Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…

Bundan epeyce zaman önce bir gün, Beyoğlu’nun Tünel taraflarındaki arka sokaklarında yürürken birden, içten gelen bir dürtü ile başımı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz gördüm onu… Bina, büyük olasılıkla on dokuzuncu yüzyıldan kalma idi. Belki de yirminci yüzyıl başından. Zamanında güzel ve heybetli olduğu anlaşılıyordu ama artık, epeyce yıpranmış, hava kirliliğinden, isten, pastan simsiyah olmuştu. Yine de, ana kapının üstündeki işaret tereddüde yer bırakmayacak kadar açık seçikti. Işık saçan üçgenin içindeki göz bana bakıyordu… Ürperdiğimi hatırlıyorum…

Masonlukla ilgili simgeler arasında belki de en yaygın olarak bilinen ışık saçan üçgen içindeki gözü daha sonra, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde, tekrar görmüştüm. Bunların bazıları çok işlek caddelerde idi. İnsanlar pek farkında değil gibiydiler. Ben bakakalırken, onlar yürüyüp gidiyorlardı. Belki de önemsemiyorlardı. Ne de olsa, Masonlukla ilgili algı her ülkede bizde olduğu gibi değil. Bir de sonradan anladım ki, binaların üzerindeki bu ve benzeri Masonik simgeler mutlaka o binada bir Mason locası olduğu anlamına gelmiyor. Kimi zaman sahibinin, kimi zaman da yapan mimarın Mason olduğunu ifade etmek için konmuş olabiliyor.

Barselona, Mason simgeleri ile dopdolu bir şehir. Belki de Masonluk konusunda bu kadar çok, gizli ya da açık, sembol olan bir başka şehir yoktur. Bunu fark etmem konusunda en önemli etken, Barselona’ya gitmeden önce edindiğim bir kitap oldu. Kitap, şehir ile ilgili başka pek çok ayrıntı dışında, bu konuda ilginç bilgiler ve adresler veriyordu. Ben de, kaldığımız sekiz gün boyunca şehirde gezerken, bir yandan da belirtilen işaretleri izlemeye çalıştım. Kimi açık seçik bir şekilde ortada idi. Kimisini arayıp, bulmak vakit aldı. Eminim, daha birçok benzer işaret vardır.

Az bildiğim ya da doğrulayamadığım konularda bilgi vermekten, ukalalık taslamaktan korkarım. Öyle bir konuma asla düşmek istemem. Konu Masonluk olunca durumun, konunun özü itibariyle, daha da hassas ve benim için doğrulanması zor olduğu bir gerçek. Bu nedenle, Barselona’da gördüğüm söz konusu işaretleri, Masonik anlamlarına girmeden, sadece belirtmekle yetineceğim. Bu sembollerin ne anlama geldiğini merak edenler için internette, Türkçe ve yabancı dillerde, birçok site var. Arzu edenler buralara bakabilir. Bilenler zaten biliyordur…

Barselona’nın Masonluk ile ilişkisi yüzyıllar öncesine, onun dayandığı temel olarak kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin şehir ile tarihsel bağlarına dayanıyor. Bunu öğrenmek, şehirdeki çok sayıda Mason izlerini anlaşılır kılıyor. Her ne kadar Masonluğun İspanya’ya Napolyon döneminde geldiği belirtilse de, belli ki bu tarihsel temel yayılmasında ve benimsenmesinde önemli rol oynamış. Günümüzde, İspanya’da en fazla sayıda (1500’ün üzerinde) Masonun Barselona’da yaşadığı belirtiliyor.

Tapınak Şövalyeleri’ni ilk olarak, Umberto Eco’nun unutamadığım kitabı, Gülün Adı ile öğrendim. O dönem, beni kitaptan sonra müthiş bir hayal kırıklığına uğratan film henüz çekilmemişti. Herkesin elinde Şadan Karadeniz’in çevirdiği kitap vardı. Bu son derece akıcı ve heyecan dolu kitabın kalın olmasından ve arkasındaki açıklamalardan ürkenler ise, film çevrildikten sonra kitabı kendileri de okumuş gibi yapmaya kalktılar. Sonuç çok patetik olmuştu çünkü, film kitabın hem çok kısaltılmış hem de epeyce değiştirilmiş bir haliydi…

Gülün Adı kitabını ben İngilizce olarak okumayı tercih etmiştim. Bu da okuyucunun daha çok çaba göstermesini gerektiriyordu çünkü, Türkçe çevirisinde olduğu gibi ayrıntılı ek bilgiler ve açıklamalar içermiyordu. Şadan Karadeniz bence okura büyük bir destek sağlamıştı. Belki de, Türk okurun bu çabayı göstermeye yanaşmayıp, kitaptan mahrum kalmasına gönlü razı olmamıştı. Durum bu olunca, kitapta geçen tüm tarihsel kişilerin, grupların ve olayların arka yüzünü benim araştırıp, bulmam gerekmişti. Bu süreç günümüzde, büyük bir iş gibi görünmeyebilir ama, otuz küsur yıl öncesinden söz ediyorum. İnternetin henüz olmadığı, bilgiye iki tuş tıkırdatarak erişilemeyen zamanlardan… Yani, bir şeyi öğrenmek için ansiklopedi ya da kaynak kitaplara dalmayı gerektiren, “internet öncesi” çağlardan… Ancak, araştırma kısmı en az kitabın kendisi kadar keyifli olmuştu benim için. Tapınak Şövalyeleri Eco’nun Foucault’nun Sarkacı kitabında tekrar karşıma çıktığı zaman, konuya artık çok daha aşina idim.

Tapınak Şövalyeleri, 1119 yılının Noel günü, Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde kurulmuş bir tarikat. Kendilerine karargah olarak, Hz. Süleyman’ın iki bin yıl önce yaptırdığı ünlü Kutsal Tapınağı seçen ve ismini buradan alan bu savaşçı şövalyeler, o dönemde Kutsal Topraklara hacca giden hacıları ve kutsal mekanları koruma görevini üstlenmiş. Üzerinde kırmızı bir haç olan bembeyaz tunikleri ile Tapınak Şövalyeleri, özel hayatlarında son derece sade ve tutumlu olmalarına karşın, yıllar içinde, Avrupa’nın hükümdarlarından ve zenginlerinden aldıkları mal, mülk ve para bağışları ile çok zenginleşmişler. Giderek, Londra ve Paris’ten Orta Doğu’ya kadar uzanan, büyük bir mali güç haline gelmişler. Belki de bu nedenden ötürü, Tapınak Şövalyeleri’nin sonunu getiren, savaştıkları Müslümanlar değil, Papa’nın da onayı ile, Hristiyanlar olmuş. Kafirlik, puta tapınma, büyücülük, eşcinsellik gibi suçlamalarla karşı karşıya kalıp, öldürülmüşler. Topraklarına ve mallarına el konmuş. Son olarak, 1314 yılında son Büyük Üstatları yakılarak, öldürülmüş.

Tapınak Şövalyelerine indirilen darbenin üzerinden 700 küsur yıl geçmesine rağmen, hem kendileri hem de yok edilişleri ile ilgili esrar perdesi hala ilgi çekiyor. Bu konuda pek çok kitap yazılıyor, film çekiliyor. Hatta, son yıllarda video oyunları bile yapılmış. Bazı uzmanlara göre, onların Doğu’da uzun süre kalmaları, Kabala ile, gizli bilgi ve güçlerle temas etmelerine yol açmış. Hz. Süleyman’ın Tapınağının altını kazıp kazmadıkları, burada “Kutsal Kâse”yi, Hz. İsa ve onun bırakmış olabileceği bir mesaj ile ilgili şeyler bulup bulmadıkları hala belli çevreleri meşgul ediyor. Bir başka konu da, onları koruması gereken Papa’nın niçin, Fransa Kralının tarikatı yok etme taleplerine sesini çıkarmadığı ile ilgili. Onların gerçekten suçlu olduklarına inandığı için mi, yoksa onlara ihanet ettiği için mi? 2007 yılında Vatikan’a ait Gizli Arşivde bulunan bir belge, Papa’nın Tapınak Şövalyelerinin suçsuz olduğunu bildiğini ve onlara ihanet ettiğini ortaya koymuş. 1308 tarihli bu belgede, Papa adına şövalyeleri sorgulayan üst düzey Vatikan temsilcilerinin onları suçsuz bulduğu belirtiliyormuş.

Büyük Üstat, Jacques de Molay’ın 1314 yılında Paris’te yakılmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri değişik ülkelerde, değişik isimler altında varlıklarını sürdürmüşler. Farklı topluluklar kökenlerinin bu şövalyelere dayandığını iddia etmiş. Bu arada Masonlar da, özellikle Hz. Süleyman’ın Tapınağı ile ilgili sırların ve bilgilerin, Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla, kendilerine geçtiğine inanmışlar.

İspanya, İber yarımadasının Araplardan kurtarılması için verilen uzun mücadeleye katkılarından dolayı, Tapınak Şövalyelerine daima kucak açmış. Öyle ki, tarikat üyeleri Fransa’da kafirlik ve diğer suçlardan suçlu bulunurken, Papa’nın baskısı ile Aragon’da yapılan duruşmalarda, Kralın etkisi ile, suçsuz ilan edilmişler. Ayrıca, Kral II. Jaume (James) Tapınak Şövalyelerinin Aragon ve Valensiya’daki arazi ve mallarının, Papa’nın istediği şekilde, Hospitaller tarikatına devredilmesine karşı çıkmış. Onun yerine, tüm malları, Papa’yı ikna ederek kurduğu Montesa tarikatına devrettirerek, Tapınak Şövalyelerinin başka bir ad altında birkaç asır daha varlıklarını sürdürmelerini sağlamış. Böylelikle, Tapınak Şövalyeleri sınırları Araplara karşı korumaya devam etmiş ve 1492 yılında kesin zaferin kazanılmasında da büyük rol oynamışlar.

Barselona, Tapınak Şövalyeleri için daima önemli bir şehir olmuş. Liman kontrolünü ellerinde tutmaları onların hem Kutsal Topraklarla hem de diğer Akdeniz bölgeleri ile yakın ilişkide olmalarına olanak sağlamış. Giderek, çok da zenginleşmişler. Günümüzde, şehrin eski bölgesinde onların izleri hala var. Belli bir bölgedeki, Carrer dels Templers, Carrer del Palau gibi sokak isimleri daha önce burada bulunan, tarikata ait manastır, mezarlık ve malikâneleri çağrıştırır nitelikte. Şövalyelerin bir dönem, şehrin Yahudi bölgesi El Call tarafında da çok sayıda mal ve mülkü varmış. Varlıklarını buralara yayarak, Yahudileri kontrol altında tutmayı da hedeflemişler.

Carrer del Timo, 3 adresinde, şu anda demir parmaklık ile kapatılmış kısa bir çıkmaz sokağın sonunda, tuğla örülmüş bir kapı var. Buranın, 1859 yılında şehir genişletilirken yıkılan, Tapınak Şövalyelerine ait karargah ve manastırdan geriye kalan tek kalıntı olduğu belirtiliyor. Bu kapı, Kralın izni ile yapılmış özel bir geçite açılırmış ve buradan Romalılardan kalan surların Regomir’deki kapısına ulaşılırmış. Bir görevleri de şehri korumak olan Tapınak Şövalyelerinin Barselona’daki yerleşim bölgelerinin surların dibinde olması doğal.

Tapınak Şövalyeleri’nin Karargahından Kalan Kapı.

Tapınak Şövalyeleri’nin, karargahlarının avlusundan doğrudan girebildikleri bir de kiliseleri varmış. 1246 yılında, Piskoposun özel izni ile inşa edilen bu kilise şimdi, bir başka kilisenin bir parçası olarak, Carrer d’Ataulf, 4 adresinde bulunuyor. Biz bu kiliseyi, biraz aradıktan sonra bulduk. Ancak, kapalı olduğu için, sadece dışarıdan görebildik. Okuduğuma göre, 1312 yılında Papa Clement V Tapınak Şövalyeleri tarikatını lav edince, şehirdeki tarikata ait tüm kiliselerin çanları kırılmış. Bir tek bu kilisenin çanına dokunulmamış. Bunun nedeninin, kapının üstünde yazılı olan Domus Dei et Porta Coelis (Tanrının Evi ve Cennetin Kapısı) ibaresi olabileceği belirtiliyor.

Tapınak Şövalyeleri’nin Kilisesi

Bir önceki yazımda sözünü ettiğim Frederic Mares Müzesi’nin bodrum katında, Tapınak Şövalyeleri’nden kalmış bir başka kalıntıya daha rastladık. Burada, tarikatın Carrer dels Templers, 1 numaradaki, çoktan yok olmuş, bir yerleşim yerinin kapısını gördük.

Carrer dels Templers 1 Adresinin Kapısı-Frederic Mares Müzesi

Daha önce belirttiğim gibi, Tapınak Şövalyeleri ile tarihsel bağları olan Barselona’da Masonluğun kabul görmesi ve yayılması çok zor olmamış. Napolyon’un ordusu 1808 yılında İspanya’yı fethettiği zaman, ülkede çeşitli localar hemen faaliyete geçmişler. Napolyon’un İspanya Kralı yaptığı kardeşi Joseph Bonapart’ın o sırada Fransız Masonlarının Hâkim Büyük Genel Müfettiş’i olması da bu konuda önemli bir etken olmuş.

İspanya’nın tamamı ile birlikte, Barselona’da da Masonluk çok hızlı yayılmış. O dönem, şehrin yönetici sınıfından ve zengin ailelerinden pek çok kişi Mason localarına katılmış. Sadece bununla da kalmamış. Müzisyenlerin, sanatçıların ve mimarların arasında da Masonluk yaygınlaşmış. Özellikle mimarların bazıları, eserlerine Masonlukla ilgili işaretleri koymayı da ihmal etmemişler.

Park Güell

Barselona denilince ilk akla gelen mimar olan Gaudi’nin de Mason olduğu konusunda kuvvetli iddialar bulunuyor. Bir kesim bu olasılığı reddetse de, biyografisini yazan yazarların görüşü bu yönde olmuş. Özellikle, Carandell isimli yazar, ulaşabildiğini iddia ettiği İşçi Loca’sının kuruluş belgesinde Gaudi ve velinimeti Eusebi Güell’in isimlerinin olduğunu belirtmiş. Bu iddianın en kuvvetli kanıtı, Gaudi’nin Eusebi Güell’in isteği üzerine yaptığı Park Güell’in girişinde bulunuyor. Ana giriş olan Carrer d’Olot kapısının yakınında, parkı çevreleyen duvarın üzerinde, ALABA POR yazısı bulunuyor. Bu yazının LABOR PAA ifadesinin bir anagramı olduğu belirtiliyor (1). 1871 tarihli bir Mason el kitabına göre, PAA ( Principal Asamblea Auspiciada) “misafirhane” ya da “loca” demekmiş. Bu durumda, ALABA POR yazısı İşçi Loca’sını ifade ediyor. Ayrıca, parkı çevreleyen duvar boyunca on dört kere yazılı olan “Park” kelimesindeki “P” harfinin ortasındaki beş köşeli yıldızın, Masonlar tarafından sıklıkla kullanılan ezoterik sembol olduğu söyleniyor. Bir diğer nokta da, “Park” kelimesinin Katalanca olması gerektiği gibi “c” ile değil, İngilizcede olduğu gibi “k” ile yazılmış olması. Bunun da, Masonluğun ana vatanı İngiltere’ye bir gönderme olduğu düşünülüyor.

Gaudi ile ilgili bir başka iddia da, onun Masonluk derecesi ile ilgili. Kendisinin, otuz üç Mason derecesinden on sekizincisi olan, Güllü Haç Şövalyesi olduğu ve Sagrada Familia’da buna bir gönderme yaptığı belirtiliyor. Güllü Haç Şövalyesi derecesinin simgesi kabul edilen pelikanı Sagrada Familia’da hemen fark etmek mümkün değil. Hatta aşağıdan baktığınızda hiç görünmüyor. Oysa Gaudi onu, ünlü “Sonsuzluk Ağacı”nın hemen altına yerleştirmiş. Görebilmek için tam karşıdaki parktan bakmanız gerekiyor.

Sagrada Familia
Sonsuzluk Ağacının Altındaki Pelikan

Gaudi ile ilgili yazdığım yazımda, onun genç bir mimar olarak yaptığı sokak lambalarından söz etmiştim. Kendisi, Barselona Şehir Konseyi’nden bu siparişi mezun olmadan ve mimar Josep Fontserè ile çalışmaya başlamadan önce almış. Bir Mason olan Fontserè’nin, genç Gaudi’nin söz konusu siparişi alması konusunda etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Plaça Reial’deki lambaların (1879) konumunun iki önemli Mason Locasının arasında olmasının da, Gaudi’nin Masonluğu ile ilgili olduğu ifade ediliyor. Daha sonra yaptığı, Pla de Palau’daki lambaların (1890) üst kısmındaki birbirine sarılmış yılanlar ise, daha belirgin bir Masonik ifade olarak kabul ediliyor.

Gaudi’nin Lambaları-Plaça Reial
Gaudi’nin Lambalarından Biri-Pla de Palau

Parc de la Ciutadella, Barselona’nın turistler açısından önemli ziyaret mekanlarından birisi. Sadece turistler için değil, sandalla gezilebilen göleti, hayvanat bahçesi, portakal ve palmiye ağaçları ile birlikte, Barselonalılar için de boş vakitlerini geçirebilecekleri, hoş bir park. Burada bir zamanlar, 1715-1720 yılları arasında Felipe V tarafından yaptırılmış bir kale varmış. Bir dönem hapishane olarak da kullanılan kale, 1888 Dünya Fuarı için park haline getirilmek üzere, birkaç binası dışında, yıkılmış.

Yapımında birçok mimar ve sanatçının katkısı olan Ciutadella parkının odak noktası, hiç şüphesiz, kuzeydoğu yönünde bulunan görkemli çeşme ve önündeki yarım ay şeklindeki havuzu. Yapımına 1875 yılında başlanan bu çağlayanlı çeşmenin tasarımı, Josep Fontserè’e ait. Yukarda Mason olduğunu belirttiğim Fontserè, projesi ile açılan yarışmada birinci olunca, genç mimarlarla birlikte çalışmaya başlamış. Onlardan birisi olan Gaudi’ye ise, hepsinden daha fazla yaratıcılık ve katkı yapma olanağı tanımış.

Parc de la Ciutadella

Başta konumu olmak üzere, çağlayanlı havuzda pek çok özelliğin Masonik simgelere işaret ettiği kabul ediliyor. Bunlardan ilki, söz konusu anıt ve havuzun, tüm Mason locaları gibi, doğu-batı ekseninde yer alıyor olması. Onun dışında, üçüncü kat çağlayanın ardındaki mağara (maalesef günümüzde, Gaudi’nin planladığı gibi içine girip, akan suyu izleyemiyorsunuz) da Masonluğa gönderme olarak tanımlanıyor. Parkın diğer bir noktasındaki Plazoleta Aribau olarak adlandırılan terasta da yine Gaudi tarafından konmuş, taş kaide, beş köşeli yıldız, akasya ağacı gibi Masonlukta özel anlamı olan sembollere dikkat çekiliyor.

Parkın çevresindeki demir parmaklıkların da Gaudi’nin eseri olduğu biliniyor. Toplam 132 sütun ve 7 kapısı olan bu parmaklıkların üç adet ana kapısı bulunuyor. Bu kapılarda, büyük beyaz cam kürelerle korunan lambalar var. Üzerlerinde arması bulunan Kral Jaume, daha önce belirttiğim gibi, aynı zamanda, Masonların atası kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin koruyucusu.

Parc de la Ciutadella’nın Giriş Kapılarından Biri

Modernist mimarlardan Joan Rubió i Bellver, Gaudi’nin öğrencilerinden birisi. 1905 yılına kadar birlikte birçok projede çalışmışlar. Bunların arasında Gaudi’nin Sagrada Familia, Casa Batlló, Casa Calvet, Park Güell ve Mayorka Katedralinin restorasyonu gibi belli başlı eserleri de bulunuyor.

Pont del Bisbe

Barselona’nın gotik bölgesindeki ünlü ziyaret noktalarından birisi, Carrer del Bisbe, 1 adresindeki Pont del Bisbe (Piskoposun Köprüsü). Plaça de Sant Jaume’dan Katedrale doğru giderken altından geçeceğiniz bu neo-gotik tarzdaki köprü çok eski gözükse de, aslında 1928 yılında, mimar Joan Rubió i Bellver tarafından yapılmış. Köprü, Katalonya hükümet binası Palau de la Generalitat ile, hükümet başkanının resmi ikametgahı Casa dels Canonges’u birleştiriyor. Aslında Bellver’in arzusu, bu civarda gotik mimariden esinlenerek bir dizi bina yapmak imiş ancak, projesi Şehir Konseyi tarafından kabul edilmemiş. Sonunda, sadece bu köprüyü yapabilmiş.

Pont del Bisbe

Pont del Bisbe ile ilgili birçok efsane türetilmiş. Bunlardan biri, köprünün altından geri geri yürüyerek geçerseniz, dileğinizin gerçekleşmesi üzerine. Tüm bu söylentiler bir yana, aslında köprü başka yönlerden dikkat çekici. Gaudi gibi Mason olan Bellver, köprünün altına Masonlukla ilgili simgeler koymayı ihmal etmemiş. Çoğu insanın fark etmeden, hatta bakmadan geçip gittiği bu simgelerin bazılarını açık seçik görmek mümkün. Bunların başında, Masonluğa giriş törenine (Tekris Töreni) bir gönderme olan ağzında hançer ile bir kurukafa ve yine yaygın bir sembol olan akasya yaprakları var. İbis kuşu ve T (tau) harfleri belirtilen diğer semboller. Çevredeki duvarlarda da başka semboller var. Ancak ben, orada olduğu söylenen beyaz eldiveni bir türlü bulamadım. Eğer giderseniz, belki siz görebilirsiniz.

Pont del Bisbe’nin Altındaki Semboller

Barselona’da bir de Çikolata Müzesi (Museu de la Xocolata) var. Kakao ve çikolata, Güney Amerika ile tarihsel bağları nedeniyle, Barselona ile oldukça ilintili ürünler. Müze çok büyük olmamakla beraber, Güney Amerika’da kakao bitkisinin keşfinden başlayarak, Barselona’da icat edilmiş ilk çikolata makinalarını, çikolata ile ilgili gelenekleri, sıcak çikolata fincan ve cezvelerini kapsıyor. Ayrıca, her yıl pastacılar arasında yapılan, çikolatadan heykel yarışmasının ürünlerinden örnekler de var.

Çikolata müzesinin de içinde bulunduğu Sant Augusti Manastırı (Carrer del Comerç, 36), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tarihte birkaç kere yıkılıp, yeniden yapılmış. İç Savaş sırasında ağır hasar almış. Günümüzde, binanın kalan bölümlerinde bir sanat merkezi ve belediyeye ait ofisler bulunuyor. Manastır, Napolyon işgali sırasında kışla olarak kullanılmış. Binaya Mason sembolleri de o dönemde eklenmiş. Bunların bir kısmı zamanla kaybolmuş olsa da, kapı üstlerindeki gönye, pergel, akasya ağacı ve üç sütun işaretlerini açıkça görmek mümkün.

Sant Augusti Manastırı

Kaldığımız otele üç, dört dakikalık mesafede, Carrer de la Portaferrissa, 11 adresinde, kapı üstü alınlığında Mason sembolleri olan bir yapı vardı. Çok işlek olan bu sokakta da insanlar çoğunlukla, bu apaçık simgeleri fark etmeden yürüyüp, gidiyorlardı. Barselona’dan ayrılmadan çok kısa bir süre önce, bu kez elimde adres ile gittiğim zaman anladım ki, biz de birçok defa önünden geçmişiz. Oraya vardığım zaman, tesadüfen, yerli halktan birisi de arkadaşına o sembolleri gösteriyor ve açıklamalarda bulunuyordu.

Carrer de la Portaferrissa 11

Günümüzde bir öğrenci yurdu olan bu binanın on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında büyük olasılıkla bir Mason locasına ait olduğu belirtiliyor. Şehir Arşivlerindeki kayıtlara göre yapım izni 1867 yılında alınmış. Mimarı ise, Domingo Sitjas. İzin belgesinde kapı üstündeki heykellerin belirtilmemesi binanın, o dönem şiddetli bir şekilde anti-Mason tavır içinde olan kilisenin ve yönetimin dikkatinden kaçmasını sağlamış. Bu sayede, yıkılmaktan kurtulmuş.

Kapılarda Yıldız İşaretleri…

Kapının üstündeki heykel grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Masonluğa dair göndermelerle dolu. İki çocuk, aralarına yığılmış ve üstünde bir üçgen olan tuğlalara yaslanıyorlar. Sağdaki çocuk sağ eliyle üçgeni tutuyor. Sol elinde ise, iki tane cetvel var. Sol taraftaki, tuğla yığınına yaslanmış çocuğun sol elinde bir mala, sağ elinde bir pergel görülüyor.

Barselona’ya gidip de, yolu Plaça de Catalunya’dan geçmemiş kimse yoktur herhalde. Şehrin eski bölgesi Barri Gotic’ten Eixample’ye doğru giderken geçmeniz kuvvetle muhtemel, ünlü La Rambla’nın ucundaki geniş meydandır orası. Her daim fotoğraf ya da selfie çeken turistlerle dolu bir yer. Günün saatine göre, işe giderken ya da dönerken meydanı hızlı adımlarla arşınlayan Barselonalıları da görmek mümkün orada.

Plaça de Catalunya

Plaça de Catalunya’nın yapımı için, 1862 yılında Şehir Konseyi tarafından planlamalar başlamış. Ancak, araya giren 1888 Dünya Fuarı nedeniyle, çalışmalar 1889 yılında başlamış. Meydanın yapımı birkaç kere metro inşaatı gibi pratik ya da siyasi nedenlerle kesintiye uğramış. Bu kesintilerin sonucunda, meydanın bugünkü haline gelmesinde birçok mimar çalışmış. İlk projenin sahibi Pere Falques de dahil olmak üzere, bunların bazılarının Mason oldukları biliniyor. Plaça de Catalunya, 2 Kasım 1927 yılında, Kral XIII. Alfonso tarafından açılmış.

Meydanın ortasında durduğunuz zaman, tam olarak algılayamasanız da, yerde kocaman bir tekerlek olduğunu fark edebiliyorsunuz. Tam olarak görebilmek için çevredeki yüksek bir yerden bakmanız ya da şimdilerde çok moda olan drone’la çekim yapmanız gerekli. Ben ikisini de yapamadığım için, buraya internetten bulduğum bir resmi koyuyorum. Bilmem, şekil size bir şey hatırlattı mı?

Plaça de Catalunya Kaynak: Mülkiyehaber.net, Murat Sevinç (18/07/2017)

1905 yılında, Şikagolu bir Mason olan avukat Paul Harris, üç arkadaşı ile birlikte, elit bir organizasyon kurmuş. Bu nedenle Masonluktan çıkarılmış çünkü, Rotary adını alan bu kulübe üye olmak için belli maddi koşulları yerine getirmek gerekiyormuş. Eşitlik konusunda hassas olan ve sosyal sınıfa, statüye bakılmaması gerektiğini savunan Masonlar için bu, kabul edilemez bir ön şartmış.

Kulübün amblemi başta basit bir tekerlek olarak tasarlanmış. Daha sonra farklı şubeler açıldıkça, her şube kendi amblemini kullanmış. 1922 yılında tek bir amblem kullanılması ve tekerleğin dışına dişliler eklenmesi kararlaştırılınca, günümüzde kullanılan Rotary amblemi ortaya çıkmış. Catalunya Meydanındaki şeklin, Rotary ambleminin eski haline benziyor olması, meydanın yapımında çalışan bazı mimarların, o sıralar Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan Rotary’e üye olduğu yorumuna yol açıyor.

Bıraktıkları çok sayıda ize dayanarak, Masonlar için Barselona’da hayatın her zaman kolay olduğunu düşünmeyin. Bazı dönemlerde, kilisenin de kışkırtması ile, Mason olmanın bedelini hayatları ile ödemişler. Örneğin, 1829 yılında Barselona’daki bir Mason locasının tüm üyeleri tutuklanmış, biri ölüme, diğerleri ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar. Diktatör Franco da Masonlara karşı çok sert davranmış. Katalonya’nın son Cumhuriyetçi devlet başkanı Lluis Companys Mason olduğu için, 15 Ekim 1940’da, General Franco’nun emri ile kurşuna dizilmiş. Öte yandan, günümüzde Franco’nun Masonlara karşı bu düşmanlığının çok kişisel olduğu belirtiliyor. Erkek kardeşi Mason olan Franco, 1932 yılında Madrid’de iki kere farklı Mason localarına girme teşebbüsünde bulunmuş. Ancak, kendisini “dürüst ve iyi ahlaklı” bulmayan kardeşinin kefil olmaması üzerine kabul edilmemiş.

Barselona üzerine bu sonuncu yazımı da yine bir lokanta ile bitirmek istiyorum. Ancak, bu herhangi bir lokanta değil… 7 Portes Restaurant, konumuz ile yakından ilintili… Buraya gelip, yemek yiyen çoğu insan farkında olmasa da…

182 yıllık 7 Portes Restaurant ve bulunduğu binanın ilginç özellikleri var. Binayı yaptıran Josep Xifré i Casas (1777-1856), Küba’dan Amerika’ya şeker kamışı ihraç ederek büyük bir servet edinmiş bir İspanyol (bazı kaynaklarda Katalan olduğu belirtiliyor). Daha sonra gittiği New York’da servetine servet kattıktan sonra, 1831 yılında Barselona’ya gelmiş ve parasını burada gayrimenkul ve bankacılığa yatırmış.

Porxos d’en Xifré

Bir Mason olan Xifré, Barselona’ya yerleştikten bir süre sonra, mimarlar Josep Buixareu ve Francesc Vila’dan, Passeig Isabel II caddesinde çok büyük bir bina yapmalarını istemiş. Özel isteği binanın, Paris’teki Rue de Rivoli’de olduğu gibi revaklı (portico) olması imiş. Bu nedenle bina, Porxos d’en Xifré olarak da anılır olmuş. Burası aynı zamanda, Barselona’da ilk musluktan akan suyu olan ve ilk fotoğrafı çekilen yapı imiş. Pablo Picasso da, 1895 yılında ailesi ile birlikte Barselona’ya taşındığı zaman, binadaki apartman dairelerinden birinde oturmuş.

Binada Xifré’nin hem evi ve ofisi hem de lüks bir kafe bulunuyormuş. Café de les 7 Portes adını yapının yedi kapısı olmasından almış. Sekizinci kapı ise, hizmetliler ve malzeme taşınması için planlanmış. Sonraki yıllarda bir restorana dönüşen kafe başından beri Barselona’daki Masonların buluşma yeri olmuş.

Restorana gitmeden önce, şehirde gezerken karşımıza iki kere çıkan bu bina oldukça etkileyici. İlkinde, sahilden Parc de la Ciutadella’ya giderken ansızın karşımıza çıktı. Yaptığım okumalardan bildiğim için, görür görmez tanıdım onu. İkincisinde ise, Santa Maria del Mar kilisesini gezdikten sonra sahile doğru yürürken, yakınına çıktık.

Mimari olarak, Hz. Süleyman’ın tapınağından ilham alındığı söylenen binanın her yanı Mason işaretleri ile dolu. Sütunlardaki astrolojik işaretler, üçgen, mala birbirine sarılmış yılan işaretleri, akasya dalları, ayrıca bina köşelerindeki duvar yapan çocuk rölyefleri… Hepsi birer gönderme. Restoranın içi de, Mason localarının karakteristik siyah beyaz yer karoları ve akasya dalı ile aynı şekilde çağırışım yapıyor.

7 Portes’e rezervasyonsuz gitmek riskli olur. Bizim rezervasyonumuz olduğu halde, dışardaki masalarda bir süre beklememiz gerekti. İçerde de, ana salon yerine arka salona oturtulduk. Dekorasyon ve servis açısından bir fark olmasa da, ön tarafı tercih ederdim doğrusu. Hele bir de piyano sesi gelmeye başlayınca, içim gitti. Burası, kuruluşundan beri ressamların, ünlülerin geldiği bir yer olmuş. Onların restoranda oturdukları noktalarda, tanıdık pek çok kişinin imzası ya da fotoğrafı var. Ben de arkamdaki duvarda Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve’ün imzaları ile o masada oturdukları ibaresini görünce, konuyu daha fazla dert etmemeye karar verdim. Ayrıca imza ve afişlerin dışında, arka salonun duvarlarındaki orijinal tablolar da ana salonu aratmıyordu. Restoranın önemli bir özelliği de, kendisine ait geniş bir resim koleksiyonu olması.

Yemeklere gelince… Bir şişe güzel Katalan şarabı eşliğinde yediğimiz karidesli bezelye çorbası, deniz ürünlü paella ve tatlı olarak Crema Catalana enfesti…

_______________________________________________________________

(1)- Anagram, bir sözcüğün veya sözcük grubunun harflerinin değişik sıralanarak başka bir sözcüğü veya sözcük grubunu oluşturmasıdır. Çoğunlukla, özel adların saklanması veya şifre amacıyla kullanılan bir yöntemdir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Secret Barcelona”, Rocio Sierra Carbonell, Carlos Mesa, (2015).
2- “The Templars- History and Myth”, Michael Haag, (2009).

Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?

Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.

Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…

Columbus Anıtı-Plaça del Portal de la Pau

Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…

Hotel 1898

Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.

Hotel 1898

Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.

Hotel 1898

Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.

Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın Kristof Kolomb’u Kabul Ettikleri Salon-Museu d’Historia de Barcelona

Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.

Eixample

Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.

Sagrada Familia

Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.

Sagrada Familia

Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.

Gaudi’nin Mezarı-Sagrada Familia’nın Kripti

1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.

Doğum Cephesi’nden Detaylar-Sagrada Familia

Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.

Gaudi’nin Sagrada Famila’nın Girişinde Kara ve Deniz Yönlerini Göstermek İçin Kullandığı Deniz ve Kara Kaplumbağaları

Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.

Sonsuzluk Ağacı-Sagrada Familia

Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.

Tutku Cephesi-Sagrada Familia
Judas’ın Öpüşü ve Sihirli Kare

Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.

Sağda, Çarmıhını Taşıyan İsa. Solda, İsa’nın Yüzünü Baş Örtüsü ile Silen Veronica. Elinde Tuttuğu Örtüsüne İsa’nın Sureti Çıkmış
Tutku Cephesinden Detay-Sagrada Familia

Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…

Çarmıktan İndirilen İsa’nın Nicodemus (Sağda Üstte)Tarafından ‘Yağlanması’. Subirachs, Nicodemus Olarak Kendisini, İsa’nın Başını Tutan Kişi Olarak İse Gaudi’yi Yapmış

Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…

Sagrada Familia’nın İçi

Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.

Sagrada Familia’nın İçi
Sagrada Familia’nın İçi-Zafer Kapısı ve Üzerinde Barselona’nın Koruyucusu Aziz George

Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.

Aşağıdan Görülemeyecek Yükseklikte Ayrıntılar

Kuleden Aşağı İnilen Merdivenler…

Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.

Gaudi’nin İşçi Çocukları İçin Yaptığı Okul (1908-1909)
Üst Sıra: 20.Yüzyıl Başlarında Okul Alt Sıra:Okulun Eskisi Gibi Yenilenen İçi

Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.

İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.

İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.

Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…

Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.

Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.

Sıcak Çikolataya Batırarak Yenen Churros (Xurros)

İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…