Sagalassos ve Kibyra gezimizde pazar sabahı, beklediğimizden güzel bir güne açtık gözlerimizi. Hava durumu tahminleri o gün için günlerden beri yağış veriyordu ama, sabahın erken saatlerinde öyle bir tehlike yoktu henüz. Sagalassos Lodge & Spa Hotel’deki odamızın penceresinden baktığımda, Ağlasun’un bir bölümünün doğmakta olan güneş ile aydınlanmış olduğunu, hala alacakaranlıkta olan diğer kısmının üzerinden ise, yavaş yavaş bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu gördüm. Çok güzel bir manzara idi… Bir de o sessizlik… Büyük şehirlerde böylesi bir sessizliği yaşamanın ne kadar imkansız olduğunu düşündüm. Günün en sessiz olması gereken saatlerinde bile kulağa gelen, uykumuzda alttan alta bizi yoran sesleri… Acı bir fren sesi, kesilen elektrik nedeniyle devreye giren jeneratörlerin sesi, aniden feryada başlayıp, sizi yatağınızda hoplatan araba alarmları, komşu dairelerden birinde yorgun düşüp, kanepe üzerinde uyuya kalmış bir beyaz yakalının karşısındaki televizyondan yükselen ses gibi…
Güzel ve sıkı bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Programa göre, önce Burdur Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Bir önceki gün Sagalassos’ta kopyalarını gördüğümüz, Kuzeybatı Heroon’una ve Antoninler Çeşmesi’ne ait kabartma ve heykellerin asıllarını gördük. Bunların yanında daha pek çok eser vardı. Rehberimizin belirttiği gibi, önce antik kenti görüp, daha sonra müzeyi gezmek daha etkili. Böylelikle, müzede gördüğünüz eserleri, hayalinizde gerçek konumlarında canlandırmanız çok daha kolay oluyor.
Müzede, Kibyra’ya da ait az sayıda eser bulunuyor. Bu azlığın, Kibyra’nın, henüz çalışmaların devam ettiği bir kazı alanı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Şehir, tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Bir de, bildiğim kadarı ile, genel olarak, hakkında yayın yapılmamış arkeolojik buluntular sergilenmiyorlar. Ancak, girişte sergilenen iki eser grubu, Kibyra’da ne kadar müthiş şeylerin bulunmuş olabileceğini veya henüz toprak altında beklediğini düşünmemize yetiyor.
Kibyra, Burdur’un merkezine yaklaşık 110 kilometre mesafede, Gölhisar ilçesinin batısında, üç tepe üzerine kurulmuş bir kent. Antik kentten, Gölhisar gölü ve Koçaş dağını içine alan müthiş bir manzara var. Zamanında, kentteki evler, birbirlerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmışlar.
Kibyra’nın, antik dönemde tam olarak hangi bölgeye ait olduğu söylenemiyor. Ancak, dört bölgeyi (Frigya, Karya, Likya ve Pisidya) birbirine bağlayan ticaret yollarının tam kavşağında olduğu biliniyor. Bu nedenle, tüccar bir millet oldukları belirtiliyor. Tarihteki ilk coğrafyacı ve filozof, Amasyalı Strabon’a (M.Ö. 63-21) göre, Kibyralılar Lidya kökenliler. Daha sonra, Helenistik dönemin (M.Ö. 323-30) başında Milas ve Termessos’tan buralara göç eden Pisidyalılarla karışıyorlar ve Kibyra bu şekilde kuruluyor. Kibyra’nın kelime anlamı da tam olarak bilinmemekle beraber, Luvi dilinden geldiği düşünülüyor. Strabon’a göre Kibyralılar, ticarette usta olmalarının yanında, at yetiştiriciliği, dericilik, demircilik ve çömlekçilikte de ileri gitmişler. Bir de, çok savaşçılarmış.
Arkeolojik bulgulara dayanılarak, kentin ilk yerleşim alanının, günümüzde kazılmakta olan Kibyra’ya 18 kilometre mesafedeki Uylupınar’da olduğu ve daha sonra (M.Ö. 4.-3. yüzyıllarda) buraya taşındığı belirtiliyor.
Kibyra , II. Eumenes (M.Ö. 197-159) döneminde Bergama Krallığının bir parçası oluyor. Daha sonra, M.Ö. 2. yüzyılda, bölgedeki Boubon, Balbura ve Oinoanda kent devletleri ile bir araya gelerek, bir tetrapolis, yani dörtlü bir birlik ya da federasyon kuruyor. Kibyra liderliğindeki federasyon, bir süre bölgede söz sahibi oluyor. Roma ile müttefiklik konumu kazanıyor. Ancak, M.Ö. 84-83 yıllarında, Romalı general Murena bu ittifakı dağıtarak, bölgeyi Roma’ya bağlıyor.
2016 yılında Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’ne giren Kibyra’da ilk incelemeler, on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz T.A.B. Spratt ve E. Forbes tarafından yapılmış. Daha sonra, Burdur Arkeoloji Müzesi, 1988-1989 yıllarında odeon’da ve şehrin güneyindeki mezarlarda, 2001-2002 yıllarında ise, nekropol(mezarlık) ve ana caddede kazılar yürütmüş. Bu aralıklı kazılardan sonra, ilk sistematik kazılar 2006 yılında Burdur Arkeoloji Müzesi ve Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından, birlikte yapılmaya başlanmış. 2010 yılında, kazılar tamamen üniversiteye devredilmiş. Şehirde günümüze kadar stadyum, odeon, agora, Roma hamamı ve nekropol kazılmış durumda. Halen çıkarılan tüm eserler, Roma dönemine aitler. Hristiyanlık dönemine ait izlere henüz rastlanmamış.
En parlak dönemlerini M.S. birinci ve üçüncü yüzyıllar arasında yaşayan Kibyra, tarihte iki tane çok büyük deprem geçirmiş. Bunlardan ilki olan M.S. 23 yılındaki depremin ardından, İmparator Tiberius şehre beş yıl vergi muafiyeti tanımış. Ayrıca, para yardımı da yapılmış. Şehir yeniden inşa edilmiş. Ancak, M.S. 417’de yaşanan ikinci büyük deprem, şehri tamamen yok etmiş. Bir daha kendini toparlayamayan kent, 8. yüzyılda tamamen terk edilmiş ve kalan halk, günümüzün Gölhisar’ına yerleşmiş.
Daha önce belirttiğim gibi, Kibyra şu anda tam anlamıyla halka açık bir ören yeri olmayıp, hala kazı alanı statüsünde olduğu için, kente düzgün bir girişten girilmiyor. Tel örgülerin arasındaki bir boşluktan giriliyor. Ancak, kent sahipsiz değil. Grup gezisi için önceden izin alınması gerekiyor ve her an yanınıza kadar gelmeseler de, sizi uzaktan izleyen bekçiler var. Etrafta yerli halktan da bazı gençler ve çocuklar gördük. Büyük olasılıkla, pazar eğlencesi olarak, kenti ziyarete gelenleri izlemeye gelmişlerdi. Tepelerden dolayı göremediğimiz köylerini ana yola bağlayan yol Kibyra’dan geçtiği için, buralara fazlası ile aşinalar zaten.
Kibyra’ya gelene kadar, doğrusu tam olarak ne ile karşılaşacağımı hayal edemedim. Gördüklerimiz karşısında ise, büyülendim diyebilirim. Çünkü burası, kazı faaliyetleri tamamlanmış ya da yavaşlatılmış pek çok kentten çok daha fazla yeryüzüne çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış esere sahip bir yer. Kazılar tamamlandığında, çok ünlü ve meraklıları için çekim kuvveti yüksek bir antik kent olacağına dair hiç şüphem yok.
Kibyra’ya girdikten sonra ilk olarak alt agorayı ve ardından, lüks tüketim ürünlerinin satıldığı, üst agorayı gezdik. Henüz tamamı ortaya çıkarılmamış olan üst agora yolu, sağlı sollu, yükseklikleri 18 metre olan sütunların ve iki tarafta sıralı dükkanların olduğu bir yolmuş. Bu yolun, toprak altında 600 metrelik daha bir kısmı olduğu belirtiliyor.
Ana yolun bir noktasında latrina var. Yani, Efes’de de gördüğümüz umumi tuvaletler. Ancak, burada ortaya çıkarıldığı haliyle latrina’nın, Efes’teki gibi oturma bölümlerini değil, onların altındaki kanalizasyon bölümünü görüyorsunuz. Bu da, tuvalet sisteminin nasıl çalıştığını anlamak açısından son derece ilginç. İki bin küsur yıllık bir antik şehirde yapılmış kanalizasyon sistemine insanın hayranlık duymaması mümkün değil. Kentin ayrıca, çevredeki su kaynaklarından su getiren bir de temiz su sistemi bulunuyor.
M.S. 2. yüzyıla tarihlenen kent tiyatrosu tahminlere göre 5000 kişilik, görkemli bir yapı. Üstelik, henüz tamamı ortaya çıkarılmamış. Bizim üzerinde durup, tiyatroya baktığımız nokta, sahne kısmının ikinci katına denk geliyormuş.
Bir diğer etkileyici yapı, çok amaçlı salon da diyebileceğimiz, hem Bouleuterion(kent meclisi) hem de Odeon(konser salonu) olarak kullanılan yapı. Burası, M.S. 2. yüzyılda yapılmış. M.S. 5. yüzyılda yenilenmiş. Zamanında üstü kapalı olan yapı, 3600 kişilik kapasitesi ile, ülkemizde antik çağlardan kalmış bu tür yapıların en büyüğü olarak niteleniyormuş. Yapının ön tarafı ve orkestra bölümünün tabanı ince çakıl taşları ile kapatılmış. Bunun nedeni, altta bulunan çok değerli mozaikler olması imiş. Mozaiklerin üzerine koruyucu örtüler, onların üstüne de çakıl dökülmüş. Şu anda gösterilmemelerinin nedeni yine bilimsel çalışma ve yayınların tamamlanmamış olması. Süreç tamamlandıktan sonra, son yıllarda mozaikleri çıkarıldıkları mekanlarda sergileme anlayışına uygun olarak, üzerleri açılacakmış. Bu yapılırken, hem doğal şartlardan etkilenmemeleri hem de insanlara üzerinde yürüme olanağı sağlamak için, üzerleri şeffaf bir tabaka ile örtülecekmiş.
Bouleuterion’un orkestra bölümünde bulunan Medusa başı mozaiği arkeoloji dünyasında epeyce ses getiren bir buluş olmuş. Milliyet gazetesinde (05/07/2012) okuduğum Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru’nun açıklamasına göre, mozaik kırmızı, yeşil, mavi, gri ve beyaz renklerde, üzerleri damarlı mermer plakalardan yapılmış. Antik dünyada sıkça kullanılan Medusa figürünün, ince ve renkli mermer plakalarından yapılmış tasvirine ilk olarak burada rastlanmış.
Aynı yapının ön tarafındaki 560 metrekarelik mozaik ise, geometrik desenli on beş ayrı panodan oluşuyormuş. Üzerindeki yazıttan, M.S. 249-253 yılları arasında, Kibyralı iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmış.
Kent meclisi bouleuterion’un ön tarafında, Geç Roma Dönemine ait (M.S. 6.-7. yy.) bir hamam bulunmuş. Burada da, seramikten yapılmış, temiz ve kirli su giderlerini görmek mümkün. Hamamı gezerken insan, kent meclisinde oturumlara katılan üyelerin daha sonra, buraya gelerek, yıkandıklarını ve soğukluk bölümünde dinlenirken, kulis faaliyetlerine ve kendi aralarında tartışmaya devam ettiklerini düşünüyor…
Şehre girerken sol tarafta olan, ama bizim en sona bıraktığımız önemli yapı ise, stadyum. Yaklaşık 200 metre boyunda, 12-13 bin kişi kapasiteli stadyum oldukça iyi durumda. Beni, Afrodisias’ın 30 bin kişi kapasiteli ve neredeyse sapasağlam stadyumu kadar etkilemese de, burada böyle bir yapı ile karşılaşmak beklenmedik bir şey. Ayrıca, stadyumun coğrafi topoğrafya ile uyumu da dikkate değer. Stadyumun uzun yanlarından biri yamaca yaslandırılmış ve karşısındaki kenar, ova manzarasını engellememesi için, daha alçak olarak inşa edilmiş.
Stadyumda koşu, uzun atlama ve gülle, cirit ve disk atmayı kapsayan pentatlon karşılaşmalarının yanında, yaygın olarak gladyatör dövüşleri yapılmakta imiş. Stadyumdan çıkarılıp, Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen kabartmalar bunun en güzel kanıtı. Hem gladyatörlerin birbirleriyle hem de hayvanlarla dövüşmelerinin sergilendiği bu kabartmalarda, vahşi hayvanların yakalanmasından, gladyatörlerin çalışma, hazırlanma ve dövüşmelerine kadar tüm süreç çok güzel bir şekilde canlandırılmış. Müzede ayrıca, gladyatörlerin mezarlığındaki Heroon’da(1) yer alan, dövüş sahneleri kabartmaları da çok etkileyici.
Hafta sonu gezimizde son durağımız, son günlerde yapılan televizyon yayınları sonucu popülerleşen Salda Gölü oldu. Burası, Burdur’un Yeşilova ilçesine altı kilometre uzaklıkta, tektonik oluşum ile ortaya çıkmış bir göl. Hava kapalı olduğu için gerçek rengini tam olarak görememekle beraber, insan daha açık havada suyun nasıl bir tonda olduğunu tahmin edebiliyor. Turkuaza yakın suyu ve çevresindeki beyaz renkli kumsalı nedeniyle buralara Türkiye’nin Maldivleri denmeye başlanmış. Duyunca komiğime giden bu tabiri bir de gölün kıyısında tabelada görünce iyice gülmem geldi doğrusu… Maldivlere hiç gitmedim. Bilmiyorum. Ama, gördüğüm Maldiv fotoğrafları ile Salda Gölünün etrafındaki zevksizliğin uzaktan yakından alakası olmadığı belli. Türkiye’nin en geri bölgelerindeki turistik yerlerden daha geri ve sakil bir görüntü. Kafasına göre yerlerde bazlama açan, çay demleyen, balçık gibi kumda ayakkabılarınızın kirlenmemesi için galoş satmaya çalışan köylüler. Üstelik, kıyıda gördüğümüz, çamura saplanıp, kalmış galoşların ilerde yaratacağı çevre kirliliği düşüncesi gerçekten içimi daralttı. İnsan bazen, acaba ülkemizdeki güzellikler hiç duyurulmasa, el değmemiş şekilde kalsa daha mı iyi olur diye düşünmeden edemiyor…
____________________________________________________________
(1)- Gladyatörleri onurlandırmak ve anmak için yapılmış anıt.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.