Orestia’dan Edirne’ye… (2)

Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık. Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.

Edirne II. Bayezid Külliyesi
Kaynak: Trakya Üniversitesi Sağlık Müzesi Arşivi

II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II. Bayezid’in emri ile, 1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi), tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.

Sultan II. Bayezid

II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken eserler arasında bence.

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer, müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.

II. Bayezid Külliyesi şifahane bölümü

Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün.  Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.

Sırtta Sil’a (Yağ Uru, Lipom) ameliyatı
Doğumlar, usta-çırak eğitimiyle yetişen ebeler tarafından yaptırılırmış. Ebeler aynı zamanda kadın hekimler olarak, genital bölgedeki basurların, siğillerin, kızıl sivilcelerin, çıbanların, apselerin çıkarılması, kapalı vajina ameliyatları ve anne karnında ölen ceninin çıkarılmasından da sorumluymuşlar. Taş çıkarma ameliyatı (litotomi) yapacak kadın hekim bulunamaması halinde kadın hastalara erkek hekimler müdahale ederlermiş.

Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da, sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici uygulamalar.

Edirne II. Bayezid Külliyesi’nde akıl hastalarına uygulanan müzik, su ve el işleri ile tedavi şekilleri XV. yüzyılda Avrupa’da görülmeyen yöntemler.

Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil, tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki, belli makamlar  belli hastalıklar için kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.

Şifahanenin ana kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin ve şadırvanın arkasındaki sahnede müzisyenlerin haftanın belli günlerinde çaldıkları müziğin hastalar üzerinde çok olumlu etkisi olduğu düşünülürmüş.

Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr. Ratip Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun ağılı olarak kullanılmış.

Başta gül olmak üzere, bahçede yetiştirilen çiçeklerden elde edilen yağlar, koku ile tedavilerde kullanılırmış.
Evliya Çelebi’nin anlatımına göre, şifahanenin bahçesinde çok sayıda egzotik hayvan da besleniyormuş.

1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak, külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II. Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir diye düşündüm.

Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda, aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.

Türkler Avrupalılardan çok önce Çiçek Hastalığı aşısını biliyorlarmış. Kafkasya’da kız çocuklarına güzellikleri bozulmasın diye yapılan bu aşılama yöntemini Selçuklular Ön Asya’ya getirmişler. Osmanlılar da başarı ile uygulamışlar. İlk önceleri, incir yaprağı kullanılarak yapılan aşı için Osmanlılar özel kalemler üretmişler. Fildişi kalemin ucu ile çizilen deriye kalemin içindeki aşı sürülürmüş.
Osmanlılar Çiçek aşısını kullanırken, Avrupa’da bu hastalık büyük bir sorunmuş. Binlerce insan ölüyormuş. 1716-1718 yılları arasında İstanbul’da görev yapan İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Montagu Osmanlıların bu konuda başarılı olduklarını görünce, aşıyı beş yaşındaki kendi oğluna yaptırmış. İngiltere’ye döndükten sonra da kendisini “Türk Çiçek Aşısı”nı İngiltere’de yaygınlaştırmaya adamış. Önce Royal Society doktorlarının önünde dört yaşındaki kızını aşılatmış. Daha sonra aşı, 20 Ağustos 1721 tarihinde, Newgate hapishanesinde ölüme mahkum altı kişiye uygulanmış. Mahkumlara bir şey olmayınca, Kraliyet ailesi mensupları, asiller, politikacılar ve zenginler çocuklarını aşılatmaya başlamışlar. 1722 yılında iki İngiltere Prensine aşı yapldıktan sonra “Türk Çiçek Aşısı” bütün Avrupa’da yaygınlaşmış. 1796 yılında Edward Jenner sığırlarda görülen çiçek hastalığından bir aşı üretene kadar Avrupa’da tek yöntem olarak kullanılmış.

Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.

II: Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi
Derslik
Medresede uygulamalı verilen dersler

II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55 metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş. Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği anlaşılıyor.

Beyin kesiti (optik kiasma gösteriliyor)
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Anne karnında cenin
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından
Üriner sistem (solda) ve kadın genital sistemi
Şemseddin Itaki’nin Teşrih-i ebdan kitabından

Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.

Bayezid Camii, avlusu, mihrabı ve Hünkar mahfili

Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.

Paleontolojik dönem buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
Hocaçeşme Höyüğü buluntuları
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri, ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve tarım aletleri bulunuyor.

Enez Nekropolü’nde bulunmuş pişmiş topraktan Afrodit heykelcikleri
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
“Diofanes’in kızı Julya, 40 yıl yaşamış olan kocası Diogenetos ile oğluna bu mezar taşını yaptırdı. Anısı hoş olsun, hoşçakal ey koca!” (M.S.1-2. yy)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.

Ejderhayı öldüren Aya Yorgi (Aziz George)
(Bizans dönemi)
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak, araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.

İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü ev

Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra, 1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş. Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948 yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961 yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.

İlhan Koman’ın ölene kadar yaşadığı ve eserlerini yaptığı teknesi Hulda
Kaynak: Turksail.com 13/4/2011
İlhan Koman Hulda’da
Kaynak: Hurriyet.com.tr

İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da Vinci adını takmışlar.

Google arama motorunun İlhan Koman anısına, sanatçının 98. doğumgünü için, 17/6/2019 günü kullandığı doodle

İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi bulunuyor.  Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.

Trakya Üniversitesi Karaağaç Tren İstasyonu Yerleşkesi’nde İlhan Koman izleri…
İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi ve İlhan Koman Atölyesi

Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya- Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.

Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek, bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, Naim Avigdor Güleryüz’ün Tarihte Yolculuk- Edirne Yahudileri  kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.

Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.

Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre, bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian, Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya, zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.

Edirne Büyük Sinagogu’nun restorasyondan önceki hali
Kaynak: arkitera.com

Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim  Yahudileri de bulunmakta imiş. Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide, Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler. Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.

Büyük Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş
Kaynak: arkitera.com

Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz, Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.

Büyük Sinagog’da restorasyon çalışmaları 2010 yılında başlamış ve 2015 yılında tamamlanmış
Fotoğraf: arkitera.com

Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX. yüzyılın başında Edirne’deki sinagog  sayısı  yaklaşık 15’e ulaşmış. Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.

Büyük Sinagog restorasyondan sonra

2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş. 1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte 1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…

Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri, sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta, burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere, çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin sonuna doğru  ibadethanenin kapıları kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)

Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş.  Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle,  iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler için bir mekan olma niteliğinde.

Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu, Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.

Muradiye Camii bahçesine girişteki çeşme de bir zamanlar burada bulunan külliyenin bir parçası olarak yapılmış
Sultan II. Murat tarafından yaptırılan Muradiye Camii (1436)

Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii, başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.

Caminin giriş cephesindeki yazılar Eski Camiyi anımsatıyor

İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi), Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı şeklinde mezar taşı bulunuyor.

Muradiye Camii’nin haziresinde, sol tarafta görünen gibi, Mevlevi külahı şeklinde birçok mezar taşı var
Muradiye Camii’nden Selimiye manzarası

Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.

Muradiye Camii’nin 15. yy. çinileri ile kaplı muhteşem mihrabı

Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış. 1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere bakarken içim acıdı.

Define avcıları tarafından tahrip edilen çiniler ve kalem işleri. Beyaz renkli boşlukların orijinal çinileri bir araya getirilemeyecek kadar parçalanmış oldukları için yerlerine yerleştirilememiş
Restore edilmeye çalışılmış çiniler

Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.

Orestia’dan Edirne’ye… (1)

Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.

Selimiye Camii
Mimar Sinan’ın, kendi ifadesi ile, ustalık eseri. Yapımı 1569-1575

Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler. Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç gelmişti.

Eski Cami (1403-1414)

Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik. Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak, çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447)

Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi paylaştığım, her iki  şehri de görmüş birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu. Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı, broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir tek, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni çok mutlu etti.

İlginç binaları ile Saraçlar Caddesi

Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.

Tarihi Karakol
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile Meriç Nehri’nin batısında kalan topraklar Yunanistan’a bırakılmıştı. Tarihi Karakol bu dönemde bir sınır karakolu olarak inşa edildi. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile sınır güneye çekilince, bina bu işlevini yitirdi. Günümüzde kafe olarak kullanılan bina, Meriç Köprüsü’nü geçince sol tarafta.
Hacı Adil Bey Çeşmesi (1904)
Meriç Köprüsü ile Karaağaç yolunun birleştiği noktada bulunan bu çeşme, dönemin Edirne valisi Hacı Adil Bey tarafından yaptırılmış.

Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.

Karaağaç Tren İstasyonu
Yapımına 1914 yılında başlanan bina Mimar Kemaleddin Beyin eseri. Birinci Dünya savaşı sırasında inşaata ara verilmiş. Kurtuluş Savaşı sonrasında demiryolunun devamının Yunanistan topraklarında kalması nedeniyle işlevini yitirmiş. 1998 yılından beri Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta.
Bu tren artık hiç bir yere gitmiyor…

Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita, şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş olması beni çok sevindirdi.

Karaağaç Lozan Anıtı (1998)
Karaağaç, Meriç Nehri’nin batısında olmasına rağmen, Lozan Antlaşması ile savaş tazminatı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne verildi.

Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler. Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200 metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. Istıranca Dağları’nda bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400 yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler, herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.

Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki iki Menhir
Dolmen

Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.

Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.

Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.

Hadrian Kulesi
Kulenin dibindeki sur kalıntıları ve Nekropol (mezarlık)

Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.

Hadrian Kulesi’nin saat kulesine dönüştürülmüş hali. Üst katlar 1953’te yıktırılmış.
Kaynak: “Osmanlı’nın Ustalık Eseri Edirne ve Gezi Rehberi”, Talha Uğurluel, s. 191

Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.

Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca, öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için, ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı 1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1 Nisan 1430 tarihinde doğduğu ev

Sultan II. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise, Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.

Sarayiçi bölgesindeki Yeni Saray’da süren çalışmalar. Ön kısımda mutfaklar, arkada Mimar Sinan’ın eseri olan Adalet Kulesi görünüyor.

İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III. Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş. Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmamış.

Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574 yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış. Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız, maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri, hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza çıkıyor.

Selimiye Camii

Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik. Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu. Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.

Sitti Şah Sultan Camii (1482)

Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı. Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.

Kare planlı caminin içi son derece sade

Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun, Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da, tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın, babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana daha bir fazla dokunuyor.

Sitti Sultan’ın mezarı

Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…

Eski Cami (1402-1414)

Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.

Duvarlardaki yazılar Eski Cami’ye çok değişik bir ambiyans veriyor

Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…”  “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.

Hacı Bayram-ı Veli’nin kürsüsü
Minberin yan duvarlarındaki taş oymacılığı dikkat çekici
Ahşap müezzin mahfili

Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.

Kubbe ve tavan detayları

Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş. Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz. Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005 tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.

Kabe’den getirildiği söylenen taş

Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447), avlusu ve avlu çevresindeki revakdan ayrıntılar

Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.

Camiye adını veren üç şerefeli minarenin önünde melekleri sembolize ettiği söylenen somaki yeşil mermer sütunlardan ikisi
II. Mustafa tarafından yaptırılan burmalı minare ve üç yeşil mermer sütundan biri

Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için, müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet, burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.

Mihrap ve iki yanındaki yeşil mermerden denge terazileri. Temelde bir kayma veya binanın dengesinde bir bozulma olduğu takdirde bu taşlar dönmüyorlar.
Çoğu eski camide kandillerin arasına yerleştirilen devekuşu yumurtaları burada da var. Devekuşu yumurtaları, dekoratif olmalarının yanı sıra, fare ve haşeratın yuva yapmasını ve örümcek ağı oluşumunu engellemek için kullanılırmış.

Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22 kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi,  denge terazileri genelde mihrabın iki yanında yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma  ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.

Caminin ceviz ağacından pencere ve kapı kanatları çok güzel

Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı bir restorasyondan geçmiş.

Mimar Sinan tarafından yapılan Ali Paşa Çarşısı’nın (1569) İğneciler Kapısı

Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı. Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de, yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım. Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin hemen dışında.

Ali Paşa Çarşısı’nın içi

Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün  17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.

Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık. Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla yiyemedim.

Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi. Koca Sinan’ın, “ustalık eserim” dediği eserine…

Selimiye (1569-1575)

Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.

Selimiye’nin arka tarafında bulunan Edirne Eski Saray Hamamı

Selimiye Camii, zamanında  I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır hale gelmiş.

Selimiye’nin Ayasofya ile rekabet konusu olan kubbesi

Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak.  Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış.  Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.

Selimiye’nin küçük soğan kubbeleri ve minareleri

Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85 metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.

Selimiye külliyesine giriş kapılarından biri ve kapıdaki zincirler
Balkan Savaşı (1912) sırasında Bulgar top atışları ile Selimiye Camii’ne verilen hasarlardan biri

Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor. Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre, zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya yönlendiriliyorlarmış.

Revaklı avlunun sütun başlarında Akdeniz mimarisinin çok farklı tarzlarının etkisi görülüyor. Lotus çiçekli ve mukarnaslı sütun başlıkları buna örnek.
Caminin ana kapısının tavanındaki ünlü baykuş motifi.
Süleymaniye Camii’nin kapısının tavanında da benzer bir baykuş bulunuyor. Kimi sanat tarihçileri bunun bir raslantı olduğunu savunsalar da, ben Mimar Sinan’ın bu bilgelik sembolünü bilerek buraya yaptığını düşünüyorum.

Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini hatırlatıyor.

Cami içindeki muhteşem 16.yy. İznik Çinileri
Selimiye Camii’nde, çini, kalem işi ve ünlü ters lale de dahil olmak üzere, 101 çeşit lale motifi olduğu söyleniyor

Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar, 16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var. Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878 yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler. Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar tarafından acımasızca sökülmüşler.

Ahşap müezzin mahfilinin üstündeki kalem işleri
Müezzin mahfilinin ayaklarından birisi caminin payeleriyle aynı formda yapılmış

Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel. Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha sonra onarılmış.

Müezzin mahfilinin altındaki tavanda bulunan çarkıfelek
Müezzin mahfilinin altındaki şadırvan
Ve ünlü ters lale…

Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince, tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise, küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması. Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.  Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş.  Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.

Mihrap ve minber

Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Selimiye Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran, birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III. Murat tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut Ağa’ya yaptırılmış.

Selimiye Camii’nin avlusundaki Selimiye Medresesi’nde bulunan Türk İslam Eserleri Müzesi 1925 yılında Atatürk’ün emriyle açılmış. Burası aynı zamanda, Edirne’nin ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma bırakıyorum…