Bir Tutam Paris… (2)

(Yazının birinci bölümü, Bir Tutam Paris… (1), için linke tıklayabilirsiniz)

Paris’te unutamadığım yerlerden bir başkası, yine çok fazla kişi tarafından bilinmeyen bir müze. Ancak, bu müze hakkında yazmadan önce onun, farklı ve ayrı iki başka müze ve iki kilise ile birlikte içinde bulunduğu tarihi yapıdan kısaca söz etmek istiyorum. Şehrin ortasında, İstanbul’daki Selimiye Kışlası gibi, dev bir kütle olarak görünen Hôtel National des Invalides, 17.yüzyılda Kral XIV. Louis (1638-1715) tarafından malul askerlerin bakımı için yaptırılmış bir yapı. Burası yapılmadan önce, savaşlarda yaralanan ve sakat kalan askerler, kimi hastanelerde ve manastırlarda bakılmaya çalışılsa da, çoğunlukla sokaklarda dilenmek zorunda kalıyorlarmış. “Güneş Kral”, Hôtel National des Invalides’i yaptırarak, Fransa’da ilk olarak, vatanları için savaşırken sakatlanan askerler için sığınacak bir mekan sağlamış. Bu noktada belki, Fransızca Hôtel kelimesine bir açıklık getirmekte yarar var çünkü oldukça kafa karıştırıcı olabiliyor. Fransızca’da Hôtel, bizim anladığımız anlamda, ücret ödeyerek kalınan bir mekan olmanın dışında, yerine göre hastane, misafirhane, Belediye Sarayı (Hôtel de Ville) veya büyük şehir malikanesi anlamında kullanılabiliyor. Buradaki anlamı, savaş gazileri için bir hastane olması. Yapının bir bölümü hala Fransız savaş gazileri veya görevi başında yaralanan askerler için hastane olarak kullanılıyor.

Hôtel National des Invalides

Hôtel National des Invalides’in bir parçası olan
Église du Dôme‘un Rodin Müzesi’nin
bahçesinden iki görünümü

Mimar Libéral Bruant’ın eseri olan Hôtel National des Invalides, 1671-1676 yılları arasında inşa edilmiş ancak, bir bölümü 1674 yılında hizmete açılmış. Bu dev yapının merkezinde, neoklasik tarzda yapılmış, altın kaplama kubbeli Église du Dôme kilisesi var. Bu kilise, Kralın ibadet edeceği kilise olarak tasarlanmış. Kubbenin içindeki freskler, Charles de La Fosse’un eseri. Napolyon’un mezarının burada olması, burayı Hôtel National des Invalides’in en çok ziyaret edilen bölümü yapıyor. Kilise, 1675-1706 yılları arasında, Versailles Sarayı’nın mimarlarından biri de olan, Jules Hardouin-Mansart tarafından tasarlanmış. Eiffel Kulesi yapılana kadar, bu kubbe Paris’in en yüksek yapısı imiş. (Askerlerin ibadet etmesi için Bruant tarafından yapılan kilise, Église des Soldats da, oval bir geçiş ile, bu kilise ile bağlantılı). 1821 yılında sürgünde olduğu St. Helena adasında ölen Napolyon’un naaşı, 1840 yılında Fransa kralı Louis-Philippe’in İngilizlerden aldığı izin ile Paris’e getirilmiş. Büyük bir devlet töreniyle önce St Jérôme Kilisesi’nin kubbesinin altına, daha sonra, Église du Dôme’daki mezarı tamamlanınca, 2 Nisan 1861 günü, şimdi yattığı mezara gömülmüş.

Église du Dôme
Kralın ibadet etmesi için tasarlanmış kilisenin
altarı da ona uygun
Kubbenin içindeki freskler,
Charles de La Fosse’un eseri
Kaynak:www.coolstuffinparis.com

Napolyon’un mezarı, İtalya doğumlu mimar, Louis-Tullius-Joachim Visconti tarafından yapılmış. Belki bu seçim de, İtalyan asıllı Napoleone Bonaparte’ye bir saygı ifadesidir… Mezar için, kubbenin altındaki kilisenin kriptinin üstü ilginç bir şekilde açılmış. Aşağı inmeden önce, yukardan baktığınızda ister istemez başınızı eğiyorsunuz. Bir söylentiye göre, mimar herkesin bir saygı ifadesi olarak başını eğmesi için bunu özellikle tasarlamış. Biz gittiğimiz zaman, mezardan çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Etraf çok pisti. Yerleri elektrikli aletlerle temizliyorlardı ve bazı yerlerde iskeleler vardı. Mezar kısmının doğru dürüst bir fotoğrafını bile çekemedik. Şanssız bir dönemdi anlaşılan. Günümüzde, internetteki fotoğraflarda Napolyon’un mezarı çok bakımlı görünüyor.

Napolyon’un, öldükten 40 yıl sonra gömüldüğü mezarı Kaynak:www.coolstuffinparis.com
Aynı yapı içinde bulunan, Birinci Dünya Savaşı kahramanı
Mareşal Ferdinand Foch‘un (1851-1929) mezarı

Şimdi, Hôtel National des Invalides’in içindeki o müzeden söz edeyim. Daha önce belirttiğim gibi, günümüzde burada toplam üç tane müze var. Birincisi, Musée de l’Armée (Askeri Müze). Bu müze, 13. ve 17. yüzyıllar arasındaki Fransa askeri tarihi ile ilgili. Üniformalar, silahlar, resimler, Napolyon’un bazı eşyaları ve askeri seferlerin planları var. İkinci müze, Musée de l’Ordre de la Libération, İkinci Dünya Savaşı’na ayrılmış. 1940-1945 arası verilen mücadele (Résistance), Yahudilerin Fransa’dan toplama kamplarına götürülmesi ve savaş sırasında Fransa’daki yaşam üzerine bilgiler var. Bu müzeler konu olarak çok fazla ilginizi çekmeyebilir. Zaten biz de, binanın içinde üçüncü kata ulaşmaya çalışırken, buralarda sergilenenlere hızlıca baktık. En üst kata gitmemizi ağabeyim önermişti. “Diğer bölümlere gitmeseniz bile en üst kata mutlaka bir gidin. Çok enteresan”, demişti. Tam hatırlayamıyorum ama, sanırım o zamanlar Hôtel National des Invalides tek bir müze olarak düzenlenmişti. Günümüzde burası, Musée des Plans-Reliefs (Rölyef Haritalar (Maket) Müzesi) olarak geçiyor.

Askeri Müze

Askeri konulara meraklı olsanız da olmasanız da, Musée des Plans-Reliefs son derece ilginç. Burada sergilenen 28 tane dev boyuttaki maket askeri amaçlarla yapılmışlar. İlk maketler, XIV. Louis’nin savunma bakanı, Marquis de Louvois tarafından 1668 yılında yaptırılmış. Ondan sonra gelen savunma bakanları da, gerek savunma amaçlı olarak Fransa’nın sınır şehirlerinin gerekse istihbarat amaçlı olarak yabancı ülke şehirlerinin ve kalelerinin maketlerini yaptırmışlar. Maket deyip geçmeyin. Her biri inanılmaz detaylarla dolu. Sadece askeri önemi olan surlar ve topoğrafik önemi olan tepeler, limanlar değil, şehirlerin sokakları, yapıları ve ağaçları da inanılmaz bir özenle yapılmışlar. Maketler, düzenli aralıklarla güncellenirlermiş. Örneğin, herhangi bir sokakta bir ağaç kesilirse ya da yeni bir bina yapılırsa, bu değişiklik maket üzerinde de gösterilirmiş.

Maketler için yapılan ön çalışmalar ve çizimler
İnanılmaz ayrıntılarla dolu maketler büyük masalarda sergileniyorlar

Maketler önceleri, askeri mühendisler tarafından arazide yapılırlarmış. Daha sonra, 1743 yılında, Béthune ve Lille şehirlerinde iki büyük atölye kurulmuş. Napolyon da, aralarında Lüksemburg, La Spezia, Brest ve Cherbourg olan yerlerin maketlerini yaptırarak koleksiyonu genişletmiş. 1814 yılında, Almanya’daki şehirlere ait olan 17 maket Prusyalılar tarafından Berlin’e götürülmüş. Bunların bazıları yeniden yapılmış. 1875 yılına kadar, 150 kadar kale ve yerleşim yerinin yaklaşık 260 tane maketi yapılmış. Kalelerin savunma için kullanımının sona ermesi ile birlikte, bu tarihten sonra maket yapımı durdurulmuş. 1927 yılında tüm koleksiyon tarihi anıt statüsüne alınmış. Müzede sergilenenler dışında, günümüzde müzenin koleksiyonunda 112 maket bulunduğu belirtiliyor.

*******

Yine bir bilet gişesinin önündeyim. İçerden canlı, cıvıl cıvıl, New Orleans (Dixieland) tarzı caz tınıları geliyor. Gişedeki kadına,

– İki kişilik yer var mı? diye soruyorum.

– Huchette’de her zaman yer vardır, diye yanıtlıyor.

Biletlerimizi alıyor ve aşağı iniyoruz. Taş merdivenlerin kimi yerleri eskilikten iyice kayganlaşmış. Müzik sesi olmasa, kendimi Orta Çağ’da bir zindana iniyormuşum gibi hissedeceğim. İndikçe müzik sesi artıyor.

Kavisli, taş tavanı ve duvarları ile burası gerçekten eski bir zindana benziyor. Bana burayı tavsiye eden kişinin söylediğine göre, yüz yıllar önce gerçekten de bir zindanmış. Hatta, yakındaki Seine nehri kabardığı zaman burayı su basar ve mahkûmlarboğularak ölürlermiş. Yani bu zindana kapatılmak, bir anlamda ölüm cezasına çarptırılmak demekmiş.

Sahnede bir grup var. Pist ve ayakta durulabilecek her yerde insanlar çılgınca dans ediyor. Kendimize bir yer bulup oturuyoruz.

Burası, ünlü Le Caveau de la Huchette caz kulübü…

Bilen bilir tabii ama, çoğu kişi Paris’in caz müziği açısından ne kadar zengin bir geleneğe sahip olduğunun farkında değildir. Caz dinlenebilecek mekanlar da epeyce çoktur. Ben de, bir tavsiye üzerine gittiğimiz Huchette sayesinde bu durumdan haberdar oldum ve daha sonraki gidişlerimde de en az bir kere bir caz kulübüne gitmeye çalıştım.

Huchette’de herkes kendini müziğin ritmine kaptırmıştı

Paris caz müziği ile ilk olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında tanışmış. Avrupa’yı “kurtarmaya” gelen Amerikan ordusuna ait, New Yorklu besteci, aranjör ve orkestra şefi James Reese Europe yönetimindeki siyahi müzisyenlerden kurulu Amerikan Askeri Orkestrası yaptığı turne ile Parislileri ve Fransızları büyülemiş. 369. Harlem Piyade Alayı Orkestrası, Fransa’da binlerce kilometre yaparak, küçük köylerden büyük salonlara kadar her yerde cazı tanıtmış. Başlarda bu yeni tür müziği fazla anlamamış olsalar da, bir süre sonra Ragtime ve erken dönem caz parçaları o kadar tutulmuş ki, çok kısa bir zaman sonra dönemin ünlü Amerikalı cazcıları Paris’e akın etmeye başlamışlar. 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Louis Armstrong, soprano saksafoncu Sidney Bechet, Harlem’deki ünlü Plantation Clubta sahneye çıkan Josephine Baker, Cole Porter gibi sanatçılar Paris’e adeta akın etmişler. Montmartre’daki kulüplerde sahneye çıkan Amerikalı caz sanatçıları burada neredeyse ikinci bir Harlem yaratmışlar. Bu sanatçıların bir kısmı Paris’de geçici olarak, bir kısmı ise temelli kalmışlar. Böylelikle hem Büyük Buhran’ın yıkımından hem de Amerika’daki ırkçılıktan kaçmışlar. Kendi ülkelerinde henüz değerleri bilinmezken, Fransa’da hem kendilerine hem de yaptıkları müziğe saygı gösterilmiş.

Kaynak: Library of Congress Collections

Avrupa’da Nazilerin kuvvetlenmeye başlaması ve işgal tehlikesinin baş göstermesi Amerikalı caz ve sahne sanatçılarının, istemeyerek de olsa, Paris’ten ayrılarak ülkelerine geri dönmesine neden olmuş. Zira Naziler, “dejenere zenci müziği” olarak tanımladıkları caz müziğini radyo ve halka açık yerlerde yasaklamışlar. Fransa’daki iş birlikçi Vichy Hükümeti’nin de caza karşı tavrı farklı olmamış. Buna karşın cazseverler bu tutkularından vaz geçmemişler. Canlı orkestraların yokluğunda, ellerindeki sınırlı sayıdaki New Orleans tarzı caz plakları ile Saint-Germain-des-Prés ve Latin Mahallesi’ndeki binaların bodrumlarında yarattıkları yasa dışı kulüplerde toplanmaya devam etmişler. Kimi de, caz müziğinin aslında bir Fransız müzik türü olduğu, hatta Debussy’e dayandığı efsanesini yaymaya çalışmış.

Semte adını veren ve ünlü düşünür, matematikçi ve bilim adamı René Descartes‘ın (1596-1650) da mezarının bulunduğu Saint Germain des Prés Kilisesi. Karşısındaki tarihi kafe Les Deux Magots‘un önündeki küçük masalarda kahvenizi yudumlarken ya da yemeğinizi yerken seyretmesi büyük keyif… İlk olarak İ.S. 543 yılında yapılan kilise, daha sonra tamamen yok olmuş. Ancak sonradan yapılan bu hali bile 1000 yıldan fazla bir zamandan beri ayakta.

Saint-Germain-des-Prés sokakları
Bir zamanlar daha çok yazarların, sanatçıların, kitapçıların ve yayınevlerinin bulunduğu semtte günümüzde ünlü moda evlerini görmek mümkün. Yine de, yakınındaki Latin Mahallesi (Quartier Latin) ile birlikte, şehrin hala entelektüel bölgesi kabul ediliyor. Latin Mahallesi adını, bölgede 13. yüzyıl başında kurulan Paris Üniversitesi’nde eğitim dilinin Latince olmasından ve Avrupa’nın her yerinden gelen öğrencilerinin birbirleriyle Latince iletişim kurmasından alıyor.

Savaş sonrası Paris’inin o canlı entelektüel yaşamında caz müziği muhteşem bir geri dönüşe sahne olmuş. Jean-Paul Sartre, Boris Vian gibi aydınlar, gündüzleri Le Café Flore, Les Deux Magots gibi aydınların toplandığı ünlü kafelerde yaptıkları uzun tartışmalardan sonra, akşamları kentte yeni açılan caz kulüplerine akın etmeye başlamışlar. Özellikle Varoluşçu (Egzistansiyalist) aydınlar, caz müziği ile felsefelerinin arasında kuvvetli bir bağ görmüşler. Mühendis, yazar ve şair olmanın yanında kornet de çalan, varoluşçu Boris Vian (evet, o muhteşem Günlerin Köpüğü kitabının yazarı!), zamanın en ünlü kulüplerinden The Tabou Club’ı açmış. Burada ve açılan diğer caz kulüplerinde Paris, yine savaş öncesinde olduğu gibi, Amerikalı cazcıları ağırlamaya devam etmiş. Dizzy Gillespie, Coleman Hawkins, Kenny Clarke, Miles Davis, Thelonius Monk ve diğerleri… İşte, Latin Mahallesi’nde, Rue de la Huchette No:5 adresinde bulunan Caveau de la Huchette de bu dönemde açılmış bir caz kulübü. 1946 yılından beri Parisli cazseverlere kapılarını açmaya devam ediyor…

Boris Vian ve Miles Davis

Hiç şüphesiz, Paris gezmekle de anlatmakla da bitmez. O nedenle yazımı, tamamen kendim oluşturduğum bir yürüyüş rotası ile bitirmek istiyorum. Günümüzde, çoğu rehber kitapta gidilen şehirler için önerilen yürüyüş rotaları var. Bunun yanında, ücretsiz yürüyüş turları da çok yaygın. Son yıllarda gittiğim birçok şehirde bu tür turlara katıldım ya da kitaplardaki rotaları izledim. Hepsi bilgi açısından çok faydalı oldu. O zamanlar, bu tür olanaklar yoktu. Yürüyerek çıkardığım ve sizinle paylaşacağım bu rotayı, Paris ile ilgili başka bilgilerle birlikte, gezi dönüşü kağıda dökmüştüm. O sıralar, değişik zamanlarda Paris’e gidecek birkaç arkadaşım vardı. Hazırladığım 6 sayfalık bu “rehberi” birkaç kopya basıp onlara vermiştim. Döndüklerinde çok yararlandıklarını söylemişlerdi. Yıllar geçince, ne yazık ki o yazıdan kendime bir kopya saklamadığımı hatırlayıp üzülmüştüm. Ama, büyük bir şans eseri, içlerinden bir can dostum o birkaç sayfayı saklamış. Uzun yıllar sonra bana bir kopyasını verince nasıl mutlu oldum, anlatamam. Bu sayede, söz konusu rotayı size de önerebileceğim.

Galerie Vivienne

Rotamızın başlangıç noktası olan Galerie Vivienne, Paris’in günümüze kadar ulaşabilmiş tarihi kapalı pasajlarından birisi. Kimi Galerie kimi Passages olarak adlandırılan bu mekanlar, daha çok 19. yüzyılın ilk yarısında yapılmış. Günümüz AVM’lerinin öncüsü sayılabilecek bu pasajlar, iki sokağı birbirine bağlayan, giriş katında sıralı dükkanlar olan, akşamları önceleri gaz lambaları (daha sonra elektrik) ile aydınlatılan, cam tavanlı, son derece süslü bir dekorasyona sahip, özel şahıslara ait yapılarmış. 1850’li yıllara gelindiğinde Paris’te yaklaşık 150 tane kapalı pasaj varmış. Bunların çoğu, Baron Georges-Eugène Haussmann’ın (1809-1891), III. Napolyon’un (1808-1873) emri ile, kenti yeniden düzenlemesi sırasında yok olmuş. Geriye kalanlardan günümüze yirmi civarında pasaj ulaşmış. Paris’e giderseniz, kültürel ve tarihi miras sayılan bu pasajlardan birkaç tanesine gitmenizi öneririm. Tüm pasajlar, Rive Droite olarak adlandırılan, Paris’in Seine nehrinin sağ kıyısındaki bölgede yer alıyor. Pasajların restore edilmiş, küçük dükkanlar ve hoş kafe-restoranlarla dolu halini görünce insan, İstanbul’un benzer şekilde yapılmış tarihi pasajlarının içler acısı haline üzülmeden edemiyor. Hazzopulo Pasajı (1871), Avrupa Pasajı (1874), Cité de Péra (Çiçek Pasajı) (1876), Aznavur Pasajı (1893), Rumeli Pasajı (1894), Afrika Pasajı (1905) ve diğerleri…

Galerie Vivienne 1974 yılından beri ulusal miras statüsüne alınmış

Galerie Vivienne’e gitmek için (bulunduğunuz yere bağlı olarak kullanacağınız hatlara binerek) metro ile Bourse durağına gelmelisiniz. Yürüyüşe geçmeden önce, 1998 yılına kadar Paris borsa binası olarak hizmet veren Palais Brongniart’a uzaktan bir bakabilirsiniz. Yapımına 1808 yılında, Napolyon Bonaparte’ın emri ile başlanan Palais Brongniart, mimar Alexandre-Théodore Brongniart’ın eseri. Napolyon, tüm borsa işlemlerinin aynı çatı altında, bu dev binada toplanmasını istemiş. 1826 yılında kullanıma açılan borsa, 19. yüzyıl boyunca endüstriyel gelişimin kalbi olmuş.

Galerie Vivienne’de nadide kitapların satıldığı bir kitapçı

Metrodan çıkınca, Bibliothèque Nationale de France (Fransa Ulusal Kütüphanesi) yönünde, Rue Vivienne’den aşağı doğru yürüyün. Galerie’nin üç kapısı var. Bir kapısı da paralel sokak olan Rue de la Banque’da olduğu için, oradan da aynı yöne doğru yürüyebilirsiniz. Eğer Rue Vivienne’i kullanıyorsanız, pasajın kapısını sol kolda, Ulusal Kütüphane’nin karşısında göreceksiniz. Rue de la Banque’dan indiyseniz, pasaj kapısı sağ kolda olacak.

Biz gezerken Galerie Vivienne’de bir defile vardı

Galerie Vivienne’e adım attığınızda, kendinizi 19. yüzyıldaymışsınız gibi hissedeceksiniz. 1974 yılında ulusal miras listesine alınan pasaj çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Burası, 1823-1826 yılları arasında, Noterler Odası Başkanı, Marchoux tarafından yaptırılmış. Mimar François Jean Delannoy’un eseri olan pasaj, mükemmel konumu nedeniyle kısa sürede Paris’in gözde bir alışveriş mekanı olmuş. Pasajdaki kafe-restoranlar, terzi ve ayakkabıcılar, perdeciler, kitapçılar vb. Paris’te o dönemin ünlü dükkanlarıymış. Ancak, Haussmann’ın düzenlemelerinden burası da nasibini almış. Prestijli dükkanlar Madeleine ve Champs-Élysées’ye taşınmaya başlamışlar. Yaklaşık 100 yıl sonra, Galerie Vivienne yeniden hareketlenmeye başlamış. Günümüzde, yemek ya da bir kahve için mola verebileceğiniz Bistro Vivienne’i, nadide kitapların satıldığı kitapçıları ve hazır giyim dükkanları ile yine hoş bir mekan. Yerlerdeki mozaiklere dikkat etmenizi öneririm. Bunlar orijinal ve İtalyan mozaik sanatçısı Gian Domenico Facchina (1826-1903) tarafından yapılmış. Yerde adını göreceksiniz. Pasajın üst katlarında apartman daireleri var. Bu dairelerden 13 numaralı olanında bir zamanlar Eugène François Vidocq (1775-1857) yaşamış. Kendisi de eski bir mahkûm olan Vidocq, daha sonra polis teşkilatında kurduğu kriminal bölüm ile, modern krimonolojinin babası olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda ilk modern özel dedektiflik şirketinin de kurucusu. Aralarında Victor Hugo, Edgar Allan Poe ve Honoré de Balzac gibi sanatçılar olan pek çok edebiyatçıya eserlerinde esin kaynağı olmuş.

Galerie Vivienne’nin Rue des Petits Champs sokağına açılan
üçüncü kapısı
Kaynak: www.viator.com

Galerie Vivienne’in üçüncü kapısı, Rue des Petits Champs’a açılıyor. Pasajın bu kapısı çok daha güzel ve burada, girişin iki yanındaki masaları ile, Bistro Vivienne var. Galerie Vivienne’in bu üçüncü kapısından dışarı çıktığınız zaman, sağınızda kalacak bir başka güzel pasaja da bir göz atabilirsiniz. Adı, Galerie Colbert olan bu pasajın, muhteşem bir cam kubbesi var. Tüm güzelliğine ve halka açık olmasına karşın, Galerie Colbert’de ticari hiçbir dükkan bulunmuyor. Tek istisna, girişte yer alan, art nouveau stilinde düzenlenmiş Brasserie Le Grand Colbert. Filmlerde sıklıkla kullanılan brasserie aynı zamanda tarihi anıt statüsünde. Galerie Colbert’de dükkan olmamasının nedeni, burasının Ulusal Kütüphane’ye ait olması. Binada kütüphaneye ait çeşitli enstitüler var. 1823-1826 arasında yapılan Galerie Colbert adını (ekonomi tarihi okumuş olanların tahmin edebileceği gibi), Kral XIV. Louis’nin bakanı ve ekonomide Merkantilizm modelinin Fransa’daki savunucusu Jean-Baptiste Colbert’den (1619-1683) alıyor. Bir zamanlar burada Colbert’in malikanesi varmış. 19. yüzyılda yerine mimar J. Billaud tarafından bu pasaj yapılmış. Çevredeki diğer pasajlar ve özellikle Galerie Vivienne ile bir süre rekabet edebilse de, Galerie Colbert bir süre sonra gözden düşmüş. 1974 yılında, ek binaya ihtiyaç duyulduğu için, Ulusal Kütüphane tarafından satın alınmış. Ancak, bina çok harap durumda olduğu için, bir ara yıkılması bile düşünülmüş. Neyse ki, 1980’lerde mimar Louis Blanchet tarafından, orijinal malzemesi kullanılarak yenilenmiş. Cam kubbenin altındaki Ölmekte Olan Eurydice heykeli, Fransız heykeltıraş Charles-François Lebœuf’a (1792-1865) ait.

Galerie Colbert‘deki, yılan tarafından ısırılmış
Eurydice heykelinden sadece bir detay çekmeyi
tercih etmişiz.
Ama, internetten sizin için heykelin bütünü ve galeri hakkında fikir verecek bir resim buldum
Kaynak: www.wikidata.org

Bu iki tarihi pasajı gezdikten sonra, Rue des Petits Champs’ın karşı kaldırımında, çaprazınıza düşecek bir konumda, bir başka pasaj göreceksiniz. Demir parmaklıklı kapısının yukarısında, taşın üstüne sarı metal harflerle, Passage des Deux-Pavillons yazısı var. Kapıdan girin. Burası, Paris’in en kısa tarihi pasajı. 33 metre uzunluğunda ve 2,2 metre genişliğinde olduğu söyleniyor. Galerie Vivienne’i anımsatan süslemeleri olsa da, burası Paris’in en güzel pasajı sayılmaz. Buna karşın, konumu itibariyle, çok önemli bir özelliği var. O da, şehrin 2. bölgesinde (arrondissement) bulunan ve yapıldıklarından itibaren birbirleriyle kıyasıya rekabet eden Galerie Vivienne ile Galerie Colbert’i kestirme bir şekilde 1. bölgedeki Palais-Royal’e bağlaması. Bu yolu tamamen tesadüfen bulduğumuz için o zaman bilmiyordum. Ama daha sonra, 1820 yılında inşa edilen Passage des Deux-Pavillons’un zaten yapılma amacının bu kolay geçişi sağlamak olduğunu öğrendim. 1830 yılında pasajı Galerie Vivienne’in sahibi Marchoux’nun satın alması ve buradan gelenlerin doğrudan Galerie Vivienne’e yönlendirilmesi, satış açısından o zamanlar Palais-Royal yönünden gelen müşterilerin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi.

Passage des Deux-Pavillons‘un Rue des Petits Champs sokağından girişi
Kaynak: wikimedia.org

Passage des Deux-Pavillons’un öbür ucundan çıktığınızda kendinizi, bir tarafında demir parmaklık olan küçük bir avluda bulacaksınız. Avluyu geçip, demir kapıdan çıkın ve onun açıldığı dar sokağın karşı tarafına geçin. Sütunların arasından yürüyün. Palais-Royal’e geldiniz.

Passage des Deux-Pavillons’un arka kapısı ve sizi
Palais-Royal’e ulaştıracak sütünlu geçiş
Kaynak: www.paristoric.com

İstanbullular bilir. Şehirde, turistlerin çoğunlukla kaçırdığı, göremeden İstanbul’dan ayrıldıkları, sadece yerli halkın bildiği pek çok güzel köşe vardır. İşte Palais-Royal için de durum aynıdır. Belki çok yakınındaki Louvre Müzesi’nin gölgesinde kaldığı için, turistler genellikle Paris’in ortasındaki bu vaha benzeri güzel köşeden haberdar değillerdir. Oysa burası, huzur veren bahçesi, avluları ve revaklı mimarisi ile Parislilerin gezinmek, ağaçların altında dinlenmek, kitap okumak, mimariye uygun kafelerde soluklanmak ve hoş vakit geçirmek için sığındıkları bir köşedir. Önceleri adı Palais-Cardinal olan saray, 1634 yılında (Sorbonne’un da mimarı olan) Jacques Lemercier tarafından Cardinal Richelieu’nün özel konutu olarak yapılmış. Richelieu’nün 1642 yılında ölümünden sonra saray Kral XIII. Louis’ye kalınca, ismi Palais-Royal olarak değiştirilmiş. Güneş Kral olarak anılan oğlu XIV. Louis çocukluğunda burada yaşamış. Fransız Devrimi’nden önce saray, Orléans Dükü Louis-Philippe’e geçmiş. Aşırı çapkın ve daima parasız olan Dük, sarayın bahçesinin üç tarafına apartman daireleri ve zemin kattaki revaklı kısma dükkanlar yaptırarak buradan gelir elde etmenin yolunu bulmuş. Bahçe de bu dönemde halka açılmış. Günümüzde sarayda Fransız Anayasa Konseyi ve Kültür Bakanlığı gibi resmi kurumlar bulunduğu için binanın içi gezilemiyor. Ayrıca, iki tarihi ve önemli tiyatro, Théâtre du Palais-Royal ve Comédie Française, bu komplekste yer alıyor.

Les Deux Plateaux ya da daha yaygın olarak bilinen ismiyle Colonnes de Buren (Buren Sütunları) Palais-Royal’in iç avlusunda (Cour d’Honneur) yapılmış sanatsal bir yerleştirme. Eser, 1985-1986 yılları arasında
Fransız sanatçı Daniel Buren tarafından yapılmış. Zamanın Kültür Bakanı Jack Lang‘ın, Tarihi Eserler Komisyonu’nun karşı çıkmasını ve kamuoyu eleştirilerini hiçe sayarak yaptırmakta ısrar ettiği eser, çok büyük tartışmalara neden olmuştu. Sütunların sanatsal yönü dışında bir de işlevsel tarafı var. Kültür Bakanlığı’nın avlunun altındaki bölümlerine havalandırma sağlayan bacalar bu sütunlarla gizlenmiş. Yerin altına kadar uzanan bazı sütunların etrafındaki havuzlara şans için para atmak yıllar içinde adet olmuş. 2010 yılında sütunların 6 milyon Avro harcanarak yenilenmesi tartışmaların yeniden alevlenmesine sebep olmuş.

Palais-Royal’in avlusunda yer alan, Belçikalı sanatçı Pol Bury‘e (1922-2005) ait, kinetik heykel-çeşme. Bury Topları olarak da bilinen La Fontaine des Spheres, 1985 yılında, yine Jack Lang’ın himayesinde yapılmış. Toplar, belli belirsiz hareketlerle, sürekli devinim halindeler.

Rastlantıyla gördüğüm bu plaket ile, sevdiğim Fransız yazarlardan Colette‘in (1873-1954) de Palais-Royal’deki apartman dairelerinde oturduğunu öğrendim. Colette burada, değişik dairelerde, otuz yıldan fazla yaşamış.

Yürümeyi sürdürüp, Palais-Royal’in önündeki meydana çıkınca dümdüz (Rue Rivoli) karşıya geçin. Kendinizi Louvre Müzesi’nin, yapıldığı zaman büyük tartışma yaratan cam piramitlerinin yer aldığı, avlusunda bulacaksınız.

Louvre’un avlusundaki büyük piramit
Yerin altında müzenin girişi ve fuayesi

Genelde sadece Louvre Piramidi olarak adlandırılsa da, Louvre’un alanında aslında toplam beş tane cam piramit bulunuyor. Belirttiğim şekilde anılan piramit bunların içinde en büyük olanı. Diğer piramitlerle birlikte, Çin asıllı Amerikalı mimar I. M. Pei’nin eseri olan Louvre Piramidi, oransal olarak Mısır’daki ünlü Giza Piramidi örnek alınarak yapılmış. Louvre Müzesi’ne ait zengin Mısır koleksiyonuna bir gönderme olarak tasarlandığı belirtiliyor. 1983 yılında yapımına başlanmış. Fransız Devrimi’nin 200. yılında, 1989 yılında açılışı yapılmış. Bu piramidin ana fonksiyonu, yeniden düzenlenen Louvre Müzesi’nin girişi olması. Yapıldığı dönemde çok fazla eleştirilen söz konusu piramit günümüzde kanıksanmış durumda. Diğer üç ufak piramit, yerin altındaki fuayeye doğal ışık girişini sağlamak için yapılmış. Beşinci ve yine çok ses getiren Ters Piramit ise, Louvre ile Tuileries Bahçeleri’nin arasında bulunan Place du Carrouselin (Carrousel Meydanı) altındaki alışveriş merkezine ışık sağlamak için tasarlanmış.

Louvre’un avlusunu geçtikten sonra, ister bir yaya köprüsü olan Pont des Arts yoluyla doğrudan, ister Seine nehri boyunca Pont Neuf’e yürüyerek, Cité adası üzerinden karşıya, Saint-Michel’e geçebilirsiniz. Neredeyse sonsuz seçenekler sunan Paris’te, yeni köşeler ve farklı rotalar keşfetmek üzere…