Tadı Damağımızda Kalan Portekiz… (1)

Birkaç gün için gittiğimiz Portekiz‘den yeni döndük. Yine yeni pek çok bilgi, gözlem ve hoş anılar biriktirdik. Güzel bir gezi oldu. Henüz gitmediğimiz her ülke, insana oraya özgü olduğunu düşündüğü belli şeyler çağrıştırır. Öteden beri, Portekiz denince benim de aklıma gelen birkaç şey vardı.

Bunlardan bir tanesi, klasik ekonomi okulunun en önemli teorisyenlerinden David Ricardo (1772-1823) ve onun uluslararası ticaretin temel kuralı kabul edilen Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi idi. Burada bu teorinin ayrıntılarına girerek sizi sıkmayacağım. Ülkeler arası serbest ticaret ve uzmanlaşmayı destekleyen bu teori özetle, ülkelerin her şeyi üretmeye çalışmak yerine, fırsat maliyeti açısından üstün oldukları malları üretip, bunu başaramadıkları ürünleri ithal etmelerinin her ülkenin yararına olacağını belirtir. Ricardo bu teorisi için İngiltere ve Portekiz’i örnek olarak kullanır ve yaptığı maliyet karşılaştırması ile iki ülkenin hem şarap hem de kumaş üretmek yerine, maliyet açısından avantajlı oldukları ürünü üretip, diğerini ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağını ortaya koyar. Buna göre, İngiltere avantajlı olduğu kumaşı üretip Portekiz’den şarap ithal etmeli, Portekiz de şarap üretip kumaşı İngiltere’den ithal etmelidir. Nedense, Portekiz denince aklıma hep üniversitede okuduğumuz bu örnek gelirdi.

Bir de babamın 1960’ların sonlarında bir iş gezisi için Portekiz’e gidişi ve grup olarak Padrão dos Descobrimentos, yani Keşifler Anıtı‘nın önündeki fotoğrafı vardır. Sözünü ettiğim yıllarda Portekiz günümüzde olduğu kadar gidilip gelinen bir ülke olmadığı için babamın bu gezisi çok heyecan verici gelmişti bana. Sonraki yıllarda tek tük akraba ya da tanıdıklarım gitmeye başladı Portekiz’e. Genelde söylenen, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça geri olduğu ve eğer insan ilk olarak yurt dışına çıkıyorsa, gidilecek ülkenin Portekiz olmaması gerektiği yönündeydi. Hatırlarsınız, Avrupa Birliği‘ne girişinde de (1986) ekonomik olarak aslında topluluk üyesi olmayı hiç hak etmediği ve İspanya‘nın kanatları altında girdiği çok konuşulmuştu.

Bir ülkeye birkaç gün için gitmek bizi elbette o ülkenin uzmanı yapmaz. Kaldığımız sürenin sonunda olsa olsa o ülke hakkında yüzeysel bir fikir edinebiliriz. Bir dizi gözlemden oluşan tadımlık bir deneyimdir bu. Esasen, aynı şey insanın kalış süresi birkaç haftaya yayılsa bile geçerlidir çünkü, bir ülkeye gezgin olarak gitmekle orada yaşamak, günlük hayatı deneyimlemek çok farklı şeyler. Ben de bu yazımda size, gezip görebildiğimiz yerleri mümkün olduğunca gözlemlerimi de katarak, anlatacağım.

Lizbon’a uçağımız epeyce erken bir saatte idi. İstanbul Havaalanı’na gitmek için sabah 03’te kalkmamız gerekti. Gidenler bilirler, İstanbul’dan Lizbon’a uçuş epeyce uzun sürüyor. 4 saat 35 dakika uçtuk. İndiğimizde yerel saat 10’a geliyordu. Kolayca taksi bulduk. Lizbon’un en iyi yanlarından biri, havaalanının şehir merkezine çok yakın, 15-20 dakika uzaklıkta olması. Kalacağımız Hapimag Lisbon‘un yakınına kısa sürede geldik ama, otelin bulunduğu Rua São José sokağında çalışma olduğu için taksi epeyce dolanmak zorunda kaldı. Sonunda, mümkün olan en yakın noktada inmemiz ve biraz yürümemiz gerekti. Oda girişleri saat 16’da olduğu için bavullarımızı bıraktık ve hemen Lizbon’u keşfe çıktık.

Praça dos Restauradores
Meydanın ortasındaki anıt Portekiz’in 1640 yılında İspanyol
hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor.

Otelimizin konumu hem çoğu gidilecek yere hem de başta metro olmak üzere toplu taşıma olanaklarına oldukça yakın olması açısından mükemmeldi. Meraklısı için, ünlü markaların sıralı olduğu ve 1879-1882 yılları arasında yapıldığı zaman Paris‘in ünlü Champs-Élysées caddesine benzetilmeye çalışılan Avenida da Liberdade birkaç saniyelik, Avenida metro istasyonu 5 dakikalık yürüme uzaklığında. Liberdade caddesi, kuzeyde Praça Marquês de Pombal meydanından başlayıp güneyde Praça dos Restauradores meydanında son buluyor. Marquês de Pombal (1699-1782) Lizbon şehircilik tarihi açısından önemli bir isim. Marki Pombal, 1750-1777 yılları arasında Kral I. José‘nin (1714 –1777) bakanı ve başbakanı olarak çok etkin bir şekilde görev yapmasının yanında, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan 9 Richter şiddetindeki deprem faciası sonrası Lizbon’un yeniden inşası konusunda da ünlenmiş. O nedenle, şehircilik açısından Paris için Baron Haussmann ne anlam ifade ediyorsa, Lizbon için de Marki Pombal onu ifade ediyor diyebiliriz. Bu arada, yaşanan depremin ve sonrasındaki tsunaminin yol açtığı yıkımın Lizbon’u gezerken tarihsel olarak insanın sık sık karşısına çıktığını belirteyim. Sicilya‘yı gezerken 1699 Etna patlaması nasıl sürekli karşımıza çıkıyorsa, aynı şey 1755 Lizbon depremi için de geçerli.

Praça dos Restauradores meydanında Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerini (calçada Portuguesa) yapan ustalara saygı olarak yapılmış anıt. Heykeltıraş Sergio Stichini‘nin eseri (2017)

Gezdiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce Portekiz tarihinden kısaca söz etmek istiyorum. Kimileri bunu gereksiz buluyor. Hatta bu şekilde yazılarımı uzattığımı düşünenler de var.  Onlar da sağ olsunlar ama ben nasıl ki, yurt içinde olsun yurt dışında olsun, gezdiğim şehir ya da ülkelerin geçmişini, nereden gelip nereye vardıklarını bilmek istiyorsam, yazılarımı da o şekilde yazıyorum. Sadece gezilebilecek yerler, gidilebilecek restoranlar ve benzeri konularında daha yüzeysel bilgiler veren bir sürü site zaten mevcut. Beni tatmin etmeyen bu sitelerin arasına bir benzerini de eklemek bana ters geliyor açıkçası.

Lizbon sokaklarından
Çeşitli içkiler satan bir dükkan

Portekiz, sonraki dönemlerde sadece işgaller, devrimler, darbeler ve ekonomik krizlerle anılan bir ülke olsa da aslında Avrupa’nın en eski ulus devletlerinden birisi olarak tanımlanıyor. Tarihsel gelişimine bakıldığında, ülkede Taş Devri dönemi insan topluluklarının M.Ö. 2000 yılından itibaren güney ve doğu İberya‘dan gelen İber kabilelerinin saldırısına uğradıkları ve  topraklarının istila edildiği görülüyor. M. Ö. 700’lerde Keltler de Portekiz topraklarını istila ediyorlar. M.Ö. 218 yılında bölgeye ulaşan Romalılar tüm bu yerleşik kabilelerin ve özellikle Lusitenya kabilesinin çok şiddetli bir şekilde karşı koyması ile karşılaşıyorlar. Romalılar bu topraklara yerleşme konusunda o kadar zorlanıyorlar ki, bunu ancak bir casusun M.Ö. 139 yılında Lusitenlerin lideri Viriato‘yu zehirleyerek öldürmesi sonucunda başarıyorlar. Romalılar, aynı zamanda saygı duydukları Lusitenya kabilesine ithafen bu yeni eyaletlerinin adını Lusitenya koyuyorlar. Romalıların altında bu topraklarda huzurlu bir ortam yaşanıyor. Bu arada Hristiyanlık da günümüz Portekiz topraklarında M.S. 200’lü yıllarda yayılmaya başlıyor. Ancak, Batı Roma İmparatorluğu‘nun çöküşü sırasında tüm Batı Roma topraklarında yaşanan Cermen barbar kabilelerinin istilası buraya da uzanıyor. 409 yılında başta Vandallar olmak üzere barbar kabileler buraları istila ediyor. Kısa bir süre sonra, M.S. 415 yılında, Vizigotlar‘ın istilası başlıyor ve diğer Cermen kabileleri yenerek buralardan sürüyorlar. Zaman içinde Vizigot kabileleri arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi başlıyor. 711 yılında bu kabilelerden birisi Kuzey Afrika‘dan Arapları yardıma çağırınca Portekiz için yeni bir dönem başlıyor. Araplar kısa zamanda İber yarımadasının güneyini istila ederek, 756 yılında Abd-al- Rahman önderliğinde bağımsız Al-Andalus krallığını kuruyorlar. Günümüzde Portekiz’in en güney bölgesi olan Algarve bölgesine Araplar, batı anlamına gelen Al-Garb adını veriyorlar.

Birkaç yüzyıl boyunca güneyde Arapların yönetiminde oturmuş ve sakin bir ortam hüküm sürerken kuzeydeki bazı ufak Hristiyan krallıklar kuvvetlenmeye başlıyorlar. Bu krallıklar 11. yüzyılda, yeniden fetih anlamına gelen Reconquista hareketini başlatarak, Araplara saldırmaya başlıyorlar. Bu harekatlar sırasında, Leon Krallığı‘nın bir parçası olan Portucale bölgesi özellikle öne çıkıyor. 1139 yılında liderleri Alfonso Henriques, Ourique‘de kazandığı zaferden sonra kendisini Portekiz Kralı ilan ediyor. Buna karşın, Algarve bölgesi 1249 yılına, III. Alfonso burayı yeniden fethedene kadar, Arapların elinde kalmaya devam ediyor. Bundan sonra tarihte Portekiz’in sınırlarında önemli bir değişiklik olmuyor.

Portekiz Sardalyasının Fantastik Dünyası
Ülkemizde yediklerimizden epeyce büyük olan Portekiz’deki sardalyalar hem halkın temel bir besini hem de özellikle konserve tesisileri ile bir endüstri olarak önemli bir geçim kaynağı. Rossio Meydanı’ndaki bu dükkanda yaratılan Disneyland havası sardalyanın turistlere tanıtımını ve satışını
çok eğlenceli bir hale getirmiş.

Portekiz’in keşifler ve emperyalist yayılmacı döneminin başlangıcı olarak Kral I. João zamanında Kuzey Afrika’daki Ceuta şehrinin ele geçirilmesi (1415) gösteriliyor. Kralın üçüncü oğlu Prens Henrique 1418 yılında babası tarafından Algarve valisi yapıldıktan sonra Batı Afrika’nın keşfine öncülük ediyor. Aslında kendisi bu keşif seferlerinin hiçbirisine katılmıyor ama Keşifler Çağı‘nın öncüsü kabul edildiği için kendisine Gemici lakabı takılıyor. Portekiz bu dönemde Gine Körfezi‘ne yapılan seferlerden elde ettiği altın ve kölelerden büyük karlar ediniyor. Ardından, I. Manuel zamanında Vasco da Gama‘nın 1498 yılında Hindistan‘a, Pedro Alvares Cabral‘ın 1500 yılında Brezilya‘ya ulaşması ile ülkenin zenginliğine zenginlik katılıyor.

Keşifler ve genişleme döneminin sonu olarak 1578 yılında Kral I. Sebastião‘nun Fas‘a yaptığı başarısız sefer kabul ediliyor. Kimilerine göre, inatçı ve dediğim dedik olan kral yüzyıllar sonra Müslümanlara karşı Yeniden Fetih ruhunu abartarak, gereksiz bir saldırıda bulunuyor. Alcácer Quibir Savaşı‘nda kesin olarak öldüğü belirtilen I. Sebastião’nun ardından büyük amcası Kardinal Kral Henrique tahta çıkıyor ancak, Katolik bir Kardinal olarak bekar olması gerektiği için, 1580 yılında öldüğü zaman varis bırakamıyor. Bunun üzerine, İspanya Kralı II. Felipe anne tarafından Portekiz tahtında hak iddia edince, Portekiz 60 yıl boyunca İspanyol Habsburg yönetimi altında kalıyor.  İspanyolların altında iken ülkede Portekizli asillerin yönetim pozisyonlarında olmalarına karşın, izlenen ortak dış politika sonucu Portekiz kolonilerinin pek çoğu Hollandalıların eline geçiyor.

Esasen halk için Lizbon’un dik yokuşlarına çare olarak yapılmış olan asansör ve fünikülerler, turistler için de ulaşım, şehri yukarıdan görmek ve daha iyi
tanımak için önemli toplu taşıma araçları

Portekizlilerin İspanyol yönetiminden kurtulma süreci, 1640 yılında bir ayaklanma ve Bragança Dükü’nün Kral IV. João olarak taç giymesi ile başlıyor. İspanyollar karşı çıkıyorlar ancak, bir dizi savaş sonrası, 1668 yılında resmen Portekiz’in bağımsızlığını tanımak zorunda kalıyorlar. Yukarıda belirttiğim İspanyol dönemindeki koloni kayıplarına rağmen, Portekiz Brezilya’dan gelen altın ve elmaslarla çok büyük gelirler kazanmaya devam ediyor. Bu bilginin ışığında insan Portekiz’in bu zenginliği neden İngiltere ya da onun kadar olmasa da İspanya gibi başarılı bir sanayi devrimi için gerekli sermaye birikimine çeviremediğini merak ediyor. Benim anladığım kadarıyla, bu konuda kritik bir dönem olan 18. ve 19. yüzyıllarda Portekiz birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Bunların bir tanesi, onca gelire karşın, Kral V. João‘nun yaptığı savurganlıklar ve lüks düşkünlüğü nedeniyle ülkeyi iflas noktasına getirmesi. 1755 depremi de ülke için büyük bir yıkım oluyor. Lizbon neredeyse tamamen yerle bir olurken, nüfusunun yüzde 10’u ölüyor. Ardından, tüm kıta Avrupa’sı ile birlikte, Napolyon‘un işgali yaşanıyor. Kraliyet ailesi Brezilya’ya kaçıyor ve geçici bir dönem için imparatorluğun başkenti Rio da Janeiro oluyor. 1811 yılında, daha sonra Wellington Dükü yapılacak olan General Arthur Wellesley ve General William Beresford yönetimindeki Britanya ve Portekiz birlikleri Napolyon’u yenerek ülkeyi kurtarsalar da aile 1821 yılına kadar Portekiz’e dönmüyor. Bu kez de 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığını kazanması ile büyük bir gelir kaybı yaşanıyor. Ardından, iki kardeş arasında yaşanan bir on yıllık taht kavgası ve iç savaş dönemi oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir ekonomik toparlanma dönemi yaşanmaya başlansa da endüstriyel üretimin neden olduğu kitlesel işsizlikler ülkede büyük bir hoşnutsuzluk yaratarak cumhuriyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor. 1908 yılında ünlü Praça do Comércio meydanında hem Kral Carlos hem de veliaht prens öldürüldükten iki yıl sonra, 1910 yılında cumhuriyet ilan ediliyor.

Rossio Tren İstasyonu

Ne yazık ki, cumhuriyetin ilanı Portekiz’e hemen refah ve mutluluk getirmiyor. Yaşanan politik istikrarsızlık ve ekonomik krizlere 1926 yılında askeri bir darbe ile çare aranıyor. Bu ise, 1932 yılında Başbakan olan ve ülkeyi 36 yıl boyunca çok sert bir şekilde yöneten António de Oliveira Salazar‘ın  (1889-1970) diktatörlüğüne uzanan yolun başlangıcı oluyor. Ülkedeki diktatörlüğün son bulması tam olarak ancak 25 Nisan 1974 günü yapılan barışçıl bir askeri darbe ile mümkün oluyor. Benim yaş grubumda olanlar, kan dökülmeden yapılan ve askerlerin tankların ve silahlarının namlularına taktıkları karanfiller nedeniyle Karanfil Devrimi olarak anılan bu darbeyi anımsarlar. Ülkenin tam olarak demokrasiye geçmesi ise, iki yıllık bir geçiş ve değişim döneminden sonra mümkün olabiliyor. Tüm bu kaos ve keşmekeş dolu tarih içerisinde benim dikkatimi çeken nokta, Portekiz’de 1834 yılı gibi erken bir tarihte tüm tarikatların yasaklanarak, manastırların kapatılması oldu. 100 yıldan beri dini tarikatlar konusuna kesin bir çözüm bulamamış ya da içtenlikle bulmak istememiş bir ülkenin vatandaşı olarak bu konuyu neredeyse 200 yıl önce çözen Portekiz’i çok takdir ettim.

19. yüzyılda Neo-Manuelin tarzda yapılmış olan Rossio İstasyonu
gece ışıklandırması ile bir bibloya benziyor

Gitmeden önce yaptığım araştırmalardan kendimce Lizbon’u gezmeye Rossio ve Figueira meydanlarından başlamanın iyi olacağına karar vermiştim. Ayrıca, bu bölgede arayıp bulmak istediğim özel bir şey de vardı. Yüzyıllar boyunca Lizbon’da ticaretin merkezi olan bu iki meydan, Avenida da Liberdade’nin son bulduğu Praça dos Restauradores meydanına da çok yakın. Geçerken meydanın ortasında göreceğiniz anıt, 1640 yılında Portekiz’in İspanyol hegemonyasından kurtuluşunu simgeliyor. 1886 yılında açılan anıtın iki bronz heykeli ellerinde tuttukları taç ve palmiye dalıyla Zafer ve Özgürlüğü simgeliyorlar.

Rossio İstasyonu’nun at nalı şeklindeki kapıları

Praça dos Restauradores’den yolumuza devam ederken, bir Starbucks gördük. Amerika dışında gittiğim ülkelerde hiç Starbucks meraklısı değilimdir. Hele sonradan içtiğimiz kahvelerden anladığımız üzere, Portekiz gibi kahvenin iyi olduğu bir ülkede bence Starbucks’a gitmeye hiç gerek yok. Onun yerine yerel bir kafede oturup kahve içmek, varsa yerel bir şeyler yemek çok daha güzel. Yine de, sabah çok erken kalktığımız ve uzun bir yolculuk yaptığımız için en azından kahvesini bildiğimiz standart bir yerde soluklanma ihtiyacı hissettik. Lafı hiç uzatmadan belirteyim. Kahve inanılmaz kötüydü. Birkaç gün sonra, Sintra‘ya giderken kahvaltı niyetine aldığımız yiyecekler de felaketti. Mecbur kalmazsanız Lizbon’da Starbucks’a gitmeyin derim. Öte yandan, bu kötü deneyim de bir işe yaradı sonuçta. Dinlendikten sonra kalkınca Starbucks’ın altında bulunduğu binanın kendisi ve giriş kapısı dikkatimi çekti. Ana kapıdan girince ışıklı göstergelerden buranın bir tren istasyonu, dahası birkaç gün sonra Sintra trenine binmek için gelmemiz gereken Rossio Tren İstasyonu olduğunu fark ettim. Sintra’ya gidiş konusunu bir başka yazımda ayrıntıları ile anlatacağım.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı
En arkada, Lizbon’un en prestijli tiyatro binası,
Teatro Nacional Dona Maria II görünüyor.

İki tane at nalı şeklinde çok güzel kapısı olan Rossio Tren İstasyonu 1886 yılında mimar José Luis Monteiro (1848-1942) tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında halka açılmış. O dönemde Avrupa’da inşa edilmiş belli başlı tren garlarının yakınında görmeye alışkın olduğumuz görkemli otellere benzeyen Avenida Palace Hotel de yine aynı mimarın eseri. İstasyonun mimarisi, Portekiz’de 19. yüzyılda yapılmış yapılarda sıkça karşımıza çıkan Neo-Manuelin (Yeni-Manuelin) tarz olarak tanımlanıyor. Adından anlaşılacağı üzere bu aslında 16. yüzyılda, Kral I. Manuel‘in (1495-1521) dönemine denk gelen bir mimari geleneğin yeniden yorumlanması. Portekiz’e özgü bir mimari olan ve bazen Portekiz Geç Gotik Mimarisi olarak da anılan Manuelin tarzı Portekiz’in Rönesans ve Keşifler döneminden beslenerek ortaya çıkmış. Bunun en güzel örneği, Belém‘e gittiğimizde gezdiğimiz Jerónimos Manastırı. Bu manastırda Gotik mimari ile, fethedilen Afrika, Brezilya ve Uzak Doğu gibi uzak diyarların mimari özelliklerinin ne kadar güzel bir ahenk ile yan yana getirildiğini görmek mümkün. 1755 depremi maalesef Lizbon’da I. Manuel tarafından bu tarzda yaptırılan eserlerin neredeyse tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak akım, imparatorluğun Azor Adaları ve Madeira gibi yakın ve Kuzey Afrika, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi uzak noktalarına kadar yayılmış. Neo-Manuelin akımı 19. yüzyılda bu akımın yeniden yorumlanması ile ortaya çıkmış.

Meydanın ortasında yükselen sütunun üstündeki heykel hem bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru hem de daha sonra Portekiz kralı olan IV. Pedro. 19. yüzyılda yapılan dalga desenli mozaikler yürürken insanda tuhaf bir duygu yaratıyor.

Resmi adı Praça Dom Pedro IV olan Rossio Meydanı, tren istasyonunun karşısında, iki dakikalık yürüme mesafesinde. Söz konusu meydan, altı yüzyıl boyunca Lizbon’un can damarı olmuş. Boğa güreşleri, askeri ve dini geçitler, festivaller hep burada yapılmış. Meydanın ortasında, aynı zamanda bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun ilk imparatoru olan IV. Pedro‘nun heykeli yükseliyor. Dom Pedro IV, yukarıda sözünü ettiğim iki kardeş arasında yaşanan iç savaşın taraflarından birisi. Kardeşi Miguel, ülkenin muhafazakarları ile birlik olup, mutlak monarşiyi savunurken kendisi, bir liberal olarak, İngiltere’de olduğu gibi anayasal monarşiyi savunmuş ve 1822’de bağımsız Brezilya İmparatorluğu’nun birinci hükümdarı iken, tahtı kızına bırakarak Portekiz’e gelmiş ve kardeşini yenmiş. Meydan 19. yüzyılın ortasında dalga desenli mozaik ile kaplanmış. Uzaktan bakınca ve üstünde yürürken insanda değişik bir duygu yaratıyor. Meydanın çevresindeki binalar, Marki Pombal tarafından 1755 depreminde yıkılan binaların yerine yaptırılmış. Günümüzde bu binaların altında kafe ve dükkanlar var. Meydanın kuzey yanında Lizbon’un en prestijli tiyatro binası, Teatro Nacional Dona Maria II var. Daha önce burada bulunan Estaus Sarayı 1450 yılında, Lizbon’u ziyaret eden üst düzey yabancıları misafir etmek için yapılmış. Daha sonra, 16. yüzyılda, Engizisyon Mahkemesi olarak kullanılan saray 1755 depreminde yıkılmış. Günümüzde gördüğümüz Neo-Klasik bina, İtalyan mimar Fortunato Lodi tarafından tasarlanmış ve 1842-1846 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın tepesindeki alınlıkta yer alan heykel, Portekiz tiyatrosunun kurucusu sayılan Gil Vincente‘nin (1465-1536) heykeli.

Figueira Meydanı

Rossio Meydanı’nın yanındaki Praça da Figueira (figueira incir ağacı demekmiş) meydanında depremden önce Hospital Real de Todos-os-Santos hastanesi varmış. 1750’de yangın geçiren hastane beş yıl sonraki depremde tamamen yıkılmış. Pombal Markisi Baixa semtini yeniden tasarlarken buranın şehrin merkezi pazar yeri olmasına karar vermiş. 1885’te, Barselona’daki pazarlar gibi, üstü kapatılmış ama, 1950’de pazarın üstü tekrar açılmış. Meydandaki bronz Kral I. João‘nın heykeli heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından yapılmış ve 1971 yılında açılmış. Rossio meydanında olduğu gibi bu meydanı da günümüzde otel ve kafeler çevreliyor. 1829’da açılan ve aynı ailenin 6. kuşağı tarafından işletilen, bir zamanlar kraliyet ailesinin şekerlemecisi olan Confeitaria Nacional da Figueira meydanında. Biz burada oturmaya fırsat bulamadık ama, siz bir kahve ve pastanenin ünlü tatlıları ile bir mola verebilirsiniz. Okuduğuma göre buranın kahvaltısı da güzelmiş.

Praça da Figueira meydanının ortasında görülen ve 1971 yılında yapılan
Kral I. João‘nun heykeli Leopoldo de Almeida‘nın eseri.

Kafe ve restoranlar gittiğimiz ülkelerin yerli vatandaşlarını gözlemlemek için en uygun yerler. Eğer dışarıda oturuyorsanız, buna gelen geçenleri de ekleyebilirsiniz. Toplu taşıma araçları da bu açıdan çok zengin bir fırsat sunuyorlar. Eğer bir yerde yaşamayıp, kısa süreli kalıyorsak gözlemlerimizin yüzeysel olma olasılığı elbette yüksektir. Buna karşın Portekizliler hakkında size yine de birkaç satır yazmak istiyorum. Ben Portekizlileri oldukça mesafeli ve ciddi buldum. Fazla güler yüzlü oldukları söylenemez. Bu yönden Katalanlara benzettim. Gittiğiniz yerlerde öyle İtalya’da olduğu gibi sohbet ya da şaka, espri beklemeyin. İstisnalar elbette olabilir ama, ben rastlamadım. Ama yine de genel olarak Portekizce bir obrigado (teşekkür ederim) ya da por favor (lütfen) diyerek kimilerinden bir gülümseme koparmanız mümkün. Aslında bu yaz Yunanistan’da edindiğim deneyim de gittiğiniz ülkenin dilinde, özellikle nezaket içeren birkaç kelimenin çok olumlu karşılandığı yönünde. Portekiz’de çok sayıda eski sömürgelerinden gelen insan da yaşıyor. Çeşitli işlerde çalışan Brezilyalılar, Hintliler, Uzak Doğulular ve Endonezyalılar var. Ancak, bu farklı etnik kökenli insanlar beyaz Portekizlilerle pek fazla karışmışlar gibi gelmedi bana. Hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Portekizlilerde gözlemlediğim bir başka özellik ise çevrelerinden, dünyadan oldukça kopuk görünmeleri. Belki sadece dışarıdan öyle görünüyorlar, bilemiyorum.

Masonların kendilerine özgü, özel el sıkma hareketlerini
gösteren kabartmayı insanlar fark etmeden geçiyorlar

Figueira Meydanı tarafında bulmak istediğim özel bir şey olduğunu yukarıda yazmıştım. Farklı şehirlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bazen bir kenti belli bir tema doğrultusunda, bir şeylerin peşine düşerek gezmeyi sevdiğimi bilirler. Aradığım şey, Figueira Meydanı ile Rua do Amparo‘nun köşesindeydi. Bu, çoğu insanın fark etmeden yanından geçip gittiği bir Mason simgesi idi. Sokağı ve meydanı birleştiren köşedeki mermerden büyük madalyonun üzerinde bariz bir şekilde, Masonlara özgü el sıkışmasının yer aldığı bir kabartma var. Lizbon’da, daha önce Barselona’da yaptığım gibi detaylı olarak Mason simgelerinin peşine düşecek zamanım olmadı. Barselona’da bu konuya epeyce zaman ayırmış ve ayrı bir yazı yazmıştım. Burada o kadar vaktimin olmayacağını önceden biliyordum. O nedenle, sadece bu mermer plakayı ve daha sonra gideceğimiz bir restorandaki simgeleri görmeye karar vermiştim. Söz konusu restorandan bu yazımın sonunda bahsedeceğim.

Rua do Amparo, Figueira Meydanını Rossio Meydanına bağlıyor. Sokağın başındaki Masonik el sıkma kabartmasının iki meydanın birbirlerine desteğini simgelediği düşünülüyor.

Masonik röliyefin büyük olasılıkla, Rossio Meydanı’nı yeniden düzenleyerek buradaki pazarı komşu Figueira Meydanı’na taşıyan mimar Carlos Mardel tarafından tasarlandığı belirtiliyor. Kendisi de Mason olan Mardel, yeni bir işlev ve önem kazandırdığı Rossio ile Figueira arasındaki karşılıklı desteği tipik bir Mason el sıkma hareketi ile simgelemiş. 18. yüzyılda şehirde yapılan bu düzenlemeler sonucunda Lizbon’da, üç meydan çevresinde, farklı alanlarda önemi olan üç merkez yaratılmış. Rossio, dükkanlar ve iş yerleri ile kentsel, Figueira büyük pazar yeri ile kırsalla bağlantılı bir merkez haline getirilmiş. Mardel, Masonik el sıkma kabartması ile hem kendi ait olduğu topluluğun bir izini bırakmış hem de Lizbon’un iki farklı yüzü olan kentsel ve kırsal odakların dayanışmasını ifade etmiş. Lizbon için önemli olan diğer meydan daha önce sözünü ettiğim Praça do Comércio. Adı üstünde, nehir kıyısındaki konumu ile bu meydan, özellikle dünya ile ticaretin merkezi olarak tasarlanmış.

İki meydanı birleştiten sokaklardan Rua da Betesga‘dan
Lizbon’un kalesi Castelo de São Jorge manzarası. Kalenin bulunduğu tepe Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar tarafından da savunma amaçlı kullanılmış. Arapların 8. yüzyılda yaptıkları kale, 1147 yılındaki kuşatma ile Portekizlilerin eline geçmiş. Orta Çağ boyunca yapıda birçok değişiklik yapılmış. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda kraliyet konutu olarak kullanılmış.

Masonluk, İspanya’ya olduğu gibi, Portekiz’e resmi olarak yüzyıllar sonra girmiş olsa da her iki ülkenin de Tapınak Şövalyeleri ile kuvvetli tarihsel bağlarının olması, Masonluğun bu ülkelerde yaygın ve kuvvetli olmasının bir nedeni olarak gösteriliyor. Tüm localar olmasa da kendisini Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olarak gören localar olduğu çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Engizisyon mahkemesi kayıtlarına dayanılarak, Portekiz’de ilk Mason oluşum 1727 ya da 1728 olarak kabul ediliyor. Web sitemdeki “Barselona (5): Mason Simgeleri ile Dopdolu Bir Şehir…” başlıklı yazımda Tapınak Şövalyeleri’nin tarihte ortaya çıkışlarından ve yaklaşık iki yüz sene sonra kafir ilan edilerek, yöneticilerinin 1314’te yakılarak yok edilmesinden söz etmiştim. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için linki kullanarak, söz konusu yazımı okuyabilirsiniz. 1096 yılında, Birinci Haçlı Seferi‘nden sonra kurulan ve 1128 yılında Papa II. Honorius tarafından resmi olarak tanınan Tapınak Şövalyeleri’nin başlangıç amacı Kutsal Topraklara hacca giden Hristiyanları korumaktı. Zamanla, aldıkları bağışlar ve yaptıkları yatırımlarla Avrupa’nın en büyük finansal gücü haline gelmişlerdi. Öyle ki, tarikat Avrupa’nın monarklarına borç verebilecek güce kavuşmuştu. Onların sonunu getiren de bu güç oldu. Günümüzde, Tapınak Şövalyeleri’nin 1312 yılında Papa V. Clement tarafından din düşmanı ve kafir ilan edilerek yok edilmesinin arkasında, şövalyelere ödeyemeyeceği kadar büyük borcu olan Fransa Kralı IV. Philippe‘in yaptığı baskı olduğu biliniyor. Bu süreçte, Fransa’da büyük ölçüde katledilen tarikat üyelerine İspanya ve Portekiz hükümdarları kucak açıyor. Dönemin Portekiz hükümdarı Kral Dinis, Tapınak Şövalyeleri’nin, başta İsa’nın Şövalyeleri olmak üzere, başka tarikatlar içinde varlıklarını sürdürmelerine izin veriyor. İşte Masonluğun Lizbon’da kuvvetli olması bir yanıyla bu tarihsel gerçeklere dayandırılıyor.

Rua da Betesga’nın köşesindeki São Jorge yani Aziz George kabartması. Aziz George, aralarında İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Gürcistan bulunan birçok ülkenin olduğu gibi, Portekiz’in de koruyucu Azizi kabul ediliyor.

Rossio ve Figueira civarındaki ilginç yerlerden birisi de Ulusal Anıt staüsünde olan, Igreja de São Domingos, yani Aziz Dominik Kilisesi. Küçük bir meydana (São Domingos Meydanı) açılan kilisenin, dışarıdan belli olmasa da içerisinde oldukça ürkütücü bir atmosfer var. Bunun sebebi, en son 1959 yılında geçirdiği büyük bir yangının izlerini taşıyor olması. Açıkçası, kilise hakkında bilgi sahibi değildim. Sadece, yola çıkmadan birkaç gün önce bir Portekizlinin görülmesi gereken bir yer olduğu yönündeki ipucuna dayanarak görmeye karar vermiştim. Kilisenin tarihi konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeri girer girmez bir tuhaflık sezdim ve buranın yangın geçirmiş olduğunu hemen fark ettim. Psikolojik olsa gerek. Sanki kararmış duvarlardan insanın burnuna bir yanık kokusu yayılıyordu. Kilise, 13. yüzyılda, Kral II. Sancho zamanında yapılmış. Ancak, 1531 ve 1755 yıllarının depremleri ile geçirdiği birkaç yangından sonra yapılan iyileştirmeler orijinal Orta Çağ kilisesinin izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Oysa ilk yapıldığı dönemde burası Lizbon’da Kraliyet vaftiz, düğün ve cenaze törenlerinin yapıldığı kilise imiş. Yangından kararmış orijinal sütunların arasındaki turuncu tonlarında boyanmış daha yeni duvarlar ilginç bir tezat oluşturuyor.

Igreja de São Domingos

İçeri girdikten kısa bir süre sonra hem biraz soluklanmak hem de etrafı incelemek için sıralardan birine oturalım dedik. Bu, birçok gezgin gibi, gittiğimiz hemen hemen her ülkede yaptığımız bir şey. Ama bu kez oturur oturmaz, son derece asık yüzlü ve kaba bir görevli tarafından, ayin olacağı belirtilerek, kaldırıldık. Adam suratsız olmanın dışında bir de düpedüz bağırıyordu. Aklıma birkaç yıl önce, Noel zamanı, Beyoğlu’ndaki Santa Maria Draperis Kilisesi‘ndeki sevimsiz bir siyahi görevli geldi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak ve bir afra tafra ile ziyaretçileri sözde düzene sokuyordu. İki olay da aklımda, kompleksli insanların verilen en basit görevi abartarak, “Ali kıran baş kesen” haline gelmelerine güzel bir örnek olarak kalacak.

São Domingos Kilisesi’nin içi
Aziz Domingos Kilisesi’nin içi geçirdiği
yangınların izleri ile dolu

Kilisenin önündeki meydanda büyük bir Afrikalı grup vardı. Meğer bu bir rastlantı değilmiş.  São Domingos Kilisesi’nin cemaatinin neredeyse tamamının, kökleri Portekiz’in eski Afrika sömürgelerinden gelenlerden oluştuğunu okudum. Burası, Lizbon’un özel olarak Afrikalılara kucak açan ve onları kollayan bir kilisesi imiş. Kilisenin Afrikalılar ile bağı 1400’lü yıllara kadar dayanıyor. Bu yıllarda Afrika’dan gelen köleler eğer Afrika’da veya getirildikleri gemilerde vaftiz edilmemişlerse, São Domingos Kilisesi ve çevredeki birkaç kilisede vaftiz edilirlermiş. Daha sonra, civardaki köle pazarlarında madenlerde, gemilerde, dükkanlarda, tarlalarda ve dökümhanelerde çalışmak üzere satılırlarmış.

Santa Justa Asansörü

Rua de Santa Justa‘daki Santa Justa Asansörü Rossio Meydanı’ndan kolaylıkla görülebiliyor. Göğe doğru yükselen bu dev asansör genel olarak Lizbon’a gidenlerin görmeyi ihmal etmedikleri bir yer. Günümüzde daha çok bir turist çekim merkezi olsa da Portekizce adıyla Elevador de Santa Justa aslında zamanında Lizbon’un toplu taşıma sisteminin bir parçası olarak inşa edilmiş. İçi ahşap, 25’er kişilik iki kabini olan asansör şehrin Baixa semti ile yukarıdaki Bairro Alto‘yu birbirine bağlıyor. Tepenin ne kadar dik olduğunu görünce insan, bu asansörün yapıldığı zaman Lizbonlular için ne büyük bir kolaylık sağladığını anlıyor. Demirden ve kimi kaynaklara göre 32, kimine göre 45 metre yüksekliği olan (sanırım nereden ölçüldüğü ile ilgili) asansör 1902 yılında hizmete açılmış. Mimarı, Alexandre Gustave Eiffel‘in öğrencisi olan Fransız mimar Raoul Mesnier du Ponsard. Başta buharla çalışan asansörde 1907 yılından itibaren elektrik kullanılmaya başlanmış. Yapının demir iskeleti Neo-Gotik süslemeler ve detaylarla dolu. O nedenle insana sadece bir demir yığını değil, bir sanat eseri izlenimi veriyor.

Santa Justa Asansörü’nden kale manzarası

Talebin çok, kabin kapasitesinin ise sınırlı olması nedeniyle uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Belki sabah çok erken ya da geç bir saatte daha az yoğun olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi, asansör şehrin toplu taşıma sisteminin bir parçası olduğu için Lizbon için almanızı önerdiğim toplu taşıma kartınızı burada da kullanabilirsiniz.

Uzakta görünen Tagus nehri

Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi. İçi ahşap kaplı, tertemiz kabine bindik. Bizim İstanbul’daki Tünel’in sistemi gibi, Santa Justa Asansörü’nün de kabinlerinden birisi inerken diğeri yukarı çıkıyor. Gittiğim şehirlere yukarıdan bakmayı hem manzara açısından severim hem de şehirde ne nerede diye kafamda yerli yerine oturtmak için çok yararlı bulurum. Lisbon’da şehri yukarıdan görebileceğiniz dokuz, on tane böylesi manzara noktası (Mirador) var. Santa Justa Asansörü de bunlardan birisi. Yukarı çıkınca, tepeden Rossio Meydanı’nı, karşıdaki kaleyi (Castelo de São Jorge), katedrali (Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca Sé de Lisboa) ve İber Yarımadası‘nın en uzun (1007 kilometre) nehri olan ve Lisbon’dan Atlantik Okyanusu‘na dökülen Tagus‘u görebilirsiniz.

Santa Justa Asansörü’nü yukarıdan Bairro Alto semtine bağlayan koridor

Santa Justa Asansörü yukarıda Bairro Alto semtine iki yanı açık, koridor şeklinde bir yürüyüş yoluyla bağlanıyor. Bu yolu izlediğinizde, kendinizi bana göre Lizbon’un en ilginç tarihi eserlerinden birinin dibinde bulacaksınız. Aşağıda Rossio Meydanı’ndan da görülebilen bu çatısız tarihi yapı Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) ve Carmo Manastırı. Aslen Karmelit tarikatına ait olan kompleksin girişi, önündeki sevimli ve sakin Largo do Carmo meydanında. Günümüzde, ağaçların altındaki sakin kafeleri ile çok huzurlu görünen bu meydan Portekiz yakın tarihinde önemli olaylara sahne olmuş. Meydanın ortasındaki çeşme ve çevresindeki binalar, depremin ardından Pombal Markisi’nin Lizbon’da başlattığı yeniden inşa döneminde yapılmışlar. Ancak, günümüz Portekizlileri için meydanın tarihsel önemi bundan çok daha fazla. 1974 yılındaki Karanfil Devrimi’nin en önemli olayları burada yaşanmış. 25 Nisan 1974 günü, 48 yıldan beri süren diktatörlük rejiminin başbakanı olan Marcello Caetano, başlayan ayaklanmalar üzerine, o sıralar Carmo Manastırı’nın bir bölümünü karargâh olarak kullanan Cumhuriyet Muhafızları Birliği’ne sığınmış. Ayaklanan diğer askeri birlikler ve halk bu meydanda toplanmışlar ve sonunda karargâhı ele geçirmişler.

Carmo Kilisesi ve Carmo Manastırı‘na Santa Justa Asansörü’nden bakış
Kilise ve manastırın Rossio Meydanı’ndan görünüşü

Carmo Kilisesi ve Manastırı 14. yüzyılda, önce asker olup, daha sonra Karmelit tarikatına giren General Nuno Álvares Pereira tarafından yaptırılmış. Kendisi 2009 yılında Papa tarafından resmen Aziz ilan edilmiş. Lizbon kalesinin karşısındaki tepede, bir zamanlar şehrin en görkemli kiliselerinden birisi olan yapı, 1755 depremi ve ardından yaşanan yangında ağır hasar görmüş. Çatı tamamen çökmüş. 1756 yılında Neo-Gotik tarzda bir yeniden inşa süreci başlatılsa da bu çalışmalar 1834 yılında Portekiz’de dini tarikatların yasaklanması nedeniyle tamamen durmuş. Günümüzde ayakta gördüğümüz kalıntılardan 14. ve 15. yüzyıllardan kalma orijinal kısımların güney ve batı kapıları ile apsis önündeki hol benzeri açıklık olduğu belirtiliyor. Kilisenin çatısı hiçbir zaman tekrar kapatılmamış. 1864 yılında burada bir arkeoloji müzesi oluşturulmaya karar verilmiş. Ülkenin ilk sanat ve arkeoloji müzesi olarak burada, hem tarikatların lav edilmesi ile terk edilen dini mekanlardaki sanat eserleri hem de Fransız işgali ve iç savaşlar sırasında tahrip olan eserler korumaya alınmış.

Carmo’nun ana giriş kapısı
19. yüzyılda müzeye dönüştürülen Carmo’nun
etkileyici bir havası var.
Manuelin Tarzda yapılmış pencere (16. yy.)
Santa Maria de Belém Manastırı‘ndan getirilmiş.
Altta Portekiz arması (14.yy.)

Bilet aldık ve içeri girdik. Kilisenin çatısının olmadığını fotoğraflardan zaten biliyordum ama yine de içeri girince etkilendim. Bir kısmı Neo-Gotik yeniden inşa döneminden kalan kirişlerin arasından gökyüzünü ve bulutları görmek elbette hoştu. Ben burayı esas, sergilenen arkeolojik ve eski eserlerle bütünleştirilmiş olmasından dolayı etkileyici buldum. Portekiz’in dört bir tarafından getirilen Roma ve Arap dönemi ile çeşitli manastır ve kiliselerden getirilen Orta Çağ’dan kalmış eserler ortamın ambiyansına ayrı bir değer katıyor kanımca. Yapının manastır bölümü de küçük ama güzel düzenlenmiş bir müze. Burada da Portekiz’in Erken ve Orta Paleolitik, Neolitik, Bronz ve Demir Çağlarına giden geçmişine ait buluntular, Orta ve Güney Amerika’dan getirilen eserler ve çoğunluğu yine dini mekanlardan kurtarılmış parçalar sergileniyor. İlgi çekici eserler arasında 16. yüzyılda yapılmış ve Santarém‘den getirilmiş Kral I. Fernando‘nun lahiti ve yine aynı yüzyıla ait Perulu bir oğlan çocuğunun mumyasını söyleyebilirim. Işıkların aşırı parlaması nedeniyle mumyanın fotoğrafını kendim çekemedim. Burada müze broşüründen bir fotoğraf paylaşıyorum.

Orta ve Geç Neolitik Dönem buluntuları
6. ve 19. yy. arasına tarihlenen Orta Amerika’dan
çeşitli seramik ve çömlek objeler
Kral I. Fernando‘nun mezarından detay
Santarém‘deki San Francisco Manastırı’ndan getirilmiş
(14. yy.)
Oğlan çocuğu mumyası
Peru (16. yy.)
Kaynak: Müze broşürü

İlk güne sığdırdığımız tüm bu gezmelerden sonra, akşam yemeğe gitmeden, artık otele giderek odamıza yerleşme zamanı gelmişti. Sabah İstanbul’da ne kadar erken kalktığımızı düşününce, hiç de fena gezmemişiz diyebilirim. O arada bir de Lizbon’a gelenlere önerilen 28 numaralı tramvaya binme denememiz oldu ancak, inanılmaz bir kuyruk nedeniyle vaz geçtik. Sanırım, vaz geçmesek iki saatten fazla beklememiz gerekecekti. Bu tramvay özellikle, 40 dakika süren ve şehrin ilgi çekici Graça, Alfama, Baixa semtleri ile katedral ve kale gibi önemli turistik noktalarından geçen güzergahı nedeniyle çok popüler.

Ah! İşte o ünlü 28 numaralı tramvay!

Otele dönmeden önce Rua Augusta‘daki Fábrica da Nata‘da bir soluklanalım dedik. Burada kahve eşliğinde birer Pastéis de Nata yedik. Portekiz’e giden gitmeyen herkes Pastéis de Nata veya Pastéis de Belém‘i duymuştur. Ülkemizde bazı pastanelerde de bu altı çıtır, içi tarçın ve limon kabuğu ile çeşnilendirilmiş krema ile dolu, yuvarlak ve küçük tatlılar yapılıyor. Bu arada, bazen bu tatlıya Pastel de Nata veya Pastel de Belém de dendiğini görebilirsiniz. Pastéis Portekizce tatlı hamur işleri için kullanılan çoğul bir terim. Pastel ise, onun tekil hali. Şimdi bir de Pastéis de Nata ve Pastéis de Belém arasındaki farkın ne olduğu olayı var. Pastéis de Belém, bu tatlının Belém’deki ünlü Pastelaria de Belém pastanesinde yapılanına verilen isim. 1837 yılında kurulan pastane, bu tatlının özel, orijinal tarifinin kendilerinde olduğunu ve bunu, tatlıyı asıl icat eden, yakınlarındaki Jerónimos Manastırı’nın rahiplerinden öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardıklarını söylüyor. Bir sonraki gün Pastéis de Belém’i de tatma fırsatı bulduk. Arada fark olup olmadığını ve değerlendirmemi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Fábrica da Nata‘nın ikinci katından kafe ve restoranlarla
dolu Rua Augusta‘ya bakış

Akşam yemeği için, 2023 ve 2024 Michelin listesinde yer alan Cervejaria Trindade‘de çok önceden yer ayırtmıştım. Bunun sebebi sadece Michelin değerlendirmesine girmiş olması değildi. Doğrusu, mekânı da çok merak etmiştim. Cervejaria Trindade, yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bir manastırda hizmet veriyor. 1294 yılında kurulmuş. Manastırın özel misyonu Arapların elindeki Hristiyanları kurtarmakmış. Manastırın bir başka özelliği de papazların burada bira üretmeleri imiş. Zaten Cervejaria da Portekizce bira imalathanesi demek. Cervejaria Trinidade aynı zamanda Portekiz’in en eski bira imalathanesi kabul ediliyor. Günümüzde Portekiz Ulusal Mirası statüsünde olan manastır tarihinde birkaç büyük felaket geçirmiş. 1704 yılında çıkan bir yangında yerle bir olmuş. Büyük Lizbon depreminde (1755) ağır hasar aldıktan sonra 1756 yılında tekrar yanmış. 1834 yılında dini tarikatların yasaklanması sonucu kapatılmış. Kapatıldıktan bir sene sonra burayı Galiçyalı bir sanayici olan Manuel Moreira Garcia satın almış ve yapının kilise, manastır ve yemekhane bölümlerini 1836 yılında açılan bir bira fabrikasına çevirmiş. 1840 yılında papazların yemekhane bölümünden geriye kalan kısımda halka doğrudan hizmet veren bir bira salonu açılmış. Manuel Moreira Garcia 1863 yılında, Fábrica de Cerâmica Viúva Lamego seramik fabrikasının sanat direktörü Luís Ferreira‘ya, manastırın orijinal seramik duvar kaplamalarına (azulejos) ek olarak başka boyalı paneller sipariş vermiş. Sahibinin inanç ve zevkini yansıtan bu panellerden orijinal manastırın atrium bölümündeki beş tanesi Masonik simgelerle dolu olmaları açısından çok ilginç. Restoranın hemen girişindeki bu duvar panolarından sonra, biraz daha ilerleyince, manastırın yemekhanesine denk gelen yerde, Dört Element ve Dört Mevsimi simgeleyen canlandırmalar var. Mevsimlerden kışı simgeleyen pano artık yok. Sonraki yıllarda bir kapı açma uğruna yok edilmiş. Benim çok merak ettiğim bu duvar panolarını restoranda yemek yemeseniz de belli saatlerde (sabah: 10-12, öğleden sonra 3-7 arası) görmenize izin veriyorlar.

Cervejaria Trinidade’ye akşam saat 9:30 için rezervasyon yaptırmıştım. Portekiz’de önceden restoran rezervasyonu yaparsanız o günün sabahında e-mailinizi kontrol etmeyi ihmal etmeyin çünkü, aynı gün sizden rezervasyonunuzu onaylamanızı istiyorlar ve bunu da elektronik posta yoluyla yapıyorlar. Eğer yapmazsanız, masanızı başkasına verebileceklerini belirtiyorlar.

Üstad-ı Muhterem
Her şeyi gören göz…
Sekreter…
Birinci Nazır…

Günün yorgunluğunun üzerine, Bairro Alto, Rua Nova da Trinidade 20C adresindeki restorana gitmek, çıkmamız gereken yokuş ve merdivenler nedeniyle, epeyce zahmetli oldu. Yine kısa bir yürüyüş gösteren ama topografya konusunda hiçbir bilgi vermeyen navigasyonun azizliğine uğradık. Oysa buraya gelmenin en pratik yolu, yine Santa Justa Asansörü’ne binmekmiş. Sizin aklınızda olsun…

Dört Mevsim canlandırmalarından Rüzgar
Mevsimlerden Sonbahar (solda) ve Yaz (sağda)
Cervejaria Trindade‘nin duvarlarındaki azulejos’larda başka
canlandırmalar da var. Gözüme çarpan bu pano da
Ticareti temsil ediyor.

Restorana geldiğimiz zaman, oturmak istediğim ve ona göre yer ayırttığım Masonik panolar olan ön bölmede, tek başına oturan ve garsonla inanılmaz yüksek sesle konuşan bir Amerikalı turist kadın nedeniyle daha içerideki salona geçmeye karar verdik. Bu salon, daha önce manastırın kilisesinin ve 1866-1935 yılları arasında bira imalathanesinin bulunduğu bölümmüş. 1946 yılında buraya yeni bir fonksiyon kazandırılmak istenince, yeniden düzenlenmiş ve duvarlarını panellerle süslemek üzere, sanatçı Maria Keil davet edilmiş. Salon da günümüzde bu isimle anılıyor. Güney Portekiz doğumlu olan sanatçının, Portekiz’e özgü kaldırım döşemelerinden (calçada Portuguesa) ve Roma tapınaklarından esinlenerek yaptığı paneller sanatta Portekiz Modernist akımının bir parçası sayılıyor. Bu kısım bir dönem (1959-1972) ayrı bir restoran haline getirilmiş. 1973 yılında tekrar Trinidade’ye katılmış.

Bizim yemek yediğimiz Maria Keil salonu
Sanatçı duvar panolarını yaparken ülkeye özgü kaldırım
döşemelerinden (calçada Portuguesa) esinlenmiş
Restoranın daha önce manastırın revaklı
avlusu olan bölümü

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Cervejaria Trinidade’nin ortamını fazla modern buldum. Restoran, 2021 yılında girdiği, bir yıl süren tadilattan sonra bu halini almış. Eski halini bilenler önceki ambiyansının çok daha otantik ve güzel olduğunu söylüyorlar. Maalesef bu durum, ülkemizde ve dünyada sıkça karşılaştığımız bir durum. Tarihi yerlerin mutfak ve tuvalet gibi bölümlerinin çağdaş hale getirilmeleri elzem. Ama orijinal havanın bozulmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki gençlerin ilgisini çekmek için bu yola başvuruluyor. Bilemiyorum.

Şerefe…
Kabuklu deniz ürünleri Portekiz mutfağının olmazsa olmazları

Restoranda, bizim gibi turistlerin yanında, çok sayıda Portekizli de vardı. Bilirsiniz, bu benim için daima iyiye işarettir. Garsonların biraz ilgisiz ve bu dünyadan kopuk gibi olduklarını söylemeliyim. Ancak, bunu kişisel almamalısınız. Portekiz’de neredeyse her yerde rastladığımız bir durumdu. Daha önce de belirttiğim gibi, Portekizliler genel olarak insana bu hissi veriyorlar. Gelmeden önce onların bu özelliğine dikkat çeken çok sayıda yorum okumuştum. Öte yandan, yemekler çok güzeldi. Önden, ikram olarak, spesiyaliteleri olduğunu söyledikleri morina balığı (cod) ve et kroket getirdiler. Başka yerlerde de yedik ama en iyi yapılmış ve lezzetli olanlar buradakilerdi. Ana yemek olarak, otlu sos ile pişirilmiş dev (tiger) bir karides ve Lizbon’a, hatta restoranın bulunduğu Bairro Alto semtine özgü olduğu belirtilen Bacalhau à Brás, yani à Brás usulü morina balığı yedik. Tuzlu morina parçaları, sotelenmiş soğan ve çok ince doğranmış kızarmış patatesin yumurta ile “bağlanması” yöntemi ile yapılıyormuş. Üzerinde kıyılmış zeytin ve maydanoz var. (Yaygın bir görüşe göre, tabağın “Brás Usulü” anlamına gelen adı, yemeği icat eden kişinin adından geliyor). İki ana yemek de çok lezzetli idi. Portekiz’e geliyorsanız, kendinizi deniz ürünleri, özellikle kabuklu deniz hayvanları yemeye hazırlamalısınız çünkü, Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyor. Trinidade’de olduğu gibi, bazı yerlerde et ve tavuk da bulmanız mümkün ama, seçeneklerin yüzde doksanını deniz ürünleri oluşturuyor diyebilirim. Yemekte kuzey Portekiz’in Vinho Verde bölgesindeki Palácio da Brejoeria şaraphanesinde yerel Alvarinho üzümü çeşitlerinden (Alvarinho, Arinto, Loureiro, Azal, v.b.) yapılan Alvarinho Vinho Verde 2023 beyaz şarabını içtik.

Otlu sos ile pişirilmiş dev bir karides ve Lizbon’a özgü olduğu
belirtilen Bacalhau à Brás. Yanında roka ve domates salatası.
Morina balığı ile yapılan Bacalhau à Brás
yemeğini denemenizi öneririm
Alvarinho Vinho Verde 2023

En büyük sürpriz, hayatımda daha önce hiç yemediğim Bira Pudingi idi. Bu enfes tatlı, papazların yaptığı tarife göre yapılıyormuş. Ben bugüne kadar bilmiyordum ama daha sonra öğrendiğime göre yemeklerde ve tatlılarda bira kullanımı belli coğrafyalarda yaygın bir uygulama imiş. Bizim yediğimiz tatlı yumurta sarısı, bira hamuru (stout) ve tarçın ile yapılıyormuş. Giderseniz, denemenizi öneririm. Yediğimiz diğer tatlı, Toucinho do Céu da manastır kökenli bir Portekiz tatlısı. Manastırlarda papaz ya da rahibelerin yaptığı tatlıların tüm coğrafyada geleneksel tatlılar haline gelmesini Sicilya ile ilgili yazılarımdan hatırlarsınız. Orada, papaz ya da rahibelerin yapıp sattığı tatlıların Sicilya’nın geleneksel tatlıları haline geldiğini öğrenmiştik. Portekiz’de de benzer bir durum var. Toucinho do Céu yumurta sarısı, şeker ve badem ile yapılan güzel bir tatlı.

Gecenin sürprizi: Bira Pudingi
Papaz efendiler ağızlarının tadını biliyorlarmış…
Toucinho do Céu
Tatlılara harika bir eşlikçi…
Late Bottled Nacional Vintage Port 2016

Garsonun önerisi üzerine, tatlılarla birlikte Duoro Valley’deki Quinta do Noval şaraphanesinin Touriga Nacional, Touriga Francesa, Tinta Roriz, Tinto Cão ve Sousã üzümlerinden ürettiği Late Bottled Nacional Vintage Port 2016 fortified şarabını içtik. (Fortified şarap, fermantasyon sırasında veya sonunda damıtılmış yüksek alkollü brandy veya konyak gibi bir içki eklenerek alkolü yükseltilen şarap çeşididir. Port, Sherry, Madeira, Moscatel ve Marsala fortifiye şarap türlerinden bazılarıdır).

Dönüş yolunda Lizbon’un Misericórdia
bölgesi sokaklarından birisi…