Yine Positano…

2015 yılının Ekim ayında Positano‘da kaldığımız Miramare otelindeki odamızın nefis bir deniz ve plaj manzarası vardı. Hem odamızdan hem de tam altına denk düşen yemek salonundan plajı tüm ayrıntıları ile kuşbakışı görmek mümkündü. İki yüz basamak yükseklikten seçebildiğim kadarı ile plajda çok büyük değişiklik olmamış, sadece, eskiden 1960’lar tarzı, hafif salaş olan yerler daha modernleşmiş ama sevimliliklerini kaybetmemişlerdi. Aradaki fark hiçbir şekilde beni, yıllar sonra yeniden gördüğüm Bodrum, Gümüşlük veya Kuşadası gibi şoke etmedi.

Miramare Otelinin Denizden Görünüşü

Üç katlı Miramare oteli, kırmızı ile kiremit rengi arası boyası ile hem denizden, hem de Positano koyunun değişik yerlerinden kolayca fark edilen, kartal yuvası gibi bir yapı. Özellikle, “özel odalar” olarak ifade edilen üç odasından muhteşem bir manzarası var. Temiz ve düzgün işletilen bir otel olmasına karşın, ödenen ücretin çoğunun manzara için ödendiğini düşünebilirsiniz. Ancak, kanımca, özel bir nedenden ötürü oraya gitmişseniz buna değer. Sabahları inanılmaz manzaralı bir banyoya girmek, akşamları yorgun argın otele dönüp, balkonda ayaklarınızı uzatıp, bir aperatif yudumlamak müthiş keyifli…

Miramare’deki Banyomuzdan Manzara

Öte yandan, Positano’da çok daha ekonomik ve sevimli konaklama çözümleri de bulmak mümkün. Zevkle döşenmiş kiralık evlerden, dairelerden birini kiralayabilir, öğlen ve akşam yemekleri için sayısız yiyecek yerlerinden birini deneyebilir veya bakkaldan alacağınız kaliteli bir şişe şarap, büyük bir salkım iri, siyah üzüm ve çeşit çeşit peynirlerle mükellef bir çilingir sofrası kurabilirsiniz.

Hiç şüphesiz, Amalfi sahilini en iyi gezme şekli bir araba kiralamak. Yerleşim yerlerinin arasında otobüs seferleri de olmakla beraber, bu hem pratik değil, hem de insanı kısıtlayıcı bir yöntem. Otobüs, sadece tek bir yerde kalmak planlanıyor, çevredeki diğer yerleşim yerlerini görmek düşünülmüyorsa kullanılabilir.

Positano’ya, kayalıkların tepesindeki dar ve virajlı yoldan, aşağıdaki masmavi denizi seyrederek varılıyor. Sol tarafta limon ve asma bahçeleri, sağınızda deniz… Kayaların üstüne oturtulmuş bu yerleşim yerine araba ile girmek mümkün olmadığı için, arabanızı ya yukardaki umumi park yerlerinden birine veya oteliniz için ayrılmış park yerine park etmeniz gerekiyor.

Miramare’nin, birkaç arabanın zor sığdığı park yerini bulduk ve rezervasyon onayında belirtildiği gibi, duvardaki telefondan otele geldiğimizi haber verdik. Beklememizi, biraz sonra bavulları taşımak için birisinin geleceğini söylediler. Çok geçmeden, iri yarı bir otel personeli geldi. İki bavulumuzu elindeki uzun kayışın birer ucuna bağlayıp, kayışı, bavulları iki omuzundan aşağı sallandıracak şekilde, boynunun arkasına attı. Üçüncü bavulumuzu da eline alıp, kendisini takip etmemizi söyledi. Ondan sonra, sadece merdivenlerden oluşan, daracık ve dik sokaklardan aşağı doğru bir iniş başladı.

Kalışımızın sonuna doğru kondisyonumuzda bir gelişme olsa da, doğrusu bu merdiven işi Positano’nun tek zorlayıcı yanı oldu. Özellikle, sahilden otele gelmek için çıkılması gereken iki yüz basamak tam bir ölüm kalım meselesi gibiydi. Sonraki günlerin birinde gittiğimiz Amalfi’de, bir dükkan sahibi nerede kaldığımızı sordu. Ben Positano diye yanıt verince, “Ah Signora, belli bir yaştan sonra Positano yerine Amalfi’de yaşamak ve kalmak daha iyi. Burası daha az dik bir yer” dedi. Söylediğinde haksız değildi ama, güzel olmasına rağmen, Amalfi de bir Positano değildi… Üstelik, Positano’da da daha az dik konumlarda olan yerlerde kalmak mümkün. Örneğin, ben çocukken Yvette’in kiraladığı, Santa Maria Assunta kilisesinin karşısındaki eve inen yol daha hafif eğimli ve daha az yorucuydu. Sahile de oldukça yakındı.

Positano’ya Yukardan Bakış

Paskalya zamanı olması nedeniyle etraf henüz yaz ayları gibi turistlerle dolup, taşmıyor. Positano’da kum, büyük olasılıkla volkanik coğrafya nedeniyle, oldukça koyu renkli. Neredeyse siyahımsı. Yvette ile plajda tembellik yapıyoruz. O şezlongunda uzanmış bulmaca çözüyor, ben de onun biraz ilerisinde havluya uzanmışım. Gözlerim kapalı. Gözkapaklarımın üzerinde hissettiğim güneş ışınlarının etkisi ile gördüğüm renk cümbüşüne dalıp, gitmişim yine. Kendime göre hayaller kuruyorum. On, on bir yaş hayalleri…

Birden bire çevremde bir gürültü kopuyor. Etrafımda bağıran bir grup İtalyan çocuk var. Benim yaşlarımdalar ve bana bir şeyler söylüyorlar. Önce hiçbir şey anlayamıyorum. Şaşkınlık içindeyim. Sonra, yavaş, yavaş dediklerini algılıyorum ve şaşkınlığım daha da artıyor.

Nerden ve nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bu çocuklar benim Türk olduğumu öğrenmişler. Belki de esnafla sohbet eden, şakalaşan Yvette’den yayıldı bu bilgi. Her nasıl öğrenmişlerse öğrenmişler ve belli ki çok heyecanlanmışlar. Etrafımda adeta yamyam dansı yaparak Türkiye’de insanların nasıl giyindiğini, peçe takıp, takmadığımızı, develere mi bindiğimizi soruyorlar hep bir ağızdan. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Havlumu hızla yerden alıp, Yvette’in yanına gidiyorum. Kalbim küt, küt atıyor. Bir yandan da, ben bikini giymiş haldeyken böyle sorular soruyor olmaları bana çok aptalca geliyor. Yvette başını bulmacasından kaldırıp, Fransız aksanlı İtalyancası ile çocuklara bir şeyler söylüyor ve çocuklar dağılıyor. Sonra bana dönüyor ve eğer denize gireceksem girmemi çünkü birazdan akşam yemeğine çıkacağımızı söylüyor. Bir yandan da, eliyle plajın sonunda derme çatma bir restoranı işaret ediyor.

O akşam ve sonrasında, Yvette ile pek çok sefer gittiğimiz o restoranda yediğim peynir panelerin tadını hala unutmuş değilim. Yıllar sonra Positano’da, o müthiş tadı damağımda tekrar hissedebilmek, dışı kıtır, içi yarı akışkan peynir pane lokmalarını yemeden önce dilimin üzerinde birkaç saniye keyifle tutmak için o salaş restoranı boşuna aradı gözlerim. Hafızamda Boğaz kenarındaki veya Güney sahillerimizdeki salaş balık restoranlarını çağrıştıran o yer artık yoktu. Onun yerinde, beş yıldızlı Covo dei Saraceni oteli ve otele ait, bembeyaz, kolalı masa örtüleri, harika aydınlatması ile romantik bir ambiyansı olan restoranı bulunuyordu…

Covo dei Saraceni, sırtınızı Santa Maria Assunta kilisesine, yüzünüzü denize döndüğünüz zaman Positano’nun ana plajının en sağında yer alıyor. Otel kısmı, diğer binalar gibi, arkadaki kayalık oluşuma adeta oyularak, birkaç katlı olarak yapılmış. Unutulmaz tatları ve en kaliteli şarapları mükemmel bir servis ile sunan restoranı ise nerdeyse plajın ve denizin üstünde. Yer ayırtırken balayımız için burada olduğumuzu belirttiğimiz için olsa gerek, bizi terasın en güzel masasına buyur ediyorlar. Kendimi bir an için elli, altmış yıl öncesinin filmlerine ışınlanmış gibi hissediyorum. Sanki, kafamı çevireceğim ve ilerdeki masada buğulu bakışları ile Ingrid Bergman oturuyor olacak. Yanında, beyaz smokini, papyon kravatı ve elinde sigarası ile Humphrey Bogart…

Covo dei Saraceni

Menüyü incelemeden önce, birkaç dakika için ortamın, manzaranın, dalga seslerinin ve deniz kokusunun tadına varmak istiyor insan… Garsonumuz bize bu süreyi tanıyacak kadar duyarlı, deneyimli ve kibar. Çok iyi bir İngiliz aksanıyla, mükemmel İngilizce konuşuyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde, eğitimini İngiltere’de yaptığını öğreniyoruz.

Bence, çocukluğumun İtalya’sı ile günümüzün İtalya’sı arasındaki en önemli fark İngilizce konuşan İtalyanların sayısındaki artış olmuş. Özellikle sokaktaki İtalyanların. Bu konuda çok yol kat ettiklerini belirtmeliyim. 1960’lı yıllarda sokakta, dükkanlarda, turistik yerlerde birisine İngilizce bir şey sorup, yanıt almanız hemen, hemen imkansızken, son birkaç yılki gidişlerimde, ben hevesle İtalyanca söze başlasam bile, beklemediğim insanların (örneğin, Pisa havaalanındaki temizlik görevlisi, Roma tren garındaki bagaj taşıyıcısı, Toskana’nın çok da işlek olmayan bir noktasındaki benzin istasyonu görevlisi gibi) İngilizce konuşması beni çok şaşırttı. Bu anlamda, Avrupa Birliğine katılımın İtalyanlara çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Fransızlar bu konuda inatlarını sürdüredursunlar, İtalyanlar çok yol almışlar.

İşinin ehli bir garsonun ilgilendiği masayı uzaktan takip edip, gerektiği anda yanı başınızda olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. En ufak bir talep için, ısrarla sizden tarafa bakmayan garsonların görüş alanına girmeye çabalamaktan da, sürekli tepenizde olanlarından da hoşlanmam. Covo dei Saraceni’deki garsonumuz bu konuda çok usta. Kibarlığı da, servis sırasında yaptığı küçük sohbetler de tam kararında. Yemek ve şarap seçiminde yaptığı öneriler bizi çok memnun ediyor. İsabetli yönlendirmelerinden cesaret alarak, gecenin ilerleyen saatlerinde, listelerinde olmayan ama, bizim çok beğendiğimiz bir kırmızı şarap hakkında fikrini soruyoruz. Amarone della Valpolicella (by Masi) dememizle birlikte garsonumuz başını sallayıp, bir takım ağız burun hareketleri yapıyor. Birden içime bir şüphe düşüyor…Yoksa iki gece önce Roma’da misafirlerimize ikram ettiğimiz şarap sandığımız kadar iyi bir şarap değil miydi? Biz endişe ile bir şeyler söylemesini beklerken, garsonumuz “O, başka bir hikaye… Amarone della Valpolicella (by Masi) çok özel günlerde içilecek, çok özel bir şaraptır” diyor. Mutlu oluyoruz ve kendisine düğün yemeğimizde ikram ettiğimizi söylüyoruz. Gülümsüyor ve, “Çok doğru bir seçim… Tebrik ederim. Ben de o şarabı yılda ancak bir kere, çok özel günlerde içerim” diyor.

Yediğimiz her şey son derece leziz olmakla beraber, Covo dei Saraceni’den anılarımıza kattığımız unutulmaz tatlar, en sondaki tatlılar ve onların eşliğinde içtiğimiz tatlı şarap (dessert wine) oldu. Kulağa garip gelse de, çikolata ile kaplı patlıcan tatlısı inanılmaz bir deneyim. İrice bir top halinde önünüze gelen bu tatlının üstüne garsonun döktüğü sıcak çikolata sosu, tatlının içine doğru çöküp, yarılarak açılmasına neden oluyor. Hem bu tatlı, hem de limonlu sorbé ve dondurma eşliğinde içtiğimiz tatlı şarabı ise yine garsonumuz önerdi. Muffato’yu (en iyisinin Cantinetta Antinori yapımı olduğunu da öğrendik) o kadar beğendik ki, izleyen günlerde önümüze çıkan tüm marketlerde, şarap dükkanlarında bıkmadan arayıp, sonunda Sorrento’da bir yerde bulduk. Dükkan sahibi kadına sevinç içinde, Muffato’yu Amalfi bölgesinde gittiğimiz her yerde aradığımızı söyleyince, “Ama Signora, doğrudan bana gelmeliydiniz” dedi ve göz kırptı…

Devam edecek…

Bir Positano akşamı sürprizi… Canlı müzik eşliğinde sokakta dans edenler… (17/10/2015)

Her Paskalya Zamanı Aklıma Positano Düşer…

Kırmızı, üstü açık, spor arabada son sürat gidiyoruz. Yvette arabayı yine korkusuzca kullanıyor. Ben de korkmuyorum. Ona güveniyorum. Çocuk olmama karşın arabayı ustalıkla kullandığını fark edebiliyorum. Kemerim bağlı. Güneş içimizi ısıtmakla kalmıyor, şortumdan açıkta kalan çöp gibi bacaklarımı da yakıyor bir yandan.

Paskalya zamanı ve okulum üç hafta tatil. Roma’dan güneye doğru indikçe insan artık Bahar’ın geldiğini daha çok hissediyor. Rüzgar Bahar, deniz, çayır, çimen ve her türlü çiçek kokusunu içimize dolduruyor. Tatlı bir sarhoşluk hali…

Yvette Positano’da ev tutmuş. Napoli’nin güneyindeki bu şirin kasabaya Amalfi sahili boyunca giden dar ve bol virajlı yoldan varılıyor. Sol tarafta sarp ve dik kayalar, sağ tarafta ise yüksek uçurumların dibinde uzanan masmavi, pırıl pırıl deniz. Müthiş bir manzara…

45 yıl sonra Positano’ya tekrar gittiğimde bu güzelim manzarayı bozacak bir tek çivinin bile çakılmamış olduğunu, yolun kalitesi iyileştirilmiş olsa da, ülkemizde sıklıkla yapıldığı gibi kayaların dinamitlenerek, yolun genişletilmediğini hem hayret, hem de sevinçle gördüm. Dik yamaca, birbirinin deniz manzarasını kapamayacak şekilde, kartal yuvası gibi yapılmış evler aynen duruyordu. Öyle ki, üç sene üst üste Paskalya tatilinde kaldığımız evi de elimle koymuş gibi buldum. Badana rengi bile aynıydı. Kimsenin aklına bu iki ya da üç katlı şirin evleri yıkıp, yüksek apartmanlar yapmak gelmemişti…

Positano, Amalfi sahilinin en popüler yerleşim yerlerinden biri. Ortaçağda denizci bir devlet olan Amalfi Cumhuriyetinin bir liman şehri. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda zenginliğinin doruğuna ulaşmışken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde eski zenginliğini kaybetmiş. Amerika’ya göç dalgası nedeniyle nüfusu da epeyce azalmış. Ta ki, 1950’li yıllarda turizm ile yıldızı yeniden parlayana kadar. Bazılarına göre, John Steinbeck 1953 yılında Harper’s Bazaar dergisinde Positano ile ilgili bir yazı yazarak bu konuda önemli bir rol oynamış. Ondan sonra Positano’nun uluslararası şöhreti giderek artmış. Capri adası ve tüm Amalfi sahili ile birlikte zenginlerin, sanatçıların, gezginlerin uğrak yeri olmuş.

Virajlı yolun bazı yerlerinde yol o kadar daralıyor ki, karşıdan gelen arabaya sürtmemek için azami dikkat gerekiyor. Yvette ister istemez daha yavaş gitmek zorunda artık. Bu sayede radyodan yayılan müziği duyabiliyorum. Domenico Modugno bizi “uçuruyor” (Nel blu dipinto di blu !). Bu zamansız şarkı neredeyse on yıllık o zamanlar. Yvette normalde İtalyan radyosu dinlemez ama anlaşılan çevremizdeki güzellik nedeniyle o da bu manzaraya ancak İtalyanca bir şarkının yakışacağını düşünüyor.

Positano’ya varınca arabayı yerleşim bölgesinin girişinde bırakmamız gerekiyor çünkü buraya taşıt girmiyor. Aşağıdaki sahile doğru inen dik yamaca sıralanmış rengarenk evler merdivenlerden oluşan, bazı yerlerde inanılmaz daralan sokaklarla birbirine bağlanmış. Bavulları yüklenip, inişe geçmekten başka çare yok. Nerdeyse boyum kadar bavulu sürükleye, sürükleye Yvette’in arkasından iniyorum aşağı. Merdivenli sokaklar boyunca bikiniler, elbiseler, hırkalar satan butikler ve seramikçi dükkanları sıralı. Hakim renkler sarı, turuncu, cart yeşil, çingene pembesi. Tam bir cümbüş.

Çocuk olarak, yüz yıl sürmüş gibi gelen bir süreden sonra Yvette, “ İşte burası,” diyor. Kollarım kopmuş bir vaziyette etrafa bakıyorum. Yorgunluktan bitmişim ama şikayet yok çünkü biliyorum ki Yvette asla kulak asmayacaktır. Yvette ile birlikte olmanın birinci şartı, kendi işini kendin yapacaksın… O ne zaman yardıma gerçekten ihtiyacın olduğunu bilir…

Önünde durduğumuz evin tanımlaması zor, gülkurusu ile kavuniçi arası, hoş bir rengi var. Positano’daki diğer evler gibi kod farkı sayesinde üç dört kata sahip. Giriş kapısı ufacık bir meydana bakıyor (Flavio Gioia) ve karşıda Santa Maria Assunta kilisesi var. Kilisenin heybetli ana kapısının üzerinde türlü, türlü deniz hayvanları, deniz yıldızları, dev dalgalar, dalgalarla boğuşan yelkenliler var. Çünkü Aziz Meryem aynı zamanda denizcilerin koruyucusu… Çok büyük olmayan bu kilisenin tarihi 10.yüzyıla kadar gidiyor ancak, günümüzde 18. yüzyılda restorasyondan geçmiş halini görüyoruz.

Santa Maria Assunta Kilisesi- Positano
Santa Maria Assunta Kilisesinin Kapısı- Positano

Santa Maria Assunta kilisesi ile ilgili çocukluğumdan kafama kazınan en önemli ayrıntı kilisenin ana mihrabının üstünde yer alan Meryem Ana ikonası ve onunla ilintili efsane. Meryem Ana’nın zenci olarak tasvir edildiği bu ikonanın büyük olasılıkla Benedikt rahipleri tarafından Bizans’dan buraya getirildiği ve 13. yüzyılda (bazı kaynaklar 12. yüzyıl da diyor) yapıldığı düşünülüyor. Şimdi öğreniyorum ki, söz konusu ikona ile Positano’yu ilişkilendiren efsanenin değişik versiyonları var. Benim ilk öğrendiğim hali ise şu şekilde: İtalya’nın tüm güney kıyıları gibi Positano da bir dönem yoğun bir şekilde korsanların saldırısına uğruyormuş. Bir keresinde, korsanlar Santa Maria Assunta kilisesindeki bu ikonayı yerinden indirip, gemiye yüklemişler ve denize açılmışlar. Ancak, denizin ortasında öyle büyük bir fırtına kopmuş ki, neye uğradıklarını şaşırmışlar. Dev dalgalar koca gemiyi neredeyse alabora ediyormuş. Korkuya kapılan korsanlar geri dönüp, ikonayı yerine bırakmak zorunda kalmışlar.

1960’ların sonunda Positano’da korsan yerine “Türk” kelimesini kullanıyorlardı. Aynı şekilde, yukardaki ve benzeri tüm öykülerde, efsanelerde Türklerden söz ediliyordu. Seramikleri ile ünlü Positano’nun sokaklarında, kulakları küpeli, sarıklı ve ellerinde palaları, kılıçları olan Türkleri gösteren pek çok seramik pano hatırlıyorum. Bu panolardan birindeki bir tiplemeyi Yvette babama benzetmiş ve beni çok güldürmüştü. Ondan sonra bu işi oyun haline getirmiş ve Yvette’in de tanıdığı tüm Türkleri bu duvar resimlerindeki figürlerle eşleştirmeye başlamıştık. Yaklaşık yarım asır sonra Positano’ya tekrar gittiğimde kentin duvarlarında artık bu tür panolar olmadığını ve “Türk” ifadesinin yerine “Saracini”nin(*) kullanıldığını fark ettim. Bu dönüşümün tam olarak nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum ama, benim tahminim hem günümüzde bu tür ifadelerin “politik doğruluk” (political correctness) açısından uygun olmadığının düşünülmesi, hem de İtalya’ya giden Türklerin sayısının artmış olması etkin olmuş bu konuda.

Günümüzde hayal etmek epeyce zor ama, bundan elli yıl öncesinin dünyasında, bırakın internetin varlığını, televizyon ve uydu yayınlarının bile doğru dürüst olmadığını, insanların bu kadar rahatlıkla seyahat edemediklerini, bilginin çok daha rahat saklandığını, çarpıtıldığını hatırlayalım. Böylesi bir ortamda “Türk” kelimesinin yarattığı çağırışım şimdikinden çok farklıydı. Günümüzde İtalya’da Türk olduğunuzu, hele İstanbul’dan geldiğinizi söylemenin yarattığı ilgi, alaka, sempatiye karşın, 1960’ların sonunda yüzlerde beliren, yüzyılların birikimi ile kuşaktan kuşağa geçmiş dehşet, hayret ve ürkme ifadelerinin arasında büyük fark var benim kişisel deneyimlerim açısından.

Yvette dairenin kapısını anahtarla açıyor ve içinde gerekenden fazla eşya olmayan, güneş ışınları ile pırıl pırıl, ferah bir daireye giriyoruz. Yerler kiremit rengi, sekizgen, seramik karolarla kaplı. Duvarlar beyaza boyanmış. Göz alıcı aydınlık biraz da ondan. Duvarlarda bel hizasına gelen yükseklikte, beyaz fon üzerine mor, sarı, mavi çiçeklerin yer aldığı seramik bordürler var çepeçevre. Mobilyalar koyu renk ve rüstik. Yvette’in bana uygun gördüğü odaya yerleşmem fazla uzun sürmüyor. Çok geçmeden plaja gitmek için hazırım.

(*)- Saracini, Orta Çağdan itibaren bazı Hristiyan yazarlar tarafından Müslüman korsanlar için kullanılan isimdir. Bazen sadece Müslüman yerine de kullanılmaktaydı.

Devam edecek…