– Bu saatte Blanche’a mı gidiyorsunuz?
İzbe bilet gişesinin küçük deliğinden bana bakan görevlinin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Kocaman açtığı gözleri ile bana bakıyor. Aslında saat henüz gece yarısı olmadı ama, adamın soruş tarzı ve yüz ifadesi birden sırtımdan aşağıya doğru yayılan bir soğuk ter ve ürpertiye neden oluyor. Ağzımı birkaç kere açıp kapıyorum ama görevli, bir geveleme sesi bile çıkaramadığımı görünce,
– Çok ama, çok dikkatli olun, diyor.
Doğal olarak, bu son cümlesi de sinirlerimi pek sakinleştirmiyor. Uzattığı biletleri alırken elimin titrediğini fark ediyorum.
Paris’e geleli henüz 12 saat olmamıştı. Gelir gelmez otele gidip eşyalarımızı bırakmış ve Musée d’Orsay’i gezmeye koşmuştuk. Elimizdeki kitapta perşembe geceleri müzenin 21:45’e kadar açık olduğunu okumuş ve zamanı değerlendirmeye karar vermiştik. Paris’te sekiz gün kalacaktık ve görmek istediğimiz yer çoktu. 1990 yılının mart ayı idi. Oslo ve Tromsø yazılarımda (erişim için linklere tıklayabilirsiniz) sözünü ettiğim, 31 yıl öncesinin ulaşım, iletişim ve benzeri konulardaki şartları bu gezide de geçerli idi.
******
Paris’e, bu geziden önce, çocukken gitmiştim. Çok kısa kalabildiğimiz o geziden hatırladıklarım, babamın bitmek tükenmek bilmeyen merakı ve enerjisi nedeniyle, çocuk bacaklarımın Paris’in eski metrosunun merdivenlerini umutsuzca inip çıkmaya çalışması idi. Az zamanda o kadar çok yer gezmeye çalışmıştık ki… Versailles Sarayı’ndan etkilendiğimi de hatırlıyorum ama, o zamanlar oturduğumuz Roma’nın Paris’ten daha güzel olduğunu düşünmüştüm. Hala da aynı fikirdeyim…
Versailles deyince, bir de hiç unutmadığım ve her aklıma gelişinde güldüğüm bir olay var. Sarayı gezip, babamın kullandığı araba ile, şehre dönmeye çalışırken bir türlü çevre yoluna çıkışı bulamadık. Bir şekilde, bir tarlanın kenarında bekçi kulübesine benzer bir yapının önüne çıktık. Babam yolu sordu, adam tarif etti. Babam,
– J’ai compris, (Anladım) dedi ve teşekkür etti.
Tarife göre yola koyulduk. Epeyce bir dolandıktan sonra, bir de baktık, biz yine aynı kulübenin önüne gelmişiz. İçerden yine aynı adam çıktı ve yine babama yolu tarif etti. Babam adama yine,
– J’ai compris,
Bize de,
– Şimdi anladım, dedi.
Babam bu sefer kendinden daha emin bir şekilde, önceden girmediği yollara saptı. Yine epeyce bir dolandık. Bir de baktık ki, biz yine aynı kulübenin önündeyiz. Benzer bir aşamadan geçip, üçüncü kez kendimizi yine o kulübenin önünde bulduğumuzda, adam artık yüzünde, “Bu kadar da olmaz” ifadesi ile, kafasını kaşıyarak dışarı çıkmıştı… Sonunda babam sapmamız gereken yerin, hiç de çevre yoluna çıkacak bir yol gibi görünmeyen toprak bir yol olduğunu anlamıştı. Etrafta ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Her seferinde görüp de, “Burası olamaz”, diye düşündüğü yol bizi çevre yoluna ulaştırdı. Kabus sona erdi…
Bu olaylardan en az yirmi sene sonra, 1990 yılında, yine Paris’teydim. Sonraki yıllarda da birkaç kez gittim ve uzun kalışlarım oldu. Her seferinde farklı yerler, farklı köşeler keşfettim.
******
Bilet aldığımız Concorde durağından metroya bindik. Artık, bilet alırken yapılan uyarıdan dolayı mıdır, bilemiyorum, metroda diken üstündeydik. Sanki bir gerilim ya da polisiye filminin içine düşmüştük. İnsanlar tuhaf, hatta tehlikeli görünüyorlardı… Zaten, baştan sona aksiliklerle dolu, garip bir gün olmuştu…
O gün, Paris’e Amsterdam’dan uçmuştuk. Yine, sigara içmediğimiz ve uçağın sigara içilmeyen kısmında yer kalmadığı için (Oslo yazıma bakabilirsiniz), First Class uçmuş, güzel bir yemek eşliğinde şarap ve ardından likörler içmiştik. Paris’e inene kadar her şey yolunda idi.
Charles de Gaulle – l’Étoile meydanında Air France’ın servis otobüsünden indikten sonra, bir taksiye bindik. Şoför aksi mi aksi… Tenezzül edip, bavulları bagaja bile koymadı. Hani, “Fransa çok güzel de, Fransızlar olmasa” diye bir ifade vardır ya? Onu her yönden doğrulatacak türde bir adam. Yol boyunca söylendi, durdu.
Elimizdeki Paris kitabından Royale Montmartre diye bir otel bulmuş ve Amsterdam’dan telefon ederek yer ayırtmıştık. Eski defterleri karıştırdığım önceki yazılarımda belirttiğim gibi, o devirde yurt dışına gitmek pek çok yönden bir macera idi. İnternetin olmadığı bir dünyada kalınacak yer, ulaşım, gezilecek yerler ve benzeri konular büyük ölçüde bir bilinmezler yumağıydı. O ortamda biz de ancak, edindiğimiz bir Paris gezi kitabından bütçemize uygun görünen bir otel bulmuş ve zamanın ileri teknolojisi olan ankesörlü telefondan ülke kodu ile ülkeler arası otomatik arama yaparak, bu otelde yer ayırtabilmiştik.
Otel, Boulevard de Clichy’de idi. Taksi ile yaklaştıkça, etrafta bir takım sex shop’lar ve seks şovlarının yapıldığı kulüpler gözümüze çarpmaya başladı. Ünlü Moulin Rouge da otelin biraz ilerisindeydi. Öte yandan, sokakta görünen, gidip gelen insanlar gayet normal ve düzgünlerdi. Annelerinin elinden tutmuş, yürüyen çocuklar, evrak çantaları ile iş adamları, ellerinde fileleri ile alışverişten dönen ev hanımları…
Taksiden inerken şoför,
– İyi otel, dedi.
Bunu hangi anlamda söylediğini daha sonra anlayacaktık…
İçeri girer girmez, yoğun bir boya badana kokusu bizi karşıladı. Resepsiyondaki adam otelde tadilat olduğunu söyledi. Zaten bozulan moralimiz, otel odasını görünce tamamen sıfıra indi. Oda, o zamanlar “Sirkeci oteli” tabiri kullanılan otellerin görümündeydi. Günümüzde Sirkeci’de çok güzel turistik oteller var ama o zamanlar öyle değildi. Arka tarafta bulunan odanın camından görünen yer ise, tam bir mezbelelikti.
Doğrusu, keyfimiz epeyce kaçtı ama, daha önce belirttiğim gibi, o akşam Musée d’Orsay’e gitmeye karar vermiştik. Bavulları bırakıp çıktık. O güne kadar ancak kitaplarda görebildiğimiz Claude Monet (1840-1926), Édouard Manet (1832-1883), Pierre-Auguste Renoir (1841-1919), Edgar Degas (1834-1917), Paul Cézanne (1839-1906), Paul Gauguin (1848-1903), Alfred Sisley (1839-1899) gibi çok sevdiğimiz sanatçıların eserlerini görecek olmanın verdiği heyecan hayal kırıklığımızın önüne geçti.
O zamanlar, eski bir tren garı olan Gare d’Orsay müzeye dönüştürülerek açılalı henüz dört sene olmuştu. Bu dönüşüm en az müzenin barındırdığı eserler kadar önemli idi ve sanat çevrelerinde epeyce ses getirmişti. Seine’nin kıyısında, nehrin karşı yakasındaki Tuileries Bahçeleri’nin tam karşısında bulunan binanın yerinde daha önce Palais d’Orsay (Orsay Sarayı) varmış. 19. yüzyılın ilk yarısında yapılan bina çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra Danıştay (Conseil d’État) binası olmuş. 1871 Paris Komünü sırasında, çevresindeki binalar ile birlikte yakılmış. Harabeye dönen bina, yaşanan iç savaşın kötü bir anısı olarak 30 sene yıkıntı halinde bırakılmış. 1900 yılında yapılan Paris Dünya Fuarı öncesinde Fransız devleti araziyi Orleans demiryolu şirketine tahsis etmiş. Amaç, o zamana kadar kullanılan Gare d’Austerlitz’in kentin ücra bir yerinde olması nedeniyle, merkezi bir konumdaki Palais d’Orsay’ın yerine büyük bir tren istasyonu yapılması imiş. Şirket, 1897 yılında üç mimarı davet ederek bir yarışma açmış. 1898 yılında sonuçlanan yarışmayı mimar Victor Laloux’un, yakındaki Louvre Müzesi ve Légion d’honneur Sarayı ile son derece uyumlu bulunan, projesi kazanmış.
Orsay Garı ve oteli iki yıl içinde tamamlanmış ve 14 Temmuz 1900 günü açılışı yapılmış. Paris’in merkezi istasyonu olarak tasarlanan binada yolcu asansörleri, bagaj için rampa ve asansörler, yerin altında 16 demiryolu hattı, elektrikli çekiş sistemi ve girişte resepsiyon hizmetleri gibi zamanın en modern olanakları sağlanmış. Mimar, tüm bu modern hizmetler için gerekli olan metal konstrüksiyonları otelin dış cephesi ile gizleyerek, yapıyı çevredeki tarihi binalarla son derece uyumlu hale getirmiş.
Gare d’Orsay, 1900-1939 yılları arasında, güneybatı Fransız demiryolu ağının merkezi olarak hizmet vermiş. Bu arada, oteli de pek çok ünlüyü ağırlamış. Ancak, 1939’dan sonra gar, daha uzun vagonları olan modern elektrikli trenler için uygun olmaması nedeniyle, sadece banliyö trenleri için kullanılmaya başlanmış. Daha sonra gar, farklı amaçlara da hizmet etmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş esirlerine paket göndermek için bir posta merkezi işlevi görmüş. Kurtuluştan sonra, aynı esirler için bir karşılama ve rehabilitasyon merkezi olmuş. Orson Welles’in Franz Kafka’nın kitabından uyarladığı Dava ve Bernardo Bertolucci’nin Konformist filmleri için set, Renaud-Barrault tiyatro topluluğu tarafından temsil mekanı olarak kullanılmış. 1973 yılında, otel kısmının da kapatılması ile birlikte, bina tamamen terk edilmiş. Ta ki, 1977 yılında Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing‘in girişimi ile müzeye dönüştürülmesine karar verilene kadar. Gar 1900 yılında açıldığı zaman ressam Édouard Detaille (1848-1912) hayranlığını, yapının muhteşem olduğunu ve bir Güzel Sanatlar Müzesi’ne benzediğini söyleyerek ifade etmiş. Müze, 1 Aralık 1986 günü Cumhurbaşkanı François Mitterrand tarafından açıldığı zaman, Édouard Detaille’ın bu benzetmesi 86 yıl sonra gerçekleşmiş olmuş. 2019 yılı verilerine göre, Musée d’Orsay’i 33 yılda 96.954.831 kişi ziyaret etmiş.
Musée d’Orsay’de 1848-1914 yıllarına ait eserler sergileniyor. Başta Empresyonist eserler olmak üzere, zengin bir resim koleksiyonunun yanında müzede heykel, grafik sanatlar, dekoratif sanat, mimarlık ve fotoğrafçılık dallarında yapıtlar bulunuyor. Binanın müzeye dönüştürülmesi projesi, mimarlar M. Bardon, M. Colboc ve M. Philippon tarafından gerçekleştirilmiş. Bunu yaparken, bir yandan Laloux’nun orijinal yapıtının ruhuna sadık kalınmış, öte yandan bir müze için gerekli eklemeler yapılmış. Üç kat üzerine düzenlenen müzede, garın büyük salonu ana eksen olarak kullanılmış. Heykellerin yer aldığı, yüksek tavanlı bu salon içeri girince insanı etkiliyor. Başınızı kaldırdığınızda görünen dev saat ise, yapının tren garı olduğu zamanlardaki gibi, saati göstermeye devam ediyor…
Müze, bizim gibi, gece gezme olanağını değerlendirmek isteyen ziyaretçilerle doluydu. Ancak, özellikle tabloların sergilenişi beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. O güzelim tabloların çoğu doğru dürüst aydınlatılmamıştı. Tepedeki floresan lambaların sürekli vınlaması da ayrıca sinir bozucuydu. Oysa, çoğu Empresyonist ressamın en güzel ve ünlü tabloları burada sergileniyordu. Burada yer alan Gauguin’nin tablolarının çoğunu iki yıl önce, 1988’de, Chicago’da gittiğim bir Gauguin sergisinde görmüş ve inanılmaz etkilenmiştim. O sergide, başta Paris, Rusya ve Londra olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki müze ve özel koleksiyonlardan getirilen eserler müthiş bir şekilde sergilenmişti. Şu yıla kadar unutamadığım bir sergi idi Chicago’daki. Aynı eserleri, bu kez anavatanında özensiz koşullarda görmek beni çok şaşırtmıştı. Kısacası, Fransızlar müzeyi haftada bir gece açık tutmayı akıl etmiş ama sergilemeyi ona göre düzenlememişlerdi. Dilerim, aradan geçen otuz sene içerisinde bu konuda bir iyileştirme yapılmıştır.
Müze çıkışı bizi hoş olmayan bir sürpriz bekliyordu. Daha birkaç saat önce kullandığımız, yakındaki Solférino – Musée d’Orsay metro istasyonu tamirat nedeniyle 20:30’da kapanıyormuş. Haberdar olmadığımız bu durum nedeniyle, Seine nehrinin karşı tarafındaki Concorde Meydanı’na kadar yürümek zorunda kaldık. Bir de üstüne gişedeki görevlinin Blanche için uyarısı eklenince, içimi derin bir endişe ve sıkıntı kapladı.
Kendimizi bir otele atsak… Blanche durağına yaklaştıkça sanki metroya binen insanların tipleri değişiyor. Şu adam sarhoş mu, nedir? Ya şu öbürü? Neden öyle gözlerini dikmiş bana bakıyor? Kimi de, sanki bulutlarda… Kafaları dumanlı gibi sanki. Metronun monoton gürültüsü bir yandan, bu acayip insanlar bir yandan… Kazasız belasız otele varırız umarım.
Neyse, ineceğimiz durağa geldik. Bir de şu kötü aydınlatılmış, loş ve izbe koridorları geçip yer üstüne çıkarsak, rahatlayacağım. Allah, Allah… Birkaç saat içinde çevrede bu ne değişiklik olmuş böyle? Sadece kırmızı neon ışıkların yanıp söndüğü seks dükkanları ve kulüplerin yarattığı keşmekeş değil, insanlar da çok farklı. Sanki bir tiyatro oyununda, yeni bir perde için dekor ve oyuncular değişmiş gibi. Gündüz gördüğümüz insanlar yok olmuşlar ve tamamen farklı bir kitle ortalığı istila etmiş. Kulüplerden dışarı yayılan müzik, işe çıkmış kadınlar ve karanlık görünüşlü adamlar…
Karanlığın basması ile birlikte sanki oteldeki boya badana kokusu daha bir kesifleşmiş. Çıplak, beyaz ışığın altında oda iyice kötü görünüyor. Camı biraz açıp, bir an evvel yatmalı. Yarın gezecek bir sürü yer var. Bir de şu sokaktan gelen gürültü olmasa… Şimdi de otelin içinden bağrışma ve koşma sesleri geliyor. Kapılar çarpılıp duruyor. Sanki birileri zorla birilerinin odasına giriyor gibi. Bir grup insan sözde eğleniyor mu, yoksa birilerinin ırzına mı geçiliyor, belli değil…
Yabancı bir ülkede ya da kaldığım herhangi bir yerde hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Saatler ilerledikçe, sabah kalkıp, bir şey yokmuş gibi gezmeye devam edeceğimiz şeklindeki iyimserliğimiz giderek kayboldu. Sadece o değil. Bağırma, çığlık, koşma ve kapı çarpma sesleri arttıkça, oda kapısının her an kırılarak açılacağı duygusu içimizi sardı. Odanın içindeki ufak bir masayı kapının arkasına dayadık ve sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Bir yandan da, elimizdeki kitaptan otel aramaya başladık.
Sabah olur olmaz kendimizi dışarı attık. Yaptığımız otel listesindeki ikinci otelde yer bulduk. Günümüzde olsa, (zaten böyle bir otele düşmezdik de, hadi diyelim ki oldu) elimizdeki telefon ile kolayca hallederdik sorunu. Yeni otel hem yer olarak hem de ortam olarak bize bir vaha gibi geldi. Hôtel Perreyve, kendi ifadeleri ile, Saint-Germain-des-Prés semtinin tam kalbinde, Luxembourg Bahçesi’nin (Le Jardin du Luxembourg) hemen yakınındaki Rue Madame (Sokağı), 63 numarada idi. Odayı gösterdiklerinde hemen karar verdik. Gerçi oda kapısı, yatağın ayak ucuna neredeyse sürünerek açılıyordu ama, oda ve banyo gayet temizdi. İnternetten gördüğüm kadarıyla, günümüzde bu otel yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam ediyor.
Bavullarımızı almak üzere, büyük bir sabırsızlıkla, Royale Montmartre oteline döndük. Boya kokusundan rahatsız olduğumuzu söyleyerek, sorunsuz bir şekilde otelden çıkış yaptık. Bu talihsiz başlangıca ve birkaç gün sonra cüzdanımı kaptırmama karşın Paris’de kalışımız çok güzel geçti. Rodin Müzesi, Picasso Müzesi gibi hala keyifle hatırladığım müzeler gezdik. (Öyle ki, çok kapsamlı bir müze olmasına karşın, Paris’tekini gezdikten sonra, nedense, Barselona’daki Picasso müzesi beni pek fazla heyecanlandırmadı). Paris’in tarihi ve güzel kafelerinde oturduk ve yeni yeni gelen baharın tadını çıkardık.
Çocukken gidişim sayılmazsa, bir yetişkin olarak bu Paris’e ilk gidişim olduğu için, doğal olarak, ilk olarak giden herkesin gideceği, şehrin görülecek başlıca yerlerine (Eiffel Kulesi, Notre-Dame de Paris Katedrali, Champs-Élysées, Arc de Triomphe, Sacré-Cœur, Montmartre, Centre Pompidou vb.) gittik. Ancak, bunların yanında, çok fazla bilinmeyen, gidilmeyen yerler de keşfetme olanağımız oldu. Bu yazımda bu tür yerlerden birkaç örneğe yer vereceğim. Opera binasının yakınındaki Musée du Parfum (Parfüm Müzesi) bunlardan birisi idi. Ücretsiz gezilebilen bu küçük müze, meraklısı için vakit ayırmaya değer bir müze. Belli saatlerde, birkaç dilde yapılan rehberli turlar da ücretsiz.
Fransa, XV. Louis’nin (1710-1774) parfüm merakı nedeniyle, 18. yüzyıldan beri dünya parfüm endüstrisinin merkezi olmuş. Fransız parfüm üreticileri yüzyıllar içerisinde çiçek, yaprak, yosun, ot, baharat ve başka girdiler kullanarak koku üretim tekniklerini geliştirmişler. Parfüm müzesi, bu üreticilerden birisi olan Parfumerie Fragonard firmasına ait bir müze. Şirket 1926 yılında, dünyanın parfüm başkenti olarak bilinen Grasse’da kurulmuş. 1983 yılında, 19. yüzyıldan kalma bir binada açılan bu müzede, ailenin yıllar boyunca parfüm ile ilgili topladığı nadide objeler ve sanat eserleri sergileniyor. Bunların arasında, antik Mısır’dan günümüze kadar kullanılmış olan, çeşitli boy ve şekillerdeki parfüm şişeleri özellikle ilgi çekici.
Müzede ayrıca, ham maddeden nihai ürüne kadar, parfüm yapım süreci de ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu sürecin en önemli halkası, hiç şüphesiz, Fransızların ilginç bir şekilde “burun” olarak adlandırdıkları uzman kişi. Kullandığımız parfümlerin kokularını yaratan bu sanatçı kişiler, birkaç bin kokuyu ayırt edebilecek bir koku alma yetisine sahipler. Doğuştan normal insanların alamadıkları kokuları sezebilme kapasitesine sahip olmanın yanında, yıllar içinde bu becerilerini daha da geliştiriyorlar. Bir “usta burun” aylar, hatta bazen yıllar süren bir çalışma sonunda, türlü türlü ham maddeyi karıştırarak bir parfüm yaratıyor. Tıpkı bir müzik eseri besteler gibi. Bu benzetmeden olsa gerek, uzmanların kullandığı esans özlerinin durduğu özel masaya “parfüm orgu” adı verilmiş. Bir org klavyesi gibi dizilmiş esans özü şişelerinin yerleşimi de belli bir düzene göre yapılıyor. Müzede, 200 farklı esansın bulunduğu antika bir parfüm orgu ve parfüm formülleri içeren eski bir defter de sergileniyor. Günümüzde parfüm yaratım işlemlerinin çoğu artık bilgisayarlar, test çubukları ve laboratuvar test örnekleri ile yapılıyor. Ancak, uzman “burun”lara hala gereksinim var. Müzede, arzu ederseniz, kendi parfümünüzü yaratabileceğiniz aktivitelere de katılabiliyorsunuz. Bu gezinin hemen ardından, Alman yazar Patrick Süskind’in Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikayesi) isimli kitabını okumuştum. Çok beğendiğim ve etkilendiğim bu kitabı okurken Paris’teki Parfüm Müzesi’nde öğrendiklerim hep aklımın bir köşesindeydi. 2006 yılında, kitabın ummadığım kadar iyi çekilmiş bir filmi de çekilmişti.
Sanırım, Notre-Dame Katedrali Paris’e giden herkesin listesinde olan başlıca yerlerden birisi. Bildiğiniz gibi Notre-Dame, Île de la Cité (Şehir Adası) olarak adlandırılan ve Seine nehri üzerinde bulunan bir adanın üzerinde bulunuyor. Bu ada, şehirde Seine nehri üzerinde olup, günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş iki doğal adadan birisi ve en büyüğü oluyor. Yukardan bakıldığında şekil olarak bir gemiye benzeyen Île de la Cité, nehrin her iki yakasına uzanan toplam sekiz köprü ile karaya bağlanıyor. Dokuzuncu bir köprü ile hem bu adadan hem de nehrin iki yakasından geçilebilen diğer ada ise, Saint-Louis Adası (Île Saint-Louis). Yerleşim tarihi M.Ö. 200 yılına kadar giden Île de la Cité, Paris’in merkezi olarak kabul ediliyor ve Fransa’daki bütün yol mesafeleri, Notre-Dame’ın önündeki Parvis Meydanı sıfır noktası kabul edilerek, buradan hesaplanıyor.
Adada, Notre-Dame Katedrali dışında, Sainte-Chapelle Kilisesi, Adalet Sarayı (Palais de Justice), Emniyet Sarayı (Préfecture de police), Ticaret Mahkemesi (Tribunal de commerce) ve bir hastane de (Hôtel-Dieu) bulunuyor. 2013 yılı sayımına göre, Île de la Cité’de ikamet edenlerin sayısı 981 kişi.
Paris’in kalbi olarak tanımlanan Île de la Cité, asırlar boyunca Fransa’nın da kalbi olmuş denebilir çünkü, Fransa kralları 6. ve 14. yüzyıllar arasında buradaki sarayda oturmuşlar. Orta çağ boyunca, zamanın çoğu şehir kalelerinin etrafında yapay olarak yapılan su hendeğine doğal olarak sahip olan bu ada, aynı zamanda güçlü bir savunma mekanı niteliği de taşımış. Altı yüzyıl boyunca ilaveler ve yeniden yapımlarla inşa edilen kraliyet sarayının önemli bir kısmının yerinde günümüzde, 19. yüzyılda yapılan Adalet Sarayı binaları yer alıyor. Gotik tarzda, müthiş bir kilise olan Sainte-Chapelle Kilisesi ve Seine nehri kıyısındaki azametli dört kule, bu saraydan günümüze kalabilen az sayıda yapı. 14. yüzyıldan Fransız Devrimi’ne kadar olan dönemde saray Fransa Hazinesi, adalet sarayı ve asiller parlamentosu olarak kullanılmış. Devrim sırasında, Marie Antoinette ve diğer soylu mahkumlar burada tutulmuş ve yargılanmışlar.
Île de la Cité’de, 1808 yılından beri kurulan bir çiçek pazarı var. Pazar günleri hariç her gün açık olan bu pazar, Louis Lépine Meydanı’nda, Ticaret Mahkemesi ile hastanenin duvarlarının arasında kuruluyor. Sabit küçük dükkanları ve tenteli portatif tezgahları ile burası, rengarenk her türlü taze çiçeğin satıldığı pek hoş bir pazar. Bulması da bir o kadar kolay çünkü, Cité metro durağı neredeyse bu pazarın içine çıkıyor. 1990 yılında, henüz ülkemizde çiçekçilik bu kadar ilerlememiş iken, daha da bir hoş görünmüştü gözüme. Yine de, 19. yüzyıldan kalma zarif dükkanları ve güzel teşhirleri ile hala ilgi çekici bulunabileceğini düşünüyorum. Pazar günleri, aynı mekanda, kapalı olan çiçek pazarının yerinde, bir kuş pazarı kuruluyor. Burada gördüğüm kuşlar, o güne kadar varlıklarından haberdar bile olmadığım, inanılmaz güzellikte, küçüklü büyüklü, dünyanın dört bir yanından gelmiş kuşlardı. Kafeslerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Kuşlar kadar, onları almak için gelen meraklıları izlemek de çok ilginç gelmişti bana. Yıllar içinde değişen dünya ve gelişen hayvan hakları sonucu, Paris’teki kuş pazarının da kaldırılmasına karar verilmiş. 2023-2025 yılları arasında pazarın faaliyetleri tamamen durdurulacakmış. İstanbul’da, Adalar’daki faytonlar üzerine olan tartışmalarda olduğu gibi, bir yanda hayvan hakları savunucuları kuşların bu şekilde kafeslerde tutulmasına karşı çıkarken, bir kesim de, koşullarının iyileştirilmesi ve sıkı denetim yapılması koşulu ile, bu tarihi pazarın korunması gerektiğini savunmuşlar. Sonunda, pazarın kaldırılmasına karar verilmiş.
Tüm tarihi önemi, yapıları ve pazarlarına karşın, Île de la Cité’ye kıyasla, benim gönlüm hep Saint-Louis Adası’ndan yana olmuştur. O turist kalabalığı ve keşmekeşinden sonra bu sevimli adaya her geçişimde içimi bir mutluluk ve huzur kaplamıştır. Sessiz sokakları, küçük kafeleri, dondurma dükkanları ve güzel evleri ile Saint-Louis Adası insana, küçük ve huzurlu bir Akdeniz yerleşim yerini hatırlatır. Siz de, Paris’de gezmekten yorulup bir soluklanmak isterseniz, Saint-Louis Adası aklınızda olsun…