Matera… Bir Zamanların Hayalet Şehri…

Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.

Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.

Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…

Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.

Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.

Matera’nın Sasso Barisano Bölgesi ve Tepede Duomo

Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.

Sasso Caveoso Bölgesi

Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.

Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.

Üstte Alberobello, Altta Harran Evleri ve İçleri

Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.

Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,

– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.

Otelimizi söyleyince,

– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.

O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.

Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.

Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…

San Pietro Caveoso Kilisesi

Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.

Matera Kanyonu

Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.

Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.

O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.

Ristorante Gatta Buia

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.

Otelimiz Palazzo Viceconte

Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.

Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.

Matera Katedrali-Duomo

Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.

Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.

Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.

Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.

Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).

Duomo ve İçi
Anlaşılan Son Günlerde Günah Çıkarmaya Pek Gelen Yok…

Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.

Duomo’da Bizans Kalıntıları ve Freskleri

Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.

San Pietro Caveoso Kilisesi ve İçi

Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.

San Giovanni in Monterrone Kilisesi
Alt Sıradaki Evin Ahırının Kilisenin Tabanından Görünüşü
Madonna de Idris Kilisesi
Kilisenin Dış Duvarına Adak İçin Oyulmuş Delikler
Kilisenin Önündeki Mezarlık

Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.

Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,

– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.

– İtalyan değiliz, dedim.

Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,

– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.

O da İtalyan olmadığını söyleyince,

– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.

Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.

Vico Solitario Mağara Evi

Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.

At, Keçi, Koyun ve Tavuklarla Birlikte Ortalama 8 Kişinin Yaşadığı Bu Evde 1956’ya Kadar Oturulmuş

Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.

Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.

Mutfak

Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.

Su İçin Kar Biriktirilen Sarnıç

Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.

İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,

– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…

Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci Kiliseleri
Papazların Şarap Yapmak İçin Üzümleri Çiğnedikleri Küvet. Çıkan Su Yandaki Deliklerden Dışarı Akarmış

Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.

Madonna del Carmine Kilisesi

Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.

El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.

Geleneksel Düdük ‘Cuccu’

Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…

Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…

San Giovanni Battista Kilisesi
San Biagio Kilisesi
San Pietro Barisano Kilisesi
Sant’Agostino Manastırı

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…

Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…

———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Otranto

Sakin bir gündü… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi idi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 1480, günlerden 28 Temmuz’du. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilirdi. Ama o sabah, her zamanki gibi deniz kokusunu içlerine çekip, o yöne bakan Otranto’lular başka bir şey gördüler. Dehşete düştüler…

“Mamma li Turchi!” “Mamma li Turchi!”…
“Anneciğim, Türkler geliyor!”… “Türkler geliyor!”…

Osmanlı filosu 140 gemi, 18.000 asker ve 700 süvari ile, yelkenlerini açmış, çarşaf gibi denizin üstünde süzülerek geliyordu, bu küçük yerleşim yerine doğru.

Türklerin gelişi, sadece Otranto’da değil, Güney İtalya’nın tüm Apulia (Puglia) bölgesinde uzun zamandır endişe ile bekleniyordu. “Büyük Türk” Constantinopolis’i alalı 27 sene olmuştu ve o zamandan beri batıya doğru seferleri dur durak bilmemişti. Madem ki Bizans’ı almıştı, hayali Roma olmalıydı… Rivayet de oydu ki, Vatikan ve İtalya’nın diğer devletleri arasında süregelen siyasi oyunlar sırasında şimdilik Osmanlı’nın yanında olmayı seçen Venedik, Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’u aldığına göre artık, Bizans şehirleri olan, Brindisi, Taranto ve Otranto’nun da onun olduğunu fısıldamıştı… Zaten, yaklaşmakta olan Osmanlı donanması Korfu adasının yanından İtalya’ya doğru geçip giderken, orada olan Venedik donanması hiçbir engellemede bulunmamıştı…

Sakin bir gün… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 2016, günlerden 18 Ekim. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilir. Ama bu sabah, ufuk puslu. Karşı kıyılar görünmüyor…

İşte, 536 yıl sonra, iki Türk Otranto’dayız…

Sokaklarda çok az insan var. Onların da çoğu, bizim gibi, buralara sonbaharda gelmeyi tercih etmiş gezginler. Arabayı, kentin tarihi merkezinin dışında, iki katlı modern evlerin sıralı olduğu bir sokakta park ediyoruz.

Güneşli yerler ılık olmasına karşın, gölgede yürürken serinlikten insanın içi ürperiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra, Otranto kalesinin önüne geliyoruz. Fazla yüksek olmayan bu kale 12. yüzyılda Normanlar tarafından yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda Aragonlular tarafından yeniden inşa edilip, güçlendirilmiş. Türklerden sonra…

Otranto Kalesi

Yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu Gedik Ahmet Paşa komutasındaydı. Apulia (Puglia) kaynaklarına göre Paşa,” zayıf, esmer tenli, iri burunlu, seyrek sakallı, orta boylu” idi. Güney İtalya seferine, Arnavutluk’un Avlonya limanından yola çıkmıştı. İtalyanlar, Gedik Ahmet Paşa’nın sadece fiziksel özelliklerini sıralamakla kalmamışlardı. Ondan aynı zamanda, “son derece gaddar” olarak da söz etmişlerdi. O sıralar, “Büyük Türk” hastaydı. Otuz yıldan fazla süren hükümranlığının sonuna yaklaşmaktaydı. O nedenle kendisi çıkmamıştı sefere…

İlk plan, Brindisi’ye çıkmaktı. Ama sonra, daha güneydeki kıyıların karaya çıkmak için daha elverişli olduğu öğrenilince, Otranto civarındaki Roca Kalesi’nin yakınlarına bir süvari alayı çıkarıldı. Bu öncü alay, Otranto’ya kadar giderek, çok sayıda yöre sakinini esir aldı, sığır ele geçirdi. Halk, korku içinde, kaleye sığındı…

Türklerin Otranto’da karaya çıktığı haberi tüm İtalya’ya hızla yayıldı. Başta Vatikan olmak üzere, tüm İtalyan devletlerini bir korku aldı. Papa derhal harekete geçerek, sadece İtalya’daki devletlere değil, tüm Hristiyanlık alemine, Türklere karşı savaşmak için, çağrıda bulundu. “Kafir Türkler” Roma’ya yaklaşıyorlardı. Otranto’nun Roma’ya uzaklığı 600-650 Km civarındaydı…

Öncü süvari alayının ardından, Gedik Ahmet Paşa tüm orduyu karaya çıkarıp, Otranto’ya doğru harekete geçti. Kaleye ulaşınca Paşa, İtalyanca bilen bir elçi aracılığıyla, şehrin teslim olmasını istedi. Reddedilince, şehri topa tutmaya başladı.

Kalenin önünde, gezmek için içeriye girmek üzere olan birkaç kişi var. Bir kadın kapıya yakın bir noktaya şövalesini kurmuş, resim yapıyor. Bizim gözlerimiz
“Il Duomo” tabelasını arıyor. Sola, aşağı doğru kıvrılan yola sapıyoruz. Katedrale gidiyoruz.

Otranto Kalesi

Sabah Lecce’den yola çıktığımızdan beri içimizde bir ağırlık, bir sıkıntı var… Otranto’nun sessizliği ve sakinliği bu sıkıntıyı daha da artırıyor sanki… Oysa, ne güzel bir gün… Pırıl pırıl bir sonbahar günü. Böylesi sonbahar günlerini çok severim aslında. Ama işte… Burada içimi bir kasvet ve sıkıntı basıyor…

Birbirimizle pek konuşmuyoruz. Bir iki kelime söylesek de, çok alçak sesle oluyor. Bizim nedenimiz farklı ama, insan zaten bu sessizliği bozmak istemiyor…

Osmanlı Ordusu, Otranto kalesini yaklaşık iki hafta topa tuttu. Kale surlarına ve iç kısımlara sürekli taş gülleler yağıyordu. Bunların bazıları inanılmaz büyüktü. Topsuz, küçük bir garnizon olan Otranto bu saldırıya ancak iki hafta dayanabildi.

11 Ağustos günü, surlarda açılan bir delikten içeri akın eden Osmanlı askerleri Otranto’yu aldılar. Şehrin tüm yaşlı erkekleri kılıçtan geçirildi. 8000 kadar genç erkek ve kadın köle olarak Arnavutluk’a götürüldü. Kuşatmadan önce 22.000 civarında olan Otranto nüfusunun 12.000 kadarının bu arada öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Otranto Kalesi

Otranto’nun düşmesinden sonra, Osmanlı süvarileri batıda Taranto’ya, kuzeyde
Lecce’ye ve Brindisi’ye kadar akınlarını sürdürdüler. Öyle görünüyordu ki, Papa’nın korkuları yersiz değildi. Gedik Ahmet Paşa, Otranto’yu tüm İtalya’yı istila etmek için bir üs olarak kullanacaktı…

Hafif eğimli yolun sonunda ufak bir meydana varıyoruz. Duomo, yani Santa Maria Annunziata’ya adanmış katedral, meydanın sağ tarafımızda kalan kenarında yer alıyor. On ikinci yüzyılda yapılmış bu yapı, beklediğimden küçük ve gösterişsiz görünüyor gözüme. Oysa, Otranto’nun resmi web sitesinde, Salento yarımadasındaki en büyük katedral olduğu yazıyor. Osmanlı ordusu, Otranto’da kaldığı süre boyunca cami olarak kullanmış burayı. Heyecanlanıyor, içeri girmek için sabırsızlanıyorum. Bir yandan da, içimde o sıkıntı ve kasvet duygusu devam ediyor…

Il Duomo- Otranto Katedrali

İçeri giriyoruz. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım katedrallere kıyasla oldukça sade bir yer ama, tabanı kaplayan mozaik döşeme hemen dikkat çekiyor. Hayat ağacını temsil eden dev mozaik, alışılagelmiş bir aile ağacı şeklinde yapılmış. Ağacın gövdesi iki filin üstünde duruyor. Resmedilenlerin arasında ise, neler var, neler… Nuh’un Gemisi, Adem ile Havva, Kıyamet günü gibi dini motiflerin yanında, Herkül ve Diana gibi mitolojik tanrılar, Büyük İskender, Kral Arthur gibi tarihi kişiler ve bir sürü hayvan… Ejderhalar, maymunlar, yılanlar, deniz canavarları…

Gördüğümüz şeyler ne kadar ilginç olursa olsun, benim aklım katedralin o özel bölümünde… Aylardır, çeşitli kaynaklardan hakkında tekrar tekrar okuduğum, fotoğraflarına baktığım o şapeli görmek için sabırsızlanıyorum. Yavaştan alıyor olmam, başka şeyleri uzun uzun inceliyormuşum gibi yapmam… Gerçek değil hiç biri… İçim içimi yiyor…

Gedik Ahmet Paşa, şehir ele geçirildikten ve talan edildikten sonra, halkın Müslümanlığı kabul etmesini istedi. Tüm baskılara rağmen, Otranto’luların bunu kabul etmemesi üzerine, 14 Ağustos 1480 günü, şehirdeki on beş yaşından büyük sekiz yüz erkek yakınlardaki Minerva Tepesi’ne götürüldü. Teker teker şahadet getirmeleri istenen bu erkeklerin, sırayla kafaları uçuruldu. İnfazlar, sıranın kendilerine gelmesini bekleyenlere izlettirildi… Cesetler, kurda kuşa yem olmak üzere, gömülmeden, açıkta bırakıldı… 1771’de, Papa XIV. Clemens tüm ölenleri şehit ilan etti. Şimdi bu tepenin adı, Şehitler Tepesi.

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Şehitler Şapeli, ana giriş kapısını arkanıza aldığınız zaman, ana “altar”ın sağına düşüyor. Demir parmaklıklı ayrı bir kapıdan girilen bu küçük şapelde üç tane büyük camekan var. Biri, Meryem Ana ve İsa heykelinin tam arkasında ve ortada, diğer ikisi yanlarda. Üçü birlikte, kilise ve şapellerde normalde “altar”ın arka tarafına yerleştirilen büyük tabloların düzeninde sergileniyorlar. Aradaki fark şu ki, bu camekanlarda sergilenenler dini konulu tablo veya objeler değil… Üçünde de, bir milim boş kalmayacak şekilde, kafatasları ve kemikler var. 14 Ağustos 1480 günü, Şehitler Tepesi’nde katledilen 800 Otranto’lu erkeğe ait…

Şehitler Şapeli- Otranto Katedrali

Daha önce fotoğraflarına defalarca baktığım için hazırlıklı olsam da, gördüğüm kemikler beni dehşete düşürüyor… Kalbime bir ağırlık çöküyor…Din adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Son derece ürkütücü ve düşündürücü bir görünüm… Bu insanlar savaşta ölmemişler. Dinlerinden vaz geçmek istemedikleri için katledilmişler. Kimin tarafından ve hangi din adına yapılmış olursa olsun, insan geçmişte ve günümüzde yapılan bu tür katliamlara lanet okumadan edemiyor…

Bir yandan da, 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in bile o zaman Bizans halkına böyle bir şeyi reva görmediğini, Patrikhaneye dokunmadığını ve halkın dinini yaşamasına izin verdiğini düşünüyorum. “Büyük Türk” bu yüce gönüllüğü göstermişken, Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto’da yaptığı bu zorlama ve katliamın sebebi ne olabilir ki ? Belki, söylendiği gibi, Sultan fethedilen yerlerin yönetimini Gedik Ahmet Paşa’ya vermeye söz verdiği için… Belki, Roma’ya ve Papa’ya düzenli bir ordu ile ilk olarak bu kadar yaklaşıldığı ve bu şekilde tüm Hristiyan alemine bir göz dağı verilmek istendiği için… Bir de tabii, Gedik Ahmet Paşa’nın gaddar olması var…

Yutkunarak etrafıma bakınıyor, fotoğraf çekiyorum. Bizimle beraber şapelde bulunan herkesin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Yüz hatları gergin ve renkler de biraz uçmuş gibi… Kafamın içinde bir uğultu ile, “altar”ın önünde yer alan açıklamaları okuyorum. Tekrar tekrar camekanlara bakıyorum.

Öte yandan, bu kafatası ve kemikleri bu şekilde sergileyen zihniyeti de sorgulamadan edemiyorum. Acıyı canlı tutma adına yapılan bu düzenlemenin, asırlar boyunca katedrale dua etmek için gelen insanlar ve çocuklar üzerinde yarattığı travma korkunç olmalı. Günümüze kadar gelen “Türk korkusu”nun ve “Türk nefreti”nin sebebini bulmak için çok dolambaçlı analizlere gerek yok. “Türkler geliyor” diye korkutularak uyutulan, büyütülen çocukların DNA’larına bu duyguların işlememesi nerdeyse mümkün değil.

Sersemlemiş bir halde dışarı çıkıyoruz. Pek fazla konuşmuyoruz. Zaten, buraya gelirken, yüksek sesle Türkçe konuşmamaya karar vermiştik… Biraz içimiz açılsın diye sokaklarda gezelim diyoruz. Otranto sokakları çok güzel, sakin ve sevimli. Etrafta çok fazla insan yok. Hediyelik eşya dükkanları var sağda solda. Yaz mevsiminde çok daha canlıdır büyük olasılıkla. Sahil tarafına yöneliyoruz. Deniz, kıyıdan itibaren cam göbeği renginde. Çok berrak ve güzel… Ama işte… Hiçbir şey bizi bu girdiğimiz ruh halinden çıkaramıyor. Otranto’dan gitmeye karar veriyoruz.

Otranto Sokaklarında

Osmanlı ordusu Otranto’da on beş ay kaldı. Bu sırada, Türkleri Apulia (Puglia)’dan atmak üzere Papa, Napoli Kralı, Macar Kralı, Milano ve Ferrara Dükleri ve Cenova ile Floransa Cumhuriyetleri bir ortak savunma ittifakı yaptılar. Venedik bu ittifaka katılmamayı tercih etti. Ancak, Osmanlı’nın buralardan çekilmesi söz konusu ittifakın zaferi sonucu değil, 1481 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ölmesi ve ardından gelen, şehzadeleri Bayezid ve Cem arasında çıkan çatışmanın sebep olduğu, istikrarsızlık döneminden dolayı oldu.

Geldiğimiz zaman, katedrale doğru yürürken, yol üstünde bir dükkan gözüme çarpmıştı. Kapısının önündeki çapraz ayaklı sehpalarda ve vitrininde suluboya resimler vardı. Arabaya dönerken oraya girmek istiyorum. Fazla büyük olmayan dükkanın duvarları ve ortadaki büyük masanın üstü de resimlerle dolu. Dükkan sahibi, aydınlık yüzlü ve kibar bir ihtiyar. Resimleri kendisi yapıyormuş. Otranto manzaraları, kalesi, katedrali ve… Bir duvarda, “Şehitler Tepesi”nde yaşanan o olayı canlandıran bir resim… Hiçbir şey demeden uzun uzun bakıyorum…

Sonra, resimlerin arasından kalenin bir resmini beğeniyoruz. Yaşlı adam, resmi paketlerken bana İtalyanca, “Madam, siz Fransız mısınız?” diye soruyor. Uzun süre cevap vermiyorum… Soran olursa, söylememeye karar vermiştik. Ama, adamcağızın bakışları o kadar iyi kalpli, yumuşak ve görmüş, geçirmiş ki… “Katedralde az önce gördüklerimden sonra, üzgünüm ama…” diye başlıyorum cümleye. “Yoksa, siz Türk müsünüz?” diye soruyor. “Evet…” diyorum. “Çok trajik bir olay… Çok üzücü…”

Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyor. “Üzülmeyin… Tarih maalesef, zaman zaman çok acımasız ve kötüdür. Çok uzun zaman önce olmuş bir olay o. Üzülmeyin…” diyor.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1- “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı”, Franz Babinger, Oğlak Bilimsel Kitaplar,
s. 336-340
2- “Büyük Türk- İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmed”, John Freely,
Doğan Kitap, s.173-180
3- “Unspoilt Puglia”, Eric & Lu Van Wesenbeeck, Station NV, s.355-359