Bir Tutam Paris… (2)

(Yazının birinci bölümü, Bir Tutam Paris… (1), için linke tıklayabilirsiniz)

Paris’te unutamadığım yerlerden bir başkası, yine çok fazla kişi tarafından bilinmeyen bir müze. Ancak, bu müze hakkında yazmadan önce onun, farklı ve ayrı iki başka müze ve iki kilise ile birlikte içinde bulunduğu tarihi yapıdan kısaca söz etmek istiyorum. Şehrin ortasında, İstanbul’daki Selimiye Kışlası gibi, dev bir kütle olarak görünen Hôtel National des Invalides, 17.yüzyılda Kral XIV. Louis (1638-1715) tarafından malul askerlerin bakımı için yaptırılmış bir yapı. Burası yapılmadan önce, savaşlarda yaralanan ve sakat kalan askerler, kimi hastanelerde ve manastırlarda bakılmaya çalışılsa da, çoğunlukla sokaklarda dilenmek zorunda kalıyorlarmış. “Güneş Kral”, Hôtel National des Invalides’i yaptırarak, Fransa’da ilk olarak, vatanları için savaşırken sakatlanan askerler için sığınacak bir mekan sağlamış. Bu noktada belki, Fransızca Hôtel kelimesine bir açıklık getirmekte yarar var çünkü oldukça kafa karıştırıcı olabiliyor. Fransızca’da Hôtel, bizim anladığımız anlamda, ücret ödeyerek kalınan bir mekan olmanın dışında, yerine göre hastane, misafirhane, Belediye Sarayı (Hôtel de Ville) veya büyük şehir malikanesi anlamında kullanılabiliyor. Buradaki anlamı, savaş gazileri için bir hastane olması. Yapının bir bölümü hala Fransız savaş gazileri veya görevi başında yaralanan askerler için hastane olarak kullanılıyor.

Hôtel National des Invalides

Hôtel National des Invalides’in bir parçası olan
Église du Dôme‘un Rodin Müzesi’nin
bahçesinden iki görünümü

Mimar Libéral Bruant’ın eseri olan Hôtel National des Invalides, 1671-1676 yılları arasında inşa edilmiş ancak, bir bölümü 1674 yılında hizmete açılmış. Bu dev yapının merkezinde, neoklasik tarzda yapılmış, altın kaplama kubbeli Église du Dôme kilisesi var. Bu kilise, Kralın ibadet edeceği kilise olarak tasarlanmış. Kubbenin içindeki freskler, Charles de La Fosse’un eseri. Napolyon’un mezarının burada olması, burayı Hôtel National des Invalides’in en çok ziyaret edilen bölümü yapıyor. Kilise, 1675-1706 yılları arasında, Versailles Sarayı’nın mimarlarından biri de olan, Jules Hardouin-Mansart tarafından tasarlanmış. Eiffel Kulesi yapılana kadar, bu kubbe Paris’in en yüksek yapısı imiş. (Askerlerin ibadet etmesi için Bruant tarafından yapılan kilise, Église des Soldats da, oval bir geçiş ile, bu kilise ile bağlantılı). 1821 yılında sürgünde olduğu St. Helena adasında ölen Napolyon’un naaşı, 1840 yılında Fransa kralı Louis-Philippe’in İngilizlerden aldığı izin ile Paris’e getirilmiş. Büyük bir devlet töreniyle önce St Jérôme Kilisesi’nin kubbesinin altına, daha sonra, Église du Dôme’daki mezarı tamamlanınca, 2 Nisan 1861 günü, şimdi yattığı mezara gömülmüş.

Église du Dôme
Kralın ibadet etmesi için tasarlanmış kilisenin
altarı da ona uygun
Kubbenin içindeki freskler,
Charles de La Fosse’un eseri
Kaynak:www.coolstuffinparis.com

Napolyon’un mezarı, İtalya doğumlu mimar, Louis-Tullius-Joachim Visconti tarafından yapılmış. Belki bu seçim de, İtalyan asıllı Napoleone Bonaparte’ye bir saygı ifadesidir… Mezar için, kubbenin altındaki kilisenin kriptinin üstü ilginç bir şekilde açılmış. Aşağı inmeden önce, yukardan baktığınızda ister istemez başınızı eğiyorsunuz. Bir söylentiye göre, mimar herkesin bir saygı ifadesi olarak başını eğmesi için bunu özellikle tasarlamış. Biz gittiğimiz zaman, mezardan çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Etraf çok pisti. Yerleri elektrikli aletlerle temizliyorlardı ve bazı yerlerde iskeleler vardı. Mezar kısmının doğru dürüst bir fotoğrafını bile çekemedik. Şanssız bir dönemdi anlaşılan. Günümüzde, internetteki fotoğraflarda Napolyon’un mezarı çok bakımlı görünüyor.

Napolyon’un, öldükten 40 yıl sonra gömüldüğü mezarı Kaynak:www.coolstuffinparis.com
Aynı yapı içinde bulunan, Birinci Dünya Savaşı kahramanı
Mareşal Ferdinand Foch‘un (1851-1929) mezarı

Şimdi, Hôtel National des Invalides’in içindeki o müzeden söz edeyim. Daha önce belirttiğim gibi, günümüzde burada toplam üç tane müze var. Birincisi, Musée de l’Armée (Askeri Müze). Bu müze, 13. ve 17. yüzyıllar arasındaki Fransa askeri tarihi ile ilgili. Üniformalar, silahlar, resimler, Napolyon’un bazı eşyaları ve askeri seferlerin planları var. İkinci müze, Musée de l’Ordre de la Libération, İkinci Dünya Savaşı’na ayrılmış. 1940-1945 arası verilen mücadele (Résistance), Yahudilerin Fransa’dan toplama kamplarına götürülmesi ve savaş sırasında Fransa’daki yaşam üzerine bilgiler var. Bu müzeler konu olarak çok fazla ilginizi çekmeyebilir. Zaten biz de, binanın içinde üçüncü kata ulaşmaya çalışırken, buralarda sergilenenlere hızlıca baktık. En üst kata gitmemizi ağabeyim önermişti. “Diğer bölümlere gitmeseniz bile en üst kata mutlaka bir gidin. Çok enteresan”, demişti. Tam hatırlayamıyorum ama, sanırım o zamanlar Hôtel National des Invalides tek bir müze olarak düzenlenmişti. Günümüzde burası, Musée des Plans-Reliefs (Rölyef Haritalar (Maket) Müzesi) olarak geçiyor.

Askeri Müze

Askeri konulara meraklı olsanız da olmasanız da, Musée des Plans-Reliefs son derece ilginç. Burada sergilenen 28 tane dev boyuttaki maket askeri amaçlarla yapılmışlar. İlk maketler, XIV. Louis’nin savunma bakanı, Marquis de Louvois tarafından 1668 yılında yaptırılmış. Ondan sonra gelen savunma bakanları da, gerek savunma amaçlı olarak Fransa’nın sınır şehirlerinin gerekse istihbarat amaçlı olarak yabancı ülke şehirlerinin ve kalelerinin maketlerini yaptırmışlar. Maket deyip geçmeyin. Her biri inanılmaz detaylarla dolu. Sadece askeri önemi olan surlar ve topoğrafik önemi olan tepeler, limanlar değil, şehirlerin sokakları, yapıları ve ağaçları da inanılmaz bir özenle yapılmışlar. Maketler, düzenli aralıklarla güncellenirlermiş. Örneğin, herhangi bir sokakta bir ağaç kesilirse ya da yeni bir bina yapılırsa, bu değişiklik maket üzerinde de gösterilirmiş.

Maketler için yapılan ön çalışmalar ve çizimler
İnanılmaz ayrıntılarla dolu maketler büyük masalarda sergileniyorlar

Maketler önceleri, askeri mühendisler tarafından arazide yapılırlarmış. Daha sonra, 1743 yılında, Béthune ve Lille şehirlerinde iki büyük atölye kurulmuş. Napolyon da, aralarında Lüksemburg, La Spezia, Brest ve Cherbourg olan yerlerin maketlerini yaptırarak koleksiyonu genişletmiş. 1814 yılında, Almanya’daki şehirlere ait olan 17 maket Prusyalılar tarafından Berlin’e götürülmüş. Bunların bazıları yeniden yapılmış. 1875 yılına kadar, 150 kadar kale ve yerleşim yerinin yaklaşık 260 tane maketi yapılmış. Kalelerin savunma için kullanımının sona ermesi ile birlikte, bu tarihten sonra maket yapımı durdurulmuş. 1927 yılında tüm koleksiyon tarihi anıt statüsüne alınmış. Müzede sergilenenler dışında, günümüzde müzenin koleksiyonunda 112 maket bulunduğu belirtiliyor.

*******

Yine bir bilet gişesinin önündeyim. İçerden canlı, cıvıl cıvıl, New Orleans (Dixieland) tarzı caz tınıları geliyor. Gişedeki kadına,

– İki kişilik yer var mı? diye soruyorum.

– Huchette’de her zaman yer vardır, diye yanıtlıyor.

Biletlerimizi alıyor ve aşağı iniyoruz. Taş merdivenlerin kimi yerleri eskilikten iyice kayganlaşmış. Müzik sesi olmasa, kendimi Orta Çağ’da bir zindana iniyormuşum gibi hissedeceğim. İndikçe müzik sesi artıyor.

Kavisli, taş tavanı ve duvarları ile burası gerçekten eski bir zindana benziyor. Bana burayı tavsiye eden kişinin söylediğine göre, yüz yıllar önce gerçekten de bir zindanmış. Hatta, yakındaki Seine nehri kabardığı zaman burayı su basar ve mahkûmlarboğularak ölürlermiş. Yani bu zindana kapatılmak, bir anlamda ölüm cezasına çarptırılmak demekmiş.

Sahnede bir grup var. Pist ve ayakta durulabilecek her yerde insanlar çılgınca dans ediyor. Kendimize bir yer bulup oturuyoruz.

Burası, ünlü Le Caveau de la Huchette caz kulübü…

Bilen bilir tabii ama, çoğu kişi Paris’in caz müziği açısından ne kadar zengin bir geleneğe sahip olduğunun farkında değildir. Caz dinlenebilecek mekanlar da epeyce çoktur. Ben de, bir tavsiye üzerine gittiğimiz Huchette sayesinde bu durumdan haberdar oldum ve daha sonraki gidişlerimde de en az bir kere bir caz kulübüne gitmeye çalıştım.

Huchette’de herkes kendini müziğin ritmine kaptırmıştı

Paris caz müziği ile ilk olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında tanışmış. Avrupa’yı “kurtarmaya” gelen Amerikan ordusuna ait, New Yorklu besteci, aranjör ve orkestra şefi James Reese Europe yönetimindeki siyahi müzisyenlerden kurulu Amerikan Askeri Orkestrası yaptığı turne ile Parislileri ve Fransızları büyülemiş. 369. Harlem Piyade Alayı Orkestrası, Fransa’da binlerce kilometre yaparak, küçük köylerden büyük salonlara kadar her yerde cazı tanıtmış. Başlarda bu yeni tür müziği fazla anlamamış olsalar da, bir süre sonra Ragtime ve erken dönem caz parçaları o kadar tutulmuş ki, çok kısa bir zaman sonra dönemin ünlü Amerikalı cazcıları Paris’e akın etmeye başlamışlar. 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Louis Armstrong, soprano saksafoncu Sidney Bechet, Harlem’deki ünlü Plantation Clubta sahneye çıkan Josephine Baker, Cole Porter gibi sanatçılar Paris’e adeta akın etmişler. Montmartre’daki kulüplerde sahneye çıkan Amerikalı caz sanatçıları burada neredeyse ikinci bir Harlem yaratmışlar. Bu sanatçıların bir kısmı Paris’de geçici olarak, bir kısmı ise temelli kalmışlar. Böylelikle hem Büyük Buhran’ın yıkımından hem de Amerika’daki ırkçılıktan kaçmışlar. Kendi ülkelerinde henüz değerleri bilinmezken, Fransa’da hem kendilerine hem de yaptıkları müziğe saygı gösterilmiş.

Kaynak: Library of Congress Collections

Avrupa’da Nazilerin kuvvetlenmeye başlaması ve işgal tehlikesinin baş göstermesi Amerikalı caz ve sahne sanatçılarının, istemeyerek de olsa, Paris’ten ayrılarak ülkelerine geri dönmesine neden olmuş. Zira Naziler, “dejenere zenci müziği” olarak tanımladıkları caz müziğini radyo ve halka açık yerlerde yasaklamışlar. Fransa’daki iş birlikçi Vichy Hükümeti’nin de caza karşı tavrı farklı olmamış. Buna karşın cazseverler bu tutkularından vaz geçmemişler. Canlı orkestraların yokluğunda, ellerindeki sınırlı sayıdaki New Orleans tarzı caz plakları ile Saint-Germain-des-Prés ve Latin Mahallesi’ndeki binaların bodrumlarında yarattıkları yasa dışı kulüplerde toplanmaya devam etmişler. Kimi de, caz müziğinin aslında bir Fransız müzik türü olduğu, hatta Debussy’e dayandığı efsanesini yaymaya çalışmış.

Semte adını veren ve ünlü düşünür, matematikçi ve bilim adamı René Descartes‘ın (1596-1650) da mezarının bulunduğu Saint Germain des Prés Kilisesi. Karşısındaki tarihi kafe Les Deux Magots‘un önündeki küçük masalarda kahvenizi yudumlarken ya da yemeğinizi yerken seyretmesi büyük keyif… İlk olarak İ.S. 543 yılında yapılan kilise, daha sonra tamamen yok olmuş. Ancak sonradan yapılan bu hali bile 1000 yıldan fazla bir zamandan beri ayakta.

Saint-Germain-des-Prés sokakları
Bir zamanlar daha çok yazarların, sanatçıların, kitapçıların ve yayınevlerinin bulunduğu semtte günümüzde ünlü moda evlerini görmek mümkün. Yine de, yakınındaki Latin Mahallesi (Quartier Latin) ile birlikte, şehrin hala entelektüel bölgesi kabul ediliyor. Latin Mahallesi adını, bölgede 13. yüzyıl başında kurulan Paris Üniversitesi’nde eğitim dilinin Latince olmasından ve Avrupa’nın her yerinden gelen öğrencilerinin birbirleriyle Latince iletişim kurmasından alıyor.

Savaş sonrası Paris’inin o canlı entelektüel yaşamında caz müziği muhteşem bir geri dönüşe sahne olmuş. Jean-Paul Sartre, Boris Vian gibi aydınlar, gündüzleri Le Café Flore, Les Deux Magots gibi aydınların toplandığı ünlü kafelerde yaptıkları uzun tartışmalardan sonra, akşamları kentte yeni açılan caz kulüplerine akın etmeye başlamışlar. Özellikle Varoluşçu (Egzistansiyalist) aydınlar, caz müziği ile felsefelerinin arasında kuvvetli bir bağ görmüşler. Mühendis, yazar ve şair olmanın yanında kornet de çalan, varoluşçu Boris Vian (evet, o muhteşem Günlerin Köpüğü kitabının yazarı!), zamanın en ünlü kulüplerinden The Tabou Club’ı açmış. Burada ve açılan diğer caz kulüplerinde Paris, yine savaş öncesinde olduğu gibi, Amerikalı cazcıları ağırlamaya devam etmiş. Dizzy Gillespie, Coleman Hawkins, Kenny Clarke, Miles Davis, Thelonius Monk ve diğerleri… İşte, Latin Mahallesi’nde, Rue de la Huchette No:5 adresinde bulunan Caveau de la Huchette de bu dönemde açılmış bir caz kulübü. 1946 yılından beri Parisli cazseverlere kapılarını açmaya devam ediyor…

Boris Vian ve Miles Davis

Hiç şüphesiz, Paris gezmekle de anlatmakla da bitmez. O nedenle yazımı, tamamen kendim oluşturduğum bir yürüyüş rotası ile bitirmek istiyorum. Günümüzde, çoğu rehber kitapta gidilen şehirler için önerilen yürüyüş rotaları var. Bunun yanında, ücretsiz yürüyüş turları da çok yaygın. Son yıllarda gittiğim birçok şehirde bu tür turlara katıldım ya da kitaplardaki rotaları izledim. Hepsi bilgi açısından çok faydalı oldu. O zamanlar, bu tür olanaklar yoktu. Yürüyerek çıkardığım ve sizinle paylaşacağım bu rotayı, Paris ile ilgili başka bilgilerle birlikte, gezi dönüşü kağıda dökmüştüm. O sıralar, değişik zamanlarda Paris’e gidecek birkaç arkadaşım vardı. Hazırladığım 6 sayfalık bu “rehberi” birkaç kopya basıp onlara vermiştim. Döndüklerinde çok yararlandıklarını söylemişlerdi. Yıllar geçince, ne yazık ki o yazıdan kendime bir kopya saklamadığımı hatırlayıp üzülmüştüm. Ama, büyük bir şans eseri, içlerinden bir can dostum o birkaç sayfayı saklamış. Uzun yıllar sonra bana bir kopyasını verince nasıl mutlu oldum, anlatamam. Bu sayede, söz konusu rotayı size de önerebileceğim.

Galerie Vivienne

Rotamızın başlangıç noktası olan Galerie Vivienne, Paris’in günümüze kadar ulaşabilmiş tarihi kapalı pasajlarından birisi. Kimi Galerie kimi Passages olarak adlandırılan bu mekanlar, daha çok 19. yüzyılın ilk yarısında yapılmış. Günümüz AVM’lerinin öncüsü sayılabilecek bu pasajlar, iki sokağı birbirine bağlayan, giriş katında sıralı dükkanlar olan, akşamları önceleri gaz lambaları (daha sonra elektrik) ile aydınlatılan, cam tavanlı, son derece süslü bir dekorasyona sahip, özel şahıslara ait yapılarmış. 1850’li yıllara gelindiğinde Paris’te yaklaşık 150 tane kapalı pasaj varmış. Bunların çoğu, Baron Georges-Eugène Haussmann’ın (1809-1891), III. Napolyon’un (1808-1873) emri ile, kenti yeniden düzenlemesi sırasında yok olmuş. Geriye kalanlardan günümüze yirmi civarında pasaj ulaşmış. Paris’e giderseniz, kültürel ve tarihi miras sayılan bu pasajlardan birkaç tanesine gitmenizi öneririm. Tüm pasajlar, Rive Droite olarak adlandırılan, Paris’in Seine nehrinin sağ kıyısındaki bölgede yer alıyor. Pasajların restore edilmiş, küçük dükkanlar ve hoş kafe-restoranlarla dolu halini görünce insan, İstanbul’un benzer şekilde yapılmış tarihi pasajlarının içler acısı haline üzülmeden edemiyor. Hazzopulo Pasajı (1871), Avrupa Pasajı (1874), Cité de Péra (Çiçek Pasajı) (1876), Aznavur Pasajı (1893), Rumeli Pasajı (1894), Afrika Pasajı (1905) ve diğerleri…

Galerie Vivienne 1974 yılından beri ulusal miras statüsüne alınmış

Galerie Vivienne’e gitmek için (bulunduğunuz yere bağlı olarak kullanacağınız hatlara binerek) metro ile Bourse durağına gelmelisiniz. Yürüyüşe geçmeden önce, 1998 yılına kadar Paris borsa binası olarak hizmet veren Palais Brongniart’a uzaktan bir bakabilirsiniz. Yapımına 1808 yılında, Napolyon Bonaparte’ın emri ile başlanan Palais Brongniart, mimar Alexandre-Théodore Brongniart’ın eseri. Napolyon, tüm borsa işlemlerinin aynı çatı altında, bu dev binada toplanmasını istemiş. 1826 yılında kullanıma açılan borsa, 19. yüzyıl boyunca endüstriyel gelişimin kalbi olmuş.

Galerie Vivienne’de nadide kitapların satıldığı bir kitapçı

Metrodan çıkınca, Bibliothèque Nationale de France (Fransa Ulusal Kütüphanesi) yönünde, Rue Vivienne’den aşağı doğru yürüyün. Galerie’nin üç kapısı var. Bir kapısı da paralel sokak olan Rue de la Banque’da olduğu için, oradan da aynı yöne doğru yürüyebilirsiniz. Eğer Rue Vivienne’i kullanıyorsanız, pasajın kapısını sol kolda, Ulusal Kütüphane’nin karşısında göreceksiniz. Rue de la Banque’dan indiyseniz, pasaj kapısı sağ kolda olacak.

Biz gezerken Galerie Vivienne’de bir defile vardı

Galerie Vivienne’e adım attığınızda, kendinizi 19. yüzyıldaymışsınız gibi hissedeceksiniz. 1974 yılında ulusal miras listesine alınan pasaj çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Burası, 1823-1826 yılları arasında, Noterler Odası Başkanı, Marchoux tarafından yaptırılmış. Mimar François Jean Delannoy’un eseri olan pasaj, mükemmel konumu nedeniyle kısa sürede Paris’in gözde bir alışveriş mekanı olmuş. Pasajdaki kafe-restoranlar, terzi ve ayakkabıcılar, perdeciler, kitapçılar vb. Paris’te o dönemin ünlü dükkanlarıymış. Ancak, Haussmann’ın düzenlemelerinden burası da nasibini almış. Prestijli dükkanlar Madeleine ve Champs-Élysées’ye taşınmaya başlamışlar. Yaklaşık 100 yıl sonra, Galerie Vivienne yeniden hareketlenmeye başlamış. Günümüzde, yemek ya da bir kahve için mola verebileceğiniz Bistro Vivienne’i, nadide kitapların satıldığı kitapçıları ve hazır giyim dükkanları ile yine hoş bir mekan. Yerlerdeki mozaiklere dikkat etmenizi öneririm. Bunlar orijinal ve İtalyan mozaik sanatçısı Gian Domenico Facchina (1826-1903) tarafından yapılmış. Yerde adını göreceksiniz. Pasajın üst katlarında apartman daireleri var. Bu dairelerden 13 numaralı olanında bir zamanlar Eugène François Vidocq (1775-1857) yaşamış. Kendisi de eski bir mahkûm olan Vidocq, daha sonra polis teşkilatında kurduğu kriminal bölüm ile, modern krimonolojinin babası olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda ilk modern özel dedektiflik şirketinin de kurucusu. Aralarında Victor Hugo, Edgar Allan Poe ve Honoré de Balzac gibi sanatçılar olan pek çok edebiyatçıya eserlerinde esin kaynağı olmuş.

Galerie Vivienne’nin Rue des Petits Champs sokağına açılan
üçüncü kapısı
Kaynak: www.viator.com

Galerie Vivienne’in üçüncü kapısı, Rue des Petits Champs’a açılıyor. Pasajın bu kapısı çok daha güzel ve burada, girişin iki yanındaki masaları ile, Bistro Vivienne var. Galerie Vivienne’in bu üçüncü kapısından dışarı çıktığınız zaman, sağınızda kalacak bir başka güzel pasaja da bir göz atabilirsiniz. Adı, Galerie Colbert olan bu pasajın, muhteşem bir cam kubbesi var. Tüm güzelliğine ve halka açık olmasına karşın, Galerie Colbert’de ticari hiçbir dükkan bulunmuyor. Tek istisna, girişte yer alan, art nouveau stilinde düzenlenmiş Brasserie Le Grand Colbert. Filmlerde sıklıkla kullanılan brasserie aynı zamanda tarihi anıt statüsünde. Galerie Colbert’de dükkan olmamasının nedeni, burasının Ulusal Kütüphane’ye ait olması. Binada kütüphaneye ait çeşitli enstitüler var. 1823-1826 arasında yapılan Galerie Colbert adını (ekonomi tarihi okumuş olanların tahmin edebileceği gibi), Kral XIV. Louis’nin bakanı ve ekonomide Merkantilizm modelinin Fransa’daki savunucusu Jean-Baptiste Colbert’den (1619-1683) alıyor. Bir zamanlar burada Colbert’in malikanesi varmış. 19. yüzyılda yerine mimar J. Billaud tarafından bu pasaj yapılmış. Çevredeki diğer pasajlar ve özellikle Galerie Vivienne ile bir süre rekabet edebilse de, Galerie Colbert bir süre sonra gözden düşmüş. 1974 yılında, ek binaya ihtiyaç duyulduğu için, Ulusal Kütüphane tarafından satın alınmış. Ancak, bina çok harap durumda olduğu için, bir ara yıkılması bile düşünülmüş. Neyse ki, 1980’lerde mimar Louis Blanchet tarafından, orijinal malzemesi kullanılarak yenilenmiş. Cam kubbenin altındaki Ölmekte Olan Eurydice heykeli, Fransız heykeltıraş Charles-François Lebœuf’a (1792-1865) ait.

Galerie Colbert‘deki, yılan tarafından ısırılmış
Eurydice heykelinden sadece bir detay çekmeyi
tercih etmişiz.
Ama, internetten sizin için heykelin bütünü ve galeri hakkında fikir verecek bir resim buldum
Kaynak: www.wikidata.org

Bu iki tarihi pasajı gezdikten sonra, Rue des Petits Champs’ın karşı kaldırımında, çaprazınıza düşecek bir konumda, bir başka pasaj göreceksiniz. Demir parmaklıklı kapısının yukarısında, taşın üstüne sarı metal harflerle, Passage des Deux-Pavillons yazısı var. Kapıdan girin. Burası, Paris’in en kısa tarihi pasajı. 33 metre uzunluğunda ve 2,2 metre genişliğinde olduğu söyleniyor. Galerie Vivienne’i anımsatan süslemeleri olsa da, burası Paris’in en güzel pasajı sayılmaz. Buna karşın, konumu itibariyle, çok önemli bir özelliği var. O da, şehrin 2. bölgesinde (arrondissement) bulunan ve yapıldıklarından itibaren birbirleriyle kıyasıya rekabet eden Galerie Vivienne ile Galerie Colbert’i kestirme bir şekilde 1. bölgedeki Palais-Royal’e bağlaması. Bu yolu tamamen tesadüfen bulduğumuz için o zaman bilmiyordum. Ama daha sonra, 1820 yılında inşa edilen Passage des Deux-Pavillons’un zaten yapılma amacının bu kolay geçişi sağlamak olduğunu öğrendim. 1830 yılında pasajı Galerie Vivienne’in sahibi Marchoux’nun satın alması ve buradan gelenlerin doğrudan Galerie Vivienne’e yönlendirilmesi, satış açısından o zamanlar Palais-Royal yönünden gelen müşterilerin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi.

Passage des Deux-Pavillons‘un Rue des Petits Champs sokağından girişi
Kaynak: wikimedia.org

Passage des Deux-Pavillons’un öbür ucundan çıktığınızda kendinizi, bir tarafında demir parmaklık olan küçük bir avluda bulacaksınız. Avluyu geçip, demir kapıdan çıkın ve onun açıldığı dar sokağın karşı tarafına geçin. Sütunların arasından yürüyün. Palais-Royal’e geldiniz.

Passage des Deux-Pavillons’un arka kapısı ve sizi
Palais-Royal’e ulaştıracak sütünlu geçiş
Kaynak: www.paristoric.com

İstanbullular bilir. Şehirde, turistlerin çoğunlukla kaçırdığı, göremeden İstanbul’dan ayrıldıkları, sadece yerli halkın bildiği pek çok güzel köşe vardır. İşte Palais-Royal için de durum aynıdır. Belki çok yakınındaki Louvre Müzesi’nin gölgesinde kaldığı için, turistler genellikle Paris’in ortasındaki bu vaha benzeri güzel köşeden haberdar değillerdir. Oysa burası, huzur veren bahçesi, avluları ve revaklı mimarisi ile Parislilerin gezinmek, ağaçların altında dinlenmek, kitap okumak, mimariye uygun kafelerde soluklanmak ve hoş vakit geçirmek için sığındıkları bir köşedir. Önceleri adı Palais-Cardinal olan saray, 1634 yılında (Sorbonne’un da mimarı olan) Jacques Lemercier tarafından Cardinal Richelieu’nün özel konutu olarak yapılmış. Richelieu’nün 1642 yılında ölümünden sonra saray Kral XIII. Louis’ye kalınca, ismi Palais-Royal olarak değiştirilmiş. Güneş Kral olarak anılan oğlu XIV. Louis çocukluğunda burada yaşamış. Fransız Devrimi’nden önce saray, Orléans Dükü Louis-Philippe’e geçmiş. Aşırı çapkın ve daima parasız olan Dük, sarayın bahçesinin üç tarafına apartman daireleri ve zemin kattaki revaklı kısma dükkanlar yaptırarak buradan gelir elde etmenin yolunu bulmuş. Bahçe de bu dönemde halka açılmış. Günümüzde sarayda Fransız Anayasa Konseyi ve Kültür Bakanlığı gibi resmi kurumlar bulunduğu için binanın içi gezilemiyor. Ayrıca, iki tarihi ve önemli tiyatro, Théâtre du Palais-Royal ve Comédie Française, bu komplekste yer alıyor.

Les Deux Plateaux ya da daha yaygın olarak bilinen ismiyle Colonnes de Buren (Buren Sütunları) Palais-Royal’in iç avlusunda (Cour d’Honneur) yapılmış sanatsal bir yerleştirme. Eser, 1985-1986 yılları arasında
Fransız sanatçı Daniel Buren tarafından yapılmış. Zamanın Kültür Bakanı Jack Lang‘ın, Tarihi Eserler Komisyonu’nun karşı çıkmasını ve kamuoyu eleştirilerini hiçe sayarak yaptırmakta ısrar ettiği eser, çok büyük tartışmalara neden olmuştu. Sütunların sanatsal yönü dışında bir de işlevsel tarafı var. Kültür Bakanlığı’nın avlunun altındaki bölümlerine havalandırma sağlayan bacalar bu sütunlarla gizlenmiş. Yerin altına kadar uzanan bazı sütunların etrafındaki havuzlara şans için para atmak yıllar içinde adet olmuş. 2010 yılında sütunların 6 milyon Avro harcanarak yenilenmesi tartışmaların yeniden alevlenmesine sebep olmuş.

Palais-Royal’in avlusunda yer alan, Belçikalı sanatçı Pol Bury‘e (1922-2005) ait, kinetik heykel-çeşme. Bury Topları olarak da bilinen La Fontaine des Spheres, 1985 yılında, yine Jack Lang’ın himayesinde yapılmış. Toplar, belli belirsiz hareketlerle, sürekli devinim halindeler.

Rastlantıyla gördüğüm bu plaket ile, sevdiğim Fransız yazarlardan Colette‘in (1873-1954) de Palais-Royal’deki apartman dairelerinde oturduğunu öğrendim. Colette burada, değişik dairelerde, otuz yıldan fazla yaşamış.

Yürümeyi sürdürüp, Palais-Royal’in önündeki meydana çıkınca dümdüz (Rue Rivoli) karşıya geçin. Kendinizi Louvre Müzesi’nin, yapıldığı zaman büyük tartışma yaratan cam piramitlerinin yer aldığı, avlusunda bulacaksınız.

Louvre’un avlusundaki büyük piramit
Yerin altında müzenin girişi ve fuayesi

Genelde sadece Louvre Piramidi olarak adlandırılsa da, Louvre’un alanında aslında toplam beş tane cam piramit bulunuyor. Belirttiğim şekilde anılan piramit bunların içinde en büyük olanı. Diğer piramitlerle birlikte, Çin asıllı Amerikalı mimar I. M. Pei’nin eseri olan Louvre Piramidi, oransal olarak Mısır’daki ünlü Giza Piramidi örnek alınarak yapılmış. Louvre Müzesi’ne ait zengin Mısır koleksiyonuna bir gönderme olarak tasarlandığı belirtiliyor. 1983 yılında yapımına başlanmış. Fransız Devrimi’nin 200. yılında, 1989 yılında açılışı yapılmış. Bu piramidin ana fonksiyonu, yeniden düzenlenen Louvre Müzesi’nin girişi olması. Yapıldığı dönemde çok fazla eleştirilen söz konusu piramit günümüzde kanıksanmış durumda. Diğer üç ufak piramit, yerin altındaki fuayeye doğal ışık girişini sağlamak için yapılmış. Beşinci ve yine çok ses getiren Ters Piramit ise, Louvre ile Tuileries Bahçeleri’nin arasında bulunan Place du Carrouselin (Carrousel Meydanı) altındaki alışveriş merkezine ışık sağlamak için tasarlanmış.

Louvre’un avlusunu geçtikten sonra, ister bir yaya köprüsü olan Pont des Arts yoluyla doğrudan, ister Seine nehri boyunca Pont Neuf’e yürüyerek, Cité adası üzerinden karşıya, Saint-Michel’e geçebilirsiniz. Neredeyse sonsuz seçenekler sunan Paris’te, yeni köşeler ve farklı rotalar keşfetmek üzere…

Bir Tutam Paris… (1)

– Bu saatte Blanche’a mı gidiyorsunuz?

İzbe bilet gişesinin küçük deliğinden bana bakan görevlinin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Kocaman açtığı gözleri ile bana bakıyor. Aslında saat henüz gece yarısı olmadı ama, adamın soruş tarzı ve yüz ifadesi birden sırtımdan aşağıya doğru yayılan bir soğuk ter ve ürpertiye neden oluyor. Ağzımı birkaç kere açıp kapıyorum ama görevli, bir geveleme sesi bile çıkaramadığımı görünce,

– Çok ama, çok dikkatli olun, diyor.

Doğal olarak, bu son cümlesi de sinirlerimi pek sakinleştirmiyor. Uzattığı biletleri alırken elimin titrediğini fark ediyorum.

Paris’e geleli henüz 12 saat olmamıştı. Gelir gelmez otele gidip eşyalarımızı bırakmış ve Musée d’Orsay’i gezmeye koşmuştuk. Elimizdeki kitapta perşembe geceleri müzenin 21:45’e kadar açık olduğunu okumuş ve zamanı değerlendirmeye karar vermiştik. Paris’te sekiz gün kalacaktık ve görmek istediğimiz yer çoktu. 1990 yılının mart ayı idi. Oslo ve Tromsø yazılarımda (erişim için linklere tıklayabilirsiniz) sözünü ettiğim, 31 yıl öncesinin ulaşım, iletişim ve benzeri konulardaki şartları bu gezide de geçerli idi.

******

Paris’e, bu geziden önce, çocukken gitmiştim. Çok kısa kalabildiğimiz o geziden hatırladıklarım, babamın bitmek tükenmek bilmeyen merakı ve enerjisi nedeniyle, çocuk bacaklarımın Paris’in eski metrosunun merdivenlerini umutsuzca inip çıkmaya çalışması idi. Az zamanda o kadar çok yer gezmeye çalışmıştık ki… Versailles Sarayı’ndan etkilendiğimi de hatırlıyorum ama, o zamanlar oturduğumuz Roma’nın Paris’ten daha güzel olduğunu düşünmüştüm. Hala da aynı fikirdeyim…

Versailles deyince, bir de hiç unutmadığım ve her aklıma gelişinde güldüğüm bir olay var. Sarayı gezip, babamın kullandığı araba ile, şehre dönmeye çalışırken bir türlü çevre yoluna çıkışı bulamadık. Bir şekilde, bir tarlanın kenarında bekçi kulübesine benzer bir yapının önüne çıktık. Babam yolu sordu, adam tarif etti. Babam,

– J’ai compris, (Anladım) dedi ve teşekkür etti.

Tarife göre yola koyulduk. Epeyce bir dolandıktan sonra, bir de baktık, biz yine aynı kulübenin önüne gelmişiz. İçerden yine aynı adam çıktı ve yine babama yolu tarif etti. Babam adama yine,

– J’ai compris,

Bize de,

– Şimdi anladım, dedi.

Babam bu sefer kendinden daha emin bir şekilde, önceden girmediği yollara saptı. Yine epeyce bir dolandık. Bir de baktık ki, biz yine aynı kulübenin önündeyiz. Benzer bir aşamadan geçip, üçüncü kez kendimizi yine o kulübenin önünde bulduğumuzda, adam artık yüzünde, “Bu kadar da olmaz” ifadesi ile, kafasını kaşıyarak dışarı çıkmıştı… Sonunda babam sapmamız gereken yerin, hiç de çevre yoluna çıkacak bir yol gibi görünmeyen toprak bir yol olduğunu anlamıştı. Etrafta ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Her seferinde görüp de, “Burası olamaz”, diye düşündüğü yol bizi çevre yoluna ulaştırdı. Kabus sona erdi…

Bu olaylardan en az yirmi sene sonra, 1990 yılında, yine Paris’teydim. Sonraki yıllarda da birkaç kez gittim ve uzun kalışlarım oldu. Her seferinde farklı yerler, farklı köşeler keşfettim.

******

Bilet aldığımız Concorde durağından metroya bindik. Artık, bilet alırken yapılan uyarıdan dolayı mıdır, bilemiyorum, metroda diken üstündeydik. Sanki bir gerilim ya da polisiye filminin içine düşmüştük. İnsanlar tuhaf, hatta tehlikeli görünüyorlardı… Zaten, baştan sona aksiliklerle dolu, garip bir gün olmuştu…

Arc de Triomphe‘dan detay
Fotoğraflar 1990 yılında, o zamanın oldukça iyi bir fotoğraf makinesi ile çekilmişlerdi. Zamanla renkleri solmuş olsa da, söz konusu gezide çekilmiş fotoğrafları
kullanmayı tercih ettim.

O gün, Paris’e Amsterdam’dan uçmuştuk. Yine, sigara içmediğimiz ve uçağın sigara içilmeyen kısmında yer kalmadığı için (Oslo yazıma bakabilirsiniz), First Class uçmuş, güzel bir yemek eşliğinde şarap ve ardından likörler içmiştik. Paris’e inene kadar her şey yolunda idi.

Arc de Triomphe‘dan detay
1806 yılında Napolyon‘un isteği üzerine yapımına başlanan Zafer Takı, 1839 yılında Fransa Kralı
Louis-Philippe tarafından açılmış. 1921 yılında alınan bir karar ile, Birinci dünya Savaşı’nda ölen ama, kimliği belirlenemeyen bir Meçhul Asker altına gömülmüş. Sönmesine hiç izin verilmeyen anma ateşi, her gün
saat 18:30’da yenileniyor.

Charles de Gaulle – l’Étoile meydanında Air France’ın servis otobüsünden indikten sonra, bir taksiye bindik. Şoför aksi mi aksi… Tenezzül edip, bavulları bagaja bile koymadı. Hani, “Fransa çok güzel de, Fransızlar olmasa” diye bir ifade vardır ya? Onu her yönden doğrulatacak türde bir adam. Yol boyunca söylendi, durdu.

Otelin adı bizi yeri konusunda yanıltmış… Bu sakin sokakta, birkaç gün sonra Montmartre‘daki ünlü
Place du Tertre‘e giderken yürümüştük.

Elimizdeki Paris kitabından Royale Montmartre diye bir otel bulmuş ve Amsterdam’dan telefon ederek yer ayırtmıştık. Eski defterleri karıştırdığım önceki yazılarımda belirttiğim gibi, o devirde yurt dışına gitmek pek çok yönden bir macera idi. İnternetin olmadığı bir dünyada kalınacak yer, ulaşım, gezilecek yerler ve benzeri konular büyük ölçüde bir bilinmezler yumağıydı. O ortamda biz de ancak, edindiğimiz bir Paris gezi kitabından bütçemize uygun görünen bir otel bulmuş ve zamanın ileri teknolojisi olan ankesörlü telefondan ülke kodu ile ülkeler arası otomatik arama yaparak, bu otelde yer ayırtabilmiştik.

Place du Tertre
Ünlü sokak ressamları…

Otel, Boulevard de Clichy’de idi. Taksi ile yaklaştıkça, etrafta bir takım sex shop’lar ve seks şovlarının yapıldığı kulüpler gözümüze çarpmaya başladı. Ünlü Moulin Rouge da otelin biraz ilerisindeydi. Öte yandan, sokakta görünen, gidip gelen insanlar gayet normal ve düzgünlerdi. Annelerinin elinden tutmuş, yürüyen çocuklar, evrak çantaları ile iş adamları, ellerinde fileleri ile alışverişten dönen ev hanımları…

Moulin Rouge kabare tiyatrosu kapılarını ilk olarak 1889 yılında açmış. Belle Époque (1880-1914) döneminin ünlü mekanının en önemli özelliği, kankan dansının ilk olarak burada yapılmış olması. Yangın geçiren bina, 1915’te yeniden yapılmış.

Taksiden inerken şoför,

– İyi otel, dedi.

Bunu hangi anlamda söylediğini daha sonra anlayacaktık…

İçeri girer girmez, yoğun bir boya badana kokusu bizi karşıladı. Resepsiyondaki adam otelde tadilat olduğunu söyledi. Zaten bozulan moralimiz, otel odasını görünce tamamen sıfıra indi. Oda, o zamanlar “Sirkeci oteli” tabiri kullanılan otellerin görümündeydi. Günümüzde Sirkeci’de çok güzel turistik oteller var ama o zamanlar öyle değildi. Arka tarafta bulunan odanın camından görünen yer ise, tam bir mezbelelikti.

Doğrusu, keyfimiz epeyce kaçtı ama, daha önce belirttiğim gibi, o akşam Musée d’Orsay’e gitmeye karar vermiştik. Bavulları bırakıp çıktık. O güne kadar ancak kitaplarda görebildiğimiz Claude Monet (1840-1926), Édouard Manet (1832-1883), Pierre-Auguste Renoir (1841-1919), Edgar Degas (1834-1917), Paul Cézanne (1839-1906), Paul Gauguin (1848-1903), Alfred Sisley (1839-1899) gibi çok sevdiğimiz sanatçıların eserlerini görecek olmanın verdiği heyecan hayal kırıklığımızın önüne geçti.

Musée d’Orsay

Ana salonun yukardan görünümü

O zamanlar, eski bir tren garı olan Gare d’Orsay müzeye dönüştürülerek açılalı henüz dört sene olmuştu. Bu dönüşüm en az müzenin barındırdığı eserler kadar önemli idi ve sanat çevrelerinde epeyce ses getirmişti. Seine’nin kıyısında, nehrin karşı yakasındaki Tuileries Bahçeleri’nin tam karşısında bulunan binanın yerinde daha önce Palais d’Orsay (Orsay Sarayı) varmış. 19. yüzyılın ilk yarısında yapılan bina çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra Danıştay (Conseil d’État) binası olmuş. 1871 Paris Komünü sırasında, çevresindeki binalar ile birlikte yakılmış. Harabeye dönen bina, yaşanan iç savaşın kötü bir anısı olarak 30 sene yıkıntı halinde bırakılmış. 1900 yılında yapılan Paris Dünya Fuarı öncesinde Fransız devleti araziyi Orleans demiryolu şirketine tahsis etmiş. Amaç, o zamana kadar kullanılan Gare d’Austerlitz’in kentin ücra bir yerinde olması nedeniyle, merkezi bir konumdaki Palais d’Orsay’ın yerine büyük bir tren istasyonu yapılması imiş. Şirket, 1897 yılında üç mimarı davet ederek bir yarışma açmış. 1898 yılında sonuçlanan yarışmayı mimar Victor Laloux’un, yakındaki Louvre Müzesi ve Légion d’honneur Sarayı ile son derece uyumlu bulunan, projesi kazanmış.

Musée d’Orsay’in terasından Seine nehrinin karşı kıyısındaki
Louvre Müzesi‘nin görünümü

Orsay Garı ve oteli iki yıl içinde tamamlanmış ve 14 Temmuz 1900 günü açılışı yapılmış. Paris’in merkezi istasyonu olarak tasarlanan binada yolcu asansörleri, bagaj için rampa ve asansörler, yerin altında 16 demiryolu hattı, elektrikli çekiş sistemi ve girişte resepsiyon hizmetleri gibi zamanın en modern olanakları sağlanmış. Mimar, tüm bu modern hizmetler için gerekli olan metal konstrüksiyonları otelin dış cephesi ile gizleyerek, yapıyı çevredeki tarihi binalarla son derece uyumlu hale getirmiş.

Gare d’Orsay, 1900-1939 yılları arasında, güneybatı Fransız demiryolu ağının merkezi olarak hizmet vermiş. Bu arada, oteli de pek çok ünlüyü ağırlamış. Ancak, 1939’dan sonra gar, daha uzun vagonları olan modern elektrikli trenler için uygun olmaması nedeniyle, sadece banliyö trenleri için kullanılmaya başlanmış. Daha sonra gar, farklı amaçlara da hizmet etmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş esirlerine paket göndermek için bir posta merkezi işlevi görmüş. Kurtuluştan sonra, aynı esirler için bir karşılama ve rehabilitasyon merkezi olmuş. Orson Welles’in Franz Kafka’nın kitabından uyarladığı Dava ve Bernardo Bertolucci’nin Konformist filmleri için set, Renaud-Barrault tiyatro topluluğu tarafından temsil mekanı olarak kullanılmış. 1973 yılında, otel kısmının da kapatılması ile birlikte, bina tamamen terk edilmiş. Ta ki, 1977 yılında Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing‘in girişimi ile müzeye dönüştürülmesine karar verilene kadar. Gar 1900 yılında açıldığı zaman ressam Édouard Detaille (1848-1912) hayranlığını, yapının muhteşem olduğunu ve bir Güzel Sanatlar Müzesi’ne benzediğini söyleyerek ifade etmiş. Müze, 1 Aralık 1986 günü Cumhurbaşkanı François Mitterrand tarafından açıldığı zaman, Édouard Detaille’ın bu benzetmesi 86 yıl sonra gerçekleşmiş olmuş. 2019 yılı verilerine göre, Musée d’Orsay’i 33 yılda 96.954.831 kişi ziyaret etmiş.

Yapının tren garı olduğu zamandan kalma saati karşıda

Musée d’Orsay’de 1848-1914 yıllarına ait eserler sergileniyor. Başta Empresyonist eserler olmak üzere, zengin bir resim koleksiyonunun yanında müzede heykel, grafik sanatlar, dekoratif sanat, mimarlık ve fotoğrafçılık dallarında yapıtlar bulunuyor. Binanın müzeye dönüştürülmesi projesi, mimarlar M. Bardon, M. Colboc ve M. Philippon tarafından gerçekleştirilmiş. Bunu yaparken, bir yandan Laloux’nun orijinal yapıtının ruhuna sadık kalınmış, öte yandan bir müze için gerekli eklemeler yapılmış. Üç kat üzerine düzenlenen müzede, garın büyük salonu ana eksen olarak kullanılmış. Heykellerin yer aldığı, yüksek tavanlı bu salon içeri girince insanı etkiliyor. Başınızı kaldırdığınızda görünen dev saat ise, yapının tren garı olduğu zamanlardaki gibi, saati göstermeye devam ediyor…

Musée d’Orsay’de Monet’nin iki eseri

Müze, bizim gibi, gece gezme olanağını değerlendirmek isteyen ziyaretçilerle doluydu. Ancak, özellikle tabloların sergilenişi beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. O güzelim tabloların çoğu doğru dürüst aydınlatılmamıştı. Tepedeki floresan lambaların sürekli vınlaması da ayrıca sinir bozucuydu. Oysa, çoğu Empresyonist ressamın en güzel ve ünlü tabloları burada sergileniyordu. Burada yer alan Gauguin’nin tablolarının çoğunu iki yıl önce, 1988’de, Chicago’da gittiğim bir Gauguin sergisinde görmüş ve inanılmaz etkilenmiştim. O sergide, başta Paris, Rusya ve Londra olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki müze ve özel koleksiyonlardan getirilen eserler müthiş bir şekilde sergilenmişti. Şu yıla kadar unutamadığım bir sergi idi Chicago’daki. Aynı eserleri, bu kez anavatanında özensiz koşullarda görmek beni çok şaşırtmıştı. Kısacası, Fransızlar müzeyi haftada bir gece açık tutmayı akıl etmiş ama sergilemeyi ona göre düzenlememişlerdi. Dilerim, aradan geçen otuz sene içerisinde bu konuda bir iyileştirme yapılmıştır.

Musée d’Orsay’de Gauguin’e ait heykellerden birisi

Müze çıkışı bizi hoş olmayan bir sürpriz bekliyordu. Daha birkaç saat önce kullandığımız, yakındaki Solférino – Musée d’Orsay metro istasyonu tamirat nedeniyle 20:30’da kapanıyormuş. Haberdar olmadığımız bu durum nedeniyle, Seine nehrinin karşı tarafındaki Concorde Meydanı’na kadar yürümek zorunda kaldık. Bir de üstüne gişedeki görevlinin Blanche için uyarısı eklenince, içimi derin bir endişe ve sıkıntı kapladı.

Kendimizi bir otele atsak… Blanche durağına yaklaştıkça sanki metroya binen insanların tipleri değişiyor. Şu adam sarhoş mu, nedir? Ya şu öbürü? Neden öyle gözlerini dikmiş bana bakıyor? Kimi de, sanki bulutlarda… Kafaları dumanlı gibi sanki. Metronun monoton gürültüsü bir yandan, bu acayip insanlar bir yandan… Kazasız belasız otele varırız umarım.

Neyse, ineceğimiz durağa geldik. Bir de şu kötü aydınlatılmış, loş ve izbe koridorları geçip yer üstüne çıkarsak, rahatlayacağım. Allah, Allah… Birkaç saat içinde çevrede bu ne değişiklik olmuş böyle? Sadece kırmızı neon ışıkların yanıp söndüğü seks dükkanları ve kulüplerin yarattığı keşmekeş değil, insanlar da çok farklı. Sanki bir tiyatro oyununda, yeni bir perde için dekor ve oyuncular değişmiş gibi. Gündüz gördüğümüz insanlar yok olmuşlar ve tamamen farklı bir kitle ortalığı istila etmiş. Kulüplerden dışarı yayılan müzik, işe çıkmış kadınlar ve karanlık görünüşlü adamlar…

Karanlığın basması ile birlikte sanki oteldeki boya badana kokusu daha bir kesifleşmiş. Çıplak, beyaz ışığın altında oda iyice kötü görünüyor. Camı biraz açıp, bir an evvel yatmalı. Yarın gezecek bir sürü yer var. Bir de şu sokaktan gelen gürültü olmasa… Şimdi de otelin içinden bağrışma ve koşma sesleri geliyor. Kapılar çarpılıp duruyor. Sanki birileri zorla birilerinin odasına giriyor gibi. Bir grup insan sözde eğleniyor mu, yoksa birilerinin ırzına mı geçiliyor, belli değil…

Yabancı bir ülkede ya da kaldığım herhangi bir yerde hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Saatler ilerledikçe, sabah kalkıp, bir şey yokmuş gibi gezmeye devam edeceğimiz şeklindeki iyimserliğimiz giderek kayboldu. Sadece o değil. Bağırma, çığlık, koşma ve kapı çarpma sesleri arttıkça, oda kapısının her an kırılarak açılacağı duygusu içimizi sardı. Odanın içindeki ufak bir masayı kapının arkasına dayadık ve sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Bir yandan da, elimizdeki kitaptan otel aramaya başladık.

Luxembourg Bahçesi‘nin içinde bulunan Fransız Senatosu
Yapımına ilk olarak 1615 yılında başlanan bina, Kral XIII. Louis’nin annesi,
Marie de Medici tarafından kendisi için saray olarak inşa ettirilmiş. Fransız Devrimi’nden sonra çeşitli devlet organları tarafından kullanılmış. 1958 yılından beri Senato binası olarak kullanılıyor.

Konutunu, Floransa’daki Pitti Sarayı‘nı örnek alarak yaptıran Marie de Medici bahçesinin de, yine aynı şehirdeki Boboli Bahçeleri‘ne
benzer şekilde düzenlenmesini istemiş.

Sabah olur olmaz kendimizi dışarı attık. Yaptığımız otel listesindeki ikinci otelde yer bulduk. Günümüzde olsa, (zaten böyle bir otele düşmezdik de, hadi diyelim ki oldu) elimizdeki telefon ile kolayca hallederdik sorunu. Yeni otel hem yer olarak hem de ortam olarak bize bir vaha gibi geldi. Hôtel Perreyve, kendi ifadeleri ile, Saint-Germain-des-Prés semtinin tam kalbinde, Luxembourg Bahçesi’nin (Le Jardin du Luxembourg) hemen yakınındaki Rue Madame (Sokağı), 63 numarada idi. Odayı gösterdiklerinde hemen karar verdik. Gerçi oda kapısı, yatağın ayak ucuna neredeyse sürünerek açılıyordu ama, oda ve banyo gayet temizdi. İnternetten gördüğüm kadarıyla, günümüzde bu otel yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam ediyor.

İsmini üstünde bulunduğu tepeden alan Luxembourg Bahçesi, heykelleri, havuzları, yürüyüş alanları ve kuytu köşeleri ile, insanın ruhunu dinlendiren bir yer

Bavullarımızı almak üzere, büyük bir sabırsızlıkla, Royale Montmartre oteline döndük. Boya kokusundan rahatsız olduğumuzu söyleyerek, sorunsuz bir şekilde otelden çıkış yaptık. Bu talihsiz başlangıca ve birkaç gün sonra cüzdanımı kaptırmama karşın Paris’de kalışımız çok güzel geçti. Rodin Müzesi, Picasso Müzesi gibi hala keyifle hatırladığım müzeler gezdik. (Öyle ki, çok kapsamlı bir müze olmasına karşın, Paris’tekini gezdikten sonra, nedense, Barselona’daki Picasso müzesi beni pek fazla heyecanlandırmadı). Paris’in tarihi ve güzel kafelerinde oturduk ve yeni yeni gelen baharın tadını çıkardık.

Rodin Müzesi‘nin bulunduğu Hôtel Biron, 1732 yılında mimar Jean Aubert tarafından bir malikhane olarak yapılmış. Rodin (1840-1917) burayı 1908 yılında terk edilmiş halde bulunca, atölye olarak kullanmaya başlamış. Ölümünden bir yıl önce tüm eserlerini ve kişisel resim koleksiyonunu Fransız devletine bağışlamış. Bunun karşılığında devlet, binayı ve araziyi satın alarak burayı müze olarak, 1919 yılında, halka açmış.

Öpücük, Auguste Rodin
Rodin Müzesi
Camille Claudel (1864-1943)
Rodin’in öğrencisi, ilham perisi ve sevgilisi…
Çağdaşları tarafından bir dahi olarak kabul edilse de, bir kadın heykeltıraş olarak var olmasına izin verilmediği için ve bu uğurda verdiği mücadele sonucu akıl hastanesinde son bulan bir yaşam…
Rodin tarafından yapılmış bu kilden çalışma, müzede beni en çok etkileyen eserlerden birisi idi.

Çocukken gidişim sayılmazsa, bir yetişkin olarak bu Paris’e ilk gidişim olduğu için, doğal olarak, ilk olarak giden herkesin gideceği, şehrin görülecek başlıca yerlerine (Eiffel Kulesi, Notre-Dame de Paris Katedrali, Champs-Élysées, Arc de Triomphe, Sacré-Cœur, Montmartre, Centre Pompidou vb.) gittik. Ancak, bunların yanında, çok fazla bilinmeyen, gidilmeyen yerler de keşfetme olanağımız oldu. Bu yazımda bu tür yerlerden birkaç örneğe yer vereceğim. Opera binasının yakınındaki Musée du Parfum (Parfüm Müzesi) bunlardan birisi idi. Ücretsiz gezilebilen bu küçük müze, meraklısı için vakit ayırmaya değer bir müze. Belli saatlerde, birkaç dilde yapılan rehberli turlar da ücretsiz.

Zamanında Paris’in tartışmalara yol açan yapılarından biri olan
Centre Pompidou, mimarlar Renzo Piano ve Richard Rogers tarafından tasarlanmış. 1977 yılında açılmış.
Şehrin Beaubourg semtinde bulunan Pompidou Merkezi’nde, Ulusal Modern Sanat Müzesi‘nin dışında, Kandinsky Kütüphanesi, tiyatro ve konferans salonları ile süreli sergi alanları bulunuyor.
Paris’te esen mimari modernleşme rüzgarı kapsamında yapılan eserlerin içinde benim en sevdiğim, Forum des Halles olmuştu.

1971 yılında taze meyve-sebze hali, Les Halles, yıkılarak yapılan
Forum des Halles alışveriş merkezinden Saint-Eustache Kilisesi‘nin (1532) görünümü

Fransa, XV. Louis’nin (1710-1774) parfüm merakı nedeniyle, 18. yüzyıldan beri dünya parfüm endüstrisinin merkezi olmuş. Fransız parfüm üreticileri yüzyıllar içerisinde çiçek, yaprak, yosun, ot, baharat ve başka girdiler kullanarak koku üretim tekniklerini geliştirmişler. Parfüm müzesi, bu üreticilerden birisi olan Parfumerie Fragonard firmasına ait bir müze. Şirket 1926 yılında, dünyanın parfüm başkenti olarak bilinen Grasse’da kurulmuş. 1983 yılında, 19. yüzyıldan kalma bir binada açılan bu müzede, ailenin yıllar boyunca parfüm ile ilgili topladığı nadide objeler ve sanat eserleri sergileniyor. Bunların arasında, antik Mısır’dan günümüze kadar kullanılmış olan, çeşitli boy ve şekillerdeki parfüm şişeleri özellikle ilgi çekici.

Musée du Parfum Fragonard
Kaynak: www.musee-parfum-paris.fragonard.com

Müzede ayrıca, ham maddeden nihai ürüne kadar, parfüm yapım süreci de ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu sürecin en önemli halkası, hiç şüphesiz, Fransızların ilginç bir şekilde “burun” olarak adlandırdıkları uzman kişi. Kullandığımız parfümlerin kokularını yaratan bu sanatçı kişiler, birkaç bin kokuyu ayırt edebilecek bir koku alma yetisine sahipler. Doğuştan normal insanların alamadıkları kokuları sezebilme kapasitesine sahip olmanın yanında, yıllar içinde bu becerilerini daha da geliştiriyorlar. Bir “usta burun” aylar, hatta bazen yıllar süren bir çalışma sonunda, türlü türlü ham maddeyi karıştırarak bir parfüm yaratıyor. Tıpkı bir müzik eseri besteler gibi. Bu benzetmeden olsa gerek, uzmanların kullandığı esans özlerinin durduğu özel masaya “parfüm orgu” adı verilmiş. Bir org klavyesi gibi dizilmiş esans özü şişelerinin yerleşimi de belli bir düzene göre yapılıyor. Müzede, 200 farklı esansın bulunduğu antika bir parfüm orgu ve parfüm formülleri içeren eski bir defter de sergileniyor. Günümüzde parfüm yaratım işlemlerinin çoğu artık bilgisayarlar, test çubukları ve laboratuvar test örnekleri ile yapılıyor. Ancak, uzman “burun”lara hala gereksinim var. Müzede, arzu ederseniz, kendi parfümünüzü yaratabileceğiniz aktivitelere de katılabiliyorsunuz. Bu gezinin hemen ardından, Alman yazar Patrick Süskind’in Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikayesi) isimli kitabını okumuştum. Çok beğendiğim ve etkilendiğim bu kitabı okurken Paris’teki Parfüm Müzesi’nde öğrendiklerim hep aklımın bir köşesindeydi. 2006 yılında, kitabın ummadığım kadar iyi çekilmiş bir filmi de çekilmişti.

Parfüm Orgu
Kaynak: www.musee-parfum-paris.fragonard.com

Sanırım, Notre-Dame Katedrali Paris’e giden herkesin listesinde olan başlıca yerlerden birisi. Bildiğiniz gibi Notre-Dame, Île de la Cité (Şehir Adası) olarak adlandırılan ve Seine nehri üzerinde bulunan bir adanın üzerinde bulunuyor. Bu ada, şehirde Seine nehri üzerinde olup, günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş iki doğal adadan birisi ve en büyüğü oluyor. Yukardan bakıldığında şekil olarak bir gemiye benzeyen Île de la Cité, nehrin her iki yakasına uzanan toplam sekiz köprü ile karaya bağlanıyor. Dokuzuncu bir köprü ile hem bu adadan hem de nehrin iki yakasından geçilebilen diğer ada ise, Saint-Louis Adası (Île Saint-Louis). Yerleşim tarihi M.Ö. 200 yılına kadar giden Île de la Cité, Paris’in merkezi olarak kabul ediliyor ve Fransa’daki bütün yol mesafeleri, Notre-Dame’ın önündeki Parvis Meydanı sıfır noktası kabul edilerek, buradan hesaplanıyor.

Notre-Dame Katedrali‘nin Parvis Meydanı‘na
bakan cephesi
Cité Adası’nın ucundaki park ve Pont Neuf köprüsünün bir bölümü. Adanın en batı ucunda olan bu park aslında önceleri Cité Adası’ndan ayrı iki adadan, (son Tapınak Şövalyesi’nin yakıldığı ) l’île aux Juifs ve l’île du Patriarche‘dan oluşuyormuş. Daha sonra Île de la Cité ile birleştirilmişler. En uçtaki salkım söğüt ağacı, Paris’in ikonik noktalarından birisi olarak kabul ediliyor. Pont Neuf, ismi aksini ima etse de, Paris’in en eski köprüsü kabul ediliyor. Adanın iki yanından uzanan köprü, Île de la Cité’yi Seine nehrinin iki yakasına bağlıyor. İlk olarak 1578- 1607 yılları arasında yapılan köprü, daha sonra birçok kez elden geçirilmiş. İlk halinde üstünde bulunan dükkanlar kaldırılmış.

Adada, Notre-Dame Katedrali dışında, Sainte-Chapelle Kilisesi, Adalet Sarayı (Palais de Justice), Emniyet Sarayı (Préfecture de police), Ticaret Mahkemesi (Tribunal de commerce) ve bir hastane de (Hôtel-Dieu) bulunuyor. 2013 yılı sayımına göre, Île de la Cité’de ikamet edenlerin sayısı 981 kişi.

Île de la Cité’de eski saraydan günümüze kalan ve Fransız Devrimi sırasında Marie Antoinette ile birlikte soyluların tutulduğu kuleler

Paris’in kalbi olarak tanımlanan Île de la Cité, asırlar boyunca Fransa’nın da kalbi olmuş denebilir çünkü, Fransa kralları 6. ve 14. yüzyıllar arasında buradaki sarayda oturmuşlar. Orta çağ boyunca, zamanın çoğu şehir kalelerinin etrafında yapay olarak yapılan su hendeğine doğal olarak sahip olan bu ada, aynı zamanda güçlü bir savunma mekanı niteliği de taşımış. Altı yüzyıl boyunca ilaveler ve yeniden yapımlarla inşa edilen kraliyet sarayının önemli bir kısmının yerinde günümüzde, 19. yüzyılda yapılan Adalet Sarayı binaları yer alıyor. Gotik tarzda, müthiş bir kilise olan Sainte-Chapelle Kilisesi ve Seine nehri kıyısındaki azametli dört kule, bu saraydan günümüze kalabilen az sayıda yapı. 14. yüzyıldan Fransız Devrimi’ne kadar olan dönemde saray Fransa Hazinesi, adalet sarayı ve asiller parlamentosu olarak kullanılmış. Devrim sırasında, Marie Antoinette ve diğer soylu mahkumlar burada tutulmuş ve yargılanmışlar.

Île de la Cité’de kurulan kuş pazarı

Île de la Cité’de, 1808 yılından beri kurulan bir çiçek pazarı var. Pazar günleri hariç her gün açık olan bu pazar, Louis Lépine Meydanı’nda, Ticaret Mahkemesi ile hastanenin duvarlarının arasında kuruluyor. Sabit küçük dükkanları ve tenteli portatif tezgahları ile burası, rengarenk her türlü taze çiçeğin satıldığı pek hoş bir pazar. Bulması da bir o kadar kolay çünkü, Cité metro durağı neredeyse bu pazarın içine çıkıyor. 1990 yılında, henüz ülkemizde çiçekçilik bu kadar ilerlememiş iken, daha da bir hoş görünmüştü gözüme. Yine de, 19. yüzyıldan kalma zarif dükkanları ve güzel teşhirleri ile hala ilgi çekici bulunabileceğini düşünüyorum. Pazar günleri, aynı mekanda, kapalı olan çiçek pazarının yerinde, bir kuş pazarı kuruluyor. Burada gördüğüm kuşlar, o güne kadar varlıklarından haberdar bile olmadığım, inanılmaz güzellikte, küçüklü büyüklü, dünyanın dört bir yanından gelmiş kuşlardı. Kafeslerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Kuşlar kadar, onları almak için gelen meraklıları izlemek de çok ilginç gelmişti bana. Yıllar içinde değişen dünya ve gelişen hayvan hakları sonucu, Paris’teki kuş pazarının da kaldırılmasına karar verilmiş. 2023-2025 yılları arasında pazarın faaliyetleri tamamen durdurulacakmış. İstanbul’da, Adalar’daki faytonlar üzerine olan tartışmalarda olduğu gibi, bir yanda hayvan hakları savunucuları kuşların bu şekilde kafeslerde tutulmasına karşı çıkarken, bir kesim de, koşullarının iyileştirilmesi ve sıkı denetim yapılması koşulu ile, bu tarihi pazarın korunması gerektiğini savunmuşlar. Sonunda, pazarın kaldırılmasına karar verilmiş.

Île Saint-Louis’nin sakin ve huzurlu ortamını hep sevmişimdir…
Soğuk ve yağmurlu bir günde Saint-Louis Adası’nda sığındığımız bu çay salonunda yaşadığım keyfi yıllar boyunca hiç unutmadım…

Tüm tarihi önemi, yapıları ve pazarlarına karşın, Île de la Cité’ye kıyasla, benim gönlüm hep Saint-Louis Adası’ndan yana olmuştur. O turist kalabalığı ve keşmekeşinden sonra bu sevimli adaya her geçişimde içimi bir mutluluk ve huzur kaplamıştır. Sessiz sokakları, küçük kafeleri, dondurma dükkanları ve güzel evleri ile Saint-Louis Adası insana, küçük ve huzurlu bir Akdeniz yerleşim yerini hatırlatır. Siz de, Paris’de gezmekten yorulup bir soluklanmak isterseniz, Saint-Louis Adası aklınızda olsun…