Kızıl Şehir Bologna

2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesinde yaptığımız gezinin son durağı Bologna idi. Gezinin başlangıç noktası da burasıydı aslında. Uçak ile Bologna’ya uçmuştuk ama, şehre hiç girmeden, havaalanında araba kiralayıp Modena’ya gitmiştik. Bologna’yı en sona bırakmıştık. Son yıllarda yaptığımız gezilerde yaşadığımız havaalanına yetişme maceraları rotamızı bu şekilde çizmemizde birincil etken olmuştu.

Bologna’ya gelirken, yol boyunca, Ravenna’da o sabah gezdiğimiz Sant’Apollinare in Classe bazilikasının göz kamaştırıcı mozaikleri capcanlı bir şekilde belleğimde bana eşlik etti. Böylesi bir güzelliğin yok olmanın eşiğinden dönmüş olması her aklıma geldiğinde ürperdim.

Bologna’ya akşam üzeri, saat dört buçuk civarında vardık. Doğruca, otelimiz Hotel Royal Carlton’a gidip, yerleştik. Otel binası dışardan, hardal rengi sarısı boyalı, oldukça iddiasız bir yapıydı. İçerisi ise, başarılı bir şekilde, on dokuzuncu yüzyıl tarzında döşenmişti. İnsanı hemen sarıp, sarmalayan bir havası vardı. Niyetimiz akşam yemeğine kadar dinlenmekti. Günler geçtikçe üzerimize düşen yorgunluk, gezinin sonuna doğru artık bizi zorlamaya başlamıştı.

Bologna, 2016 yılı verilerine göre 400.000’nin biraz altında nüfusu ile, Emilia-Romagna bölgesinin baş şehri. Zaten, geniş caddeleri ve büyük yapıları ile, gezi boyunca gittiğimiz her yerden daha büyük bir şehir olduğu hemen anlaşılıyordu. Kırmızı ya da sarı boyalı evleri, tuğladan yapılma görkemli binaları, kuleleri ve nerdeyse tüm binaların önündeki üstü kapalı ve sütunlu kaldırımları (portico) ile kendine has bir havası vardı. Başka şehirlerde kısmi olarak yapılmış portico’lar görmüş olsam da, Bologna gibi neredeyse şehrin tamamının üstü kapalı kaldırımlı olduğu bir başka yer görmemiştim. Gerçekten de Bologna, toplam uzunluğu yaklaşık 40 kilometre olan portico’ları ile bu konuda dünyada tekmiş. Söz konusu kaldırımlar, estetik olmanın yanında, bir o kadar kullanışlılar. İnsanın, yazın sıcaktan, kışın yağmur ve kardan etkilenmeden neredeyse tüm şehri gezmesi mümkün. Portico’lar, Orta Çağ’dan itibaren yapılmaya başlanmışlar. 1288 yılına gelindiğinde, şehir yönetimi bu konuda bir standart da getirmiş. Örneğin, gerektiğinde atlıların da rahatça gezinebilmeleri için asgari yükseklik (yaklaşık 2,7 metre) şartı konmuş.

Bologna şehrinin tarih boyunca sahip olduğu çeşitli lakaplardan birisi La Rossa olmuş. Yani, kırmızı ya da kızıl. Bu lakap sadece şehrin kırmızı tuğladan yapılmış, Orta Çağdan kalma binalarından dolayı verilmemiş. Bologna aynı zamanda, tarihsel olarak İtalyan komünist geleneğinin güçlü olduğu bir kent. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, İtalya’da Nazilere karşı en güçlü direniş ve partizan mücadelesi, Bologna ile birlikte, tüm Emilia-Romagna bölgesinde yapılmış. Gittiğimiz tüm şehirlerde bu mücadeleye katılanların isim ve fotoğraflarının yer aldığı anıtlara veya köşelere rastladık. Komünist partinin (PCI) 1991 yılında dağılmasından sonra da sol entelektüeller şehirde bu muhalif damarı canlı tutmuşlar.

Bologna’ya gelişimiz bir Cumartesi gününe rastlamıştı. Akşam yemeğine giderken sokaklar inanılmaz kalabalıktı. Ayrıca, en basit büfesinden daha yerleşik ve köklü lokantalarına kadar tüm yeme içme yerleri kaldırımlara masalar koymuştu. Bazı sokaklar trafiğe bile kapatılmış, masalar yollara yayılmıştı. Sanki oturacak tek bir sandalye yoktu. Her yer tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta, eski şehir merkezinin planını hiç anlayamadım . Her şey çok karışık geldi bana. Anca ertesi gün, bu kalabalıktan eser kalmayınca, yürüdüğümüz yerlerin konumu kafamda tam olarak şekillendi.

Bir de, kalabalığın yaş ortalaması dikkatimi çekti. Bu gezide gittiğimiz her yerden daha çok genç insan vardı etrafta. Diğer gittiğimiz şehirlerde de üniversiteler vardı ama, sokaklarda bu kadar çok genç insan görmemiştik. Bologna Üniversitesi, bölgenin en eski, köklü ve kalabalık üniversitesi. 1088 yılında kurulmuş. Batı Avrupa’nın en eski birkaç üniversitesinden biri ve çeşitli yerleşkelere dağılmış olarak, 79.000 civarında öğrencisi var.

Google Maps’in yardımıyla insan ve masa-sandalye kalabalığının arasından yolumuzu bulmaya çalıştık. Giderken biraz da endişelendim doğrusu çünkü, gitmeye niyet ettiğimiz restoranda yer ayırtmamıştık. Drogheria della Rosa hem internette kendi yaptığım araştırmalarda dikkatimi çekmişti hem de güvendiğim bir arkadaşım, oğlunun deneyimine dayanarak, önermişti.

Drogheria della Rosa

Drogheria della Rosa, diğer restoranlar gibi, önündeki portico’ya da masalar çıkarmıştı. Buna karşın, restoranın konumu, içinden geçtiğimiz hengameye göre, şehrin daha sakin bir noktasındaydı. Dışardaki tüm masalar boştu. Masaların düzeniyle ilgilenen ve çok da sempatik görünmeyen genç kıza iki kişilik bir masa rica ettiğimizi söyledim. Dışarda, iki küçük masanın dışında yerlerinin olmadığını, tüm masaların rezerve edildiğini söyledi. Daha uygun olduğunu düşündüğümüz bir tanesini seçtik ve oturduk. Birkaç dakika sonra, diğer masalar yavaş yavaş dolmaya başladı. Bu arada, oldukça kısa boylu bir adamın içerden çıkıp, masaları dolaşmaya başladığını fark ettim. Belli ki, restoranın sahibi idi. Her masada en az bir iki dakika duruyor, sohbet ediyor, “Hoş geldiniz”, diyordu. Bazı masalarda daha çok vakit geçiriyordu. Ya eşi dostu ya da buranın müdavimi olmalıydılar. Derken, sıra bizim masaya geldi…

Drogheria della Rosa’nın Sahibi Emanuele Addone

Ona, yabancı olduğumuzu söyledim.

– Ahh ! Bu hiç önemli değil, dedi gülerek. Çok sempatikti.

– Ben de burada yabancıyım. Aslen Matera’lıyım, dedi.

Demek ki, güneyden, Basilicata bölgesinden kuzeye göç edenlerdendi. Matera… 2016 yılında Puglia bölgesine yaptığımız gezide kaldığımız gizemli ve ilginç şehir… Kapadokya’ya ne kadar benziyordu. Orası hakkında da yazmalıyım diye geçirdim aklımdan. O ise, devam etti,

– Büyükbabam da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir yabancı gibi buralara gelmiş ve düşmanla çarpışmış. Daha sonra babam da Almanya’ya yabancı işçi olarak çalışmaya gitmiş. Hepimiz zaten bir yerlere yabancıyız. Hiç önemli değil yabancı olmanız…

Bu girişten sonra, bizim nereden geldiğimizi sordu. Ben, İstanbul dedikten sonra olanlar oldu… Gözleri parladı. Henüz müşterilerin gelmediği arka masadan bir sandalye çekip, yanımıza oturdu. Bu noktadan sonra, konuşmasına İngilizce olarak devam etti.

Emanuele Addone’nin gösterdiği tepkiye alışkın olmamız gerekirdi aslında. Bugüne kadar yurtdışında hangi ülkeye gittiysem ve İstanbul’dan geldiğimi söylediysem, benzer bir tepki ile karşılaştım. Konuştuğum kişiler İstanbul’u görmüş olsunlar ya da olmasınlar, aynı hayranlık ve hayret ifadesi… Daha birkaç gün önce de, San Marino’da Torre Guaita’yı gezerken, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenen görevliler dakikalarca birbirlerine, “İstanbul’dan geliyorlarmış, İstanbul’dan geliyorlarmış”, dememişler miydi ? Bu hiç şaşmadı şimdiye kadar. Aynı tepkiyi Türkiye’den geliyorum deyince gördüğümü söyleyemem. İşte ben de, İstanbul’un “marka değerinin” daha yüksek olduğunu keşfettiğimden beri, daima İstanbul’dan geldiğimizi söylüyorum…

Henüz hayatında İstanbul’a gelmemiş olan Emanuele’nin tepkisinde bir başka hayranlık daha vardı. O da, İstanbul hayranlığının üstünde, gerçek bir Atatürk aşığı olmasıydı… Atatürk hakkında bildiklerini anlatırken, tarihte onun gibisi olmadığını tekrarlarken, heyecanı da gittikçe artıyordu. Bir ara bana,

– Ah, o ne büyük adammış… Siz Türk kadınları ne kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız? Onun sayesinde siz, Fransız kadınlarından da, İtalyan kadınlarından da daha önce seçme seçilme hakkına sahip oldunuz, dedi.

Türkiye’de kadınlar ilk olarak 1930’da belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandılar. Daha sonra, 1933’te köylerde muhtarlık ve köy heyetine seçme ve seçilme hakkına sahip oldular. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı ise, 1934 yılında verildi. Yani, Fransa’dan on yıl, İtalya’dan on bir yıl önce…

Emanuele, vitrininin ortasında boş duran bir yeri göstererek, burada çok güzel bir Atatürk resminin durduğunu ama, yakın zamanda çalındığını söyledi. Belli ki, çok üzülmüştü. Söz verdiğim üzere, döndükten sonra kendisine Noel hediyesi olarak güzel bir Atatürk fotoğrafı gönderdim. Yine, aynı vitrinde asılı duran Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe atkılarının arasına koysun diye… Dilerim, sağlam olarak eline geçmiş, üzüntüsü hafiflemiştir.

Emanuele’nin Boş Kalan Vitrini

Drogheria della Rosa’da yediğimiz yemekler, bu gezi boyunca yediğimiz en iyi yemeklerdi diyebilirim. Bir kere burada standart bir menü yok. Emanuele masaları tek tek geziyor ve size o akşam ne vereceğini söylüyor. Her tabak için iki, bilemediniz üç seçenek oluyor. Biz, başlangıç olarak lasagna ve kabak çiçeği soslu tortellini yedik. Enfesti. İkinci tabak olarak yediğim osso buco sanırım şimdiye kadar yediğim en yumuşak osso buco idi. Ağızda dağılıyordu. Yanındaki sebzeleri ile birlikte muhteşemdi. Mascarpone peyniri ile yapılmış tatlı da aynı şekilde, çok lezizdi.

Emanuele gece boyunca, tüm masalara yaptığı gibi, bizim masaya geldi gitti. Esprileri ve ufak iltifatları ile bizi neşelendirdi. Bir keresinde elimi öptü. Ayrılırken kırmızı bir gül verdi. Ne de olsa, restoranın adında gül vardı! Bir de yanağını uzattı, öpmem için. Ben, “Türk usulü iki yanaktan öpülür,” deyince fırsatı kaçırmadı ve “İtalya’da ise böyle öpülür,” diyerek, her bir yanağımdan birkaç kere öptü…

Bologna, zengin ve leziz mutfağı ile köklü bir yemek kültürü olan bir şehir. Bu nedenle, tarihte lakaplarından biri de La Grassa (şişman) olmuş. Yediğimiz çeşitli yemekler bu şöhreti haksız çıkarmadı. Bir sonraki akşam gittiğimiz Diana isimli restorandan da çok memnun kaldık. Bu kez risk almadık ve önceden yer ayırttık. Normal şnitzelin üstüne domuz pastırması ve peynir konarak hazırlanmış Cotoletto Bolognese ve yine Bologna’ya özgü, içinde pirinç ve badem olan tart, Torta di Riso nefisti.

Bologna usulü yemeklerden söz etmişken, Bolognese Sosu’na ve Spaghetti Bolognese’ye değinmeden edemeyeceğim. Eğer Bologna’ya gidip, Spaghetti Bolognese ararsanız, bu boşuna bir uğraş olacaktır. Geleneklere bağlı restoranların hiç birinde bu isimde bir tabak göremeyeceksiniz. Belki turistlerin suyuna giden bazı turistik işletmelerde olabilir. Öncelikle, yavaş ateşte pişen ve içinde kıyma, soğan, havuç, domuz pastırması, süt ve şarap olan sosa burada (ve tüm Emilia-Romagna bölgesinde) Ragu deniyor. İkincisi, bu bölgede spaghetti değil, kurdele benzeri, daha yassı ve geniş olan tagliatelle kullanılıyor. Dolayısı ile, Bologna’nın yerel yemeği olarak peşine düşmeniz gereken Tagliatelle al Ragu olmalı. Geleneksel Bologna yemeği olmadığı halde tüm dünyaya, yanlış bir şekilde, Spaghetti Bolognese’nin yayılmasına, İkinci Dünya Savaşında Emilia-Romagna bölgesinde savaştıktan sonra ülkelerine geri dönen Britanyalı ve Amerikalı askerlerin sebep olduğu düşünülüyor. Buna göre, evlerine döndüklerinde, tadı damaklarında kalan bu sosu, akıllarında kaldığı kadarı ile anlatıyorlar. Ancak ortaya, kıymalı olsa da, domates sosu ağır basan bir sos çıkıyor. Ülkelerinde tagliatelle olmadığı için de, onun yerine spaghetti kullanılıyor ve dünyaya Spaghetti Bolognese olarak yayılıyor.

Ertesi gün hava kapalı ve ilk başta yağmurluydu ama, biz sokağa çıktığımızda durmuştu. Şans eseri, gün boyu da yağmura yakalanmadık. Gerçi insan, Ekim ayında Avrupa’ya yolculuk yapıyorsa, her türlü havada gezmeye kendini hazırlamalı.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Sokaklarda Pazar günlerine özgü bir tenhalık ve rehavet vardı. Bir gece öncesinin kalabalığı ve keşmekeşinden eser yoktu. Trafiğe kapatılmış olan sokaklar temizlenmiş ve araba geçişine açılmıştı. Esasen, sokaklarda pek fazla İtalyan da yoktu. Sadece mecburen çalışan görevliler, polisler ve yerli halktan tek tük insan. Bir çekim merkeziymiş gibi Il Duomo’ya, yani Basilica di San Petronio’ya doğru giden kalabalık, bizim gibi yabancılardan oluşuyordu.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Bologna, tarihi çok eskiye giden bir şehir. Milattan önce 6. yüzyılda Etrüskler burada Felsina adını verdikleri bir şehir kurmuşlar. Coğrafi konumu nedeniyle, sonraki yüzyıllarda pek çok istila görmüş bir şehir aynı zamanda. Sırasıyla, Galyalılar, Romalılar, Vizigotlar, Hunlar, Gotlar ve Lombardiyalılar şehirde hüküm sürmüşler. 12. yüzyıla gelindiğinde, Bologna bağımsız bir şehir devleti olmuş. Bu dönemde, şehrin zengin aileleri kudretlerini göstermek ve bir iz bırakmak amacıyla, kuleler yaptırmaya başlamışlar. Bir zamanlar toplam 180 tane olan bu kulelerden günümüzde 15 tane kalmış. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Porta Ravegnana meydanındaki, birbirine doğru eğrilmiş iki kule. Bologna’nın sembolü sayılan Le Due Torri (İki Kule), neredeyse 900 yıldan beri ayakta. Daha uzun olan Torre degli Asinelli’nin yaklaşık 98 metre yüksekliği var. İsteyenler bu kuleye çıkabiliyorlar. Tahta bir merdivenle çıkıldığı söylenen kuleye çıkışın çok kolay olmadığı söyleniyor. Şu anda, olması gerekenden 1,3 metre eğik olan bu kuleyle ilgili üniversite öğrencileri bir de batıl inanç geliştirmişler. Rivayete göre, üniversite bölgesinde yer alan bu kuleye tırmanan öğrenciler, hiçbir zaman mezun olamıyorlarmış! İkinci ve daha kısa olan Torre Garisenda’ya ise çıkmak yasak çünkü, kule tehlikeli bir şekilde, normal dikey ekseninden 3,2 metre yamulmuş vaziyette. Her geziden geriye ufak tefek pişmanlıklar kalır. Keşke hiç gidip, vakit kaybetmeseydik diye düşünülen yerler ya da yapılamayan şeyler için hayıflanmalar… Bologna’da kaldığımız sürede yolumuz sık sık bu iki kuleye çıkmış olsa da, her nasılsa, ikisinin aynı kadrajda olduğu bir fotoğraf çekmemişiz.

Torre degli Asinelli

Bologna’nın kuleleri ile ilgili ilginç bir ayrıntı ise, ileri gelen aileler tarafından yaptırılan ve ailelerin adıyla anılan bu kulelere belli durumlarda kat çıkılması, belli durumlarda ise katların yıkılması. Ailenin ticari, politik veya askeri bir başarı elde etmesi durumunda kuleye kat çıkılırken, bir başarısızlık veya yenilgi durumunda bir kat yıkılıyormuş.

Dört yüzyıl kadar bağımsız bir devlet olan Bologna, 16. yüzyılda Papalığın eline geçiyor. 18. yüzyılın sonunda Napolyon ordularının işgaline uğruyor. Avrupa’da Napolyon rüzgarı durulduktan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçası oluyor. Nihayet, 1860 yılında, Garibaldi’nin önderliğinde kurulan birleşik İtalya’ya katılıyor.

“Bologna Tarihi Müzesi” (Museo della Storia di Bologna), şehrin tarihi hakkında bir fikir edinmek için çok yararlı. Müzenin bulunduğu bina, Palazzo Pepoli (Pepoli Sarayı), bağımsız Bologna devletinin ilk yönetici ailelerinden Pepoli ailesine aitmiş. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı dışardan ufak bir kaleyi andırıyor. Gerçekten de eskiden etrafında, korunma amaçlı, su dolu bir hendek ve yukarı çekilerek kapatılabilen köprüleri varmış. Yapı, 14. ve 18. yüzyıllar arasında yapılan sayısız ilaveler ve değişikliklerle giderek büyütülmüş. 2003 yılında bir kent müzesine dönüştürülmeye karar verilmiş ve 2012 yılındaki açılışına kadar restorasyon ve çalışmalar sürmüş. Müze, tarihi bir yapının genel havası bozulmadan modern bir müzenin yaratılmasına iyi bir örnek. Özellikle, orijinal binanın ana avlusuna denk gelen müze girişindeki dev cam ve çelikten yapılma konstrüksiyon, katlara ve müzenin farklı bölümlerine giriş ve geçiş açısından çok başarılı. Belli bölümlerinde teknolojik yeniliklerden faydalanılmış 35 tane kronolojik temalı salon sayesinde, 2500 yıllık Bologna tarihine kuş bakışı bir göz gezdirebiliyorsunuz. Ancak, bu kadar emek verilmiş müzenin önemli bir eksiği var. O da, açıklamaların sadece İtalyanca olmaları. Doğrusu, son yıllarda bu konuda çok atılım gösteren, çocukluğumun aksine, artık sıradan insanların bile oldukça iyi İngilizce konuşabildiği İtalya’da böyle bir şeyin olmasına aklım ermedi. İtalya’da son yıllarda gittiğimiz çok daha küçük yerlerdeki müze ve kiliselerde bile İngilizce açıklamalar varken, bu kadar iyi bir müzede böyle bir eksikliğin olmasını anlayamadım. Dilerim, bu eksiklik de ilerde giderilir.

Il Duomo- Basilica di San Petronio

Bologna’nın Il Duomo’su, yani San Petronio Bazilikası, neredeyse tüm yolların çıktığı Piazza Maggiore meydanında. Bu meydanda, dünyanın beşinci büyük kilisesi olduğu söylenen San Petronio’nun dışında, Rönesans döneminden kalma saraylar da bulunuyor. Örneğin, meydanın batı tarafındaki Palazzo Comunale, şehir meclisinin 1336 yılından beri toplandığı bir saray. İkinci katında, Şehir Sanat Galerisi bulunuyor. Binanın dış yüzeyinde ise, İkinci Dünya Savaşında Alman işgaline karşı mücadele vermiş yüzlerce direnişçinin fotoğrafları ve isimleri var. Pek çoğu tam da bu noktada öldürülmüşler…

Il Duomo- Basilica di San Petronio

San Petronio’nun yapımına 1390 yılında başlanmış. Hala da bitmiş görünmüyor. Başlangıçta, bazilikanın Vatikan’daki Aziz Peter kilisesinden daha büyük olması planlanmış. Ama tabii ki, böylesi bir cüretkarlığa göz yumulmamış. 1561 yılında Papa IV. Pius, kilisenin doğu tarafına yeni bir üniversite yaptırma bahanesi ile, inşaatın daha fazla büyümesine engel olmuş. Bazilikanın yan sokağından bakınca, yarım kalmış, tuhaf bir apsisin izlerini görmek mümkün.

Capella dei Tre Magi- Basilica di San Petronio

Bazilikanın içinde, iki tane önemli görülecek şey var. Bunlardan ilki, Capella dei Tre Magi (Üç Kahin Şapeli). Üç duvarı tavana kadar duvar freskleri ile bezenmiş bu şapele girmek için ayrı bir ücret ödemek gerekiyor. Önü bir parmaklıkla kapatılmış. Yukarda kalan bazı bölümleri dışarıdan görmek mümkün ama, içeriye girmeden bu şahane eserin tadına varamıyorsunuz.

Meryem Ana’nın Taç Giymesi ve Cehennem Tasviri (Yukardan Aşağıya Doğru)- Capella dei Tre Magi

Şapele giriş bileti ve audio rehber alınan gişede genç bir kız duruyordu. İşlemleri yaparken, bize nereden geldiğimizi sordu. Ben de, her zamanki gibi,

– İstanbul, dedim.

İşte yine büyülü söz etkisini gösterdi… Kız birden canlandı. Birkaç yıl önce İstanbul’a gittiğini ve unutamadığını söyledi. Ben, bir mütevazilik gösterisi olarak, güzel ama, zor bir şehir olduğunu söyledim. O,

– Olsun… Çok, çok güzel…, dedi.

O an başka bir dünyaya gitmiş gibiydi. Şapelde epeyce vakit geçirip, çıkarken kulaklıkları teslim etmeye gittik. Bu kez,

– Biliyor musunuz? İstanbul’da kaldığım sırada hava hep bugünkü gibi kapalı ve yağmurluydu. O eski şehir tarafı, tarihi yarımada çok gizemli, çok güzeldi… Siz içerdeyken bunları düşündüm, dedi.

Üç Kahin Kral Hikayesi- Capella dei Tre Magi

Tre Magi Şapeli gerçekten çok güzel. Duvar freskleri, zengin bir ailenin siparişi üzerine, 15. yüzyılda Modena’lı sanatçı, Giovanni da Modena tarafından yapılmış. Soldaki duvarda, Meryem Ana’nın taç giymesi ve cehennem resmedilmiş. Özellikle, Dante’nin tasvirinden esinlenilerek yapılmış olan cehennem çok etkileyici. Sağdaki duvarda, İsa’nın doğumundan sonra ziyarete gelen üç kahin kral hikayesi görülüyor. Arka duvarda ise, Bologna şehrinin koruyucu Azizi, San Petronio’nun hayatından kesitler var.

Dante’nin İlahi Komedya’daki Tasvirinden Esinlenilerek Yapılan Cehennem- Capella dei Tre Magi

San Petronio Bazilikasındaki ikinci önemli eser, aynı zamanda bir güneş saati olan, yerdeki dev meridyen çizgisi. Bazilikanın doğu kanadında, 67,7 metre boyunca uzanıyor. 1656 yılında, astronomlar Gian Cassini ve Domenico Guglielmi tarafından yapılmış. Bu aynı zamanda, dünyanın kapalı alandaki en uzun meridyen çizgisi olarak belirtiliyor kaynaklarda. Dünyanın çevresinin 1/600,000’nine karşılık geliyormuş. Yerden 27 metre yükseklikteki bir delikten içeri süzülen güneş ışını aracılığıyla günlerin, mevsimlerin geçişi ve diğer daha özel astronomik olaylar günümüze kadar incelenmiş. Örneğin, Jülyen takvimindeki tutarsızlık ve “artık yılların” keşfi bu meridyen sayesinde olmuş.

67,7 Metre Uzunluğundaki Meridyen Çizgisi- Basilica di San Petronio

Yerdeki meridyeni görür görmez, aklıma Umberto Eco’nun Foucault’un Sarkacı kitabı geldi. Eco’nun, 1851 yılında Fransız fizikçi Foucault’un, Paris’teki Pantheon’un meridyen salonunda, halkın huzurunda yaptığı deney aracılığıyla dünyanın döndüğünü kanıtlaması ile harmanladığı gizemli olay örgüsüne sahip romanı… Ne de olsa, Umberto Eco da Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi idi…

San Petronio Bazilikası, tarihte önemli bir olaya da ev sahipliği yapmış. 24 Şubat 1530’da Papa VII. Clement, V. Charles’ın tacını burada takarak, onu Kutsal Roma İmparatoru ilan etmiş. Taç giyme töreni için binlerce insan Bologna’ya akın etmiş. Bologna o zamanlar, Papalık açısından, Roma’dan sonra ikinci önemli şehir imiş.

Bazilikanın bulunduğu Piazza Maggiore’ye komşu olan Piazza Nettuno (Neptün Meydanı) adını, meydanın ortasındaki Neptün heykelli çeşmeden alıyor. Bu heykel 1566 yılında Giambologna isimli sanatçı tarafından yapılmış. Ancak, restorasyonda olduğu için, bu eseri görmek mümkün olmadı. Üstü kapatılmıştı. Buna karşın, meydan canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş görünüyordu. Gezinen, etraftaki tarihi binaları inceleyen, sokak çalgıcılarını dinlemek için kümelenen insanlar ile meydan yaz aylarını aratmıyordu. Hep söylerim, İtalya’da turizm mevsimi diye bir şey yoktur. Bu ülkede turizm on iki aydır.

Yedi Kiliseler ve Çevresindeki Tezgahlar- Abbazia di San Stefano

Bologna’ya gelenlerin sıklıkla gittiği bir diğer tarihi yer, Aziz Stefano Manastırı (Abbazia di San Stefano). Halk arasında “Yedi Kiliseler” deniyormuş ama, halen sadece dört tanesi sağlam ve gezilebiliyor. Google Maps aracılığıyla burayı bulunca, bir gece önce önünden defalarca geçtiğimizi fark ettim. O kalabalık ve Cumartesi gecesi düzeni içerisinde hiç anlamamışım. Şimdi ise, çevresinde tamamen başka bir düzen vardı. İtalya’daki pek çok şehirde Pazar sabahları olduğu gibi burada, daha çok antika eşyalar için olmak üzere, sokak tezgahları açılmıştı. Bazı tezgahlarda, egzotik ülkelerden getirilmiş objeler ve el sanatları vardı. Bunun yanında, eski kitap, plak ve her türlü eski eşya da görülüyordu. Bir derya yani… İnsan burada en az bir yarım gün geçirebilirdi…

Yedi Kiliseler ve Çevresindeki Tezgahlar- Abbazia di San Stefano

San Stefano Manastırı, labirent benzeri yapısıyla, ilginç bir binalar kümesi. Barındırdığı binalar yapım yılları açısından değişik yüzyıllara yayılıyor. Manastıra, 11. yüzyıldan kalma Chiesa del Crocefisso kilisesinden giriliyor. Burada aynı zamanda, Bologna’nın koruyucu azizi San Petronio’nun kemikleri de bulunuyor. İkinci kilise olan Chiesa del Santo Sepolcro’nun, yapısından anlaşılacağı üzere, aslen bir vaftizhane olduğu düşünülüyor. Üçüncü kilisede (Chiesa della Trinita) ufak bir müze var. Dördüncü kilise olan Santi Vitali e Agricola’nın ise, Bologna’nın en eski kilisesi olduğu söyleniyor. Yapımında kullanılmış, antik Roma dönemine ait bina ve süsleme parçaları açıkça görülebiliyor.

San Stefano Manastırı (Yedi Kiliseler)

Biz gezerken, avlu bölümünde üst katlardan inen papazlar oldu. Kiliseler daha çok bir müze havasında olsa da, demek ki üst katlar hala kullanılıyordu. İtalya’da artık sokaklarda geleneksel kıyafetleri içinde çok daha az papaz ve rahibe görüyorsunuz. Bu bence oldukça çarpıcı bir değişim. 1960’ların sonlarında, sokaklarda nereye baksanız gruplar halinde gezen papazlar veya rahibeler görürdünüz. Büyük olasılıkla, artık sokakta normal giyiniyorlar diye düşünüyorum.

Bologna’ya gelmişseniz, dondurma yemeden ayrılmanız yazık olur. Şehir ve bölge dondurma konusunda oldukça iddialı. Öyle ki, yarım saat mesafedeki Anzola dell’Emilia’da bir Dondurma Üniversitesi (Gelato University) bile var! Biz de günün yorgunluğunu bir dondurma ile atalım dedik. Önerilen birkaç dondurmacı arasından Il Gelatauro’yu seçtik. Uzun bir yürüyüş ve labirent gibi yollarda birkaç kayboluştan sonra dondurmacıyı bulduk. Burası, tam bir mahalle dondurmacısı görünümünde. Dar ve uzun dükkanın sağ taraftaki duvar kenarına ufak, kare masalar sıralanmış. Daha çok, çocuklu anneler vardı. Tabii ki, biraz gürültü, patırtı da… Anneler, koşturan daha büyük çocukları zapt etmeye, ağlayan bebeklerini susturmaya çalışıyorlardı. Babalar muhtemelen evde maç seyrediyorlardır diye düşündüm. Tüm bu kargaşa karşısında başta biraz karışık duyguların pençesine düşsem de, dondurmanın lezzeti her şeyi sildi. Benim yediğim balkabağı ve zencefil, fıstık ve fındık topları çok lezzetliydi.

Ertesi gün, uçak saatine kadar olan vaktimizde, bir başka ünlü dondurmacıya, La Sorbetteria Castiglione’ye gittik. Burası, daha modern ve turistlerin daha çok olduğu bir yer ama, bence lezzet olarak Il Gelatauro’nun eline su dökemez. Dondurmalarının tadını kesinlikle kötü bulmadım ama, daha sıradan geldi bana. Il Gelatauro favorim oldu. Şehirdeki diğer ünlü dondurmacıları deneme fırsatımız olmadı ama, özellikle balkabaklı ve zencefilli dondurmanın tadı damağımda kaldı…

San Pietro Katedrali

Bologna’dan ayrılacağımız gün, uçak saatine kadar epeyce vaktimiz vardı. Hava, bir önceki günün aksine, çok güzel, temiz ve güneşliydi. Kendimizi sokaklara atıp, telaşsız gezinmeye, kendimizi strese sokmadan şehrin tadını çıkarmaya karar verdik. Bir tek, günlerdir ana caddede önünden geçip, durduğumuz ve büyüklüğü le dikkatimizi çeken Aziz Peter Katedraline (Cattedrale di San Pietro) kısa süreliğine girip, çıktık. On birinci yüzyıldan beri burada bir kilisenin var olduğu bilinmesine rağmen, o yapıdan günümüze bir şey kalmamış. Şu anda ayakta olan katedral ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Önemi, Bologna başpiskoposluğunun bu katedralde olmasından kaynaklanıyormuş.

San Pietro Katedrali

İtalya’da kısa sürede hiçbir şehrin her köşesini keşfetmeniz zaten mümkün değil. Onun için, zamanınıza göre birkaç yeri seçmeniz, kalan zamanda da biraz ortamın tadını çıkarmanız, keyif yapmanız daha güzel kanımca. Biz de öyle yaptık. Aynı zamanda eski Yahudi gettosu olan, üniversite bölgesinin dar sokaklarında, portico’larında gezindik. Bir cafede açık havada oturup, şarabımızı yudumladık. Güneşin kemiklerimizi ısıtmasından kaynaklanan rehavetle, kısa bir süre, sanki hep burada kalacakmışız duygusuna kapıldık…

Torre degli Asinelli

——————————————————
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.