa bir süre önce yaptığımız gibi, oflaya puflaya sıcakta yukarı çıkıyordu. Bir an onları uyarmayı düşündük. Sonra, “Neme lazım… Herkes gerçeği kendi keşfetsin ve kendi pişmanlığını kendi yaşasın”, dedik ve yolumuza devam ettik…
Arkeolojik Park’tan girdiğiniz kapıdan çıkıyorsunuz. Bu civarda, yürüme mesafesinde görülebilecek birkaç yer daha var. Bunlardan biri, Via Teacrito sokağının sol tarafına açılan Via San Giovanni alle Catacombe sokağının içindeki Basilica di San Giovanni. Siracusa’nın ilk katedrali olarak kabul edilen San Giovanni Bazilikası, ilk olarak M.S. 6. yüzyılda, Bizans döneminde, burada çok önceden var olan katakombların üzerine yapılmış. Söz konusu katakomblar M.S. 4. yüzyıldan kalma. Bu bölüm, sadece belli saatlerde yapılan rehberli turlarla gezilebiliyor. Yapılan bazilikanın altar kısmı tam olarak aşağıda bulunan Aziz Marciano‘nun kriptinin üzerine gelecek şekilde inşa edilmiş. Siracusa’nın ilk piskoposu olan Aziz Marciano, M.S. 254 yılında Romalılar tarafından kırbaçlanarak öldürülmüş. Şehrin Arapların elinde bulunduğu dönemde bazilika neredeyse tamamen yıkılmış. Sonraki Norman döneminde yeniden yapıldıysa da, 1693 depreminde çatısı çökmüş ve bir daha yapılmamış. Yapı bu döneme kadar katedral statüsünde imiş. Ancak, daha sonra bir piskopos atanmadığı için, bu özelliğini kaybetmiş.
Yakınlardaki bir diğer gezmeye değer yer, Museo Archeologico Regionale Paolo Orsi arkeoloji müzesi. Bizim gezmeye vakit bulamadığımız bu müzenin, Sicilya’daki en zengin koleksiyona sahip arkeolojik müze olduğu belirtiliyor. Müzenin karşısında göreceğiniz, biraz tuhaf görünümlü, modern kilise, 20. yüzyılda yapılmış bir Katolik kilisesi olan Madonna delle Lacrime Bazilikası. Kimi yorumlara göre bir göz yaşını simgeleyen yapı, kimileri tarafından ise, ters çevrilmiş bir dondurma külahına benzetiliyor. 1966 yılında başlanıp, 1994 yılında tamamlanan bazilikanın yapımı, 29 Ağustos-1 Eylül 1953 tarihinde yaşandığı iddia edilen bir mucizeye dayanıyor. Buna göre, söz konusu tarihler arasında altarda görülen Meryem Ana ikonunun gözlerinden gerçek göz yaşları dökülmüş. O tarihte evli bir çiftin evinde bulunan ikonanın “ağlaması” büyük olay olmuş. Uzun incelemelerden sonra, göz yaşlarının “gerçek oldukları” Papa tarafından ilan edilmiş ve ikona için bir kilise yapılmasına karar verilmiş. Ancak, kilisenin bulunduğu alanın altında arkeolojik eserler olduğu tespit edildiği için, yapım aşamasında büyük protestolar ve tartışmalar yaşanmış. Günümüzde kutsal mabed olarak kabul edilen bazilikaya her yıl, rahatsızlıklarından kurtulmak için buraya gelerek dua eden, binlerce hacı akın ediyormuş.
Ana karadaki bu gezmeden sonra tekrar şehrin en eski bölgesi olan Ortigia Adası’na geri döndük. Burası aynı zamanda bence şehrin en güzel tarafı. Ortigia’yı gezmeye Apollo Tapınağı‘ndan başlamak iyi bir fikir. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan tapınak, Sicilya’daki en eski Dorik tarzda yapılmış anıt kabul ediliyor. Tapınağın bir diğer önemi de, mimari olarak Sicilya’da tapınakların yapımında kullanılan malzemenin değişmesi açısından bir dönüm noktası olması. Önceden tapınaklar tahtadan yapılıyorken, belirtildiğine göre, ilk olarak Siracusa’daki Apollo Tapınağı ile birlikte bu tür yapılar taştan yapılmaya başlanmış. Tapınakta yüzyıllar boyunca çeşitli değişiklikler yapılmış. Geç Roma döneminde paganlara yapılan baskılar çerçevesinde önce kapatılmış. Daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Arapların döneminde camiye ve son olarak Normanların döneminde bir bazilikaya dönüştürülmüş. 1537 yılında, Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı Şarlken (V. Charles veya V. Karl) tarafından Sicilya’nın tahkimi için yapılacak yeni sur ve kalelerde kullanılmak üzere, taş ocağı haline getirtilmiş. Tapınağın taşları yoğun inşaat faaliyetleri için talan edilmiş. Ortigia Adası’nın çevresindeki surların yapımında kullanılmışlar. 1562 yılında tapınağın bir bölümü, çevredeki başka binalarla birlikte, yakınındaki İspanyol askeri kışlasının içine katılmış. Bazı bölümlerinin üstüne ise, evler yapılmış. 1890 yılında Apollo Tapınağı bir anlamda yeniden keşfedilmiş. 20. yüzyılın başlarında arkeolog Paolo Orsi‘nin çabaları sonucu üstündeki binalar boşaltılıp, kaldırılarak günümüzde gördüğümüz haliyle ortaya çıkarılmış.
Apollo Tapınağı’nın bulunduğu meydandan ayrılıp, şık dükkanların bulunduğu Corso Giacomo Matteotti caddesi boyunca yürürseniz, bir başka ünlü meydana varıyorsunuz. Barok dönemi binalarla çevrili ve ortasında yuvarlak bir çeşme bulunan bu meydanın adı, Piazza Archimede. Yani Arşimet Meydanı. Bu meydan Apollo Tapınağı ile Siracusa Katedrali (Duomo) arasındaki mesafenin hemen hemen ortasında yer alıyor. Diana Çeşmesi olarak bilinen ortadaki çeşme, 1907 yılında heykeltıraş Giulio Moschetti tarafından yapılmış. Eser, su perisi Aretusa‘nın, ona aşık olan nehir tanrısı Alpheus tarafından kovalanmasını ve ortadaki yükseltide heykeli bulunan tanrıça Diana’nın (Yunan mitolojisinde Artemis) periyi korumak için onu bir su kaynağına çevirmesini konu ediniyor. Aretusa isimli su perisi antik Grek dünyasında yeryüzündeki sadece iki su kaynağı ile bu şekilde ilişkilendirilmiş. Bunlardan biri, daha sonra göreceğimiz, Siracusa’daki Ortigia Adası’nda bulunan kaynakmış. Diğerinin ise, Yunanistandaki Elis şehrindeki bir kaynak olduğu söyleniyor. Piazza Archimede’de bulunan Cafe Archimede Diana Çeşmesini incelemek, dinlenmek, bir şeyler içmek ve gelen geçeni seyretmek için iyi bir yer.
Yazımın başında Siracusa’yı ve özellikle buradaki Ortigia Adası’nı ne kadar sevdiğimi belirtmiştim. Taormina ile birlikte, Sicilya’da en beğendiğim iki yerleşim yerinden birisi oldu Siracusa’nın Ortigia bölgesi. Engebesiz, yayvan bir alanda, çok hoş ve huzur verici bir yer. Yazın çok sakin olmayabilir ama o zaman bile kalabalığın insanın içini sıkmayacağını düşünüyorum. Ortigia’da beni gerek gece gerekse gündüz büyüleyen yer Duomo ve onun bulunduğu meydan, Piazza del Duomo oldu. İlk olarak hava karardıktan sonra gördüğüm bu meydanı daha sonra, gündüz görünce de çok sevdim. Meydanın en güzel köşesinde bulunan Siracusa Katedrali (Duomo di Siracusa) ve meydanı çevreleyen, aralarında Belediye Sarayı’nın da bulunduğu, saraylar Noto’daki binalarda kullanılan taşlardan daha beyaz bir kireç taşı ile yapılmışlar. Etrafındaki yüksek duvarlara rağmen görülebilen Başpiskoposluk Sarayı’nın bahçesindeki limon ağaçlarının görüntüsü de ayrı güzel. Gündüz güneş ışıkları altında pırıl pırıl görünen meydan gece ise, yapılan kısık ve yumuşak tonda aydınlatma ile müthiş etkileyici, adeta büyüleyici bir havaya bürünüyor. Arşimet Meydanı’ndan buraya gelmek için Via Roma‘yı izlemeniz yeterli. 250 metre kadar sonra katedrale ulaşıyorsunuz.
İtalya’nın herhangi bir bölgesinde ya da Sicilya’da, birçok yerleşim yerini kapsayan bir geziye çıktıysanız, bir süre sonra katedral ve kilise gezmekten sıkılabilirsiniz. Her şehrin illaki bir Duomo’su ya da herhangi bir nedenle ünlü olmuş bir, bazen birden fazla kilisesi vardır. Bir süre sonra,
– Aman, yeter artık, diyebilir ve gezmekten vazgeçebilirsiniz.
Bunu anlayışla karşılayabilirim. Ancak, benim size önerim, Siracusa Katedrali’ni es geçmemeniz… Açıklayayım. Siracusa’daki katedral sadece o çok güzel Barok ön cephesi için değil, bütünleştiği Grek döneminden kalma Athena Tapınağı nedeniyle de çok özel bir yapı. Yukarıda sözünü ettiğim Apollo Tapınağı’na yapıldığı gibi, pagan tapınakların sonradan kiliseye dönüştürüldüğünü çok görmüş ya da okumuşuzdur. Ülkemizde, Yunanistan’da ya da İtalya’da böyle pek çok yer var. Ama genelde buralarda, işlevi değiştirilen yapıdan ya çok az ya da hiç belirgin bir iz olmaz. Çoğunlukla, eski yapının temelinin üzerine, kalan taşlar kullanılarak, bambaşka bir yapı inşa edilmiştir. Bu durumda, eski halini gözümüzün önüne getirmek çok da kolay olmaz. Siracusa Katedrali’nin kanımca en etkileyici ve güzel yanı, o koca antik tapınağın yüzyıllar sonra yapılan Hristiyan ibadet yerinin mimarisi ile son derece estetik bir şekilde bütünleştirilmiş olması. Öyle ki, gerek dışarıdan gerekse içeriden tapınağın o heybetli sütunlarını belirgin bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu unutamayacağım bir deneyim oldu benim için.
Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış. Bazı kaynaklara göre, M.Ö. 480 yılında, Himera Savaşı‘nda Kartacalılara karşı kazanılan zaferin şerefine, Siracusa despotu Gelone tarafından yaptırılmış. Tapınak M.S. 6. yüzyılda Bizanslılar tarafından kiliseye dönüştürülmüş ve Meryem Ana’ya adanmış. Bizanslılar bunu yaparken, tapınağın sütunlarının aralarını doldurmuşlar. Bu sayede, Athena Tapınağı da bir anlamda ayakta kalmış. 7. yüzyılda başına bir piskopos gelmesi ile birlikte katedral statüsü kazanmış. 9. yüzyılda gelen Arap yönetimi sırasında yapı cami olarak kullanıldıktan sonra, 12. yüzyılda Normanlar ile birlikte tekrar kiliseye dönüşmüş. 15. yüzyılda renkli mermer kullanılarak kilisenin tabanı yeniden yapılmış. Tüm bu yönetim değişiklikleri sırasında, her yeni gelen yapıya yeni şeyler katmış. 1693 yılında yaşanan büyük deprem sırasında, daha önce Normanların yaptığı ön cephe ve çan kulesi yıkılmış. Çan kulesi bir daha hiç yapılmamış ama, katedralin ön cephesi mimar Andrea Palma tarafından Barok tarzda yeniden yapılmış.
Duomo’ya ilk olarak akşam saatlerinde gitmiştik. Katedral ziyarete kapanmıştı. Bilet gişesi de o nedenle açık değildi. Kapıdaki yazıda, katedralin akşam ayini için açık olduğu yazıyordu. Biz de içeri girdik. Katedralin büyük bölümü karanlıktaydı. Görünürdeki bölümler çok sınırlıydı. Doğrusu buna bir anlam veremedim. Bir başka gün içeri bilet alarak girdiğimiz zaman, bunun nedeni ortaya çıktı. Bu kez, katedralin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Biletli ziyaret saatlerinin dışında, katedralin görülecek yerleri aydınlatılmıyordu.
Katedralin içi, aslında oldukça sade. Bir tane ana nef, onun her iki yanında da iki tane yan nef var. Bu iki yan nef ana neften, Bizanslılar tarafından yapılmış bir dizi sütun ve kemer ile ayrılmış. Ana nefte bulunan süslü Barok altar 17. yüzyılda yapılmış. Sağ taraftaki koridorda bir dizi şapel var. Bunlardan ilkinde bulunan vaftiz kurnasının çanak kısmı aslen Grek dönemine ait. Üzerlerine oturtulan bronz aslanlar ise Normanlardan kalmış. İkinci şapel, Romalılar tarafından öldürülen, Siracusa’nın koruyucu Azizesi, Santa Lucia’ya ithaf edilmiş. Burada, Santa Lucia’nın sol koluna ait olduğu iddia edilen bir kemik de sergileniyor. Sol taraftaki nefin sonunda, Bizanslılardan günümüze kalmış tek orijinal apsis var. Buradaki Madonna heykeli (Madonna della Neve- Karın Meryem Anası), 1512 yılında Antonello Gagini (1478-1536) tarafından yapılmış. Bu tarafta, sol duvar boyunca Grek tapınağının orijinal sütunlarını belirgin bir şekilde görebilirsiniz.
Duomo meydanının güney köşesinde, Başpiskoposluk Sarayı’na bitişik olan Santa Lucia alla Badia Kilisesi, ilk olarak 15. yüzyılda yapılmış. Benzer birçok yapı gibi 1693 depreminde yıkılınca, 1695-1703 yılları arasında, şimdi gördüğümüz kilise yapılmış. Bu kiliseye gitme nedenimiz, Caravaggio olarak bilinen, Michelangelo Merisi‘nin Azize Lucia’nın Gömülmesi (1608) adlı tablosunu görmekti. Güzel, Barok özellikleri taşıyan kiliseyi gezdik. Burası tek nefli, 18. yüzyılda yapılmış stucco süslemeleri (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) olan bir kilise. Tavanda, Marcello Vieri tarafından yapılmış olan freskde şehrin koruyucu Azizesi olan Santa Lucia’nın Siracusa’yı kıtlıktan koruması resmedilmiş. Altar’da, 1579 yılında Deodato Guinaccia tarafından yapılan Azize Lucia’nın Şehadete Götürülmesi tablosu asılı. Altarı kaplayan gümüş antependium (altara örtülen örtü veya metalden yapılmış kaplama), 1726 yılında Messinalı gümüş ustası Francesco Turco tarafından yapılmış. Kilisenin ayrıca çok güzel yer karoları var.
Kiliseyi gezdik ama Caravaggio’nun tablosunu göremedik. Kilisenin içinde, bir dizüstü bilgisayarın başındaki görevliye tablonun nerede olduğunu sordum. Adam, Sicilya’da karşılaştığım en antipatik insandı diyebilirim. Burnundan, tenezzül ediyormuş edası ile, tablonun iki seneden beri orada olmadığını, Ortigia’nın dışında olduğunu söyledi. Lütfedip, yerin adını da söylemedi. Kiliseden çıkarken baktığımız krokiden tablonun kopyasının kilisenin girişindeki ufak bir salonda olduğunu öğrendik ve oraya yöneldik. Adam o kadarcık bir bilgi verme lüzumunu bile görmemişti. Tablonun kopyası bile pek güzeldi. Aslı kim bilir nasıldır…
Daha sonra, merak edip araştırdım ve belki de görevlinin niye o kadar sevimsiz davranmış olabileceğini anladım. Caravaggio’nun o tablosu esasen, sanatçıya zamanında eseri sipariş de eden, Borgato semtindeki Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası‘na aitmiş. 2009 yılında bazilika restorasyona girince, geçici olarak buraya getirilmiş. Bu arada, tablo nedeniyle Santa Lucia alla Badia Kilisesi ziyaretçi akınına uğramaya başlamış. Günde 3000 kişinin tabloyu görmeye geldiği zamanlar olmuş. Bu nedenle, Caravaggio’nun tablosu için Borgato’daki ve Ortigia’daki, ikisi de Santa Lucia’ya adanmış, ibadethane arasında bir savaş başlamış. Birisi eseri geri alabilmek, diğeri de geri vermemek için büyük bir tartışma başlatmışlar. Televizyon kanallarında her iki tarafı destekleyen uzmanlar günlerce görüşlerini belirtmişler. Kimi, uygun olmayan rutubet koşullarından kimi tablonun Ortigia’da daha görünür olacağından dem vurmuşlar. Sonunda, kazanan taraf tablonun asıl sahibi olan Santa Lucia al Sepolcro Bazilikası olmuş. Restorasyon bitince, 2020 yılında, eser yuvasına dönmüş. Santa Lucia alla Badia Kilisesi’ndeki görevlinin suratsızlığının altında hala unutamadıkları bu yenilgi olabilir diye düşünüyorum….
Siracusa’nın bir diğer ilginç noktası, bir tatlı su kaynağı olan Fonte Aretusa. Yukarıda, Piazza Archimede’deki çeşmeden söz ederken, su perisi Aretusa’dan ve Tanrıça Diana’nın (Artemis) onu nehir tanrısı Alpheius’un elinden kurtarmak için nasıl bir su kaynağına dönüştürdüğünden bahsetmiştim. İşte, Sicilya’daki Greklere göre, o kaynak Fonte Aretusa. Bir havuz haline getirilmiş kaynağın bir özelliği de, içinde yabani papirüs bitkilerinin yetişiyor olması. Siracusalılar, Nil nehrinin çevresinin dışında dünyada papirüsün bir tek Siracusa’da bu kadar bol yetiştiğini savunuyorlar. Uzmanlar papirüsün Mısır’dan mı geldiğini, yoksa Siracusa’nın doğal bir bitkisi mi olduğunu hala tartışıyorlarmış. Ancak, Siracusalı despot II. Gerone ve Firavun Ptolemy Philadelphus arasındaki ilişki nedeniyle, bu değerli bitkinin firavun tarafından adaya hediye olarak gönderildiği fikri ağır basmaktaymış. Siracusa’da yabani papirüs, Fonte Aretusa’nın dışında, Ciane nehrinin kıyılarında bol miktarda yetişiyormuş. Biz nehir kıyısına gitmedik ama, şehir içindeki bu su kaynağı sayesinde ben de hayatımda ilk olarak papirüs bitkisini gördüm. Bana, eskiden Bodrum Kalesi’nin dibindeki deniz kıyısında gördüğümüz, benim de bir aralar evde yetiştirdiğim Japon Şemsiyesi adlı bitkiyi andırdı. Ama, ondan biraz daha uçuşkan ve püsküllü idi. Siracusa’da bir de fırsat bulunursa gezilebilecek Papirüs Müzesi var.
Ortigia Adası’nın en uç kısmında, 1232-1240 yılları arasında Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı II. Frederick tarafından yaptırılmış bir kale, Castello Maniace var. İlk başta bir kraliyet sarayı olarak da kullanılan kale, sonraki yüzyıllarda giderek sadece askeri bir nitelik almış ve 1970 yılına kadar bu amaç için kullanılmış. Buradan güzel bir manzara var. Ayrıca, kaleye doğru giden sokakları da görmek ilginç. Adanın bu tarafında farklı bir hava var. Bazı sokaklar, dışları Barok tarzda süslemelerle bezeli saraylar, küçük dükkanlar çok hoş. Ortigia’nın merkezinde daha “turistik” ürünler satan dükkanlar var. Oysa, buradaki dükkanlar daha özel ürünler satan, butik dükkanlar. Bunlar arasında alış veriş yaptığımız bir tanesindeki seramik ürünler özellikle çok güzeldi.
Kaleden, deniz kenarındaki Lungomare Alfeo boyunca kuzeye doğru yürüyüp, Fonte Aretusa’nın yanından geçtikten sonra, ağaçlık bir yürüyüş yolu olan Foro Italico‘ya varıyorsunuz. Sıcak havada insana ilaç gibi gelen bu yol sizi Porta Marina‘ya götürüyor. Bizim otelden de görünen bu tarihi kapı, 15. yüzyılda İspanyollar tarafından adayı çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış.
Siracusa’da üç gece kaldık. Burada kaldığımız sırada, bir önceki yazımda anlattığım Val di Noto’ya ve bir sonraki yazımın konusu olan Villa Romana del Casale‘ye de gittik. (Romalı bikinili kızları görmeden Sicilya’dan ayrılmak olmazdı). Buna rağmen Siracusa’yı da gezebildik. Tarihi şehir küçük olduğu için, özellikle Ortigia Adası’nda görülecek yerler birbirine çok yakın. Görmek istediğim yerler arasında Galeria Regionale de vardı. Özellikle, burada sergilenen Antonello da Messina‘nın (1430-1479) Annunciazione tablosu aklımdaydı ama, vaktimiz yetmedi. Da Messina’nın Cefalù ve Messina‘da gördüğümüz eserleri ile yetinmeye karar verdik.
Siracusa gastronomik açıdan da çok memnun kaldığımız bir şehir oldu. İlk akşam yemek yediğimiz daha mütevazi restoranda da, sonraki iki akşam gittiğimiz daha pahalı restoranlarda da yediklerimiz çok lezzetliydi. Duomo Meydanı’nda, katedralin karşısında bulunan ve bir Michelin restoranı olan Regina Lucia, gerek ambiyans gerekse mutfak olarak çok güzeldi. Restoranın mutfağı, Michelin’in sitesinde “modern” olarak tanımlanmış. Başımızdan kötü bir deneyim geçtiği için biz aslında genel olarak benzer şekilde tanımlanmış Michelin restoranlarından uzak dururuz. O nedenle, eğer önceden yer ayırtmayı düşünseydim, bu ibareyi görünce büyük olasılıkla vazgeçerdim. Daha önce gittiğimiz hemen hemen tüm restoranlara bir ay öncesinden yer ayırtmıştım ama, Siracusa’da yemek işlerini biraz oluruna bırakmaya karar vermiştik. Dolayısı ile, Regina Lucia gözümüze iyi göründüğü için oturmaya karar verdiğimiz bir yer oldu. Şansımıza, gittiğimiz zaman yer de vardı. Pişman olmadık neyse ki. Başlangıç olarak üzeri siyah trüf mantarlı ve peynir soslu çıtır yumurta yedik. Ben, ana yemek olarak zeytinyağında emülsifiye edilmiş (her ne demek ise) mezgit balığı ve ıspanak, tatlı olarak bitter Modica çikolatası dondurması ile badem parfe yedim. Eşim, ana yemek olarak şam fıstığı ile kaplanmış levrek ve Matalotte patatesleri, tatlı olarak ise şam fıstığı bisküvisi ve reduction tekniği ile hazırlanmış (alkolü buharlaştırılarak uçurulmuş) Nero d’Avola şarap sosu ile kaplı bitter çikolata dondurması yedi. Şarap olarak, Pietranera DOC 2021 içtik. Son gece, yine Duomo Meydanı’nda, bir başka restorana gittik. Burası, La Volpe e l’Uva idi. Adını, Ezop’un Tilki ve Üzümler öyküsünden almış. Her türlü pizza ve salata olan bu restoranda deniz ürünleri ve et de var. Yediklerimden aklımda kalanlar, patlıcan yatağında tuna balığı ve kalamar. Lezzetli idi ama bir önceki gece yediklerimiz kadar alengirli ve gurme değildi. Yemekte Duca di Salaparuta şaraphanesinin %100 Nero d’Avola üzümünden yapılmış Passo delle Mule DOC 2020 şarabını içtik.