Alaca Karanlıkta

Fotoğraf: Ümit Özgül

1

Çok şükür bugün de bitmek üzere… Şunun şurasında bir saat kaldı. Çarşamba olduğuna göre, artık hafta da neredeyse bitti demektir. En zoru pazartesi ve salı günleri. Pazartesiden baktın mı, hafta sonu uzun bir tünelin sonunda gibi görünür. Ama çarşamba oldu mu, hafta sonu tatiline yaklaştık demektir. Haftanın ilk yarısı, bankoya gelen insanlar da sanki daha bir nemrut olur. Plazanın değişik katlarındaki iş yerlerine koşturanlar. Kimlik kartını evde unutup, benden geçici misafir kartı isteyenler. Randevusuna çok erken ya da geç gelmiş ziyaretçiler. Hepsi. Ha… Her gün, her koşulda güler yüzlü ve kibar olanlar da var tabii. Ama az…Onlar, yağmur, çamur da olsa güneşli bir bahar günü de olsa hep kibar ve hafiften neşelidirler.

Hafta başı insanlar öyle asık yüzlü oluyorlar da, ben nasıl oluyorum…? Burnumdan soluyorum. Ama, kimsenin eleştirmeye hakkı yok. İşe girdiğimizde bize ne demişlerdi?

– Resepsiyonist olmak öyle kolay bir iş değildir. Plazanın dışarıya karşı yüzü olacaksınız. Kibar ve ciddi.

Böyle demişti ilk işe girdiğim zaman binanın İdari İşler Müdürü. Bayağı sertti. Korkmadım desem yalan olur. Emekli astsubay mıymış neymiş? Çocukken bizim köye gelip herkesi köy meydanında sıraya dizen ve babama tokat atan jandarma komutanı gelmişti aklıma. Rütbesi ne idi, hiç bilmiyorum. Çok küçüktüm. Annemin arkasında, eteğine yapışmıştım. Kafamı arada uzatıp bakıyordum. Çok korkmuştum. Birilerini arıyorlarmış. Komutan çok kızgındı. Hırsını, köyde yabancı kimse olmadığını söyleyen babamdan çıkarmıştı. Konuşmasını laubali bulmuş, tokatı basmıştı. Nasıl üzülmüştüm… Benim bildiğim kadınlar ve çocuklar dayak yerdi. Kocaman babalar değil… Ağlamaya başlamıştım. Zavallı anam, komutan daha çok kızmasın diye beni susturmak için nasıl çabalamıştı…

İdari İşler Amiri devam etmişti,

– İnsanlar buraya gelince ilk olarak sizinle temasları olacak. Kuledeki iş yerlerinin vereceği ilk kalite sınavı siz olacaksınız. Kimse, “Bu şirket ne biçim bir yerde”, diye düşünmemeli. Onun için her zaman düzgün, temiz giyimli, ağırbaşlı ve ciddi olacaksınız. Mesafeli, ama kibar olun. Laubalilik yaptığınızı görürsem, kendinizi kapının önünde bulursunuz.

Aslında, Amir denmesine acaip bozuluyor. Ama ne yapayım? Amir işte… Müdür kelimesinden daha çok yakışıyor ona. Tipine daha çok uyuyor. Yine de, ağzımdan kaçırmamaya çalışıyorum. Zaten zor buldum bu işi de.

Haftanın ilk günleri bu talimatın arkasına sığınıp daha bir suratsız olabiliyorum. Gıcıklığımı ciddiyetin arkasına saklayabiliyorum. İşimi aynı şekilde yapsam da, yaydığım enerji farklı oluyor.

– Buyrun, nereye gelmiştiniz? Kiminle görüşecektiniz ?

Böyle karşılıyoruz gelenleri. Bankoda bir arkadaş daha var. Sema ile yan yana oturuyoruz. Çok samimi değiliz ama, birbirimizi kolluyoruz yine de. Arada bir telefonuma daldığımda, kendisi meşgulse ve tepemde ilgi bekleyen biri varsa, dikkatimi çekmenin bir yolunu buluyor. Hafifçe sesleniyor ya da alttan dokunuyor. Sigara molalarında da sırayla birbirimizi idare ediyoruz. Sema da benim gibi, küçük yerden gelmiş İstanbul’a. Ama o, epeyce tecrübeli. Yıllar önce, ailesi ile birlikte bir Orta Anadolu kasabasından göç etmişler. Hala onlarla birlikte yaşıyor. İş çıkışı onu almaya gelen bir sevgilisi var. Belki evlenirler bir süre sonra.

– Pardon, yalnız bu kimlik geçmiyor. Nüfus cüzdanınız ya da ehliyetiniz varsa, rica edeyim.

Böyle söyleyince bazıları çok sinirleniyorlar da, ben ne yapayım? Bize böyle dendi. Ya soğuk damga ya da çip olacak kimlikte. Neyse, bu tip fazla uzatmadı. Nüfus cüzdanı varmış yanında. Şimdi iş, gideceği şirketin danışmasını aramaya kaldı. Bu yukarıdaki tiplerde de bir hava bir hava. Burunlarından konuşur, bizi beğenmezler. Her seferinde,

– Kardeşim afrayı tafrayı bırak! Sen de benim gibi bir resepsiyonistsin işte,

dememek için kendimi zor tutuyorum. Tabii, bizden çok para alıyorlar. Giyimlerinden belli. Kimisi de üniversite öğrencisi imiş. Onlar daha bir sevecen. Gülümseyeni, arada hal hatır soranı oluyor.

Şirket danışmalarındaki elemanların üstünde sekreterler var. Onlar bir üst sınıf. Yüksek topuklu ayakkabılarının üstünde sekerek, şen kahkahalarla geçip gidiyorlar. En çok kargo da bu tiplere geliyor. Her gün internet alışveriş sitelerinden bir sürü, irili ufaklı paketler geliyor bunlara. Mevsimine göre, içinde ayakkabı veya çizme olduğunu tahmin ettiğim büyük, sert kutular; yazın daha ufak ve yumuşak paketler. Artık ne varsa içlerinde… Tiril tiril tatil elbiseleri, bikiniler… Kargo şirketlerinin elemanlarının biri gelir biri gider akşama kadar bunlar için. Zavallı adamlar. Şirketlere gelen evrak ve benzeri şeyleri bize bırakır, paketleri arka taraftaki odaya koyarlar. İş bununla da bitmez. Bir de, üste olmayan, yanlış beden ısmarlanmış veya beğenilmemiş ürünlerin iadesi var. Onlar da aynı odada, geri gönderilmek üzere beklerler. Gelen elemanlar, getirdikleri paketlerden kurtulmuşken, neredeyse bir o kadarını da geri götürürler. İş arasında, patrona çaktırmamaya çalışarak, alelacele yapılan alışveriş öyle olur işte. Sonra, her şey fotoğrafta göründüğü gibi olur mu hiç?

Ben istesem de, alamam o kadar. Zaten elime ne geçiyor ki? Kira, yol parası ve gıdaya anca yetişiyor. Arada annem memleketten tarhana, bulgur yollarsa, ne mutlu bana… Neyse ki, bizim üniformamız var. Her gün değişik bir şey giyeceğim derdi yok. Siyah pantolon, beyaz gömlek. İşe başlayınca, bir pantolon iki gömlek vermişlerdi. Hafta içi gömlekleri yıkamak zor oluyor diye kendim üç tane daha aldım. Sema Kadıköy’de ucuz bir yerler tarif etti. Bir hafta sonu karşıya geçip aldım.

Kargo dedim de… Gelen çocuklardan biri bayağı hoş. Arada bir bana gülümsediği, eğer yan taraftaki kapının önünde sigara molasında isem, iki çift laf ettiği oluyor. Sözde şaka yapıyor ama biraz mahcup sanki. Aman, öyle olsun. Dert istemiyorum. Daha yeni yeni alışıyorum İstanbul’a da. Eğitim Fakültesi’ne girdiğimde kafaya koymuştum İstanbul’a gelmeyi. Türkçe öğretmeni olmaya hiç niyetim yoktu. Zaten istesen de olamazsın ki öyle hemen. İnsanlar yıllarca atama bekliyorlar.

Plazaya gelenler azaldı. Tek tük işten biraz erken çıkanlar turnikelerden geçiyorlar. Birazdan tam bir akın olur. Herkes kapının önündeki servislere koşturur. Benim de çıkmam yakın artık. Bankoyu gece görev yapan güvenlikçi arkadaşa bırakıp çıkacağız. Gökyüzü bulutlarla kaplandı birden. Hava iyice karardı. Feci bir yağmur indirecek gibi. Metro durağına kendimi bir atsam, gerisini düşünürüz.

İşte, bugün de mesai bitti. Çok şükür….

Sema, dışarda bekleyen sevgilisine bir an önce kavuşma isteği ile acele ederken,

– Görüşürüz Meral. İyi akşamlar, diyor.

– Görüşürüz…

2

Zar zor metroya bindim. Başta gelen iki tanesine binmeye yeltenmedim bile. O kadar kalabalıktı ki… İtiş kakış. Nasıl olsa bir yere yetişmiyorum. Üçüncüyü bekledim. Yine kolay olmadı ama, bir şekilde bindim. Kendime şöyle köşede ayakta durabileceğim bir yer buldum. Çantamı da siper ettim kendime, rahatım. Şu tipsiz aklı sıra bana sürtünecek ama hevesi kursağında kaldı. Ben yedirir miyim sana hiç kendimi? Ben ne badireler atlatmışım. Sana mı yem olacağım? Salak…

İstanbul’a geçen sene ilk geldiğim zaman Kartal’da babamın amcasının oğlunun yanında kaldım bir süre. Kartal dediysem, sahil tarafında değil. E-5’in üst tarafında, yukarılarda. O karayolunun aşağısı ile yukarısı bir değildir. Başka bir dünya sanki. Yol iz bilmediğim bir şehirde başlangıç için bir kolaylık oldu tabii. Ona bir diyeceğim yok. Ama, başvurduğum yerlere görüşmeye gitmek falan epeyce zor oluyordu. Öyle küçük, kurumsal olmayan bir yerde çalışmak istemiyordum. Küçük patron şirketlerinde çalışan genç kızların başlarına gelenleri gazetelerde, haberlerde okuyor ve izliyoruz. Taciz ya da kandırma ile başlayıp, ölüme kadar gidebilen bir yol. İstemedim onun için. Gel gör ki, büyük şirketlere de girmek kolay değil. Anladım ki, üniversite mezunu olmak değil önemli olan. Mesele hangi üniversitenin mezunu olduğun. Girebileceğimi düşündüğüm en alt seviyedeki işler için bile, büyük şehir üniversitelerinden mi yoksa taşradakilerden birinden mi mezunsun, ona bakıyorlar. Açık Öğretim’in bile benim Hallaç Mazhar Üniversitesi’nden daha çok itibarı var.

Neyse, başlarda işte sağa sola görüşme için giderken evin büyük oğlu ile birlikte gidiyorduk. Lise terkmiş. Kısa sürelerle civardaki dükkanlarda işe girip, bir süre sonra ayrılıyormuş. Bence, iş verenler ne mal olduğunu anlayıp işten çıkarıyorlardı. Geri zekalının teki. Ama erkek ya, hemen kendini bana denk görmeye başladı. Otobüste otururken kolunu koltuğun arkasına atmalar, yanlışlıkla olmuş gibi değmeler falan… İdare edebilirim gibi geldi önce. Sonra baktım, evde de bir tuhaf durumlar başladı. Annesi bizi evde yalnız bırakmaya çalışıyor. Kız kardeşi ile aynı odada yatıyorduk. O da,

– Hava çok sıcak. İki kişi zor oluyor bu odada,

demeye başladı. Sonra da salona taşındı. O gece, odadaki komodini kapının arkasına ittim. Bavulumu da üstüne koydum. Sabaha karşı, uykumun en tatlı yerinde, kapı kolunun ve açılmaya çalışılan kapının sesini duydum. Dümen ortaya çıktı. Öyle bir bağırmışım ki,

– Kim var orada?

Eminim, komşular bile duydular. Tırsıp gitti soysuz. Sonra, sabah anası bir şeyler geveleyip durdu. Oğlu sabaha karşı banyoya gidiyorum diye yanlışlıkla benim yattığım odaya girmeye çalışmış da, falan filan. Yedim ben de. Banyo neredee oda nerede. İnsan doğup büyüdüğü evde yolunu mu kaybeder?

Baktım bu iş böyle olmayacak. Ben boşuna mı üniversiteye gittim, buralara geldim? Öyle akraba ile evlenmeye falan niyetim yok benim. İş aramaya hız verdim. Her yere başvurmaya başladım. Sonunda, okuldan tanıdığım bir kız şimdi çalıştığım yerde danışma için eleman aradıklarını haber verdi. Kendisi de bir başka plazada çalışıyormuş. Yüreğim küt küt atarak gittim görüşmeye. Birkaç gün sonra olumlu sonucu öğrenince dünyalar benim oldu. Asgari ücret ama, olsun. Zaten ne bekliyordum ki? Sigortalıyım hiç olmazsa.

– Şişli-Mecidiyeköy

Anons, metro vagonundaki insan sayısı kadar çok ve farklı dünyaların üzerinde bir anlık bir hakimiyet kuruyor. Herkes şöyle bir kıpırdanıyor. Kendine geliyor. Kitap okuyan, müzik dinleyen, kafasının içinde dertleri ile boğuşan ya da öylesine hayallere dalanlar şöyle bir kıpırdanıp, çevrelerine bakıyorlar. Gayrettepe’de epeyce inen oldu her zamanki gibi. Şimdi bu durakta da olur. Taksim’e az kaldı. Bundan sonraki ikinci durakta iniyorum.

Gelecek ay ben de bir kulaklık alayım diyorum. Karaköy’deki alt geçitten taksitle alırım. Yolda hem oyalanırım hem de havalı olur. Müzik, video… Artık ne istersem dinler, izlerim yolda.

İşe metro ile gidip gelebiliyor olmak büyük şans bu İstanbul’da. Sadece kolaylık değil. Otobüs ya da minibüs ile gitmekten daha prestijli sanki. Geçenlerde, öğle tatili için dışarı çıkarken bankonun önünden geçen kadınlı erkekli bir grup çalışanın konuşmalarını duydum.

– Vallahi şekerim, artık araba ile gelmiyorum. Trafik asabımı bozuyor. İş çıkışı özel bir programım yoksa, metroya biniyorum. Hem metrodaki ortam hiç beklemediğim kadar uygar. Kısa bir süre için de olsa, kendimi yurt dışında, uygar bir ülkedeymişim gibi hissediyorum, dedi kızıl saçlı, hoş bir hatun. Yanındakiler de onayladı.

– New York’da banka CEO’ları bile metro ile işe gidiyorlar, dedi gruptaki adamlardan biri.

Yurt dışına hiç gitmedim. Herhalde gidemem de. Ama dizilerde, filmlerde görüyorum bazen. Yabancı dizi ve film de izlemiyorum pek aslında ama, arada televizyon kanalları arasında gezinirken gözüme takılıyor. Neyse, demek ki, metroya binmek iyi karşılanıyor. Ben de iş çıkışı artık, daha bir özgüvenle ve yüksek sesle,

– Metroya koşuyorum, diyorum etrafımdakilere.

Birazdan ineceğim. Yağmur başlamamış olsa bari. Ben kendimi bir eve atayım da. Bu gibi havalarda o Sıraselviler Caddesi sanki bir uzar, yürü yürü bitmez.

Ev işini de bir arkadaşın arkadaşı aracılığıyla halletmiştim. Kızın ev arkadaşı arayan bir arkadaşı varmış. Önce, Katip Mustafa Çelebi’de dediklerinde anlayamamıştım nerede olduğunu. O güne kadar İstanbul’da ancak belli başlı semtleri öğrenmiştim. İşte, Beşiktaş, Levent, Üsküdar, Kadıköy falan. Sonra, arkadaşımla evi görmeye gittik. Sıraselviler boyunca yürüyüp, epeyce sonra sağa sapıyorsun. Yürürken, Taksim’de önünden geçtiğimiz dev kiliseyi aklıma yazmıştım. Bir daha kendi başıma geldiğimde yolu kolay bulayım diye. Şimdi, avucumun içi gibi biliyorum bizim oraları. Bir zamanlar gözde bir semtmiş. Ama, öyle böyle değil, yüz sene önce falan. Herhalde o itibarlı zamandan kalma, bir Fransız lisesi var yakınımızda. Biraz aşağıda Taksim Eğitim Araştırma Hastanesi. Kavgası bol bir mahalle için en önemli adres neredeyse.

Sıraselviler’in karşı tarafı, Cihangir. Orası da bir zamanlar, bahçe içinde köşkleri ile gözde bir semtmiş. Sonra müthiş bir düşüş olmuş. Şimdi yine, bu kez başka şekilde gözde bir semt. Okuyan yazan, entelektüel dedikleri tipler çok buralarda. Bir de Fransız çok. Çoğu Fransız okullarında ve Fransız Kültür Merkezi’nde öğretmenmiş. Gün boyu ve geç saatlere kadar açık kafe ve restoranları her daim doludur. Bazen oralardan geçerken, o insanların ne iş yaptıklarını düşünürüm. Bazı tipler sanki hep oradalar. Özensizmiş gibi duran ama aslında pahalı giysileri, başka bir dünyadanmışlar gibi konuşmaları ile ilgimi çekerler.

Sıraselviler’de oturduğumu söylediğim zaman karşımdakinde daha iyi bir etki yarattığımı fark ettiğimden beri Katip Mustafa Çelebi demiyorum. Böylece Cihangir’de oturduğumu sanıyorlar. Ne var bunda? Sanki iş yerinde, Levent’te oturuyorum diyenlerin aslında nerede oturduklarını bilmiyoruz. Levent derler ama aslında Gültepe’dir oturdukları semt. Öyle işte. Birkaç yüz metre çok şey değiştirir bu şehirde. Hani imaj deyip duruyorlar ya? İşte o hesap…

– Taksim

Duyar duymaz vagonun kapısına yöneldim. Devam eden anonsun saydığı füniküler ve bağlantı bilgilerine kulak asmadan, kendimi insan seline bıraktım. Gerçek bir sel. Bu saatte bazı noktalarda neredeyse insanın ayakları yerden kesilecek. Yürüyen merdivenler tıkış tıkış. O kadar yorgunum ki, yürüyen merdivenlerde yürüyerek çıkanlar gibi koşturmaya halim yok. Sağ tarafta duruyorum. En sevdiğim yer, o upuzun koridordaki yürüme bandı. Kimi zaman ben de yürürüm sol kenardan ama, çoğunlukla bandın üstünde de sabırla dururum. Nasıl olursa olsun, üstünde kayarken sağ taraftaki ayna kaplı duvara bakar, orada kendimi bulurum. Hoşuma giden bir eğlencedir bu benim için.

3

Hafiften bir yağmur çiselemeye başlamış Taksim Meydanı’nda. Yürüyen merdivenlerden çıkınca yüzüme tek tük damlalar düştü. Bu meydanı da sevemedim gitti. Sıcaklığı olmayan, boş bir alan. Arada, güzel havalarda, Gezi Parkı’na gider, banklara otururum. Betonların arasında bir huzur noktası. Birkaç yıl önce nasıl da ortalık karışmıştı. Liseyi bitiriyordum o zamanlar. Bizim buralarda herkesin söylediği, Gezi’den sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı. Bir sürü mekan kapanmış. Çok moda olan Asmalımescit mekanları, şöhreti yurt dışına taşan lüks restoranlar, gece kulüpleri. Hepsi kepenkleri indirmişler. Ben görememiş oldum o zamanları. Oralara gidebileceğimden değil de, merak işte. Bir de, öyle mekanların çevreye de olumlu etkisi oluyordur diye düşünüyorum. Şimdi sanki yine bir aşağı doğru gidiş var buralarda. Eski halini bilmediğime göre bu saptamayı nasıl yapıyorum? Kulak kabarttığım plaza konuşmalarında duydum herhalde. Kimi sağdan soldan duyduğu şeyleri insan nasıl da kolaylıkla kendi fikriymiş gibi yapıyor. Kendin bile inanıyorsun.

Yolda markete uğrayıp bir şeyler alayım. Yemek ve alış veriş sırası bende. Yumurta, domates ve biber. Menemen yaparım. Annemin yolladığı tarhana ile de bir çorba. Tamamdır. Ekmek ve süt de almalı. Et, tavuk gibi şeyleri işte, öğlen yemeğinde çıkarsa yiyorum. Yoksa nasıl yetiştiririm paramı? Bazen kendime bir kıyak çektiğim oluyor ama, o daha çok giyim kuşam için. Zamanla ucuza giysi alabileceğim yerleri öğrendim. Terkos Pasajı, Şişli’nin arka sokaklarındaki pasajlar, Kadıköy, karşının semt pazarları. Hafta sonları arada ev arkadaşım Funda ile keşfe çıkıyoruz.

Funda, Beyoğlu’nda bir dükkanda tezgahtar olarak çalışıyor. Şimdilerde dükkanlarda tezgah da kalmadığı için olsa gerek, satış elemanı deniyor onlara. Liseyi bitirmeden evi terk edip, İstanbul’a gelmiş. Kendisi hakkında fazla konuşmaz ama, genç yaşında epeyce görmüş geçirmiş sanki. O da benim gibi sigara içiyor. Onun için o konuda bir sorun olmuyor. Yalnız, arada kokudan, başka şeyler içtiğini de anlıyorum. Bir de bazen, tuhaf görünümlü oğlanlar geliyor eve. Onlarla odasına çekiliyor. O zamanlarda koku iyice artıyor. Arada bana,

– Sen de bir sevgili yap, diyor.

Bu cümleden, o tuhaf kılıklı, saçları rastalı adamların onun sevgilileri olduğunu mu çıkarmalıyım, bilemiyorum. Korkuyorum, polis falan basacak da, televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına düşeceğiz diye. Sesimi çıkarmıyorum yine de. Başımı sokacak bir yer bulabildiğim için mutluyum. Şöyle birkaç sene geçsin, daha düzgün bir yere geçerim diye hayal kuruyorum. Kısmet…

Feci bir şimşek çaktı. Ardından da gök gürültüsü. Birazdan kötü indirecek. Neyse, yaklaştım sayılır. Olmadı, markette yağmurun dinmesini beklerim artık…

4

Markette epeyce bir oyalanmak zorunda kaldım. Nasıl da indirdi yağmur? Hafifler hafiflemez attım kendimi dışarı. Hava epeyce serin. Yaklaşan kış kokuları geliyor burnuma. Bu demek oluyor ki, hafiften odun sobaları yanmaya başlamış. Şaşılacak bir şey ama, bizde doğalgaz ve kombi var. Binanın döküntü haline bakınca, insan hiç beklemiyor.

Üç katlı, eski bir binanın giriş katında oturuyoruz. Epeyce rengi atmış dış cephe boyasına ve yer yer dökülmüş sıvalara karşın, bir zamanlar gül kurusu renge boyalı olduğu anlaşılıyor. Apartman kapısından girer girmez insanın burnuna bir rutubet kokusu geliyor. İstanbul’da en zor alıştığım şey bu koku oldu. Şehrin eski semtlerindeki apartmanlarda oluyor genellikle. Önceleri, çocuk bezi kokuyor sanıyordum. Sonradan, bizimki gibi, çocuk olmayan binalarda da olduğunu fark ettim. İyi ısınmayan yerlerde rutubet sadece kötü görünümlü, siyah, mantarımsı lekelerle değil, bu koku ile de binaları esir alıyor anlaşılan. Binanın, arka taraftan girilen bodrumunda da, tek göz odada kalan birileri varmış ama, ben hiç görmedim. Artık, oranın ne halde olduğunu düşünemiyorum bile.

Oturduğumuz daire o kadar küçük ki. Sadece önde ve arkada birer pencere var. Salon dediğimiz ön tarafta eski bir kanepe, fazla büyük olmayan bir masa ve üç sandalye var. Yerdeki tüyleri dökülmüş eski halının üstüne gelişi güzel atılmış birkaç minder dışında, başka da bir şeye yer yok. Buradaki en kıymetli eşyamız, ortaklaşa aldığımız ufak televizyon. Daha taksiti bitmedi. Diğer pencerenin olduğu arka oda, Funda’nın. Camın önünde, nasıl olmuşsa dikilmiş bir elma ağacı var. Baharda çiçek açınca, insanın havası değişiyor. Benim odam, iki kişinin zor girebildiği mutfak ve aynı derecede küçük banyo ile birlikte, aydınlığa bakıyor. Kapıdan girince, solda salon, karşıda mutfak, sonra sırasıyla benim oda ve banyo var. Sözde benim odada ve mutfakta da pencere var ama, ha var ha yok. Camdan bakıp, duvar görmek çok iç kapayıcı. Benim odaya eski bir perde uydurdum. Mutfak penceresine de bir çarşaf gerdim. Böylece, sadece kirli duvarı değil, yukardan atılan ve aşağı düşerken cama çarpan iğrenç şeyleri görmekten de kurtuldum. Sigara izmaritleri, paçavralar, bezler, gazeteler, ayın belli günlerinde kanlı pedler. Her türlü pislik… Üst katlardan atılan yanan izmaritler yüzünden bu zamana kadar yangın çıkmaması bir mucize. Funda’nın hiç derdi değil.

– Boş ver, kafana takma, dediyse de, rahat edemedim öyle.

Odam ve mutfak bitişik binanın aydınlığa bakan pencerelerinden tabak gibi görünüyor. Sandık odası demek daha doğru olabilir. Hatta, kimi evlerin yüklüğü. Zar zor sığan bir yatak, komodin ve ayak ucumda incecik bir dolap. Yıllarca yurtta kaldığım için eşyalarımı küçük dolaplara gayet güzel sığdırmayı biliyorum. Neyse, buna da şükür. Eşyalar Funda’nın bir önceki ev arkadaşından kalmış. Kız giderken bırakmış hepsini.

Odalarımızın arasında banyo olmasına seviniyorum. Hap kadar evin içinde her şey duyuluyor zaten de, Funda’nın erkek misafiri olduğu akşamlar sabaha kadar süren seslerin uzaktan gelmesi biraz daha dayanılır oluyor. Gerçi, apartman epeyce şenlikli. Bizim üstümüzde tam olarak kim olduğunu, ne yaptığını anlayamadığımız orta yaşlı bir adam oturuyor. Apartmana girip çıkarken gördüğüm elindeki torbalardan her gün içip içip sızdığını düşünüyorum ama, öte yandan, arada inanılmaz gürültüler, bağırışmalar da geliyor. İçeri giren ya da çıkan ondan başka kimseyi görmediğimiz için, adamın evinde zorla birisini alıkoyduğuna inanmaya başladık. Gel gör ki, mahallenin yazılı olmayan kuralı, bu gibi durumlarda asla polisi arayan olmamak. Mahallenin nalburu da adamın esas kendisinin sivil polis olabileceğini ima edince, o niyeti hepten sildik kafamızdan. Başımıza daha büyük bir bela almaya gerek yok.

Apartmanın esas gürültü merkezi en üst katta. Orada pavyonda çalışan iki kadın oturuyor. Haliyle, gündüz uyuyup, gece çalışıyorlar. Sabaha karşı, bir gürültü patırtı ile dönüyorlar. Kendileri yokken, evi saatlik kiralıyorlar mı nedir, giren çıkan eksik olmuyor. Sabaha kadar açılıp, kapanan kapı sesi, kahkahalar, bağırışmalar, küfürler, arada kırılan masa sandalye sesi ile birlikte merdivenlerden yuvarlanan sarhoşlar… Müşteri getirenlerin arasında arada translar da oluyor.

5

Bir keresinde, biraz geç bir saatte eve dönüyordum. Apartman kapısından girer girmez bu translardan iki tanesi ile burun buruna geldim. Onlar da merdivenleri yeni inmiş, iki adım ilerdeki daire kapımızla benim aramda bir duvar gibi duruyorlardı. Upuzun boyları, iri yapıları, bana bir devinki gibi görünen kocaman elleri ve ayakları ile neredeyse aklımı başımdan almışlardı. Daracık yerde ne yapacağımı bilemedim. Oysa, geçebilmeleri için benim biraz kenara çekilmem gerekiyordu.

Bir tanesi, yüksek sesle bir kahkaha attı ve arkadaşına,

– Kız Aysel, bu korktu galiba bizden, dedi.

Sonra, bana yaklaştı. Biraz eğilip, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözlerimin taa içine baktı… Donmuş, kalmıştım. Kalbim küt küt atıyordu… Her ne yapmayı düşünüyorduysa, işin tadını çıkarmaya niyetli görünüyordu. Sonra yüzünde alaycı bir ifade belirdi.

– Ne o şekerim, korktun mu? Ne bakıyorsun öyle araba farının karşısında donmuş kalmış tavşan gibi? İnsan yemeyiz. Biz de senin gibi insanız, insan, dedi.

Dizlerimin bağı çözülüyor gibi oldu. Bir elimle duvara tutundum. O yine kulaklarımı çınlatan bir kahkaha attı.

– Yürü kız Menekşe. Yeter artık. İşimiz gücümüz var.

Arkadaşı kolundan çekerek apartmandan dışarı çıkarmaya çalışırken o bana dönüp, yüzündeki o içimi ürperten gülümseme ile, hem göz kırptı hem de bir öpücük gönderdi.

O sırada ben duvara iyice yapışmıştım. Görünmez olmak istiyordum neredeyse. Apartman kapısı arkalarından kapanırken gözlerimden yaşlar boşaldı. Girişteki iki basamağı zor çıktım. Zili çaldım ve kapının önüne yığıldım. Bana çok uzun gelen bir zaman sonra Funda kapıyı açtı. Beni öyle yerde görünce, hafif bir çığlık attı.

– Kızım ne oldu sana? Meral… Meral… İyi misin? Birisi bir şey mi yaptı?

Funda bir yandan peşpeşe bu soruları sorarken, bir yandan da beni yerden kaldırıp, içeri soktu. Salondaki kanepeye uzandım. Bir tarafımda herhangi bir yara olmadığından emin olunca, bana bir bardak su getirdi. Sırtıma koluyla destek olup, suyu içmeme yardım etti. Benden hala tek bir kelime çıkmamıştı. Sadece gözlerimden yaşlar durmadan akıyordu. Funda, sürekli sormanın bir yararı olmadığını anlayınca, sabırla sakinleşmemi beklemeye başladı. Derken, göz yaşlarım giderek azaldı. Geriye istemsiz hıçkırıklar kaldı. Sonra, onlar da seyrekleşti ve sonunda durdu. Şişmiş gözlerim ve kızarmış burnumla olanları anlatınca, Funda hafiften gülümsedi. Saçlarımı okşadı. Onun hiç öyle duygusal olabileceğini, bana bir yakınlık hissedebileceğini düşünmemiştim. Çok iyi geldi. Şu dünyada, insan insana muhtaç…

– Kızım sen manyak mısın? Ne var korkacak o kadar? Onlar da senin benim gibi insanlar. Onlar da bizim gibi tutsak. Üstelik, senin benim gibi, düzenin, fakirliğin, aile baskısının tutsaklığı yanında, bir de vücutlarının içindeki tutsaklığı yaşıyorlar. Hangisi yaşamak ister o hayatı, her gece ayılarla birlikte olmayı, bedenlerini satmayı? Paranın gözü kör olsun… Durumlarını anlayışla karşılayan paralı bir aileleri, iyi bir eğitimleri, düzgün işleri olsa böyle mi olur?

Funda konuştukça, ben biraz açıldım. Olanları tekrar aklımdan geçirmeye çalıştım. Ne vardı gerçekten o kadar korkacak? Biraz kenara çekilip, bizim daire kapısına doğru ilerleyecektim işte.

– Benim patron epeyce hoşgörülü bu konuda. Dükkanda çalışan bir trans kadın var. Gerçi, onun çalışmasının turistlere satışlarda bir etkisi olur diye mi düşünüyor, bilemiyorum. Her ne ise, çocuk için iyi sonuçta. Müşterilerden bazıları bir tuhaf oluyorlar görünce ama, o fark etmiyormuş gibi yapıp, işine bakıyor. Şanslı sayılır.

Doğrulup, oturdum. İçerden sesler gelmeye başlamıştı. Banyo kapısı açılıp, kapandı gibi geldi bana. Funda’nın bir misafiri vardı anlaşılan. Bana zaman ayırması gururumu okşadı. Buraya taşındıktan sonra uzunca bir süre mesafeli davrandığı için, beni sadece kirayı paylaşan bir varlık olarak gördüğünü düşünmüştüm. Demek ki, öyle değilmiş… İçimi bir sevinç kapladı. İnsan bir ruh halinden diğerine nasıl da hızla geçebiliyor? En azından, ben öyle olduğumu biliyorum.

Banyo kapısı yine açıldı. Funda başını o tarafa doğru çevirdi ve,

– I come, diye seslendi.

Haydiii… Şimdi de eve bir yabancıyı mı getirmişti? Dükkana gelen müşterilerden biri olabilirdi. Bu konuda bir yeteneği olduğunu biliyordum da, bir yabancıya ilk olarak rastlamıştım.

– Ne o İngilizce mi konuşuyorsun haberim olmadan? diye sordum gülerek.

– Üç beş kelime yetiyor zaten sadede geçmek için, dedi o da gülerek.

Artık iyi olduğuma kanaat getirince, kanapenin yanında oturduğu yerden kalktı.

– Bak canım, dedi. Bilirsin, çocukken okuldaki belalı oğlanlara korktuğunu belli edersen, daha çok üstüne gelirlerdi. Tıpkı sokak köpekleri gibi. Hatta, kimi sahipli cins köpekler bile öyle. Korktuğunu anlayınca, bela kesilirler. Onun için, bunlara da korktuğunu belli etmeyeceksin. Anlaşıldı mı?

Hafiften başımı salladım. Kısa ve dar koridor boyunca yürüyüp, odasına doğru gidişini izledim.

Kapı kapandı…

Sonraki günlerde, apartmana girip, çıkarken hep Funda’nın dediklerini geçirdim aklımdan. Kimse ile karşılaşmadım ama, başım dik, kararlı adımlarla daire kapımıza yürüdüm. Kalbim çarpıyordu yine de. O da zamanla azaldı. Bazı geceler, salonda kendi başıma televizyon izlerken, Aysel ile Menekşe’nin seslerini duyuyorum. Yanlarında adamlarla geldiklerinde, iki kat aşağıya kadar gelen gürültü sabaha kadar hiç kesilmiyor. Bazen çığlık da duyuyorum. Kırılan tabak çanak, şişe sesleri… Kulaklarımı ellerimle kapatıyorum.

6

Kamil Geçer, epeyce büyük olan ofisinde, masasının başında oturuyordu. Gözlerini, parlak cilalı maun masasına dikmiş, öylece bakıyordu. Kendini çok bıkkın ve yorgun hissediyordu. Sahibi olduğu şirketi plazanın üç katını kaplıyordu. Bir an bakışlarını kaldırdı ve pencereden dışarı baktı. Camlara vuran kış güneşi odanın bir kısmını parlak bir ışığa boğmuştu. Kışın soğuk ama güneşli günlerini severdi.

Uzunlamasına olan ofisinin kapısı bir uçta, oturduğu masa bir uçta idi. Kendisi ile iş için görüşmeye gelen ziyaretçilerin ve çalışanlarının kapıdan girdikten sonra yakınına gelmek için yürümeleri gereken o uzaklık, hissettiklerini bildiği o rahatsızlık, ona müthiş keyif verirdi. Kendisi ayağa kalkmadan öylece onlara bakarken, ona doğru gelen kişi ne yapacağını, hızlı mı yavaş mı yürümesi gerektiğini bilemezdi. Üzerlerinde olduğundan emin oldukları o bakışlar altında elleri ayaklarına dolanırdı. Kamil bey hiç tepki vermeden oturur, gelen kişi için ayağa kalkması gerektiğini düşünüyorsa, onu da son anda yapar, elini uzatırdı. Çok nadir olarak, belki bir ya da iki kişi için, kapı açılır açılmaz ayağa kalkar ve kendisi de ortaya doğru bir iki adım atardı. Bu kişiler, onu yıllar öncesinden tanıyan, zamanında elinden tutmuş, yol göstermiş büyükleri idi. Henüz onlara vefasızlık yapacak kadar değişmemişti.

Kamil bey insanların, o birkaç metreyi yürürken çektikleri sıkıntı ile, kendisinin buralara gelmek için katettiği uzun ve zorlu yolu anlamalarını isterdi sanki. Hiç bir şey kolay olmamıştı. Yok, öyle kimileri gibi en dipten başlamamıştı. Belki biraz üstünden… Babası küçük bir memurdu. Çalışkandı. Ona rağmen, bir devlet lisesinden mezun olduktan sonra üniversiteye girmesi ailesi ve akrabaları arasında büyük olay olmuştu. Kendisi gibi bir örnek yoktu. Babası nasıl gurur duymuştu. En uzaklardaki hısım akrabaya haber verdiği gibi, neredeyse sokakta tanımadığı insanları durdurup, oğlunun başarısını anlatacaktı. İşteki arkadaşlarına zaten söylemişti de, bu müjdeli haberden dolmuşta, otobüste yanına oturanlar da nasiplerini almışlardı aylar boyunca.

Yine de kolay olmamıştı hiçbir şey… Ders çalışmak, sınıflarını başarı ile geçmek. O değildi zor olan… Evde ders ile ilgili bir şey sorabileceği kimse olmamasına, her takıldığı noktanın üstesinden kendi başına çalışarak gelmeye küçük yaşlardan beri alışkındı zaten. Üniversitede benzer çevrelerden gelen arkadaşlar edinmiş, onlarla birlikte çalışarak, yardımlaşarak, sınıflarını geçmişti.

Üniversiteden sonra bir aile şirketinin fabrikasında mühendis olarak iş bulmuştu. İşçiler ve ustabaşıları ile uzun saatler yüksünmeden çalışmıştı. Deneyimli ustabaşıları başlarda onu ezmeye çalıştılarsa da sonradan, birkaç akıllıca müdahalesinin ardından, saygı duymaya başlamışlardı. Zamanla dost olmuşlardı. Yıllar sonra, Kamil bey bazılarını kendi fabrikasına almıştı.

Şimdi geriye baktığı zaman, Kamil beye zor görünen yaşamının o yönleri değildi. Kariyerinde yükselirken asıl zor olan, o girmek istediği çevrelere kendisini kabul ettirmek olmuştu. Orta halli ailelerden gelenler bile bu konuda kendisinden avantajlı idiler. Onların da belki hiç bir zaman yeterince maddi imkanları olmamıştı ama, görgüleri vardı. Sosyal bir ortama girdiklerinde nasıl oturup kalkmaları gerektiğini, nasıl çatal bıçak kullanacaklarını, nasıl konuşacaklarını biliyorlardı. Kimisini ailesi, zorlanarak da olsa, özel okullara göndermişti. O ise, bütün bunları kendi kendine, gözlem yaparak öğrenmek zorunda kalmıştı. O ilk yıllarda, katılmak zorunda olduğu yemeklerde, yemesi zor olan şeylerden hep kaçınmıştı. Zamanla kendine güveni artmış, hele birkaç aile şirketinden sonra çalışmaya başladığı kurumsal şirkette, geleceği parlak görülen çalışanlara aldırılan eğitimlerden sonra, kabuklu deniz hayvanlarını nasıl yemesi gerektiğini bile öğrenmişti. Zamanla şaraptan anlamaya, davetlerde havadan sudan konuşabilmeye başlamıştı. Evet, kolay olmamıştı bunlar hiç. Şimdi işte, insanlar oturduğu masaya doğru, o sırat köprüsü gibi gelen, birkaç metreyi yürürken kendisinin yıllar önce ezildiği gibi ezilsinler, rahatsız olsunlar istiyordu.

Kamil bey akşam Sanayi Odası’nın bir yemeğine katılacaktı. Bu gibi durumlarda, eve uğramadan, işten doğruca gitmeyi tercih ediyordu. İş yerinde yedek bir takım elbisesi, gömlek ve kravatı hep hazır olurdu. Zaten eve gitmek de içinden gelmiyordu. Yıllar içinde, eşi ile konuşacak şeyleri gittikçe azalmıştı. Çok da kötü başlamayan ilişkileri, Kamil bey daha çok para kazanmak için giderek daha çok çalıştıkça ve araya çocuklar girdikçe sıradanlaşmıştı. Oysa başlarda biraz romantizm bile vardı. Arzu, o zamanlar çalıştığı aile şirketinin sahibinin kızı idi. Liseden sonra yurt dışında iç mimarlık ve dekorasyon okumuştu. Uzun yıllardan sonra geri döndüğü zaman şirkette, tüm çalışanların ve şirket sahibinin ailece katıldıkları bir yeni yıl yemeğinde tanışmışlardı. Patron, zaten beğendiği bir çalışanı olan Kamil Geçer’in kızı ile samimiyeti ilerletmesine ve daha sonra birlikte gezmelerine sesini çıkarmamıştı. Mum ışığında yenen birkaç yemekten sonra Kamil bey, Arzu’ya evlenme teklif etmişti. Gerçi yüzük çok göz doldurmuyordu ama, kimse bunu dert etmemişti. İlerde nasıl olsa daha iyileri alınırdı.

Kamil Geçer, kayınpederi Orhan beyin kızı için düşündüğü damat adayına bire bir uyuyordu. Kızının evleneceği kişinin kendisine saygısızlık ve ukalalık etmeyecek, işten anlayan bir genç olmasını istemişti hep. Doğuştan zengin olanlarda olmadığını düşündüğü niteliklerdi bunlar. Gerçi, olaylar daha sonra hiç de Orhan beyin istediği şekilde gelişmemişti. Kamil bey deneyim kazandıkça aralarındaki fikir ayrılıkları artmış, iş nedeniyle başlayan gerginlikler, özel yaşamlarındaki ilişkilerini de bozmuştu. Bu arada Arzu, iki arada bir derede kalmıştı. Bir süre sonra, damat şirketten ayrılmış, önce büyük kurumsal bir şirkete geçmiş, daha sonra da kendi işini kurmuştu. Yıllar geçtikten sonra, Kamil beyin karton kutu fabrikası sektörünün sayılı şirketleri arasına girince, kayınpeder ve damadın arası tekrar düzelmeye başlamıştı. Kamil bey kayınpederinin, etrafa kendi yetiştirdiğini ima ettiği damadının bu başarısından pay çıkarmasına sesini çıkarmamıştı. Bir ara yaşanan tatsızlıklara karşın Orhan bey, odasına girdiği zaman Kamil beyin ayakta karşıladığı nadir insanlardan biriydi artık.

Arzu ve Kamil Geçer’in, biri oğlan biri kız olmak üzere, iki çocukları olmuştu. Kayınpeder ile arasının düzelmesinde torunların da payı vardı elbette. Şimdi oğlan 16, kız ise 14 yaşında idi. Ne zaman hangi okula gideceklerine, hangi etkinliklere katılacaklarına, hangi sporları yapacaklarına, yazları yurt dışına hangi yaz okuluna gideceklerine hep eşi karar vermişti. Bu işlere zaten vakit ayıramayacak olan Kamil bey, kendisinden beklendiği üzere, sadece paraları ödüyordu. Adına kurulmuş bir şirket olmasına rağmen keyfe keder çalışan Arzu hanımın bol vakti vardı nasıl olsa. Nadiren aldığı işlerin dışında tüm zamanını spora, güzellik enstitülerine, çocuklarına ve arkadaşlarına ayıran Arzu hanım hayatından memnundu. Yönetimi yavaş yavaş devralmaya başlayan iki ağabeyi gibi onun da babalarının şirketinde hisseleri vardı. Arada ufak sürtüşmeler olsa da, çoğunlukla alınmak istenen yönetim kurulu kararlarına uyum gösterir, belgeleri imzalardı. Bunun için, eğer belgeler eve gönderilmemişse, yılda birkaç kez şirkete gider, patronun kızı olarak, boy gösterirdi. Bunun yanında, eşinin şirketinde de hissedardı tabii ki.

Kamil bey, maun çalışma masasına boş gözlerle bakmayı sürdürürken, eşini düşünüyordu. Yirmi yıllık evliliklerine kötü giden bir birliktelik denemezdi. Hatta çevrelerindeki pek çok evlilikten daha bile iyi idi. Kendi verdikleri ya da katıldıkları davetlerde örnek bir çift algısı yaratmayı başarıyorlardı. Arada, magazin dergilerinde fotoğrafları da çıkıyordu. Genellikle bir davette çekilmiş olan bu fotoğraflarda Kamil beyin yüz ifadesi hep biraz sıkıntılı idi. Giydiği takım elbise, taktığı kravat eşi tarafından seçilmiş ve onun kıyafeti ile uyumlu olurdu.

Yok… İlişkileri kötü değil de, sanki derin dondurucuya konmuş gibiydi. Giderek daha az konuşmaya, daha az şey paylaşmaya başlamışlardı. Cinsel hayatları da çok parlak değildi. Önce iş yoğunluğu ve çocuklar nedeniyle başlayan soğuma zamanla olağan durum haline gelmişti. Kamil beyin gözünün önüne karısının botokslu dudakları geldi. Yoksa, o uzaklaşma Arzu’nun kendisini bu estetik işlerine fazlası ile kaptırmasıyla mı artmıştı. Karısının yaptırdığı hiçbir estetik müdahaleyi beğenmemişti Kamil bey. Bunu açık açık söylediği halde, karısı hiç oralı olmamıştı. Ama, o dudaklar, işte sanki en öldürücü darbe onlar olmuştu. Şimdi öpüşmeleri aklına gelince, kusacak gibi oldu Kamil bey. O yapay his midesini bulandırıyordu. Oysa, ne güzel bir yüzü vardı Arzu’nun. Her estetik işlemle birlikte, çevrelerindeki aynı estetik cerrahın elinden çıkan, birbirlerine benzeyen kadınlar gibi olmuştu.

7

Kapı vuruldu.

– Gir!

Açılan kapıdan içeri Kamil beyin sekreteri girdi. Otuzlu yaşlarının ortasında, kumral, yeşil gözlü, hoş bir kadındı Elif. Giydiği yüksek topuklu ayakkabılarla, Kamil beye doğru biraz beceriksizce yürüyordu. “Beceremiyorsan, giyme şunları”, diye aklından geçirdi Kamil bey. Bunu kızın yüzüne söylemek sık sık aklından geçse de, her seferinde kendini tutardı. Hem kırmamak hem de yüz göz olmamak için. Susmak en iyisi diye düşünürdü. Bunca yıllık iş deneyimi Kamil beye bir patron olarak sekreterlerle ilişkinin ne kadar hassas bir konu olduğunu öğretmişti. Kendisinin o tür yaşanmışlıkları olmasa da, çevresinde gördüğü, gönül işlerine evrilen ilişkilerin bir süre sonra ne tür zorluklara yol açtığını gözlemlemişti. Kimi zaman bu ilişkiler yüzünden var olan evlilikler biter, ikinci bir hayat başlardı. Kamil bey, Elif ile böyle bir gelecek düşünmediği gibi, ona karşı cinsel bir istek de duymuyordu. Esasen, Kamil bey artık hiçbir kadın için böyle bir istek duymuyordu.

– Kamil bey, akşamki yemek için arabanız saat kaçta gelsin?

– Yedi buçukta aşağıda hazır olsun Metin. Siz normal zamanda çıkabilirsiniz Elif hanım.

– Teşekkür ederim Kamil bey. İyi akşamlar.

– İyi akşamlar.

Elif döndü ve yüksek topuklarının üzerinde, aynı beceriksizlikle kapıya doğru yürüdü. Kapı ardından sessizce kapandı. Kamil bey yine yalnızdı. Eşinden boşanmış olduğunu bildiği Elif’in, bugün çocuğuna daha erken kavuşacak olmanın sevinci ile evine nasıl koşturarak gideceğini düşündü. Galiba, yaşlı annesi ile oturuyordu. O nedenle, işten geç çıkmak onun için o kadar dert olmuyordu. Zengin bir iş adamı ile birlikte olmak, hatta evlenmek şüphesiz onun hayatını çok kolaylaştırırdı. Kim bilir? Belki öyle hayalleri de vardı. Ama neyse ki, bu amaçla Kamil beye en ufak bir iması, bir göz süzmesi olmamıştı. Kamil bey bunun için neredeyse minnettardı Elif’e. Sırf bu nedenle, bayramlarda, yılbaşında, ikramiyesini eksik etmezdi. Bir de, kız becerikliydi tabii. En olmadık durumlarda sorunları nasıl çözeceğini, kimlerle temas kurması gerektiğini bilirdi. Yıllar içinde, yüz ifadesinden patronunun keyif durumunu da bir barometre gibi saptama konusunda uzmanlaşmıştı. Sorunları Kamil beye ne zaman ve nasıl duyurmalı… Bu konuda hemen hemen hiç yanılmazdı.

Kamil bey, kapı kapandıktan sonra bakışlarını yine dışarı çevirdi. Birkaç aydan beri ruh halinde bir değişiklik vardı. Bir isteksizlik, bir keyifsizlik… Sanki hiçbir şey onu heyecanlandırmıyordu. Tam bir atalet durumu. Oysa, yaşamı boyunca çalışmış, didinmişti. Aşmaktan büyük zevk aldığı zorlukların ardından duyulan müthiş doyum, yeni projeler, yeni yatırımlar… Hiç bir şeyin gözünde bir değeri yoktu artık. Kendisini akıntıya bırakmıştı sanki. Gerçi artık hiç çalışmasa da olurdu. Serveti, bugüne kadar yaptığı birikimi, ömür boyu refah içinde yaşaması için yeterliydi. Oğlunun ve kızının eğitim paraları, düğün ve balayı paraları, onların da bolluk içinde yaşamalarına yetecek parası vardı. Mesele o değildi…

8

Kamil bey, iş yerinden çıkma saatini öyle bir ayarlamıştı ki, yemek öncesi kokteyli kaçırmış, ama yemek için tam vaktinde gelmiş olarak girdi salona. Beş yıldızlı bir otelin balo salonunda verilen yemeğe katılım bayağı yüksekti. Girişteki oturma krokisinde yerini buldu ve büyük yuvarlak masaların arasından ilerledi. Konuşmalar, kahkahalar… Fırsattan istifade iş bağlamaya çalışanlar… Henüz tabak çanak sesleri başlamamıştı. Kamil bey yerini buldu, oturanların hepsini kapsayacak şekilde masanın ortasına doğru başıyla bir selam verdi ve oturdu.

Yine çok iyi tanımadığı iş adamlarının yanına oturtulmuştu. Masaları da ortalarda ama, arka tarafa daha yakındı. Davete kayınpederi katılmadığı zaman böyle yapıyorlardı. İkisi de katılacağını bildirirse, birlikte daha önlerde bir masada oluyordu yerleri. Sanki esas yerini hatırlatmak ister gibi, bu tür davetlere ne zaman tek başına katılsa, yeri daha arkalarda oluyordu hep. Dert etmiyordu Kamil bey. Sanayi Odası’nda da bir hiyerarşi olduğunu biliyordu elbet. Birkaç kuşaktan beri aileden zengin iş adamları hem Oda’nın yönetiminde hem de davetlerde daha önde olurlardı. Aileden devraldıkları işlerini başarılı bir şekilde büyütmüş olsalar da, çarçur etmiş olsalar da değişmezdi bu. İsim önemli idi.

Yemek servisi başlayana kadar Kamil bey masada sağında ve solunda oturan iş adamları ile biraz konuştu. Ona kalsa, bu tip organizasyonlara katılmasına da gerek yoktu ama, henüz gençken kayınpederi görünür olmanın ne kadar önemli olduğunu defalarca anlatmış, hatta bu konuda onu epeyce zorlamıştı.

– Öyle, kendi köşende çalışmak ve para kazanmak yetmez. Görünür olacaksın. İnsanlarla tanışacaksın. Gün gelir, lazım olur, demişti.

Yemek servisi başladı. Kazım bey sıkılmıştı bile. Eskiden sanki daha iyi rol yapabiliyordu. Aklı başka yerde olsa da, dinliyormuş, konuşuyormuş ya da gülüyormuş gibi yapabiliyordu. Şimdi her şey giderek daha zor olmaya başlamıştı onun için.

– Neyse, birazdan konuşmalar yapılır, sonra tatlıya geçilir. Kahve içmeden kaçılabilir, diye aklından geçirdi.

Ortalığı çatal bıçak sesi ve bir uğultu kapladı. Garsonlar, tüm masalara senkronize bir şekilde servis vermek için mekanik hareketlerle koşturuyorlardı. Kamil bey de artık, garsonların ordövr, birinci ve ikinci tabak dağıtımlarına ayak uydurabilmek için, önüne konan porsiyonların tamamını yemeye çalışmaması gerektiğini öğrenmişti. Yılların deneyimi ile, her yemekten birkaç lokma almakla yetindi.

– Kamil bey, son kararname ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Sağ tarafında oturan adam sormuştu. Kamil bey tam ağzını açmıştı ki, salona girdiği zaman gözüne çarpan kürsüden bir mikrofon uğultusu yükseldi. Konuşmalar başlayacaktı. İçin için sevindi.

9

– Metin’i eve yolladığım iyi oldu, özlemişim, diye düşündü Kamil bey.

Eskiden de ara sıra yapardı bunu. Bir davete gittiği zaman, şoförünü evine yollar, dönüşte arabayı kendisi kullanırdı. Son zamanlarda daha sık yapmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında tenha sokaklarda araba kullanmaktan keyif alıyordu.

Hem araba kullanmayı hem de kendi ile baş başa kalmayı. Evdeki ve işteki çalışma odalarında da yalnız kalabiliyordu ama tek başına araba kullanmanın keyfi bir başka idi. Yanında Arzu olsa, buna asla izin vermezdi.

– Ne münasebet, derdi, kaşlarını kaldırarak.

Tıpkı dekore ettiği evler gibi, görüntü onun için çok önemliydi. Bakan, gören birileri olmasa da, varlıklı bir çift olarak nasıl göründükleri önemliydi. Giyim ve kuşamları dışında, ütülü takım elbisesi içinde araba kapısını tutan şoför, yüksek topuklu ayakkabısının içindeki zarif ayağını arabadan uzatışı… Hepsi, hepsi önemli idi. Sanki kafasında, belli durumlar için sabitlediği belli sahneler vardı ve her şey bu şablonlara göre olmalıydı. Kamil bey, ilerde kızının da annesine benzeyeceğini düşünüyordu. Henüz ergenlik çağında olsa da, sonradan Melis’de de benzer takıntıların olacağını sezebiliyordu.

Böyle eve yalnız döndüğü gecelerde Kamil bey şehrin hiç bilmediği kenar mahallelerine gitmeyi de adet haline getirmeye başlamıştı. Yolunun üstünde olmasalar da, bu semtlere sapıp, ıssız sokaklarda araba kullanmak hoşuna gidiyordu. Kendi İstanbul gerçeğinden çok faklı olan buralarda gezerken kendisini yapmaması gereken bir kaçamak yapıyormuş gibi hissediyor, heyecanlanıyordu. Issız ve karanlık sokaklarda köşeleri dönerken kalbi çarpıyor, hem biraz korkuyor hem de bir şeyler olsun istiyordu. Pahalı bir araba ile buralarda gezmek de pek akıllıca sayılmazdı ama, işte o da bu heyecanın bir parçası idi.

Gece geç vakit olmasına karşın bazı evlerde ışıklar açıktı. Tavandan sarkan çıplak ampüllerin cılız ışıklarına kimi yerlerde açık olan televizyonların sürekli değişen renklerdeki ışıkları karışıyordu. Kamil bey hep merak ediyordu. Kim bilir kimler oturuyordu buralarda? Nasıl bir hayat sürüyorlardı? Kendi çalışanlarından da oturanlar olabilirdi bu evlerde. Bazı dökülen evlerin önünde fena sayılmayacak arabalar oluyordu. Borç harç, banka kredisi ile alınmış arabalar belki. Düzgün giyinirsen, bir de araban varsa, kimse nerede oturduğunu merak etmiyordu. Artık ev gezmesine pek gidilmediği için, insanların oturdukları semtleri saklaması daha kolaydı.

Birden bir kedi atladı önüne. Frene bastı hemen ama, bir yandan da sanki bir uykudan uyanmış gibi hissetti kendini. Yoksa, düşüncelere dalıyorum sanarken uyuklamış mıydı? İçi geçmiş olabilirdi. Oturduğu yerde biraz doğruldu. Camı araladı ve direksiyonu tutan parmaklarını sıktı. O halde iken iyi ki bir insan çıkmamıştı önüne.

– Allah korusun! Buralarda kazara birisine çarpsam, linç edilebilirim vallahi, diye geçirdi aklından.

Uzaklarda bir köpek havladı. Sonra ona katılan başka köpekler oldu. Saat ikiye geliyordu. Arzu uyumuş olurdu bu saatte genellikle. Çok düşük olsa da, henüz uyumamış olma olasılığı da vardı. Birkaç kişi ile beraber, yemek üstüne bir şeyler içmek için bir yere gittiklerini söyleyebilirdi o zaman. Paçayı ele vermemek için hangi isimleri sayabileceğini düşündü.

Arabayı çevre yoluna doğru sürdü. Navigasyonun bir azizliğine uğramazsa, birkaç dakikaya dört şeritli yola çıkmış olurdu. Kendini yorgun hissetmeye başladı iyice. Bu kaçamağı yapmamış olsa, şimdiye keten çarşaflara uzanmış, mışıl mışıl uyuyor olurdu. Öte yandan, bu gezmeler iyi geliyordu. Nedenini tam olarak açıklayamıyordu. Bu bir tür, edindiği servet ve toplum içinde ulaştığı yer için şükretmek miydi, yoksa başka bir şeyden dolayı mı buralara atıyordu kendisini, bilemiyordu. Üstelik, gittikçe daha sık yapmaya başlamıştı. Fırsatını bulduğunda, kendisini gece vakti böyle semtlere atıyordu.

Çevre yolunda bulunduğu noktadan eve on iki dakika veriyordu navigasyon. Yollarda çok fazla araç yoktu. Hasdal viyadüğünün altından geçerken, yol kenarında müşteri bekleyenleri gördü. Daha önce de birkaç kere bu saatlerde rastlamıştı. Trans kadınlardı bunlar. Hızla başını çevirdi. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı.

10

Metin, bahçe kapısını fazla gıcırdatmamaya çalışarak içeri girdi. Gündüz rahatsız etmeyen o ses, gece olunca sanki yüz kat artıyor gibi oluyordu. İçinden kendine söylendi. Her seferinde, kapıyı ertesi gün yağlamayı aklından geçiriyor, sonra yine unutuyordu. Gecenin sessizliğinde yankılanan gıcırtının dinmesini beklerken, önce kapıyı eliyle sabit tuttu. Sonra yavaşça kapattı. Bir süre olduğu yerde durdu. Tek katlı, iki göz evlerinde bir ışık yanacak mı diye beklerken nefesini tuttu. Neyse, ışık falan yanmadı. Açıklamaları ertesi sabah yapmak daima daha çok işine geliyordu.

Karanlık bahçede eve doğru ilerledi. Her adımını dikkatli atıyordu. Etrafta bırakılmış bir kovaya, yağ tenekesine veya leğene takılmamak, yere düşmüş dallara basmamak için. Sessizlikte üzerine basılmış kuru dal parçalarının çatırtısı gürültü açısından çok tehlikeli olabiliyordu. Geçenlerde bir de çocuğun yerde kalmış lastik ördeğine basmış, çıkan sesi beklemediği için hem kendi korkmuş hem de Saniye duyup, uyanacak diye endişelenmişti.

Böyle gece geç vakit eve dönerken arada karısına yakalandığı da oluyordu. Başlarda biraz panik olsa da, artık alışmıştı bir şey uydurmaya. Yine de, çok hoşuna gitmiyordu eve döner dönmez Saniye’ye açıklama yapmak. Karısının uyanması bir yana, kızı Zehra da uyanmasa iyi olurdu. Yorgunluktan ölüyordu. Bu gece zor bir gece olmuştu. Zaten şu aralar diş çıkaran kızı uyanırsa, artık sabaha kadar uyuyamazlardı.

Dikkatlice yürümeye devam etti Metin. Uzaklarda köpekler havlamaya başlamış, onlara başka mahallelerden yanıt veren başka köpekler katılmıştı. Bir an evvel susmaları için sessizce dua etti. Bazı geceler bu it sürüleri bir iki havlamadan sonra susar, bazen de sanki onların bahçeden görünen Boğaz’ın karşı kıyılarından bile köpekler katılırdı bu havlamalara.

– Fazla uzatmadan sussalar bari, diye geçirdi içinden.

İki sene önce, evlendikleri zaman oturmaya başlamıştı Saniye ve Metin bu evde. Köyde evlenip, İstanbul’a gelmişler, sonra, ağabeyinin yardımıyla, bulmuşlardı bu evi. Onları yerleştirdikten sonra ağabeyi memlekete dönmüştü. Gitmeden Metin’i işe de yerleştirmişti. Daha önce, bir başka akrabaları Kamil beyin şoförlüğünü yapıyormuş. Denk gelmiş, akrabaları Avusturalya’ya göçmen olarak gitmeye karar verince, yerini Metin almıştı.

Araba kullanmayı da, kendisinden beş yaş büyük, Rıfat ağabeyinden öğrenmişti Metin. Köy ile kasaba arasında taşıma yaptıkları bir minibüsleri vardı. Daha ehliyet almadan, Metin de ailenin bu minibüs işinde dönüşümlü çalışmaya başlamıştı. Bu sayede, askerliği de iyi geçmişti. Ehliyeti olduğu için, acemilikten sonra, tugay komutanının makam şoförü olmuştu.

Askerlik dönüşü, kente göç nedeniyle köyün neredeyse yarısının boşaldığını görmüştü. Kendi gibi askere giden gençlerin çoğu döndüklerinde, artık köyde kendileri için bir gelecek olmadığına karar vermiş, büyük şehirlere gitmişlerdi. O da hep İstanbul’a gitmeyi hayal etmişti yıllarca. Ayrıca, köyde nüfus azaldığı için minibüs işinde onun yardımına da gerek kalmamıştı. Günde iki sefer yapmak yetiyordu. Daha fazlası, binenlerin azlığından dolayı, kurtarmaz olmuştu. Ailesi bir şartla razı oldu İstanbul’a gitmesine. Köyden uygun bir kızla evlenip, öyle gidecekti.

İşte öyle evlenmişti Saniye ile. Çok da istemeden, mecbur kaldığı için. İtiraz edecek olmuştu ama çok sert olan babası diretmişti. Birkaç ay içinde, ilkokulda aynı sınıfta okuduğu Saniye ile evlenmişti. Ha o, ha başkası. Metin için pek fark etmeyecekti. Bunu biliyordu.

11

İlkokuldayken, sınıfta boyu en önce ve en çabuk uzayan Saniye olmuştu. Birden bütün çocukların tepesinden bakmaya başlayınca kendini bir tuhaf hissetmişti. Sonra bir de alay etmeye başladıklarında çok üzülmüştü. Hele oğlanlar. Acımasızca dalga geçip, saçını çeker, evden okula ya da okuldan eve giderken, bir yolunu bulup, önüne çıkar, rahat bırakmazlardı. Saniye çaresizce, boyunun kendisine verilmiş bir ceza ya da bir lanet olduğunu düşünürdü. Boyunu biraz kısaltmak umuduyla kambur durmaya başlamıştı ama nafile. Alay etmeler, saçını çekmeler devam etmişti. Ta ki, sınıftakilerin boyu biraz uzayana kadar. O zaman, kızlı erkekli biraz daha az uğraşmaya başladılar Saniye ile. Gel gör ki, o akranları arasında hep en uzun olarak kaldı.

Yaşıtı kızlar birer birer evlenmeye başladılar. Saniye’nin talibi çıkmadı.

– Hiçbir erkek kendisine yukarıdan bakan karısı olsun istemiyor, diye düşündü.

Tam kendini evlenememiş kız olma fikrine alıştırıyorken, Metin’in ailesi oğulları için talip oldular Saniye’ye. Çok şaşırdı. Metin, sınıftaki diğer erkekler gibi olmamıştı hiçbir zaman. Onunla alay edip, rahatsız etmemişti. Zaten o, erkek çocuklardan da hep biraz ayrı durmuştu. Genellikle yalnız ya da ağabeyi ile gezerdi. Okul bittikten sonra, daha küçük yaştan itibaren kullanmaya başladığı aile minibüsünde çalışmaya başlamıştı. Saniye arada bir, aile büyükleri ile bir iş için kasabaya inmek gerektiğinde, binmişti Metin’in kullandığı minibüse. Hiç konuşmamış, birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmışlardı.

Aslında Metin’le evlenmek için çok istekli olmamıştı ama ailesi bu kısmeti kaçırmamaya kararlıydı. Bir de, sonunda İstanbul’a taşınmak vardı. O kısmı cazip gelmişti. Düğünden birkaç gün sonra yola çıkmışlardı. Rıfat abi onları minibüsü ile getirmişti. İlk iki gün kayınpederinin bir akrabasının yanında kalmış, sonra aynı mahallede buldukları bu eve taşınmışlardı. Ev sahibi de aynı bahçe içinde bir evde oturuyordu.

Alışması birkaç hafta almıştı Saniye’nin. Büyükdere’nin sırtlarındaki bu yer hem köyleri gibiydi hem değildi. Çalışmaya gitmeyen kadınların hayatları, aynen köydeki gibi sürüyordu burada. Ev işleri, çocuklar falan. Ha, tabii tarlaya, bostana gidilmiyordu. Şehir hayatının getirdiği konfor da yok değildi. Eğer eşin iyi bir işte çalışıyorsa, taksitle alınan elektrikli eşyalar, mobilyalar… Bunlar iyiydi. Onun dışında, köydekine benzer fiziksel ve yaşamsal sınırlar içinde günlerini geçiriyorlardı. Farklı olanlar, mahallenin çalışan kızları ve kadınları idi. Kendilerine güvenli, dik yürüyüşleri ile değişiktiler. Akşam oldu mu döndükleri evlerde aynı sorunlara, baskılara, hatta şiddete maruz kalsalar da, onlar farklı geliyordu Saniye’ye. Gençlerin giyimleri de daha farklı idi. Sanki İstanbul havasını getiriyorlardı mahalleye.

İki bavul ve Saniye’nin tahta sandığı ile gelmişlerdi İstanbul’a. Galiba biraz da para vardı Rıfat abide. Alelacele somya, yatak, bir masa, üç sandalye, set üstü ocak ve küçük bir buzdolabı almışlardı. Sonra, Metin maaşını aldıkça, her ay eve bir şeyler aldılar. Abisi birkaç gün sonra dönmüştü köye. İki kişi olunca ve evde de fazla eşya olmayınca, işler çok çabuk bitiyordu. Saniye sıkılmaya başladı. Neyse ki, sokaktaki komşular önce hoş geldin demeye, sonra gelip gitmeye başlamışlardı. Saniye de onlara gitmeye başladı. Bazıları evlere temizliğe gidiyorlardı. Onlar iş dönüşü uğrarlardı.

Metin ile aralarında tuhaf bir mesafe vardı. Sanki onu hem tanıyor hem tanımıyor gibiydi. Allah için, yumuşak huylu bir adamdı. Öyle yerli yersiz dövmesi, sövmesi yoktu. Ama sanki aralarında görünmez bir duvar vardı. Pek konuşmuyorlardı. Geceleri yatakta da öyle talepkar değildi. Çoğunlukla ellemiyordu Saniye’ye. Birkaç ay geçip, köyden gelen telefonlarda çocuk durumu sorulmaya başlanınca bir hareketlenme olmuştu. O zaman da, değişmez kural, ışıkların illaki kapalı olması oluyordu.

Bir süre sonra, Saniye de haftada birkaç gün temizliğe gitmeye başladı. Karşı evde oturan Fatma ablanın gittiği evlerden birinin komşusu tanıdığı birisi olup olmadığını sorunca, o da iş dönüşü Saniye’ye uğrayıp,

– Kız bak iyi olur. Hem üç beş kuruş kazanırsın hem de sıkılmazsın. Gideceğin günleri de benim o tarafa gittiğim günlere denk getiririz. Beraber gider geliriz, dedi.

Metin itiraz etmeyince, Saniye işe başladı. Haftada üç gün Zekeriyaköy’de bir villaya temizliğe gidiyordu. Fatma abla ile birlikte gidiyor, birlikte dönüyorlardı. Gittikleri evler yanyana idi. Geniş, bakımlı bahçeleri vardı. İlk gittiğinde Saniye, evin büyüklüğünden ve ortamın lükslüğünden ürkmüştü. Acemiliğini belli etmemeye çalışmak onu daha da çekingen yaptı. Ama evin sahibi genç hanım güler yüzlüydü. Ona iyi davranıyordu. Yapmasını istediği şeyleri bir liste yapıp, buzdolabının kapağına mıknatısla tutturuyordu. Bilmediği şeyleri kibarca öğretiyordu. Öyle sadece işiyle ilgili şeyleri değil. Mutfakta tek başına öğle yemeği yiyecekse bile, çatalı nereye, kaşığı ve bıçağı nereye koyacağını gözüne sokmadan gösteriyordu.

Kolay alıştı Saniye. İşe gitmek hoşuna gitmeye başladı. Evde kaldığı günler sıkılıyor, işi özlüyordu. Zaten Metin akşam yemeğe seyrek gelmeye başlamıştı. Kamil beyi, bazen yanlız bazen de eşiyle birlikte, davetlere götürmesi gerekiyormuş. Böyle söylüyordu. Saniye hiç şikayet etmiyordu bu durumdan. Ufak bir televizyonları vardı artık. Yemekten sonra dizileri izliyor, sonra yatıyordu. Metin’in geldiğini kimi zaman duyuyordu. Çoğunlukla farkına varmıyordu.

İşe başladıktan yedi-sekiz ay sonra Saniye’de önce bir halsizlik, sonra mide bulantısı başladı. Hamile kalmıştı. İstemeye istemeye işe gitmeyi bıraktı. Başlarda epeyce sıkıldı ama, Zehra doğduktan sonra o da geçti. Kızı bütün gününü dolduruyordu. Gazı çok olan bir bebekti. Bütün gün gözünü kırpmıyordu. En fazla on beş-yirmi dakika dalıyordu. Yapması gereken işlerin arasında sık sık onu kucağına alması, gazını çıkarması gerekiyordu. Bütün gün uğraştıktan sonra, geceleri ikisi de neredeyse baygın yatıyorlardı.

Tam biraz rahatladım diye sevinirken, bu sefer de Zehra diş çıkarmaya başlamıştı. Çocuk sürekli mızıldanıyor, ne bulursa ağzına sokup, damaklarını kaşımak istiyordu. Akşamları zor uyumaya başlamıştı. Metin’in akşam eve gelmemesi daha iyi idi. Evde olsa, açık televizyon yüzünden, Saniye daha da zor uyuturdu Zehra’yı. Yeter ki, geç vakit geldiğinde gürültü yapıp, kızı uyandırmasın.

Saniye daldığı uykusundan bahçe kapısının gıcırtısı ile uyandı. Metin’in tarafına sırtını dönmüş, yatıyordu. Yanında Zehra’nın küçük yatağı vardı. Nefesini tuttu. Neyse, çocuk uyanmadı. O da yatağın içinde kıpırdamamaya özen gösterdi. Az sonra kapı açılır, Metin girerdi eve. En iyisi uyuyormuş gibi yapmaktı. Dışardan köpek havlamaları gelmeye başladı. Zehra uyanacak diye yine huzursuz oldu, gerildi. Belli belirsiz ayak sesleri geldi bahçeden. Anahtar kilitte döndü. Kapı yavaşça açıldı ve kapandı. Oda karanlıktı ama, Saniye yine de gözlerini kapattı.

Metin, yatak odasına girmeden üstünü çıkardı. Hem oturma odaları hem mutfak olan daha büyük odadaki sedirin üstüne eşyalarını el yordamıyla koydu. Karanlıkta soyunmaya alışmıştı. Çok yorgundu. Bedeni sızlıyordu. Banyoya gitti. Fazla gürültü çıkarmadan hızlıca yıkanması gerekiyordu. Aynaya baktı. Gözlerinin altı mordu. Dudağının kenarındaki kırmızı ruj izini gördü.

12

Dışarıda kar serpiştiriyor. Resepsiyonun tam karşısındaki cam giriş kapısından dışarıyı görebiliyorum. Plazanın neredeyse her yeri cam zaten. Yere düşen karlar hemen eriyor. Yerler ıslak. Bu gece don olursa, yarın bak burası nasıl oluyor. Cam gibi olur vallahi. Sanki bilmezmiş gibi bir de en kaygan malzemeden yaparlar bu girişleri.

Havalar çok soğudu artık. Bu sabah Taksim’deki metro durağına giderken epeyce zorlandım. Rüzgar insanın içine işliyordu. Giydiğim anorak da pek kalın değil. Öyleymiş gibi yapmaya çalışmışlar ama, içi o sekreter kızların giydikleri gibi kuş tüyü değil. Ben de onun için içime kalın bir şeyler giymeye çalışıyorum. Kat kat. Buraya gelince çıkarıyorum. Bir tek siyah bir hırka giymemize izin var. Ellerim de dondu. Bir çift yün eldiven alayım.

Bu İstanbullular da pek hanım evladı. Beş gün üst üste kar yağarsa,

– Ay! Bu sene çok kış oldu, diye başlıyorlar şikayete.

Bizim o taraflarda ne kışlar oluyor. Haberiniz var mı? Bunlar zaten İstanbul’da kar olmadı mı,

– Bu sene kış yumuşak geçti, diyorlar.

Hoş, oldu mu, İstanbul’un soğuğu da ayrı bir tuhaf. İnsanın içine işliyor. Hele rüzgarlı yerlerde. Bizim oralarda hava kuru olur. Köyde, ilkokulda iken, bir hırka ile okula giderdik. Pırıl pırıl güneşin altında uçsuz bucaksız bir kar örtüsü. Parlaklıktan gözlerimiz kamaşırdı. Burada alışamadığım bir şey de kışın gökyüzünün günlerce gri olması, havanın kesintisiz olarak uzunca bir süre kapalı kalabilmesi. Bizim oralar öyle mi? Ne güzeldir kış güneşi… Yağmur yağar, kar yağar ama, sonra bir bakarsın, birden güneş açar. İçin ısınmasa bile, ruhun aydınlanır.

Geçen hafta, Funda ile ilk olarak birlikte gece dışarı çıktık. Bir de onun iki erkek arkadaşı. Biri onun o arkadaş ile sevgili arası, ne olduğu belli olmayan zamazingolarından. Öbürü işten arkadaşı. Daha önce de beni birkaç kere çağırmıştı ama gitmemiştim. Bu sefer evde kombi bozuktu. Tamirci daha iki gün bize sıra gelmeyeceğini söyledi. Kat kat battaniyelerin altında titreyerek otururken Funda,

– Kalk gel kızım benimle. Ne yapacaksın burada böyle? Yürü gidelim beraber işte. Gece geç vakit gelir, doğru yatağa gireriz, dedi.

Mantıklı geldi. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki türkü bar dedikleri yerlerden birinde buluşacaklarmış. Ben de giyindim. Funda ile buz gibi evden çıktık. Apartman girişinde yine Aysel ile Menekşe’ye rastladık. Yanımda Funda olduğu için rahattım. Korkmadım. Zaten eskiye göre bayağı daha rahatım onlarla karşılaştığım zaman. Fazla göz teması olmamasına çalışıyorum. Çok mecbur kalırsam, Aysel’e bakmayı tercih ediyorum selam vermek için. O daha sakin bir tipe benziyor. Yalnız, ilk kez göz göze geldiğimizde bir irkilir gibi oldu. Başı ile hafifçe selam verdi ve bakışlarını başka tarafa çevirdi.

Yine bazı geceler bunların yukarıdan gelen gürültüleri dayanılmaz oluyor. Aynı gece, farklı adamlarla, birkaç kere gelip gidiyorlar. Sabaha karşı sesler kesiliyor. Pavyonda çalışan iki kadın işten dönüyor. Apartman kapısının önünde duran taksiden inerken konuşmalarından anlıyorum. Hep aynı taksi getiriyor onları. Sonra, kalkmak için kurduğum saat çalana kadar, sessizlikte biraz uyuyabiliyorum. O da çok fazla değil. Daha ortalık aydınlanmadan, kör karanlıkta, bu sefer de mahalledeki iş yerlerine mal getiren kamyonların, yakındaki Fransız okulunun servis arabalarının sesleri başlıyor. Bu çocuklar ne kadar erken geliyorlar böyle? Bazıları karşı taraftan, 45-50 kilometre uzaktan geliyorlarmış. Servisler köprü trafiğine takılmamak için kör karanlıkta yola çıkıp, bu kadar erken okulda oluyorlarmış.

Apartmanın kapısından dördümüz birlikte çıktık. Aysel yeşil, Menekşe mor peluş paltosuna sıkı sıkı sarıldı. Sonra, Sıraselviler Caddesi’ne doğru acele adımlarla uzaklaştılar. Bana ise, ilk anda dışarısı evin içinden daha sıcak gibi geldi…

13

Şu Beyoğlu’nun arka sokaklarını bir türlü tam olarak öğrenemedim. Gittiğimiz yeri bir daha tek başıma bulamam. Bir de Funda arka sokaklardan, kestirme yollardan gittiği için kafam iyice karıştı. Sanki İstiklal Caddesi’nin birkaç paralelinde bir sokaktaydı gittiğimiz mekan. Neredeyse yıkılmak üzere gibi görünen eski, tarihi bir binanın bodrumuna indik. Yukarı katlar ya boştu ya da gündüz kullanılan iş yerleriydi.

İçeri girince, gözlerimin karanlığa alışması zaman aldı. Yoğun bir sigara dumanı (hani kapalı yerlerde sigara yasağı vardı?) ciğerlerimi yaktı. Görünmez bir yerlerden yansıtılan mor ışığın altında, sahnede biri bağlama diğeri org çalan iki kişi gördüm. Baskın elektronik tınıların arasında kulağıma bazı tanıdık melodiler çalınmadı değil. Ama, müzik genel olarak çok elektro ağırlıklı ve fazla yüksek sesli idi. Bir masada oturup da, sohbet etmek imkansız görünüyordu.

Funda barı alışkın gözlerle taradı ve buluşacağımız iki tipi arka masalardan birinde gördü. Masaların arasından oraya doğru yöneldik. Çoğu erkek, çeşit çeşit insanın arasından zorlukla ilerledik. Henüz erken olmasına karşın kafayı bulmuş olanlar. Ayık olup, yanındaki kıza çıkartma yapmanın çeşitli aşamalarında olanlar. Gözü uzaklara dalmış, arada çalan türküyü mırıldanırken demlenen orta yaşın üstünde adamlar. Benim gözüm, kilim desenli masa örtülerine takıldı.

Sözde tanıştık ama gürültüden ikisinin de adını anlayamadım. Zaten yeni tanıştığım insanların bir kerede isimlerini öğrenememe gibi bir beceriksizliğim var. Neden öyle oluyor, bilmiyorum. Neyse, çok da lazım değil diye düşündüm açıkçası. Ben oraya evde titreyerek oturmamak için gitmiştim. Adamlardan birinin Funda ile hemen sarmaş dolaş olmasından diğer tipin de benimle içli dışlı olmaya çalışacağını çıkardım. Nitekim, hiç vakit kaybetmeden sırıtmaya, bir şeyler söylemeye başladı. O arada, kolu bir hamlede sandalyemin arkasına uzandı. O kadar çok gürültü vardı ki, ne dediği anlaşılmıyordu. Ağzı, suyun içindeki bir balık gibi sessizce açılıp kapanıyordu.

Garson geldi. Menüden işaret ederek ve el kol hareketleri ile bir şeyler sipariş verdik. Biraz meze, birer duble rakı. Hep sahne tarafına bakıyor, yanımdaki uyuz bir şey söylemeye çalışırsa, elimle kulağımı işaret ederek,

– Duyamıyorum, diyordum.

Fundalardan tarafa da bakmıyordum. Öpüşüyorlar, koklaşıyorlar ve nasıl oluyorsa, konuşuyorlardı. Böylesi ortamlara, müziğin bu kadar yüksek perdeden çalınmasına alışkınlardı belli ki. Yanımdaki bir süre sonra benden ümidi kesti. Bir ara arkadaşına, beni işaret edip, “Bu ne ya?” gibisinden bir el hareketi yaptığını gördüm. Arkadaşı omuz silkti ve hınzırca sırıttı. Görmemezlikten geldim. Sessiz sessiz mezelerden atıştırmaya, arada rakımı yudumlamaya başladım.

Bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı. Arada müzisyenler de değişmişti. Şimdi bir başka ikili sahnede idi. Geldiğimiz zaman tek kişinin oturduğu birkaç masaya başka insanlar gelmiş, masalar giderek kalabalıklaşmıştı. Sadece kenarda bir masada tek başına oturan bir adam vardı. Loş ışıkların altında bile çok iyi giyimli, hoş bir adam olduğu belliydi. Hiç buraların adamı gibi görünmüyordu. Önünde bir beyaz peynir tabağı, rakı dolu bir bardak ve su. Hepsi o kadardı. Sanki masa donatılmış olsaydı da fark etmezdi gibime gelmişti. Önündekilere o denli ilgisizdi. Çok seyrek olarak, ağzına bir parça peynir, bir yudum sek rakı ve su alıyordu. Bakışları sahneye sabitlenmişti ama görmüyor gibiydi.

******

– Buyrun beyefendi, hangi şirkete gelmiştiniz? Kiminle görüşecektiniz?

– ……………….

Bu karda, soğukta ne çok insan geldi plazaya bugün? Tam evde bir battaniyenin altına girip uyuklama havası. Olmuyor işte. Herkes ekmek derdinde, kariyer derdinde. Ya da, biz ekmek derdindeyiz. Kariyer derdinde olanlar daha şanslı olanlar. Belki de değil… Hepimiz ekmek derdindeyiz aslında…

Neyse, evin kombisi tam zamanında yapıldı. Türkü bara gittiğimiz geceden iki gün sonra geldi tamirci. Bu ay için beklenmedik bir masraf oldu ama, buna da şükür. Ev sahibi Funda’ya,

– Kesinlikle ödemem. Beğenmiyorsanız çıkarsınız, demiş.

Bu kış kıyamette nereye gideceğiz. Uygun ev bulmak kolay mı öyle? Funda patronundan borç aldı. ben de ay başında ona yarısını ödeyeceğim.

O geceyi, Funda’nın bana yapmaya çalıştığı oğlanı başıma musallat etmeden, kazasız belasız atlattım. Mesajı iyi verdim sanıyorum. O da üstelemedi. Funda’nınki bizimle, bizim eve geldi. O ise, Taksim’den ayrıldı.

Şu bana doğru gelen Kamil Geçer’in şoförü mü? Evet, o. Metin’di galiba adı. Güvenlik kartını evde unutmuş. Misafir kartı verdim bir tane. Artık bugün onunla idare eder. Konuşurken yüzüme bakmıyor her nedense. Hiç sevmem böyle tipleri. Güvenilmez olurlar.

14

Kamil Geçer camın önünde ayakta durmuş, ofisinin penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Gözleri ile kar tanelerini aşağı kadar izliyordu. Plazanın bu katından aşağıdaki insanlar nasıl da küçük görünüyordu. Sağa sola koşturan bir sürü insan. Her biri ayrı bir dünya, ayrı bir gerçeklik. İnsan, hem sınıfsal hem de plazada fiziksel olarak, yükseldikçe kendi varlığını nasıl da tek gerçeklik olarak algılıyordu. Yine sıkıntılı idi. Yine içi daralıyordu.

Sabah toplantıyı kısa kesmişti. Artık çoğu iş otomatiğe bağlanmıştı. Epeydir yeni yatırım da yapmıyordu. İş konusunda eski heyecanı yoktu nedense. Bir an evvel oğlu büyüse, işleri devralsa diye istiyordu ama, o zamana daha çok vardı. Üstelik oğlunun aile işine pek hevesi varmış gibi görünmüyordu. Geçen iki yaz Kamil bey onu düzenli olarak işe getirmiş, arada fabrikaya da götürmüştü. Zorla geldiği, bir şey öğrenmeye hiçbir hevesi olmadığı o kadar belliydi ki, Kamil bey sinirlenmemek için kendini zor tutmuştu. Aklı fikri, bir yolunu bulup, erken kaçmak ve lüks bir kafe veya restoranda buluşan arkadaşlarına katılmakta idi.

– Kaan, oğlum, bak ilerde bu işleri sen yöneteceksin. Yeni atılımlar yapacaksın. Benim yaptıklarımı ileri taşıyacaksın. Şimdiden ısınmaya çalış.

Ne dese fayda etmemişti. Zaten, her yaz Amerika’da bir yaz okuluna gittiği için, zaman çok kısıtlıydı. Onun dışında, Bodrum’da tatil sanki doğal hakkıydı. Bir de Arzu oğlanın yanında,

– Çocuğu rahat bırak Kamil, diyordu sürekli.

Sırtını annesine dayayan Kaan, babasını hiç takmıyordu. Kamil bey düşündü de, bu durum bile umurunda değildi artık. Oysa oğlu doğduğunda neler hayal etmişti. Kaan’ı çekirdekten yetiştirecek, onun saygın bir iş adamı olmasını gururla izleyecekti. Acaba çok mu erkendi bunları düşünmek için? Bakarsın çocuk umulmadık bir zamanda değişir, onun istediği gibi olurdu. Sonra, bir yanı artık bunun da umurunda olmadığını hatırlattı ona. Evet, artık boş vermişti. Kaan’ın da, kızı Melis’in de dededen, babadan ve anneden gelecek hatırı sayılır bir servetleri olacaktı. Ne yaparlarsa yapsınlardı…

Evlendikten sonra, kendi annesi ve babası ile giderek daha az görüşmeye başlamıştı. Öyle bilerek, isteyerek değil. Hep çok işi olmuştu. Yıllarca böyle demişti kendine. Şimdi düşünüyordu da, belki de bilerek kaçmıştı onlardan. Belki değil… Bilerek kaçmıştı…. Düzenli telefon eder, bir ihtiyaçları varsa alır, yollar ya da yaptırırdı. Ama görmeye çok az gitmişti. Hele Arzu ile topu topu iki kere, o da başlarda gitmişlerdi. Onlar da oğullarının evine bir kere kalmaya gelmişlerdi. O zaman da, bir haftanın sonunda babası,

– Oğlum, biz sizi daha fazla rahatsız etmeyelim, demiş, Kamil de kalmaları için hiç ısrar etmemişti.

Zaten, topu topu iki akşam beraber olmuşlardı. Arzu ile Kamil normal yaşantılarını sürdürmüş, akşamları davetlere katılmışlardı. Bir akşam yemeğe misafirleri gelecekti. Kamil bey babasına,

– Baba, bizim bu akşam yemeğe misafirlerimiz var. Size üst katta bir sofra hazırlatacak Arzu. Annemle rahat rahat yersiniz, demişti.

– Tabii oğlum. Siz programınızı bizim için bozmayın, demişti babası.

Babasının sesinde bir kırgınlık yoktu. Belki kırılmıştı ama belli etmemişti diye düşündü. Belki de, babası sonradan yemekte diğer konuklarla birlikte Kamil’in kayınpederi ve kayınvalidesinin de bulunduğunu hizmetlilerden öğrenmiş ve o zaman üzülmüştü. Her ne ise. Bu konuda ikisi de tek bir sitem etmemişlerdi.

– Ezilmelerini istemedim. Düğündeki o eğreti, sığıntı halleri hala gözümün önünde. Aynı gerginliği ve çekingenliği daha küçük bir ortamda daha da fazla hissedeceklerdi. Onun için Arzu’ya itiraz etmedim onlara ayrı sofra hazırlatacağını söyleyince.

Bunca yıl sonra, nereden aklına geliyordu böyle şeyler? Yoksa, kırılan kendi olmuştu da kendi kendine itiraf mı edemiyordu?

Ertesi gün annesini ve babasını fabrikasına götürmüş, bir güzel gezdirmişti. Öğlen, özel konukları için yaptırdığı yemek salonunda birlikte yemek yemişlerdi. İkisi de çok mutlu olmuştu. Babası sık sık onunla ne kadar gurur duyduğunu söyleyip durmuştu. Annesi ve babası birkaç gün sonra yaşadıkları taşra şehrine geri dönmüşler, çok geçmeden de, altı ay ara ile bu dünyadan göçmüşlerdi. Önce babası, ardından annesi…

15

Bu akşam artık yemeğe eve gitmeliydi. Kaç akşamdır bir şeyler uydurmuş, gitmemişti. Bu aralar Arzu da arkadaşları ile üst üste dışarı çıktığı için fazla dikkat çekmemişti. Ama bu akşam Orhan bey ile hanımı yemeğe geleceklerdi. Kayınpeder ve kayınvalide gelince evde olmak lazımdı. Her zaman yaptığı gibi, iş yemeği diye bir şey uydursa, Orhan beyin haberi olurdu.

Aslında bir şey yaptığı da yoktu. Önceleri kenar mahallelerde araba ile geziyordu sadece. Sonra Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki yerlere merak sardı. Pavyonlara, barlara. Ama içeri girmiyor, araba ile önlerinden geçiyordu. Tam geçerken yavaşlıyor, etrafa bakıyordu. Bu arada trafik tıkanırsa, müşteri avına çıkmış her cinsden orospu camını tıklatıyor, laf atıyordu. Her seferinde heyecanla kalbi atıyor, arabanın kapılarının kilitli olup olmadığını kontrol ediyordu telaşla.

– Ya bir şey olursa?

– Ya bir gören olursa?

– Ya gazetelere düşersem?

Bu sorular sürekli aklından geçiyordu. O zaman, niye tekrar tekrar gitmeye başlamıştı bu sefil yerlere? Ne idi aradığı? Buralar onun geldiği yerler değildi. Ne böylesi bir sefalet ne bu kadar düşüklük yaşamıştı. Mazbut diye tanımlanan, kıt kanaat geçinen bir aile idi onlarınki. Gençliğinde de gelmemişti böylesi yerlere. Arkadaşlarının bir dönem gittiklerini biliyordu. Yanında yaptıkları üstü kapalı esprilerden anlardı.

Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki her sokağa araba girmiyordu. Uzaktan, sokağın başından, buralardaki mekanların ışıklı tabelalarına bakıyor ama arabadan inip, sokak boyunca yaya olarak yürümeye cesaret edemiyordu. Bir süre de kaçak gecelerini böyle geçirmeye başladı. Araba ile, batakhane diye tanımlanan mekanların bulunduğu sokaklarda turlayarak. Sonra… Yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi…

Bir şey fark etmişti. Bu gizli kapaklı gece serüvenlerine başladığından beri, sürekli olarak bir üst heyecan seviyesine geçme ihtiyacı duymuştu. Her ne yapıyorsa, birkaç kereden sonra, bir bağımlı gibi, daha fazla heyecan arar olmuştu. İşte öyle bir gecede, yine Beyoğlu’nda bir yere gitmeye karar verdi. Kapısında Dolunay Türkü Bar yazıyordu. Kendisini ikna etmesi bir iki gün aldı. Daha önce bu civarlarda bir yere hiç gitmemişti. Türkü bar nasıl bir yerdir, onu da bilmiyordu. Sonunda, bir önceki hafta bir gece ilk olarak arabadan inme cesareti gösterip, önceden gözüne kestirdiği o mekana gitmeye karar verdi. Arabayı sokağın başındaki boş arsada bulunan otoparka bıraktı. Otoparkçı lüks arabasına da, pahalı giyim kuşamına da fazla bir ilgi göstermedi. Herhangi bir müşteriymiş gibi davrandı ona.

Şimdi, pencereden dışarıyı seyrederken, o gece hissettikleri geldi aklına. Otoparktan mekanın kapısına 50-60 metrelik bir mesafe vardı. Hava soğuktu. Paltosunun yakasını kaldırdı. Sokak karanlık, yerler ıslaktı. Her adımda, kulağına gelen bol elektro soslu alaturka müziğin sesi yükseliyordu. Kapının önünde bir iki kişi vardı.

Bara girmek için bodruma inmek gerekiyordu. İlk anda yüzüne çarpan havasızlık kokusu, sigara dumanı ve karanlık onu bir an sersemletmişti. Bir de kulak zarlarını zorlayan, kalbinin güm güm atmasına sebep olan yüksek sesli müzik. Bir an durmak ihtiyacı hissetti. Sahneden yayılan mor ışık gözlerinin ortama alışmasına yardımcı oldu.

Kenarda bir masa istemişti. Öyle de oldu. Garson onu kenarda bir masaya oturttu. Beyaz peynir, rakı ve su istedi. Bir şey yemek içinden gelmiyordu zaten. Hiç bir şey ısmarlamasa da olmayacaktı. Önce diken üstünde, sonra biraz daha rahat oturdu. En çekindiği şey, onu tanıyan birisinin orada olmasıydı. Fabrikadaki işçilerden, ustabaşılardan, evdeki o gece izinli olan görevlilerden biri mesela. Onun için, etrafına bakmamaya, dikkat çekmemeye çalıştı.

Ne diye gelmişti ki buraya? Müzik, hiç hoşlandığı bir tarz değildi. Baba ocağında iken radyodan yayılan türkü ya da Türk Sanat Müziği ile uzaktan yakından alakası olmayan bir müzik. Yabancı desen yabancı değil, yerel desen yerel değil. Tuhaf bir karışım. Beyaz peynir kireç gibi. Rakı desen, eh… O kadar buza rağmen bir türlü soğumuyor. Zaten rakı içmeyeli yıllar olmuştu. Artık şarap içiyordu. Yıllar içinde şarap ile ilgili iyi bir bilgi birikimi olmuş, zevki gelişmişti.

– O zaman ne halt ediyorsun burada, Kamil? diye aklından geçirdi.

– İçinde yaşadığın yapay ortamdan bunaldın, kendine yabancılaşmaktan bezdin, aslına dönmeye çalışıyorsun desem, o da doğru değil. Sen böyle bir ortamdan gelmiyorsun. Orta yaş bunalımını ben de bu şekilde mi yaşıyorum acaba? Millet sırf heyecan olsun, kendini genç hissetsin diye kızları yaşında kadınlarla beraber oluyor. Bu da onun gibi bir şey mi? Ait olmadığım, alt kültür ortamlarına girerek, gençken göze alamadığım şeyleri yapmaya heveslenerek, dirilmeye mi çalışıyorum?

Kamil bey bir iki saat kalmıştı orada. Kafasını fazla sağa sola çevirip dikkat çekmek istemediği için, göz ucuyla yapabildiği kadar incelemişti etraftaki masaları. Sahnedekiler fazla ilgisini çekmiyordu. Bir süre sonra yüksek perdeden çalan müzik başını ağrıtmaya başladı. Aynı anda kendini çok yorgun hissetti. Hesabı ödedi ve kalktı. Dışarı çıkınca yine paltosunun yakasını kaldırdı. Saat gece yarısını epeyce geçmiş, hava soğumuştu. Köşedeki otoparka doğru yürüdü. Eve dönerken, Hasdal viyadüğünün orada yine trans kadınları gördü. İstemsiz bir şekilde yavaşlamıştı. İçlerinden yeşil peluş paltolu olanı arabaya doğru bir hamle yapmış, sonra aniden geri kaçmıştı. O sırada kendi kalbi de hızla çarpmaya başladı.

– Yok artık! dedi kendi kendine.

Durmak gibi bir niyeti yoktu aslında. Niye yavaşlamıştı, bilmiyordu. Üzerinden bu kadar gün geçmesine rağmen çözememişti niye yavaşladığını.

Aniden önünde durduğu pencereden uzaklaştı. Telefonun ahizesini kaldırdı ve Elif’e, şoförü Metin’in 10 dakika içinde garajda hazır olmasını söyledi. Eşyalarını toparladı ve çıktı. Yolda, arabanın sağ arka köşesinde gittikçe artan alaca karanlığa gömüldü. Kapalı havada akşam karanlığı iyice erken basıyordu. Bir iki kere, dikiz aynasında bakışları Metin ile kesişti. Bu çocuğa da sanki son günlerde bir şeyler oluyordu. Yüzü hep solgun, vücudu hep yorgun görünmeye başlamıştı son zamanlarda. Hasdal viyadüğünün altına geldiklerinde bakışlarını dışarıya çevirdi. Karanlıkta ve arka koltukta kendini güvende hissetti. Henüz kimse yoktu ortalarda.

16

Kamil beyi eve götürdüğü akşamlar biraz zor oluyordu Metin için. O zaman arabayı Kamil beyin şehir dışındaki villasında bırakıp, kendi imkanları ile eve dönmesi gerekiyordu. Gerçi çoğu zaman, Kamil beyin villasının müştemilatında kalan Arzu hanımın şoförü onu en yakın otobüs ya da metro durağına bırakıyordu ama, yine de zor oluyordu. Bir de sabahı vardı işin. Ertesi sabah, kamu araçları ile erkenden yola çıkıp, zamanında Kamil beylerin kapısının önünde hazır olması gerekiyordu. En iyisi, Kamil bey akşam şehirde bir toplantı ya da davete gittiği zaman onu serbest bırakınca oluyordu. Sonrasında eve gitse de gitmese de ulaşım daha kolay oluyordu.

– Bu gece biraz geç kalacağım. Öyle görünüyor, diye düşündü.

Yok, bu akşam yine gitmeyecekti eve. Her zamanki gibi, Saniye’ye Kamil beyi bir yere götürmesi gerektiğini söylerdi. İşin o kısmı kolaydı. Yine de, geçenlerde sitem etmişti Saniye,

– Zehra biraz büyünce babası kim bilemeyecek, diye.

Sahi, kimdi o?

Kamil beyin evine yaklaşmış sayılırlardı. Kar iyice yavaşlamıştı ama gece hava çok soğuyacaktı. Viyadüğün altından geçerken elleri ile daha sıkı kavradı direksiyonu.

İki saat sonra, Taksim’de otobüsten indi Metin. İnsanın nefesini kesen soğuk, meydandaki rüzgar nedeniyle bıçak gibi acıtıyordu yüzünü. Eldivenlerini de unutmuştu. Hızlı adımlarla, meydanı çaprazlama geçti. Arkadaşının onu bekliyor olmasını diledi. Kendi başına da giderdi ama, iki kişi olunca kendini daha güvende hissediyordu. Gerçi, bir süre sonra her koyun kendi bacağından asılıyordu. O ayrı idi. Ama geceye birlikte başlamak iyi geliyordu. Bir keresinde fena dayak yemişti. Yüzü düzelene kadar Saniye’ye görünmemek için, sabah erken çıkmış, gece geç dönmüştü. Kamil bey ise o aralar yurt dışında tatilde olduğu için sorun olmamıştı.

Paltosunun yakasını kaldırdı. Rüzgar içine işlemişti. Aya Triada kilisesinin yanından Sıraselviler caddesine girdi. Yanından geçen herkes hızlı adımlarla bir yere koşturuyordu. Soğuk havada, sıcak bir yere girince vücudu kaplayan hoş uyuşukluğun hayaliyle, gidecekleri yere bir an evvel ulaşmaya çalışıyordu insanlar. O da adımlarını sıklaştırdı. Nihayet evin bulunduğu sokağın köşesine geldi. Uzaktan, bir zamanlar gül kurusu olduğu anlaşılan, boyası epeyce dökülmüş apartmanı görünce içi biraz olsun ısındı. İçeri girdi, hızlı adımlarla apartmanın en üst katına çıktı. Şimdiye kadar, bu şekilde gelip giderken görülmemeyi başarmıştı. Başkaları bir şey değildi de, şu girişte oturan kızlardan birinin plazanın danışmasında görevli iki kızdan biri olduğunu fark ettiğinden beri heyecanlanıyordu. Aceleden, merdivenleri nefes nefese çıkmıştı. Kapıyı anahtarı ile açtı. Mehtap abla ile Perihan abla oturuyorlardı burada. İçerden yüzüne ılık bir hava çarptı. Bir yerlerde hafiften bir radyo çalıyordu. Koridorun sonundaki odadan ışık yayılıyordu. Oraya doğru yürüdü…

17

Tuvalet masasının aynasına yüzünü yaklaştırdı. Kendi gözlerinin içine baktı uzun uzun. Bunu her gece yapıyordu. Aynada kendisine bakan gözlerinin içine nüfuz etmek, kendi kendinin içine girmek istiyordu sanki. Orada ne bulmayı, ne keşfetmeyi umuyordu? Kendisi ile ilgili gerçeği çok uzun zamandan beri biliyordu zaten. Daha çocukken fark etmişti.

– Bir ben vardır bende, benden içeri…

Bir başka zamanda, bir başka anlamda söylemiş ozan ama, olsun.

İçini çekti. Önünde fondöten, pudra, allık, çeşit çeşit göz kalemi, her türlü makyaj malzemesi duruyordu. Önce, ağır ağır fondöten sürdü. Sonra, yüzünü pudraladı ve bir süre durdu. Her gece böyle bir başka insana dönüşmeyi seviyordu. Bu süreç onu heyecanlandırıyordu.

Bu gece geç kaldığı için bir başına idi. Mehtap abla ile Perihan abla da çoktan gitmişler, giderken de, her zaman yaptıkları gibi, radyo ile odalardan birinin ışığını açık bırakmışlardı. Hırsız falan içeri girmeye yeltenirse, evde birisi var sansın diye.

Sağ gözünü kenarından çekti ve daha önce far sürdüğü göz kapağına siyah kalem çekti. Sonra, aynı işlemi sol gözüne yaptı. Bir an aynadan uzaklaştı ve kendine baktı. Göz altlarına çekilen kalem, kirpiklere sürülen maskara ve allık birbirini izledi. Kıpkırmızı rujunu en sona, giyindikten sonraya bıraktı…

Bu gece yalnızdı. Aslında, kendisini bildi bileli yalnızdı. Çocukken, ergenlikte, yetişkin olduktan sonra; evde, okulda, askerde, işte, daima… Kendisi olduğunu düşündüğü zamanlarda da yalnızdı. Hatta belki de en yalnız ve çaresiz zamanı o zamandı. Böylesi bir yaşam değildi istediği. Ama, başka da çıkış yolu bulamamıştı.

Giyinmeye başladı. Aklına Mehtap ve Perihan ablaları geldi. Çalıştıkları pavyonun tuvaletinde tanışmıştı onlarla. Orada giyinmeye çalışırken karşılaşmışlardı birkaç kez. O zamanlar önce, müşteri gibi onların pavyona giriyordu. Ama, bir süre sonra kapıdaki fedailer neler döndüğünü anlamış, patrona haber vermişlerdi. Mehtap ablası kurtarmıştı onu patronun adamlarının elinden. Evin anahtarını o zaman vermişti. Ama baştan da açık açık kuralları koymayı ihmal etmemişti. Sabah gün ağarırken eve geldiklerinde orada olmayacak, evi derli toplu bırakacaktı. Bir süre sonra, arkadaşının da eve aynı şekilde gelmesine izin verdiler.

Önce meraktan, oyun gibi başlayan bu kılık değiştirme zamanla ikili bir yaşama dönüşmüştü. Gündüz başka, gece başka biriydi… Keşke hep gece olsaydı. Hep kendi olabilseydi. Gündüz yaşamı dayanılmaz olmaya başlamıştı. Gündüz öyleydi de, gece dayanılır mıydı? Verdiklerinden çoğunu almıyor muydu geceler ondan? Önceleri, sanki vücudunun içinde kendini bildi bileli hissettiği tutsaklık yok olmuştu. Kılık değiştirince, sanki bir cendereden kurtulmuş gibi gelmişti ona. Giyinip, başka biriymiş- ya da kendiymiş- gibi dolaşmaya başlamıştı geceler boyu. O gecelerden birinde rastlamıştı Menekşe’ye. Hiç öyle, kimdir, nedir, nerelidir diye sormamışlardı birbirlerine. Bakışmışlar ve birlikte yürümeye başlamışlardı. Birkaç gün sonra, Menekşe onu viyadüğün altına götürmüştü. Önceleri zorlanmıştı. İşin içinde aşağılanma, küfür, dayak ve her türlü şiddet vardı. En kötüsü, pahalı arabalarla gelen beyefendi görünümlü olanlardı. Belki lüks bir restoranda dostları ile yedikleri yemekten dönüyorlardı, belki sevgililerinin yanından. Belki de sonrasında eve, karılarına gidiyorlardı. Onlar da farklı bir ikili hayat yaşıyorlardı ama, onların ödediği bedel sadece parasaldı. Bir de, kendilerine duydukları kızgınlıkdan dolayı vahşi ve acımasız oluyordu böyleleri.

Menekşe ona kendisini koruma konusunda birkaç yöntem göstermişti. Bir de küçük bir bıçağı vardı hep cebinde ya da çantasında taşıdığı. Ama her şey pamuk ipliğine bağlıydı işte. Allah kerimdi yani…

Yavaş yavaş elbisesini giymeye başladı. Hava soğuktu bu gece. Kalın külotlu çorap giydi. Keşke geç kalmasaydı da, Menekşe ile beraber çıkmış olsaydı. Beraber bir taksiye biner giderlerdi. Kamil beyin eve gideceği tutmuştu. Kamil bey deyince, aklına geçenlerde olan olay geldi. Birden ateş bastı bütün vücudunu.

Plakaya dikkat etmemişti ama arabayı da gözü bir yerden ısırmıştı. Araba viyadüğün altından geçerken yavaşlayınca yola doğru bir hamle yapmış, kapının kulpuna doğru elini uzatmıştı ki, Kamil beyi görmüştü.

– Tövbe, tövbe…

Ne işi vardı Kamil beyin o saatte orada? Evine gidiyordu besbelli de, niye yavaşlamıştı? O panikle geri kaçarken, Kamil bey de gaza basıp uzaklaşmıştı. Kalbi uzun süre hızla çarpmaya devam etti. Bir an pişman oldu. Arabaya binip kendini belli etmediğine,

– Ben ne utanacağım, sen utan Kamil bey, demediğine hayıflandı.

Onunki ahlaksızlıksa, Kamil beyinki de ahlaksızlıktı. Ayrıca, verdiği asgari ücretle nasıl geçiyor sanıyordu bu hayat? Ona bir ay için verilen parayı Kamil beyin oğlu lüks yerlerde bir gecede harcıyordu. Ondan emindi. Gece işe çıkmaya para için başlamamıştı ama, giderek o da önemli olmaya başlamıştı. Çocuk doğduğundan beri masraflar artmıştı.

Nihayet hazırdı. Çıkabilirdi. Aynada son bir kez kendine baktı baştan aşağı. Sonra, dudaklarına kırmızı ruj sürdü. Tekrar aynaya baktı. Yeşil peluş paltosunu giydi ve çıktı.

18

Kamil bey sabah çok zinde kalktı. Dün gece aile yemeği çok iyi geçmişti. Kayınpederin de keyfi yerindeydi. Sofrada epeyce gülmüşlerdi. Her zamankine göre erken yatmış, sabah da erken kalkmıştı. Keyifle traş oldu, duşunu aldı ve kahvaltı için aşağıya indi. Arzu, yatağın kendisine ait köşesinde uyuyordu hala. Günlük programı saat on buçuktan önce başlamazdı onun.

Kahvaltı sırasında Kamil bey hizmetçiye Metin’in gelip gelmediğini sordu. Gelmediğini öğrenince biraz şaşırdı ama üzerinde durmadı. Bugüne kadar şoförünün geç kaldığı hiç olmamıştı.

– Belki yolda olağan dışı bir trafik sıkışıklığı var, diye düşündü.

Kahvaltısını bitirdi. Üstüne bir Türk kahvesi içti. Gazetelere bakmaya başladı. Bir buçuk saat geçti. Metin hala ortada yoktu. Cep telefonundan aradı. Açılmadı. Sonunda, Arzu’nun şoförü ile işe gitmeye karar verdi. Yolda sekreteri Elif’i aradı, Metin’i bulmasını istedi. İşe vardığında şoföründen hala haber yoktu. Nerede oturduğu bilgisi olmadığı için evinden de soruşturulamadı.

İki gün geçti. O arada Kamil beye bir şoför bulundu. İşe onunla gidip gelmeye başladı. Ama Kamil beyin aklı hala Metin’deydi. İyi bir Anadolu çocuğuna benziyordu. Böyle birdenbire nasıl sırra kadem basmıştı?

Havalar iyice soğuduğu için akşam kaçamaklarını bir süre yapmamaya karar verdi. İşten çıkınca davetlere de gitmiyor, doğru evin yolunu tutuyordu. Zaten kayınpederinin ve kayınvalidesinin geldiği akşam yemeğinden sonra yaşantısının ve elindekilerin kıymetini bilmesi gerektiğine karar vermişti.

– Bir delilik yapma Kamil. Bir şey olacak, gazetelere düşeceksin. Bunca yıllık itibarın bir anda yok olacak, diyordu sürekli kendi kendine.

Sabah bu düşünceleri aklından geçirerek gelmişti işe. Kapı vuruldu. Elif girdi içeri.

– Kamil bey, sizi görmek isteyen iki kişi var dışarıda.

– Kimlermiş? Ne istiyorlarmış?

******

Yine soğuk ve kapalı bir hava var. Neyse, işportadan bir çift yün eldiven aldım, ellerim o kadar üşümedi bu sabah. Bizim sokağın köşesinde yaşlı bir teyze satıyordu. Evde hasta kocası varmış. Yardım olsun diye bir çift eldiven ya da çorap almaları için gelen geçene neredeyse yalvarıyordu. Kendi örüyormuş.

Bugün plazaya dışarıdan gelen çok ziyaretçi yok. Yalnız, az önce iki sivil polis geldi. Kamil Geçer ile görüşmeye gelmişler. Önce hiç bir şey söylemediler. Ben her zaman yaptığım gibi kimliklerini isteyince, uzattılar. Birden öyle polis kimliklerini görünce, elim ayağıma dolandı. Çocukluktan kalma bir korku bu. Jandarmadan, polisden uzak olacaksın. Yukarıya telefon edip, haber verdim. Ne işleri var acaba Kamil Geçer ile?

Bizim Amir bugün pek ortalıklarda görünmüyor. Hasta olmuş dedi biri. Bugün ensemizde biten kimse olmayacak demektir. Plazaya kimse gelip gitmiyorken biraz gazetelere göz atabilirim. Şirket yöneticilerinin şoförleri, sabah patronlarının yolda okudukları günlük gazeteleri bize bırakıyorlar. İyi oluyor. Ben genelde birinci, üçüncü ve en arka sayfalara bir göz atıyorum. Daha fazlası bana fazla geliyor zaten.

Aaa…

Bir trans kadın cinayeti. Boğazı kesilmiş ve yol kenarına atılmış. Fotoğrafta yüzükoyun yatan biri var. Siyah kalın çorapları birkaç yerinden kaçmış. Eteği yukarı sıyrılmış. Üzerinde yeşil peluş bir palto var. Ben biliyorum bu paltoyu…

SON

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (18)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Kamil bey sabah çok zinde kalktı. Dün gece aile yemeği çok iyi geçmişti. Kayınpederin de keyfi yerindeydi. Sofrada epeyce gülmüşlerdi. Her zamankine göre erken yatmış, sabah da erken kalkmıştı. Keyifle traş oldu, duşunu aldı ve kahvaltı için aşağıya indi. Arzu, yatağın kendisine ait köşesinde uyuyordu hala. Günlük programı saat on buçuktan önce başlamazdı onun.

Kahvaltı sırasında Kamil bey hizmetçiye Metin’in gelip gelmediğini sordu. Gelmediğini öğrenince biraz şaşırdı ama üzerinde durmadı. Bugüne kadar şoförünün geç kaldığı hiç olmamıştı.

– Belki yolda olağan dışı bir trafik sıkışıklığı var, diye düşündü.

Kahvaltısını bitirdi. Üstüne bir Türk kahvesi içti. Gazetelere bakmaya başladı. Bir buçuk saat geçti. Metin hala ortada yoktu. Cep telefonundan aradı. Açılmadı. Sonunda, Arzu’nun şoförü ile işe gitmeye karar verdi. Yolda sekreteri Elif’i aradı, Metin’i bulmasını istedi. İşe vardığında şoföründen hala haber yoktu. Nerede oturduğu bilgisi olmadığı için evinden de soruşturulamadı.

İki gün geçti. O arada Kamil beye bir şoför bulundu. İşe onunla gidip gelmeye başladı. Ama Kamil beyin aklı hala Metin’deydi. İyi bir Anadolu çocuğuna benziyordu. Böyle birdenbire nasıl sırra kadem basmıştı?

Havalar iyice soğuduğu için akşam kaçamaklarını bir süre yapmamaya karar verdi. İşten çıkınca davetlere de gitmiyor, doğru evin yolunu tutuyordu. Zaten kayınpederinin ve kayınvalidesinin geldiği akşam yemeğinden sonra yaşantısının ve elindekilerin kıymetini bilmesi gerektiğine karar vermişti.

– Bir delilik yapma Kamil. Bir şey olacak, gazetelere düşeceksin. Bunca yıllık itibarın bir anda yok olacak, diyordu sürekli kendi kendine.

Sabah bu düşünceleri aklından geçirerek gelmişti işe. Kapı vuruldu. Elif girdi içeri.

– Kamil bey, sizi görmek isteyen iki kişi var dışarıda.

– Kimlermiş? Ne istiyorlarmış?

******

Yine soğuk ve kapalı bir hava var. Neyse, işportadan bir çift yün eldiven aldım, ellerim o kadar üşümedi bu sabah. Bizim sokağın köşesinde yaşlı bir teyze satıyordu. Evde hasta kocası varmış. Yardım olsun diye bir çift eldiven ya da çorap almaları için gelen geçene neredeyse yalvarıyordu. Kendi örüyormuş.

Bugün plazaya dışarıdan gelen çok ziyaretçi yok. Yalnız, az önce iki sivil polis geldi. Kamil Geçer ile görüşmeye gelmişler. Önce hiç bir şey söylemediler. Ben her zaman yaptığım gibi kimliklerini isteyince, uzattılar. Birden öyle polis kimliklerini görünce, elim ayağıma dolandı. Çocukluktan kalma bir korku bu. Jandarmadan, polisden uzak olacaksın. Yukarıya telefon edip, haber verdim. Ne işleri var acaba Kamil Geçer ile?

Bizim Amir bugün pek ortalıklarda görünmüyor. Hasta olmuş dedi biri. Bugün ensemizde biten kimse olmayacak demektir. Plazaya kimse gelip gitmiyorken biraz gazetelere göz atabilirim. Şirket yöneticilerinin şoförleri, sabah patronlarının yolda okudukları günlük gazeteleri bize bırakıyorlar. İyi oluyor. Ben genelde birinci, üçüncü ve en arka sayfalara bir göz atıyorum. Daha fazlası bana fazla geliyor zaten.

Aaa…

Bir trans kadın cinayeti. Boğazı kesilmiş ve yol kenarına atılmış. Fotoğrafta yüzükoyun yatan biri var. Siyah kalın çorapları birkaç yerinden kaçmış. Eteği yukarı sıyrılmış. Üzerinde yeşil peluş bir palto var. Ben biliyorum bu paltoyu…

SON

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (17)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Tuvalet masasının aynasına yüzünü yaklaştırdı. Kendi gözlerinin içine baktı uzun uzun. Bunu her gece yapıyordu. Aynada kendisine bakan gözlerinin içine nüfuz etmek, kendi kendinin içine girmek istiyordu sanki. Orada ne bulmayı, ne keşfetmeyi umuyordu? Kendisi ile ilgili gerçeği çok uzun zamandan beri biliyordu zaten. Daha çocukken fark etmişti.

– Bir ben vardır bende, benden içeri…

Bir başka zamanda, bir başka anlamda söylemiş ozan ama, olsun.

İçini çekti. Önünde fondöten, pudra, allık, çeşit çeşit göz kalemi, her türlü makyaj malzemesi duruyordu. Önce, ağır ağır fondöten sürdü. Sonra, yüzünü pudraladı ve bir süre durdu. Her gece böyle bir başka insana dönüşmeyi seviyordu. Bu süreç onu heyecanlandırıyordu.

Bu gece geç kaldığı için bir başına idi. Mehtap abla ile Perihan abla da çoktan gitmişler, giderken de, her zaman yaptıkları gibi, radyo ile odalardan birinin ışığını açık bırakmışlardı. Hırsız falan içeri girmeye yeltenirse, evde birisi var sansın diye.

Sağ gözünü kenarından çekti ve daha önce far sürdüğü göz kapağına siyah kalem çekti. Sonra, aynı işlemi sol gözüne yaptı. Bir an aynadan uzaklaştı ve kendine baktı. Göz altlarına çekilen kalem, kirpiklere sürülen maskara ve allık birbirini izledi. Kıpkırmızı rujunu en sona, giyindikten sonraya bıraktı…

Bu gece yalnızdı. Aslında, kendisini bildi bileli yalnızdı. Çocukken, ergenlikte, yetişkin olduktan sonra; evde, okulda, askerde, işte, daima… Kendisi olduğunu düşündüğü zamanlarda da yalnızdı. Hatta belki de en yalnız ve çaresiz zamanı o zamandı. Böylesi bir yaşam değildi istediği. Ama, başka da çıkış yolu bulamamıştı.

Giyinmeye başladı. Aklına Mehtap ve Perihan ablaları geldi. Çalıştıkları pavyonun tuvaletinde tanışmıştı onlarla. Orada giyinmeye çalışırken karşılaşmışlardı birkaç kez. O zamanlar önce, müşteri gibi onların pavyona giriyordu. Ama, bir süre sonra kapıdaki fedailer neler döndüğünü anlamış, patrona haber vermişlerdi. Mehtap ablası kurtarmıştı onu patronun adamlarının elinden. Evin anahtarını o zaman vermişti. Ama baştan da açık açık kuralları koymayı ihmal etmemişti. Sabah gün ağarırken eve geldiklerinde orada olmayacak, evi derli toplu bırakacaktı. Bir süre sonra, arkadaşının da eve aynı şekilde gelmesine izin verdiler.

Önce meraktan, oyun gibi başlayan bu kılık değiştirme zamanla ikili bir yaşama dönüşmüştü. Gündüz başka, gece başka biriydi… Keşke hep gece olsaydı. Hep kendi olabilseydi. Gündüz yaşamı dayanılmaz olmaya başlamıştı. Gündüz öyleydi de, gece dayanılır mıydı? Verdiklerinden çoğunu almıyor muydu geceler ondan? Önceleri, sanki vücudunun içinde kendini bildi bileli hissettiği tutsaklık yok olmuştu. Kılık değiştirince, sanki bir cendereden kurtulmuş gibi gelmişti ona. Giyinip, başka biriymiş- ya da kendiymiş- gibi dolaşmaya başlamıştı geceler boyu. O gecelerden birinde rastlamıştı Menekşe’ye. Hiç öyle, kimdir, nedir, nerelidir diye sormamışlardı birbirlerine. Bakışmışlar ve birlikte yürümeye başlamışlardı. Birkaç gün sonra, Menekşe onu viyadüğün altına götürmüştü. Önceleri zorlanmıştı. İşin içinde aşağılanma, küfür, dayak ve her türlü şiddet vardı. En kötüsü, pahalı arabalarla gelen beyefendi görünümlü olanlardı. Belki lüks bir restoranda dostları ile yedikleri yemekten dönüyorlardı, belki sevgililerinin yanından. Belki de sonrasında eve, karılarına gidiyorlardı. Onlar da farklı bir ikili hayat yaşıyorlardı ama, onların ödediği bedel sadece parasaldı. Bir de, kendilerine duydukları kızgınlıkdan dolayı vahşi ve acımasız oluyordu böyleleri.

Menekşe ona kendisini koruma konusunda birkaç yöntem göstermişti. Bir de küçük bir bıçağı vardı hep cebinde ya da çantasında taşıdığı. Ama her şey pamuk ipliğine bağlıydı işte. Allah kerimdi yani…

Yavaş yavaş elbisesini giymeye başladı. Hava soğuktu bu gece. Kalın külotlu çorap giydi. Keşke geç kalmasaydı da, Menekşe ile beraber çıkmış olsaydı. Beraber bir taksiye biner giderlerdi. Kamil beyin eve gideceği tutmuştu. Kamil bey deyince, aklına geçenlerde olan olay geldi. Birden ateş bastı bütün vücudunu.

Plakaya dikkat etmemişti ama arabayı da gözü bir yerden ısırmıştı. Araba viyadüğün altından geçerken yavaşlayınca yola doğru bir hamle yapmış, kapının kulpuna doğru elini uzatmıştı ki, Kamil beyi görmüştü.

– Tövbe, tövbe…

Ne işi vardı Kamil beyin o saatte orada? Evine gidiyordu besbelli de, niye yavaşlamıştı? O panikle geri kaçarken, Kamil bey de gaza basıp uzaklaşmıştı. Kalbi uzun süre hızla çarpmaya devam etti. Bir an pişman oldu. Arabaya binip kendini belli etmediğine,

– Ben ne utanacağım, sen utan Kamil bey, demediğine hayıflandı.

Onunki ahlaksızlıksa, Kamil beyinki de ahlaksızlıktı. Ayrıca, verdiği asgari ücretle nasıl geçiyor sanıyordu bu hayat? Ona bir ay için verilen parayı Kamil beyin oğlu lüks yerlerde bir gecede harcıyordu. Ondan emindi. Gece işe çıkmaya para için başlamamıştı ama, giderek o da önemli olmaya başlamıştı. Çocuk doğduğundan beri masraflar artmıştı.

Nihayet hazırdı. Çıkabilirdi. Aynada son bir kez kendine baktı baştan aşağı. Sonra, dudaklarına kırmızı ruj sürdü. Tekrar aynaya baktı. Yeşil peluş paltosunu giydi ve çıktı.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (16)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Kamil beyi eve götürdüğü akşamlar biraz zor oluyordu Metin için. O zaman arabayı Kamil beyin şehir dışındaki villasında bırakıp, kendi imkanları ile eve dönmesi gerekiyordu. Gerçi çoğu zaman, Kamil beyin villasının müştemilatında kalan Arzu hanımın şoförü onu en yakın otobüs ya da metro durağına bırakıyordu ama, yine de zor oluyordu. Bir de sabahı vardı işin. Ertesi sabah, kamu araçları ile erkenden yola çıkıp, zamanında Kamil beylerin kapısının önünde hazır olması gerekiyordu. En iyisi, Kamil bey akşam şehirde bir toplantı ya da davete gittiği zaman onu serbest bırakınca oluyordu. Sonrasında eve gitse de gitmese de ulaşım daha kolay oluyordu.

– Bu gece biraz geç kalacağım. Öyle görünüyor, diye düşündü.

Yok, bu akşam yine gitmeyecekti eve. Her zamanki gibi, Saniye’ye Kamil beyi bir yere götürmesi gerektiğini söylerdi. İşin o kısmı kolaydı. Yine de, geçenlerde sitem etmişti Saniye,

– Zehra biraz büyünce babası kim bilemeyecek, diye.

Sahi, kimdi o?

Kamil beyin evine yaklaşmış sayılırlardı. Kar iyice yavaşlamıştı ama gece hava çok soğuyacaktı. Viyadüğün altından geçerken elleri ile daha sıkı kavradı direksiyonu.

İki saat sonra, Taksim’de otobüsten indi Metin. İnsanın nefesini kesen soğuk, meydandaki rüzgar nedeniyle bıçak gibi acıtıyordu yüzünü. Eldivenlerini de unutmuştu. Hızlı adımlarla, meydanı çaprazlama geçti. Arkadaşının onu bekliyor olmasını diledi. Kendi başına da giderdi ama, iki kişi olunca kendini daha güvende hissediyordu. Gerçi, bir süre sonra her koyun kendi bacağından asılıyordu. O ayrı idi. Ama geceye birlikte başlamak iyi geliyordu. Bir keresinde fena dayak yemişti. Yüzü düzelene kadar Saniye’ye görünmemek için, sabah erken çıkmış, gece geç dönmüştü. Kamil bey ise o aralar yurt dışında tatilde olduğu için sorun olmamıştı.

Paltosunun yakasını kaldırdı. Rüzgar içine işlemişti. Aya Triada kilisesinin yanından Sıraselviler caddesine girdi. Yanından geçen herkes hızlı adımlarla bir yere koşturuyordu. Soğuk havada, sıcak bir yere girince vücudu kaplayan hoş uyuşukluğun hayaliyle, gidecekleri yere bir an evvel ulaşmaya çalışıyordu insanlar. O da adımlarını sıklaştırdı. Nihayet evin bulunduğu sokağın köşesine geldi. Uzaktan, bir zamanlar gül kurusu olduğu anlaşılan, boyası epeyce dökülmüş apartmanı görünce içi biraz olsun ısındı. İçeri girdi, hızlı adımlarla apartmanın en üst katına çıktı. Şimdiye kadar, bu şekilde gelip giderken görülmemeyi başarmıştı. Başkaları bir şey değildi de, şu girişte oturan kızlardan birinin plazanın danışmasında görevli iki kızdan biri olduğunu fark ettiğinden beri heyecanlanıyordu. Aceleden, merdivenleri nefes nefese çıkmıştı. Kapıyı anahtarı ile açtı. Mehtap abla ile Perihan abla oturuyorlardı burada. İçerden yüzüne ılık bir hava çarptı. Bir yerlerde hafiften bir radyo çalıyordu. Koridorun sonundaki odadan ışık yayılıyordu. Oraya doğru yürüdü…

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (15)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Bu akşam artık yemeğe eve gitmeliydi. Kaç akşamdır bir şeyler uydurmuş, gitmemişti. Bu aralar Arzu da arkadaşları ile üst üste dışarı çıktığı için fazla dikkat çekmemişti. Ama bu akşam Orhan bey ile hanımı yemeğe geleceklerdi. Kayınpeder ve kayınvalide gelince evde olmak lazımdı. Her zaman yaptığı gibi, iş yemeği diye bir şey uydursa, Orhan beyin haberi olurdu.

Aslında bir şey yaptığı da yoktu. Önceleri kenar mahallelerde araba ile geziyordu sadece. Sonra Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki yerlere merak sardı. Pavyonlara, barlara. Ama içeri girmiyor, araba ile önlerinden geçiyordu. Tam geçerken yavaşlıyor, etrafa bakıyordu. Bu arada trafik tıkanırsa, müşteri avına çıkmış her cinsden orospu camını tıklatıyor, laf atıyordu. Her seferinde heyecanla kalbi atıyor, arabanın kapılarının kilitli olup olmadığını kontrol ediyordu telaşla.

– Ya bir şey olursa?

– Ya bir gören olursa?

– Ya gazetelere düşersem?

Bu sorular sürekli aklından geçiyordu. O zaman, niye tekrar tekrar gitmeye başlamıştı bu sefil yerlere? Ne idi aradığı? Buralar onun geldiği yerler değildi. Ne böylesi bir sefalet ne bu kadar düşüklük yaşamıştı. Mazbut diye tanımlanan, kıt kanaat geçinen bir aile idi onlarınki. Gençliğinde de gelmemişti böylesi yerlere. Arkadaşlarının bir dönem gittiklerini biliyordu. Yanında yaptıkları üstü kapalı esprilerden anlardı.

Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki her sokağa araba girmiyordu. Uzaktan, sokağın başından, buralardaki mekanların ışıklı tabelalarına bakıyor ama arabadan inip, sokak boyunca yaya olarak yürümeye cesaret edemiyordu. Bir süre de kaçak gecelerini böyle geçirmeye başladı. Araba ile, batakhane diye tanımlanan mekanların bulunduğu sokaklarda turlayarak. Sonra… Yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi…

Bir şey fark etmişti. Bu gizli kapaklı gece serüvenlerine başladığından beri, sürekli olarak bir üst heyecan seviyesine geçme ihtiyacı duymuştu. Her ne yapıyorsa, birkaç kereden sonra, bir bağımlı gibi, daha fazla heyecan arar olmuştu. İşte öyle bir gecede, yine Beyoğlu’nda bir yere gitmeye karar verdi. Kapısında Dolunay Türkü Bar yazıyordu. Kendisini ikna etmesi bir iki gün aldı. Daha önce bu civarlarda bir yere hiç gitmemişti. Türkü bar nasıl bir yerdir, onu da bilmiyordu. Sonunda, bir önceki hafta bir gece ilk olarak arabadan inme cesareti gösterip, önceden gözüne kestirdiği o mekana gitmeye karar verdi. Arabayı sokağın başındaki boş arsada bulunan otoparka bıraktı. Otoparkçı lüks arabasına da, pahalı giyim kuşamına da fazla bir ilgi göstermedi. Herhangi bir müşteriymiş gibi davrandı ona.

Şimdi, pencereden dışarıyı seyrederken, o gece hissettikleri geldi aklına. Otoparktan mekanın kapısına 50-60 metrelik bir mesafe vardı. Hava soğuktu. Paltosunun yakasını kaldırdı. Sokak karanlık, yerler ıslaktı. Her adımda, kulağına gelen bol elektro soslu alaturka müziğin sesi yükseliyordu. Kapının önünde bir iki kişi vardı.

Bara girmek için bodruma inmek gerekiyordu. İlk anda yüzüne çarpan havasızlık kokusu, sigara dumanı ve karanlık onu bir an sersemletmişti. Bir de kulak zarlarını zorlayan, kalbinin güm güm atmasına sebep olan yüksek sesli müzik. Bir an durmak ihtiyacı hissetti. Sahneden yayılan mor ışık gözlerinin ortama alışmasına yardımcı oldu.

Kenarda bir masa istemişti. Öyle de oldu. Garson onu kenarda bir masaya oturttu. Beyaz peynir, rakı ve su istedi. Bir şey yemek içinden gelmiyordu zaten. Hiç bir şey ısmarlamasa da olmayacaktı. Önce diken üstünde, sonra biraz daha rahat oturdu. En çekindiği şey, onu tanıyan birisinin orada olmasıydı. Fabrikadaki işçilerden, ustabaşılardan, evdeki o gece izinli olan görevlilerden biri mesela. Onun için, etrafına bakmamaya, dikkat çekmemeye çalıştı.

Ne diye gelmişti ki buraya? Müzik, hiç hoşlandığı bir tarz değildi. Baba ocağında iken radyodan yayılan türkü ya da Türk Sanat Müziği ile uzaktan yakından alakası olmayan bir müzik. Yabancı desen yabancı değil, yerel desen yerel değil. Tuhaf bir karışım. Beyaz peynir kireç gibi. Rakı desen, eh… O kadar buza rağmen bir türlü soğumuyor. Zaten rakı içmeyeli yıllar olmuştu. Artık şarap içiyordu. Yıllar içinde şarap ile ilgili iyi bir bilgi birikimi olmuş, zevki gelişmişti.

– O zaman ne halt ediyorsun burada, Kamil? diye aklından geçirdi.

– İçinde yaşadığın yapay ortamdan bunaldın, kendine yabancılaşmaktan bezdin, aslına dönmeye çalışıyorsun desem, o da doğru değil. Sen böyle bir ortamdan gelmiyorsun. Orta yaş bunalımını ben de bu şekilde mi yaşıyorum acaba? Millet sırf heyecan olsun, kendini genç hissetsin diye kızları yaşında kadınlarla beraber oluyor. Bu da onun gibi bir şey mi? Ait olmadığım, alt kültür ortamlarına girerek, gençken göze alamadığım şeyleri yapmaya heveslenerek, dirilmeye mi çalışıyorum?

Kamil bey bir iki saat kalmıştı orada. Kafasını fazla sağa sola çevirip dikkat çekmek istemediği için, göz ucuyla yapabildiği kadar incelemişti etraftaki masaları. Sahnedekiler fazla ilgisini çekmiyordu. Bir süre sonra yüksek perdeden çalan müzik başını ağrıtmaya başladı. Aynı anda kendini çok yorgun hissetti. Hesabı ödedi ve kalktı. Dışarı çıkınca yine paltosunun yakasını kaldırdı. Saat gece yarısını epeyce geçmiş, hava soğumuştu. Köşedeki otoparka doğru yürüdü. Eve dönerken, Hasdal viyadüğünün orada yine trans kadınları gördü. İstemsiz bir şekilde yavaşlamıştı. İçlerinden yeşil peluş paltolu olanı arabaya doğru bir hamle yapmış, sonra aniden geri kaçmıştı. O sırada kendi kalbi de hızla çarpmaya başladı.

– Yok artık! dedi kendi kendine.

Durmak gibi bir niyeti yoktu aslında. Niye yavaşlamıştı, bilmiyordu. Üzerinden bu kadar gün geçmesine rağmen çözememişti niye yavaşladığını.

Aniden önünde durduğu pencereden uzaklaştı. Telefonun ahizesini kaldırdı ve Elif’e, şoförü Metin’in 10 dakika içinde garajda hazır olmasını söyledi. Eşyalarını toparladı ve çıktı. Yolda, arabanın sağ arka köşesinde gittikçe artan alaca karanlığa gömüldü. Kapalı havada akşam karanlığı iyice erken basıyordu. Bir iki kere, dikiz aynasında bakışları Metin ile kesişti. Bu çocuğa da sanki son günlerde bir şeyler oluyordu. Yüzü hep solgun, vücudu hep yorgun görünmeye başlamıştı son zamanlarda. Hasdal viyadüğünün altına geldiklerinde bakışlarını dışarıya çevirdi. Karanlıkta ve arka koltukta kendini güvende hissetti. Henüz kimse yoktu ortalarda.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (14)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Kamil Geçer camın önünde ayakta durmuş, ofisinin penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Gözleri ile kar tanelerini aşağı kadar izliyordu. Plazanın bu katından aşağıdaki insanlar nasıl da küçük görünüyordu. Sağa sola koşturan bir sürü insan. Her biri ayrı bir dünya, ayrı bir gerçeklik. İnsan, hem sınıfsal hem de plazada fiziksel olarak, yükseldikçe kendi varlığını nasıl da tek gerçeklik olarak algılıyordu. Yine sıkıntılı idi. Yine içi daralıyordu.

Sabah toplantıyı kısa kesmişti. Artık çoğu iş otomatiğe bağlanmıştı. Epeydir yeni yatırım da yapmıyordu. İş konusunda eski heyecanı yoktu nedense. Bir an evvel oğlu büyüse, işleri devralsa diye istiyordu ama, o zamana daha çok vardı. Üstelik oğlunun aile işine pek hevesi varmış gibi görünmüyordu. Geçen iki yaz Kamil bey onu düzenli olarak işe getirmiş, arada fabrikaya da götürmüştü. Zorla geldiği, bir şey öğrenmeye hiçbir hevesi olmadığı o kadar belliydi ki, Kamil bey sinirlenmemek için kendini zor tutmuştu. Aklı fikri, bir yolunu bulup, erken kaçmak ve lüks bir kafe veya restoranda buluşan arkadaşlarına katılmakta idi.

– Kaan, oğlum, bak ilerde bu işleri sen yöneteceksin. Yeni atılımlar yapacaksın. Benim yaptıklarımı ileri taşıyacaksın. Şimdiden ısınmaya çalış.

Ne dese fayda etmemişti. Zaten, her yaz Amerika’da bir yaz okuluna gittiği için, zaman çok kısıtlıydı. Onun dışında, Bodrum’da tatil sanki doğal hakkıydı. Bir de Arzu oğlanın yanında,

– Çocuğu rahat bırak Kamil, diyordu sürekli.

Sırtını annesine dayayan Kaan, babasını hiç takmıyordu. Kamil bey düşündü de, bu durum bile umurunda değildi artık. Oysa oğlu doğduğunda neler hayal etmişti. Kaan’ı çekirdekten yetiştirecek, onun saygın bir iş adamı olmasını gururla izleyecekti. Acaba çok mu erkendi bunları düşünmek için? Bakarsın çocuk umulmadık bir zamanda değişir, onun istediği gibi olurdu. Sonra, bir yanı artık bunun da umurunda olmadığını hatırlattı ona. Evet, artık boş vermişti. Kaan’ın da, kızı Melis’in de dededen, babadan ve anneden gelecek hatırı sayılır bir servetleri olacaktı. Ne yaparlarsa yapsınlardı…

Evlendikten sonra, kendi annesi ve babası ile giderek daha az görüşmeye başlamıştı. Öyle bilerek, isteyerek değil. Hep çok işi olmuştu. Yıllarca böyle demişti kendine. Şimdi düşünüyordu da, belki de bilerek kaçmıştı onlardan. Belki değil… Bilerek kaçmıştı…. Düzenli telefon eder, bir ihtiyaçları varsa alır, yollar ya da yaptırırdı. Ama görmeye çok az gitmişti. Hele Arzu ile topu topu iki kere, o da başlarda gitmişlerdi. Onlar da oğullarının evine bir kere kalmaya gelmişlerdi. O zaman da, bir haftanın sonunda babası,

– Oğlum, biz sizi daha fazla rahatsız etmeyelim, demiş, Kamil de kalmaları için hiç ısrar etmemişti.

Zaten, topu topu iki akşam beraber olmuşlardı. Arzu ile Kamil normal yaşantılarını sürdürmüş, akşamları davetlere katılmışlardı. Bir akşam yemeğe misafirleri gelecekti. Kamil bey babasına,

– Baba, bizim bu akşam yemeğe misafirlerimiz var. Size üst katta bir sofra hazırlatacak Arzu. Annemle rahat rahat yersiniz, demişti.

– Tabii oğlum. Siz programınızı bizim için bozmayın, demişti babası.

Babasının sesinde bir kırgınlık yoktu. Belki kırılmıştı ama belli etmemişti diye düşündü. Belki de, babası sonradan yemekte diğer konuklarla birlikte Kamil’in kayınpederi ve kayınvalidesinin de bulunduğunu hizmetlilerden öğrenmiş ve o zaman üzülmüştü. Her ne ise. Bu konuda ikisi de tek bir sitem etmemişlerdi.

– Ezilmelerini istemedim. Düğündeki o eğreti, sığıntı halleri hala gözümün önünde. Aynı gerginliği ve çekingenliği daha küçük bir ortamda daha da fazla hissedeceklerdi. Onun için Arzu’ya itiraz etmedim onlara ayrı sofra hazırlatacağını söyleyince.

Bunca yıl sonra, nereden aklına geliyordu böyle şeyler? Yoksa, kırılan kendi olmuştu da kendi kendine itiraf mı edemiyordu?

Ertesi gün annesini ve babasını fabrikasına götürmüş, bir güzel gezdirmişti. Öğlen, özel konukları için yaptırdığı yemek salonunda birlikte yemek yemişlerdi. İkisi de çok mutlu olmuştu. Babası sık sık onunla ne kadar gurur duyduğunu söyleyip durmuştu. Annesi ve babası birkaç gün sonra yaşadıkları taşra şehrine geri dönmüşler, çok geçmeden de, altı ay ara ile bu dünyadan göçmüşlerdi. Önce babası, ardından annesi…

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (13)

Fotoğraf Ümit Özgül

Şu Beyoğlu’nun arka sokaklarını bir türlü tam olarak öğrenemedim. Gittiğimiz yeri bir daha tek başıma bulamam. Bir de Funda arka sokaklardan, kestirme yollardan gittiği için kafam iyice karıştı. Sanki İstiklal Caddesi’nin birkaç paralelinde bir sokaktaydı gittiğimiz mekan. Neredeyse yıkılmak üzere gibi görünen eski, tarihi bir binanın bodrumuna indik. Yukarı katlar ya boştu ya da gündüz kullanılan iş yerleriydi.

İçeri girince, gözlerimin karanlığa alışması zaman aldı. Yoğun bir sigara dumanı (hani kapalı yerlerde sigara yasağı vardı?) ciğerlerimi yaktı. Görünmez bir yerlerden yansıtılan mor ışığın altında, sahnede biri bağlama diğeri org çalan iki kişi gördüm. Baskın elektronik tınıların arasında kulağıma bazı tanıdık melodiler çalınmadı değil. Ama, müzik genel olarak çok elektro ağırlıklı ve fazla yüksek sesli idi. Bir masada oturup da, sohbet etmek imkansız görünüyordu.

Funda barı alışkın gözlerle taradı ve buluşacağımız iki tipi arka masalardan birinde gördü. Masaların arasından oraya doğru yöneldik. Çoğu erkek, çeşit çeşit insanın arasından zorlukla ilerledik. Henüz erken olmasına karşın kafayı bulmuş olanlar. Ayık olup, yanındaki kıza çıkartma yapmanın çeşitli aşamalarında olanlar. Gözü uzaklara dalmış, arada çalan türküyü mırıldanırken demlenen orta yaşın üstünde adamlar. Benim gözüm, kilim desenli masa örtülerine takıldı.

Sözde tanıştık ama gürültüden ikisinin de adını anlayamadım. Zaten yeni tanıştığım insanların bir kerede isimlerini öğrenememe gibi bir beceriksizliğim var. Neden öyle oluyor, bilmiyorum. Neyse, çok da lazım değil diye düşündüm açıkçası. Ben oraya evde titreyerek oturmamak için gitmiştim. Adamlardan birinin Funda ile hemen sarmaş dolaş olmasından diğer tipin de benimle içli dışlı olmaya çalışacağını çıkardım. Nitekim, hiç vakit kaybetmeden sırıtmaya, bir şeyler söylemeye başladı. O arada, kolu bir hamlede sandalyemin arkasına uzandı. O kadar çok gürültü vardı ki, ne dediği anlaşılmıyordu. Ağzı, suyun içindeki bir balık gibi sessizce açılıp kapanıyordu.

Garson geldi. Menüden işaret ederek ve el kol hareketleri ile bir şeyler sipariş verdik. Biraz meze, birer duble rakı. Hep sahne tarafına bakıyor, yanımdaki uyuz bir şey söylemeye çalışırsa, elimle kulağımı işaret ederek,

– Duyamıyorum, diyordum.

Fundalardan tarafa da bakmıyordum. Öpüşüyorlar, koklaşıyorlar ve nasıl oluyorsa, konuşuyorlardı. Böylesi ortamlara, müziğin bu kadar yüksek perdeden çalınmasına alışkınlardı belli ki. Yanımdaki bir süre sonra benden ümidi kesti. Bir ara arkadaşına, beni işaret edip, “Bu ne ya?” gibisinden bir el hareketi yaptığını gördüm. Arkadaşı omuz silkti ve hınzırca sırıttı. Görmemezlikten geldim. Sessiz sessiz mezelerden atıştırmaya, arada rakımı yudumlamaya başladım.

Bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı. Arada müzisyenler de değişmişti. Şimdi bir başka ikili sahnede idi. Geldiğimiz zaman tek kişinin oturduğu birkaç masaya başka insanlar gelmiş, masalar giderek kalabalıklaşmıştı. Sadece kenarda bir masada tek başına oturan bir adam vardı. Loş ışıkların altında bile çok iyi giyimli, hoş bir adam olduğu belliydi. Hiç buraların adamı gibi görünmüyordu. Önünde bir beyaz peynir tabağı, rakı dolu bir bardak ve su. Hepsi o kadardı. Sanki masa donatılmış olsaydı da fark etmezdi gibime gelmişti. Önündekilere o denli ilgisizdi. Çok seyrek olarak, ağzına bir parça peynir, bir yudum sek rakı ve su alıyordu. Bakışları sahneye sabitlenmişti ama görmüyor gibiydi.

******

– Buyrun beyefendi, hangi şirkete gelmiştiniz? Kiminle görüşecektiniz?

– ……………….

Bu karda, soğukta ne çok insan geldi plazaya bugün? Tam evde bir battaniyenin altına girip uyuklama havası. Olmuyor işte. Herkes ekmek derdinde, kariyer derdinde. Ya da, biz ekmek derdindeyiz. Kariyer derdinde olanlar daha şanslı olanlar. Belki de değil… Hepimiz ekmek derdindeyiz aslında…

Neyse, evin kombisi tam zamanında yapıldı. Türkü bara gittiğimiz geceden iki gün sonra geldi tamirci. Bu ay için beklenmedik bir masraf oldu ama, buna da şükür. Ev sahibi Funda’ya,

– Kesinlikle ödemem. Beğenmiyorsanız çıkarsınız, demiş.

Bu kış kıyamette nereye gideceğiz. Uygun ev bulmak kolay mı öyle? Funda patronundan borç aldı. ben de ay başında ona yarısını ödeyeceğim.

O geceyi, Funda’nın bana yapmaya çalıştığı oğlanı başıma musallat etmeden, kazasız belasız atlattım. Mesajı iyi verdim sanıyorum. O da üstelemedi. Funda’nınki bizimle, bizim eve geldi. O ise, Taksim’den ayrıldı.

Şu bana doğru gelen Kamil Geçer’in şoförü mü? Evet, o. Metin’di galiba adı. Güvenlik kartını evde unutmuş. Misafir kartı verdim bir tane. Artık bugün onunla idare eder. Konuşurken yüzüme bakmıyor her nedense. Hiç sevmem böyle tipleri. Güvenilmez olurlar.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (12)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Dışarıda kar serpiştiriyor. Resepsiyonun tam karşısındaki cam giriş kapısından dışarıyı görebiliyorum. Plazanın neredeyse her yeri cam zaten. Yere düşen karlar hemen eriyor. Yerler ıslak. Bu gece don olursa, yarın bak burası nasıl oluyor. Cam gibi olur vallahi. Sanki bilmezmiş gibi bir de en kaygan malzemeden yaparlar bu girişleri.

Havalar çok soğudu artık. Bu sabah Taksim’deki metro durağına giderken epeyce zorlandım. Rüzgar insanın içine işliyordu. Giydiğim anorak da pek kalın değil. Öyleymiş gibi yapmaya çalışmışlar ama, içi o sekreter kızların giydikleri gibi kuş tüyü değil. Ben de onun için içime kalın bir şeyler giymeye çalışıyorum. Kat kat. Buraya gelince çıkarıyorum. Bir tek siyah bir hırka giymemize izin var. Ellerim de dondu. Bir çift yün eldiven alayım.

Bu İstanbullular da pek hanım evladı. Beş gün üst üste kar yağarsa,

– Ay! Bu sene çok kış oldu, diye başlıyorlar şikayete.

Bizim o taraflarda ne kışlar oluyor. Haberiniz var mı? Bunlar zaten İstanbul’da kar olmadı mı,

– Bu sene kış yumuşak geçti, diyorlar.

Hoş, oldu mu, İstanbul’un soğuğu da ayrı bir tuhaf. İnsanın içine işliyor. Hele rüzgarlı yerlerde. Bizim oralarda hava kuru olur. Köyde, ilkokulda iken, bir hırka ile okula giderdik. Pırıl pırıl güneşin altında uçsuz bucaksız bir kar örtüsü. Parlaklıktan gözlerimiz kamaşırdı. Burada alışamadığım bir şey de kışın gökyüzünün günlerce gri olması, havanın kesintisiz olarak uzunca bir süre kapalı kalabilmesi. Bizim oralar öyle mi? Ne güzeldir kış güneşi… Yağmur yağar, kar yağar ama, sonra bir bakarsın, birden güneş açar. İçin ısınmasa bile, ruhun aydınlanır.

Geçen hafta, Funda ile ilk olarak birlikte gece dışarı çıktık. Bir de onun iki erkek arkadaşı. Biri onun o arkadaş ile sevgili arası, ne olduğu belli olmayan zamazingolarından. Öbürü işten arkadaşı. Daha önce de beni birkaç kere çağırmıştı ama gitmemiştim. Bu sefer evde kombi bozuktu. Tamirci daha iki gün bize sıra gelmeyeceğini söyledi. Kat kat battaniyelerin altında titreyerek otururken Funda,

– Kalk gel kızım benimle. Ne yapacaksın burada böyle? Yürü gidelim beraber işte. Gece geç vakit gelir, doğru yatağa gireriz, dedi.

Mantıklı geldi. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki türkü bar dedikleri yerlerden birinde buluşacaklarmış. Ben de giyindim. Funda ile buz gibi evden çıktık. Apartman girişinde yine Aysel ile Menekşe’ye rastladık. Yanımda Funda olduğu için rahattım. Korkmadım. Zaten eskiye göre bayağı daha rahatım onlarla karşılaştığım zaman. Fazla göz teması olmamasına çalışıyorum. Çok mecbur kalırsam, Aysel’e bakmayı tercih ediyorum selam vermek için. O daha sakin bir tipe benziyor. Yalnız, ilk kez göz göze geldiğimizde bir irkilir gibi oldu. Başı ile hafifçe selam verdi ve bakışlarını başka tarafa çevirdi.

Yine bazı geceler bunların yukarıdan gelen gürültüleri dayanılmaz oluyor. Aynı gece, farklı adamlarla, birkaç kere gelip gidiyorlar. Sabaha karşı sesler kesiliyor. Pavyonda çalışan iki kadın işten dönüyor. Apartman kapısının önünde duran taksiden inerken konuşmalarından anlıyorum. Hep aynı taksi getiriyor onları. Sonra, kalkmak için kurduğum saat çalana kadar, sessizlikte biraz uyuyabiliyorum. O da çok fazla değil. Daha ortalık aydınlanmadan, kör karanlıkta, bu sefer de mahalledeki iş yerlerine mal getiren kamyonların, yakındaki Fransız okulunun servis arabalarının sesleri başlıyor. Bu çocuklar ne kadar erken geliyorlar böyle? Bazıları karşı taraftan, 45-50 kilometre uzaktan geliyorlarmış. Servisler köprü trafiğine takılmamak için kör karanlıkta yola çıkıp, bu kadar erken okulda oluyorlarmış.

Apartmanın kapısından dördümüz birlikte çıktık. Aysel yeşil, Menekşe mor peluş paltosuna sıkı sıkı sarıldı. Sonra, Sıraselviler Caddesi’ne doğru acele adımlarla uzaklaştılar. Bana ise, ilk anda dışarısı evin içinden daha sıcak gibi geldi…

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (11)

Fotoğraf: Ümit Ögül

İlkokuldayken, sınıfta boyu en önce ve en çabuk uzayan Saniye olmuştu. Birden bütün çocukların tepesinden bakmaya başlayınca kendini bir tuhaf hissetmişti. Sonra bir de alay etmeye başladıklarında çok üzülmüştü. Hele oğlanlar. Acımasızca dalga geçip, saçını çeker, evden okula ya da okuldan eve giderken, bir yolunu bulup, önüne çıkar, rahat bırakmazlardı. Saniye çaresizce, boyunun kendisine verilmiş bir ceza ya da bir lanet olduğunu düşünürdü. Boyunu biraz kısaltmak umuduyla kambur durmaya başlamıştı ama nafile. Alay etmeler, saçını çekmeler devam etmişti. Ta ki, sınıftakilerin boyu biraz uzayana kadar. O zaman, kızlı erkekli biraz daha az uğraşmaya başladılar Saniye ile. Gel gör ki, o akranları arasında hep en uzun olarak kaldı.

Yaşıtı kızlar birer birer evlenmeye başladılar. Saniye’nin talibi çıkmadı.

– Hiçbir erkek kendisine yukarıdan bakan karısı olsun istemiyor, diye düşündü.

Tam kendini evlenememiş kız olma fikrine alıştırıyorken, Metin’in ailesi oğulları için talip oldular Saniye’ye. Çok şaşırdı. Metin, sınıftaki diğer erkekler gibi olmamıştı hiçbir zaman. Onunla alay edip, rahatsız etmemişti. Zaten o, erkek çocuklardan da hep biraz ayrı durmuştu. Genellikle yalnız ya da ağabeyi ile gezerdi. Okul bittikten sonra, daha küçük yaştan itibaren kullanmaya başladığı aile minibüsünde çalışmaya başlamıştı. Saniye arada bir, aile büyükleri ile bir iş için kasabaya inmek gerektiğinde, binmişti Metin’in kullandığı minibüse. Hiç konuşmamış, birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmışlardı.

Aslında Metin’le evlenmek için çok istekli olmamıştı ama ailesi bu kısmeti kaçırmamaya kararlıydı. Bir de, sonunda İstanbul’a taşınmak vardı. O kısmı cazip gelmişti. Düğünden birkaç gün sonra yola çıkmışlardı. Rıfat abi onları minibüsü ile getirmişti. İlk iki gün kayınpederinin bir akrabasının yanında kalmış, sonra aynı mahallede buldukları bu eve taşınmışlardı. Ev sahibi de aynı bahçe içinde bir evde oturuyordu.

Alışması birkaç hafta almıştı Saniye’nin. Büyükdere’nin sırtlarındaki bu yer hem köyleri gibiydi hem değildi. Çalışmaya gitmeyen kadınların hayatları, aynen köydeki gibi sürüyordu burada. Ev işleri, çocuklar falan. Ha, tabii tarlaya, bostana gidilmiyordu. Şehir hayatının getirdiği konfor da yok değildi. Eğer eşin iyi bir işte çalışıyorsa, taksitle alınan elektrikli eşyalar, mobilyalar… Bunlar iyiydi. Onun dışında, köydekine benzer fiziksel ve yaşamsal sınırlar içinde günlerini geçiriyorlardı. Farklı olanlar, mahallenin çalışan kızları ve kadınları idi. Kendilerine güvenli, dik yürüyüşleri ile değişiktiler. Akşam oldu mu döndükleri evlerde aynı sorunlara, baskılara, hatta şiddete maruz kalsalar da, onlar farklı geliyordu Saniye’ye. Gençlerin giyimleri de daha farklı idi. Sanki İstanbul havasını getiriyorlardı mahalleye.

İki bavul ve Saniye’nin tahta sandığı ile gelmişlerdi İstanbul’a. Galiba biraz da para vardı Rıfat abide. Alelacele somya, yatak, bir masa, üç sandalye, set üstü ocak ve küçük bir buzdolabı almışlardı. Sonra, Metin maaşını aldıkça, her ay eve bir şeyler aldılar. Abisi birkaç gün sonra dönmüştü köye. İki kişi olunca ve evde de fazla eşya olmayınca, işler çok çabuk bitiyordu. Saniye sıkılmaya başladı. Neyse ki, sokaktaki komşular önce hoş geldin demeye, sonra gelip gitmeye başlamışlardı. Saniye de onlara gitmeye başladı. Bazıları evlere temizliğe gidiyorlardı. Onlar iş dönüşü uğrarlardı.

Metin ile aralarında tuhaf bir mesafe vardı. Sanki onu hem tanıyor hem tanımıyor gibiydi. Allah için, yumuşak huylu bir adamdı. Öyle yerli yersiz dövmesi, sövmesi yoktu. Ama sanki aralarında görünmez bir duvar vardı. Pek konuşmuyorlardı. Geceleri yatakta da öyle talepkar değildi. Çoğunlukla ellemiyordu Saniye’ye. Birkaç ay geçip, köyden gelen telefonlarda çocuk durumu sorulmaya başlanınca bir hareketlenme olmuştu. O zaman da, değişmez kural, ışıkların illaki kapalı olması oluyordu.

Bir süre sonra, Saniye de haftada birkaç gün temizliğe gitmeye başladı. Karşı evde oturan Fatma ablanın gittiği evlerden birinin komşusu tanıdığı birisi olup olmadığını sorunca, o da iş dönüşü Saniye’ye uğrayıp,

– Kız bak iyi olur. Hem üç beş kuruş kazanırsın hem de sıkılmazsın. Gideceğin günleri de benim o tarafa gittiğim günlere denk getiririz. Beraber gider geliriz, dedi.

Metin itiraz etmeyince, Saniye işe başladı. Haftada üç gün Zekeriyaköy’de bir villaya temizliğe gidiyordu. Fatma abla ile birlikte gidiyor, birlikte dönüyorlardı. Gittikleri evler yanyana idi. Geniş, bakımlı bahçeleri vardı. İlk gittiğinde Saniye, evin büyüklüğünden ve ortamın lükslüğünden ürkmüştü. Acemiliğini belli etmemeye çalışmak onu daha da çekingen yaptı. Ama evin sahibi genç hanım güler yüzlüydü. Ona iyi davranıyordu. Yapmasını istediği şeyleri bir liste yapıp, buzdolabının kapağına mıknatısla tutturuyordu. Bilmediği şeyleri kibarca öğretiyordu. Öyle sadece işiyle ilgili şeyleri değil. Mutfakta tek başına öğle yemeği yiyecekse bile, çatalı nereye, kaşığı ve bıçağı nereye koyacağını gözüne sokmadan gösteriyordu.

Kolay alıştı Saniye. İşe gitmek hoşuna gitmeye başladı. Evde kaldığı günler sıkılıyor, işi özlüyordu. Zaten Metin akşam yemeğe seyrek gelmeye başlamıştı. Kamil beyi, bazen yanlız bazen de eşiyle birlikte, davetlere götürmesi gerekiyormuş. Böyle söylüyordu. Saniye hiç şikayet etmiyordu bu durumdan. Ufak bir televizyonları vardı artık. Yemekten sonra dizileri izliyor, sonra yatıyordu. Metin’in geldiğini kimi zaman duyuyordu. Çoğunlukla farkına varmıyordu.

İşe başladıktan yedi-sekiz ay sonra Saniye’de önce bir halsizlik, sonra mide bulantısı başladı. Hamile kalmıştı. İstemeye istemeye işe gitmeyi bıraktı. Başlarda epeyce sıkıldı ama, Zehra doğduktan sonra o da geçti. Kızı bütün gününü dolduruyordu. Gazı çok olan bir bebekti. Bütün gün gözünü kırpmıyordu. En fazla on beş-yirmi dakika dalıyordu. Yapması gereken işlerin arasında sık sık onu kucağına alması, gazını çıkarması gerekiyordu. Bütün gün uğraştıktan sonra, geceleri ikisi de neredeyse baygın yatıyorlardı.

Tam biraz rahatladım diye sevinirken, bu sefer de Zehra diş çıkarmaya başlamıştı. Çocuk sürekli mızıldanıyor, ne bulursa ağzına sokup, damaklarını kaşımak istiyordu. Akşamları zor uyumaya başlamıştı. Metin’in akşam eve gelmemesi daha iyi idi. Evde olsa, açık televizyon yüzünden, Saniye daha da zor uyuturdu Zehra’yı. Yeter ki, geç vakit geldiğinde gürültü yapıp, kızı uyandırmasın.

Saniye daldığı uykusundan bahçe kapısının gıcırtısı ile uyandı. Metin’in tarafına sırtını dönmüş, yatıyordu. Yanında Zehra’nın küçük yatağı vardı. Nefesini tuttu. Neyse, çocuk uyanmadı. O da yatağın içinde kıpırdamamaya özen gösterdi. Az sonra kapı açılır, Metin girerdi eve. En iyisi uyuyormuş gibi yapmaktı. Dışardan köpek havlamaları gelmeye başladı. Zehra uyanacak diye yine huzursuz oldu, gerildi. Belli belirsiz ayak sesleri geldi bahçeden. Anahtar kilitte döndü. Kapı yavaşça açıldı ve kapandı. Oda karanlıktı ama, Saniye yine de gözlerini kapattı.

Metin, yatak odasına girmeden üstünü çıkardı. Hem oturma odaları hem mutfak olan daha büyük odadaki sedirin üstüne eşyalarını el yordamıyla koydu. Karanlıkta soyunmaya alışmıştı. Çok yorgundu. Bedeni sızlıyordu. Banyoya gitti. Fazla gürültü çıkarmadan hızlıca yıkanması gerekiyordu. Aynaya baktı. Gözlerinin altı mordu. Dudağının kenarındaki kırmızı ruj izini gördü.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.

Alaca Karanlıkta (10)

Fotoğraf: Ümit Özgül

Metin, bahçe kapısını fazla gıcırdatmamaya çalışarak içeri girdi. Gündüz rahatsız etmeyen o ses, gece olunca sanki yüz kat artıyor gibi oluyordu. İçinden kendine söylendi. Her seferinde, kapıyı ertesi gün yağlamayı aklından geçiriyor, sonra yine unutuyordu. Gecenin sessizliğinde yankılanan gıcırtının dinmesini beklerken, önce kapıyı eliyle sabit tuttu. Sonra yavaşça kapattı. Bir süre olduğu yerde durdu. Tek katlı, iki göz evlerinde bir ışık yanacak mı diye beklerken nefesini tuttu. Neyse, ışık falan yanmadı. Açıklamaları ertesi sabah yapmak daima daha çok işine geliyordu.

Karanlık bahçede eve doğru ilerledi. Her adımını dikkatli atıyordu. Etrafta bırakılmış bir kovaya, yağ tenekesine veya leğene takılmamak, yere düşmüş dallara basmamak için. Sessizlikte üzerine basılmış kuru dal parçalarının çatırtısı gürültü açısından çok tehlikeli olabiliyordu. Geçenlerde bir de çocuğun yerde kalmış lastik ördeğine basmış, çıkan sesi beklemediği için hem kendi korkmuş hem de Saniye duyup, uyanacak diye endişelenmişti.

Böyle gece geç vakit eve dönerken arada karısına yakalandığı da oluyordu. Başlarda biraz panik olsa da, artık alışmıştı bir şey uydurmaya. Yine de, çok hoşuna gitmiyordu eve döner dönmez Saniye’ye açıklama yapmak. Karısının uyanması bir yana, kızı Zehra da uyanmasa iyi olurdu. Yorgunluktan ölüyordu. Bu gece zor bir gece olmuştu. Zaten şu aralar diş çıkaran kızı uyanırsa, artık sabaha kadar uyuyamazlardı.

Dikkatlice yürümeye devam etti Metin. Uzaklarda köpekler havlamaya başlamış, onlara başka mahallelerden yanıt veren başka köpekler katılmıştı. Bir an evvel susmaları için sessizce dua etti. Bazı geceler bu it sürüleri bir iki havlamadan sonra susar, bazen de sanki onların bahçeden görünen Boğaz’ın karşı kıyılarından bile köpekler katılırdı bu havlamalara.

– Fazla uzatmadan sussalar bari, diye geçirdi içinden.

İki sene önce, evlendikleri zaman oturmaya başlamıştı Saniye ve Metin bu evde. Köyde evlenip, İstanbul’a gelmişler, sonra, ağabeyinin yardımıyla, bulmuşlardı bu evi. Onları yerleştirdikten sonra ağabeyi memlekete dönmüştü. Gitmeden Metin’i işe de yerleştirmişti. Daha önce, bir başka akrabaları Kamil beyin şoförlüğünü yapıyormuş. Denk gelmiş, akrabaları Avusturalya’ya göçmen olarak gitmeye karar verince, yerini Metin almıştı.

Araba kullanmayı da, kendisinden beş yaş büyük, Rıfat ağabeyinden öğrenmişti Metin. Köy ile kasaba arasında taşıma yaptıkları bir minibüsleri vardı. Daha ehliyet almadan, Metin de ailenin bu minibüs işinde dönüşümlü çalışmaya başlamıştı. Bu sayede, askerliği de iyi geçmişti. Ehliyeti olduğu için, acemilikten sonra, tugay komutanının makam şoförü olmuştu.

Askerlik dönüşü, kente göç nedeniyle köyün neredeyse yarısının boşaldığını görmüştü. Kendi gibi askere giden gençlerin çoğu döndüklerinde, artık köyde kendileri için bir gelecek olmadığına karar vermiş, büyük şehirlere gitmişlerdi. O da hep İstanbul’a gitmeyi hayal etmişti yıllarca. Ayrıca, köyde nüfus azaldığı için minibüs işinde onun yardımına da gerek kalmamıştı. Günde iki sefer yapmak yetiyordu. Daha fazlası, binenlerin azlığından dolayı, kurtarmaz olmuştu. Ailesi bir şartla razı oldu İstanbul’a gitmesine. Köyden uygun bir kızla evlenip, öyle gidecekti.

İşte öyle evlenmişti Saniye ile. Çok da istemeden, mecbur kaldığı için. İtiraz edecek olmuştu ama çok sert olan babası diretmişti. Birkaç ay içinde, ilkokulda aynı sınıfta okuduğu Saniye ile evlenmişti. Ha o, ha başkası. Metin için pek fark etmeyecekti. Bunu biliyordu.

(Devam edecek)

Ülgen Özgül

© Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden ve izin alınmadan metnin tamamı veya bir bölümü yazılı, görsel ve diğer medya ortamlarında kullanılamaz.