Kuzey Kutbuna Doğru

– Türkiye’de de Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor mu?

– Evet, kutlanıyor.

– O zaman demek ki, dünyada hiçbir yerde erkeklere huzur kalmadı…

Başka türlü söylense, sinir olabilirim. Ama, karşımdaki Norveçli görevli bu sözleri o kadar sevimli ve esprili bir şekilde söylüyor ki, birlikte gülüyoruz… Sabahtan beri bu kaçıncı Dünya Kadınlar Günü esprisi… Hepsi farklı ve komik bir şey söylemeyi başarıyor. Ne derler? Bir şeyi nasıl söylediğin en az ne söylediğin kadar önemli. Hatta bazen, daha da önemli…

Bugün, 8 Mart 1990. Son birkaç günden beri Oslo’da yaşadığım karışıklıklardan sonra şimdi Tromsø’ye (Tromsö okunur) uçuyorum. Sonunda her şey yoluna girdi. Aşağı yukarı yarım saattir uçuyoruz. Yolculuk, 1 saat 45 dakika sürecekmiş. Aşağıda bir süre, uçsuz bucaksız gibi görünen karlı dağlar ve dantel gibi fiyortlar görünüyor. Sonra, bulutların üstüne çıkıyoruz. Kuzey Kutbuna doğru gidiyoruz…

Oslo’da, kâh keyifle gezerek kâh endişe içinde geçirdiğim birkaç günden sonra Tromsø uçağında arkama yaslanıp uçuşun tadını çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Gerçi, tam olarak da rahatladığım söylenemezdi. Daha önce belirttiğim gibi, o günlerin teknolojik ortamında, yolculuk öncesinde Oslo hakkında bile elimde hemen hemen hiç bilgi olmazken, Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alan Tromsø benim için tam bir bilmeceydi. Dünyanın sonunda, ejderhaların yaşadığı bir ülke gibi… (Oslo ile ilgili yazıma erişim için linke tıklayabilirsiniz).

Oslo’daki şirket görevlileri, Tromsø’de beni Prof. Jan Raa’nun (Ro okunur) karşılayacağını söylemişlerdi. Dr. Christiaan Barnard’a olan şaşırtıcı benzerliği nedeniyle, onu tanımamın çok kolay olacağını da eklemişlerdi. 1967 yılında dünyada insandan insana ilk başarılı kalp naklini yapan Güney Afrikalı doktor Barnard’ı tabii ki hatırlıyordum. Gülen yüzü ile, zamanın tüm önemli yabancı ve yerli dergilerine kapak olmuş ve henüz 10 yaşında olmama karşın hafızamda yer etmişti.

Gerek Tromsø-Oslo arasındaki gidiş ve gelişim sırasında gerekse daha sonra Hollanda’ya uçarken, Norveç’te uçak ile yolculuk ve ona bağlı işlemlerin ne kadar kolay olduğu dikkatimi çekmişti. Öyle ki, günümüz Türkiyesinde, otuz yıl sonra bile, böyle bir kolaylığa erişemedik. Norveçliler için uçak, bizim şehirlerarası otobüslerden bile daha pratik bir ulaşım aracı idi. Kelimenin tam anlamıyla, havaalanına gidip, biletlerini alıyor ve uçağa biniyorlardı. Eminim, günümüzün internet ortamında bu işler daha da pratikleşmiştir. Ayrıca, bilete yapılacak değişiklikler de, şaşırtıcı bir şekilde, sorunsuz halledilebiliyordu. Değişen gezi programı nedeniyle, Stavanger ve Bergen’e gidişim iptal olunca, daha sonra Amsterdam ve Paris uçuşları içeren, çok uçuşlu biletimin değişikliği için epeyce heyecanlanmıştım. Oslo’da birlikte çalıştığım Norveçlilere biletimin nasıl düzeltileceğini birkaç kere sorunca, sakin olmamı, Amsterdam’a uçmak için havaalanına gidince sorunun çözüleceğini söylemişlerdi. Buna pek inanamasam da, daha fazla ısrar edememiştim. Nitekim, dedikleri gibi oldu. Birkaç dakika içinde biletim değiştirildi ve ben, yurt içi bir uçuş yerine, Amsterdam uçağına bindim.

Uçak alçalmaya başladı. Aşağıda her yer kar. Pilot, şu anda sıcaklığın -3 derece olduğunu söyledi. Oslo’nun 1800 kilometre kuzeyinde bulunan Tromsø, Kuzey Kutup Dairesi çizgisinin de 350 kilometre içerisinde, yani kuzeyinde, bulunuyor. Buradan Kuzey Kutbu’na uzaklık aşağı yukarı 2200 kilometre imiş.

Artık aşağısı çok net görünüyor. Hava epeyce güneşli ve pırıl pırıl. Gözlerim boşuna bir uçak pisti arıyor. Pist falan görünmüyor. Pilot, pist olması gereken yere, uçağı hiç sarsmadan iniyor.

Uçak piste o kadar rahat inmişti ki, uçaktan inen merdivenden yere adımımı hiç düşünmeden atmış, ancak ayağımın feci şekilde kayması ile birlikte apronun aslında tamamen buz olduğunu anlamıştım. Terminale doğru güçlükle yürürken, pilotu daha da takdir etmiştim. Türkiye’de buzlanan pist nedeniyle ertelenen uçuşlar, hatta keşmekeş haline gelen trafik aklıma gelmişti. Belli ki, Tromsø’de böyle şeyler sorun değildi. Buzul Çağı’nın sonundan beri burada yaşadığı bilinen insanoğlu, doğaya uyum göstermiş, normal ve uygar bir yaşam sürüyordu.

Fazla büyük olmayan terminale girer girmez onu görüyorum. Gerçekten de, Dr. Barnard’a olan benzerliği inanılmaz. Önce karşılıklı bakışıyoruz.

– Siz….

– Evet, diyorum cümlesini tamamlamasını beklemeden. Çünkü, onun Prof. Jan Raa olduğundan eminim.

El sıkışıyoruz. Karşılıklı nezaket sözleri…

– Çok güzel, diyor, atkı gibi boynuma doladığım ve omuzlarımı örten yün şalı göstererek.

Bu iltifatın üzerine, onun giyimi dikkatimi çekiyor. Ne boynunda bir atkı ne başında bir bere var. Üstünde, benim ilkbahar ve sonbaharda giydiğim türden bir deri mont. Önü açık ve içinde sadece bir gömlek görünüyor.

Jan Raa bana daha sonra, o montu Türkiye’den aldığını söyleyecekti. Kendisi, tanıştığım diğer Tromsø’lülere göre biraz daha ince giyiniyordu. Bu doğru. Ama diğerleri de, Kutup Dairesi içinde olmalarına karşın, bize göre daha ince giyiniyor gibiydiler. Jan Raa’nun söylediğine göre, içlerine boğazlarından ayak bileklerine kadar vücutlarını kaplayan, uzun kollu ve ince yünden içlikler giyiyorlarmış. Bana, Türklerin soğuktan korunmak için yanlış giyindiklerini söylediğini de hatırlıyorum. Ona göre, fazlasıyla kat kat giyiniyor olmamız doğru bir yöntem değildi.

Hava, beklemediğim kadar güneşli. Ama, çok kuvvetli esen bir rüzgâr var. O nedenle, Ankara veya İstanbul’da hissettiğimiz -3 dereceden çok daha sert ve üşütücü. Yine de, dayanılmaz değil.

Araba ile önce, kısa bir toplantı yapmak için üniversiteye gidiyoruz. Jan Raa, buzlu yollarda çok olağan bir şekilde arabayı kullanıyor. Yanımızdan geçen arabaların sürücüleri de gayet sakin. Yolların iki yanında uzanan uçsuz bucaksız beyazlığın yarattığı tekdüzelik insana, biraz boğuluyormuş hissi veriyor.

Tromsø’de iki şey beni çok şaşırtmıştı. Birincisi, havayı karanlık bulmayı bekliyordum. Oysa karanlık dönem, 22 Kasım ile 21 Ocak arasındaki 60 gün imiş. 21 Ocak’ta güneşin tekrar yüzünü göstermesi ile birlikte günler uzamaya başlıyormuş. Mart ayının başında güneş sabah saat 7 gibi doğuyor ve akşam saat 5’te batıyordu. İkincisi ise, etrafta gördüğüm ağaçlardı. Doğrusu, Kutup Dairesi içinde ağaç görmeyi hiç ummuyordum. Nitekim, daha sonra, şaşırmakta haklı olduğumu öğrenecektim. Çünkü örneğin, Kanada’nın ve Rusya’nın aynı enlemde bulunan bölgelerinde hiç ağaç yokmuş. Gerek havanın beklediğim kadar soğuk olmaması, gerekse burada ağaçların olması tamamen Gulf Stream etkisinden dolayı imiş. Kış nedeniyle yapraklarını dökmüş olan ağaçların, huş (birch) ağaçları olduklarını söylediler. Daha sonra ülkemizin Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinde de yetiştiğini öğrendiğim bu ağaçların gövdeleri, gümüşe çalan renkleri ile, kavak ağacını andırıyorlardı. Bunların dışında, çam ağaçları da vardı.

Tromsø’de huş ağaçları

Norveç’in kuzeydeki en büyük şehri olan Tromsø, iki ada (Tromsøy ve Kvaløy) üzerine kurulmuş. Adalar birbirlerine ve ana karaya köprü ve tünelle bağlanmış. Burası aynı zamanda dünyada Kuzey Işıkları’nın (Aurora Borealis) da en iyi izlenebildiği yerlerden birisi. Ben, doğru zaman olmadığı için, maalesef bu doğa harikasını izleyemedim.

Tromsø Domkirke (Protestan Katedrali)
1861 yılında yapılan bina, Norveç’te ahşaptan yapılmış tek katedral. Mimarı, Christian Heinrich Grosch.

Tromsø’nün şehir olarak kuruluşu, ilk kilisenin yapıldığı 1252 yılı olarak kabul edilse de, yaklaşık 11.000 yıldan beri burada insanların yaşadığı biliniyor. Şehrin öneminin artıp, Kuzey Kutup bölgesinde önemli bir ticari ve kültürel merkez haline gelmeye başlaması 1794 yılından itibaren oluyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Alman işgali sırasında, kısa bir süre Norveç hükümetine ev sahipliği de yapıyor. Günümüzde Tromsø, balıkçılık, fok avcılığı, denizcilik, balık ürünleri işleme ve depolama alanlarında gelişmiş. Burada ayrıca, 1969 yılında kurulan ve dünyanın en kuzeyindeki üniversite olmakla övünen Tromsø Üniversitesi (2016 verilerine göre, öğrenci sayısı 16.151), bir Meteoroloji Enstitüsü, Lapon (Sami) Çalışmaları Merkezi, Kuzey Işıkları Gözlem İstasyonu ve Norveç Kutup Enstitüsü var. Şehir, restoranları, barları ve genç nüfusu ile oldukça canlı bir yerleşim yeri.

Tromsø Katolik Katedrali (1861)
1537 yılında din alanında yapılan reformdan sonra Norveç’te Katolikler çok azalmışlar. 2019 verilerine göre Norveç nüfusunun % 68,7’si Luteryen Protestan, % 18,3’ü hiçbir kiliseye bağlı değil,
% 3,4’ü Müslüman ve % 3,1’i Katolik.

Üniversitede yaptığımız toplantıda Jan Raa bana, önümüzdeki üç günü saat saat gösteren programımı veriyor. Akademisyenler, araştırmacılar, özel şirket yetkilileri, yan sanayi yöneticileri ile görüşmeleri kapsayan, dört dörtlük bir program. Doğrusu, beklediklerinden bir hafta önce gelmeme karşın, sekreteri Irene son anda çok başarılı bir iş çıkarmış.

Üniversite, mimarisi ve iç dekorasyonu ile çok hoşuma gitti. Bir de, içerilerin sıcak olmasına çok sevindim. Anlaşılan, Norveçliler İngilizler gibi ısıtma konusunda tamah etmiyorlar. Norveç’e gelirken en büyük korkum oydu. İngiltere’ye kış aylarında her gidişimde olduğu gibi, içimin bir türlü ısınmayacağını düşünmüştüm. Norveçliler bu konuda hiç cimri değiller ve konforları için Kuzey Denizi’nden çıkardıkları petrolün nimetlerinden yararlanıyorlar.

Şimdi otele gidiyoruz. Jan Raa hem araba kullanıyor hem de sürekli konuşuyor. Projelerinden, genel olarak Norveç ve Tromsø’den söz ediyor. Norveç’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kuzey Denizi’nde petrol bulunana kadar ne kadar fakir bir ülke olduğunu, kendisinin hayatında ilk olarak portakalı on iki yaşında gördüğünü anlatıyor. Arada da, yüksek sesle düşündüğü ve beni şaşırttığı oluyor…

Tromsø sokakları

Prof. Jan Raa (1939- ), alanında dünya çapında tanınırlığı ve saygınlığı olan bir bilim insanı. Biyokimya, mikrobiyoloji ve deniz biyolojisi konusunda uzman. Akademisyen olmasının yanında kurduğu veya danışmanlık yaptığı birçok biyoteknoloji şirketi var. Bu anlamda, iş dünyasının da içinde. ABD ve Avrupa’da tescillenmiş sayısız patentin sahibi. Ayrıca, bazısını kendi kurup başkanlık yaptığı, devlete veya üniversitelere bağlı araştırma enstitüleri var. Uzmanlık alanları nedeniyle, başta somon olmak üzere, kültür balıkçılığı konusunda da dünya çapında tanınıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde, somon, kalkan, mersin balığı, yılan balığı gibi balıkların kültür yoluyla üretimine ya danışman ya da şirket ortağı olarak katkıda bulunmuş. Bu yazı için yaptığım bilgi güncellemesi sırasında, 2010 yılında kendisine Norveç Kralı tarafından, Norveç’e ve insanlığa katkılarından ötürü, Aziz Olav Nişanı’nın verildiğini öğrendim.

Jan Raa ile birlikte Scandic Hotel’e giriş işlemlerimi yaptık. Gösterilen saygıdan dolayı, kısa sürede onun adının Tromsø’de her kapıyı açabileceğini, akan suları durdurabileceğini anlıyorum. Buna karşın, kendisi de inanılmaz alçak gönüllü ve yardımsever. Daha itiraz etmeye fırsat bulamadan, bir bakıyorum ki bavulumu almış ve asansöre yönelmiş. Odaya girer girmez, sanki bir otel görevlisi imiş gibi, doğruca kalorifere giderek, sonuna kadar açıyor. Pencereleri kontrol ediyor. Üç kat cam olan pencerelerin çerçeveleri çok kalın.

Otelde birlikte yediğimiz öğlen yemeğinden döndüğümde odayı sıcacık buluyorum. Bir fiyorta bakan odamın kendisi de manzarası da çok güzel. Dün Oslo’dan telefon ettiğimde önce tüm otellerin bir festival nedeniyle dolu olduğu söylenip, sonra yer bulunduğu bildirilince, ben de doğrusu uyduruk bir yerde kalmak zorunda kalacağımı düşünmüştüm.

Otel odamdan manzara.
Önde huş ağaçları, fiyort ve uzakta ana kara.

Tromsø’de kaldığım günler çok yoğun geçmişti. Birbiri ardına gittiğim toplantıların bazılarına Jan Raa da katılıyordu. Ama çoğunlukla, o kendi işleri ve toplantıları ile meşgulken, ben kendi programımı izliyordum. Zaman zaman buluşmamız için sekreteri Irene beni, Raa’nun bulunduğu yere götürüyordu. Bir keresinde, arabası ile 30 kilometre uzaklıktaki üniversitenin Kültür Balıkçılığı Araştırma İstasyonu’na (Tromsø Aquaculture Research Station) gittik. Hatırladığım kadarı ile burası, bir dere ağzında, bir fiyortun kenarında idi. Henüz tam olarak bitmemiş binaya bir ay kadar sonra taşınılacaktı. Ancak, ahşap mimarisi ve dekorasyonu çok güzeldi. Uçsuz bucaksız bir “kar çölünün” ortasında yaratılan bu uygar ve güzel ortamı çok etkileyici bulmuştum.

Tromsø Kültür Balıkçılığı Araştırma Enstitüsü
Ben gittiğim zaman henüz bu kadar çok bina yoktu. Bir de, kış koşullarında doğal olarak her yer bembeyazdı.
Kaynak: https://nofima.no

– Seni bir balık çiftliğine götüreceğim.

– Tamam.

– Çok iyi bir çiftlik olduğu için değil. Aslında hiç iyi durumda olmayan bir yer.

Gerçekten merak ediyorum. Gördüğüm o kadar mükemmel tesisden sonra, buraya niye gidiyoruz? Neyse, hocanın bir bildiği var herhalde…

Araba ile birkaç kilometre gidiyoruz. Artık, ben de bu buz üzerinde araba ile gitme konusunda epeyce rahatladım. Bana da olağan gelmeye başladı. Kullananlar rahat olunca, yolcu olarak benim de endişem geçti. Araba lastiklerinde zincir olmadığı için, başlarda biraz gerilmiştim.

İşte geldik! Etraf biraz derbeder görünüyor gerçekten. Kısa bir süre sonra, gelme nedenimiz anlaşılıyor.

Balık çiftliğinin yöneticisi geliyor ve elimizi sıkıyor. İsmi… O da ne? Karşımda bir Türk var! Üstelik, daha Türkiye’de çağdaş anlamda kültür balıkçılığı henüz doğru dürüst başlamamışken o, bir balık çiftliğinin başında. Daha da şaşırdığım nokta, buraya dokuz sene önce Konya’dan gelmiş olması…

Biraz Türkçe konuştuk kendisi ile. Ayrıldıktan sonra Jan Raa bana Türkçesinin nasıl olduğunu sormuştu. Biraz zayıftı, güçlükle konuşuyordu. Raa’nun söylediğine göre, Norveççesi mükemmelmiş. Bölgedeki tek Türk olunca, Türkçe pratiğini kaybetmişti anlaşılan.

Kuzey Kutup Dairesi içerisinde, hele otuz sene önce, bir Türk ile karşılaştıktan sonra, tüm yurt dışı gezilerimde dikkatli konuşmaya ve davranmaya özen gösterdim. Öyle ya… Kutup bölgesinde bile, en ummadığım yerde, karşıma bir Türk çıktıysa, dünyanın her yerinde çıkabilirdi. Pot kırmamak için dikkatli olmak lazımdı. Nitekim, pot kırmadıysam da on altı yıl sonra, 2006’da Paris’te de böyle ilginç bir karşılaşma olayı yaşamıştım. Yeri gelirse, günün birinde onu da anlatırım…

Bir akşam, Jan Raa’ların evine yemeğe davetli idim. Otelden bir taksiye binip, kolayca verilen adrese gittim. Girişteki antrede, Norveçlilerin yaptığı gibi çizmelerimi çıkardım. Yemekte, Jan Raa’nun pişirdiği nefis bir morina balığı vardı. Biz eşiyle sohbet ederken, o pişirmişti. Yanında da domates salatası. Norveç’te seralarda bol miktarda domates yetiştirildiğini o zaman öğrenmiştim. Yemek ve gece geç saate kadar süren sohbet çok güzeldi. Norveçlilerin sevdiğim yanlarından biri de, bizde “tavuk gibi” diye ifade edilen erkenden yatma huyları olmaması olmuştu. Gerek Oslo’da gerekse Tromsø’de epeyce geç yattıklarını gözlemlemiştim. Gece hayatı konusunda tek çekinceleri, alkollü araba kullanma konusundaydı. Bu konuda çok sert kurallar ve cezalar vardı. Oslo ve diğer güney kentlerinde yüksek para cezaları uygulanırken, Tromsø’de alkollü araç kullanmanın cezası ehliyetinizin elinizden alınmasıydı. Bu nedenle, topluca içki içilecek bir ortama gidiliyorsa, gruptan ya da eşler arasından bir kişi ağzına alkol koymuyordu.

Peppermøllen Restoranı
Bir zamanlar Amundsen’nin kaldığı ev.
Tromsø’de bazı kaldırımlar alttan ısıtıldığı için buz yoktu.

Bir başka akşam, yine uzun ve yorucu bir çalışma gününün sonunda, Peppermøllen isimli bir restorana gittik. Jan Raa’nun eşi ve birkaç gün önce tanıştığım Türk de bizimle geldi. Peppermøllen’ın bulunduğu ahşap bina 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Bu açıdan çok sıra dışı sayılmaz çünkü, Tromsø’nün bir özelliği de Kuzey Norveç’te en çok sayıda ahşap evin bulunduğu yerleşim yeri olması. Bu evlerin en eskisi 1789 yılından kalmış. Aşı boyası olarak tabir ettiğimiz renkte boyanmış Peppermøllen’in binasının özelliği, buranın bir zamanlar, ünlü Norveçli kaşif Roald Amundsen’in (1872-1928) kaldığı ev olması. 14 Aralık 1911 günü Güney Kutbu’na diktiği Norveç bayrağı ile tarihe, buraya ulaşabilen ilk kaşif olarak geçen Amundsen, Kuzey Kutbu’na da seferler yapmış. İşte bu seferlerden önce, Tromsø’de bu evde kalmış. 12 Mayıs 1926’da hava gemisi ile Kuzey Kutbu’na da ulaşan Amundsen, dünyanın her iki kutbuna da ilk olarak varan tek kaşif olmuş. (Bu araçların, 20. yüzyılın başında Alman Kont Ferdinand von Zeppelin tarafından tasarlanarak, ZLT Zeppelin Luftschifftechnik şirketi tarafından üretilenlerine zeplin denilmektedir. Türkçede tüm bu çeşit araçlar zeplin olarak adlandırılmaktadır).

Norveçli kaşif Roald Amundsen
Kaynak: www.wikipedia.org

Amundsen’in 1926 yılında Kuzey Kutbuna gittiği hava gemisi Norge Kaynak: https://www.britannica.com

O kadar acıkmışım ki, antre midemin kazınmasını hiç kesmedi. Öğlen, çalışma arasında, füme somonun ağırlıklı olduğu çok hafif bir şeyler atıştırmıştık. O nedenle, bu akşam yemeğini dört gözle bekledim.

İşte ana yemek geldi. Tabii ki yine balık. Buraya geldiğimden beri sabah, öğlen akşam, balıksız bir tek öğün görmedim. Söylendiğine göre, Norveç’te kalp hastalıklarının yok denecek kadar az olması bu yüzdenmiş.

Muhteşem görünümlü bir somon önüme kondu. Yanındaki garnitürü ile birlikte, resim gibi. İlk lokmamı ağzıma atıyorum. Gayet leziz. Hevesle ikinci lokmamı kesiyorum ki, yanımda oturan Prof. Raa’nun eli bileğimi kavrıyor. Bir anlam veremiyorum. Kendisi daha balığına dokunmamış bile.

– Yeme bunu, diyor bana ve garsonu çağırıyor.

Garson gelince,

– Bu balıklar uzun süre buzhanede kaldıktan sonra çözülmüş ve sonra tekrar dondurulmuşlar.

Garson hiçbir şey diyemeden, şaşkınlık içinde öylece dikiliyor. Jan Raa işin peşini bırakmıyor.

– Şimdi bunların hepsini geri götürüp, doğru dürüst balık getiriyorsunuz. Bari bana yapmayın bunu, diyor.

Utanan garsonun eli ayağına dolanıyor. Itiraz etmeden ve hızla tabakları toplayıp gidiyor. Ben ise, hala guruldayan midemle, arkasından bakakalıyorum. Doğrusu, bana göre tadı gayet iyiydi ama, konunun uzmanı öyle diyorsa, bekleyeceğiz artık mecburen…

Neyse ki, Jan Raa sonradan gelen balıkları bir bakışta onayladı da biz de yemeğe devam edebildik. Arctic berry dedikleri kırmızı böğürtlenlerle yapılan tatlı çok güzeldi. Oslo’daki Theatercaféen’de de yemiştim bu böğürtlenlerden ama, sanki anavatanı olan Kutup Dairesi’nde daha bir lezzetliydiler.

Cumartesi sabahı Tromsø sokakları cıvıl cıvıldı. Buzdan heykeller, bir festival çerçevesinde, dünyada Kuzey Kutup Dairesi bölgesindeki ülkelerin sanatçıları tarafından yapılmışlardı.

Tromsø’de yediğim ve unutmadığım bir başka yemek, tam sevdiğim gibi kremalı ve yoğun bir balık çorbası idi. Yediğimiz restoran, Cumartesi günü olduğu için ailelerin çocukları ile geldikleri, çok yüksek tavanlı ve ahşap bir binada idi. İsmini maalesef hatırlamıyorum. Notlarımın arasında da bulamadım. Çorbamızı bitirdikten sonra, bir garson tüm restoranda bir tepsi gezdirmeye başladı. Üstünde, kürdanlara takılmış, kelimenin tam anlamıyla, simsiyah, bitter çikolata görünümünde, bir şeyler vardı. Yanında da portakal reçeli. Ben de herkes gibi, bir tane alıp reçele batırdım ve ağzıma attım. Daha önce yediğim hiçbir şeye benzemeyen, değişik ve garip bir tadı vardı. Ayı balığı (seal) imiş yediğim.

Tromsø’ye gelip de şehri biraz gezmeden ayrılmak olmazdı. Ne de olsa, öyle insanın her zaman gelebileceği bir yer değildi. O nedenle, Tromsø’den ayrılacağım Cumartesi sabahını şehri gezmeye ayırmıştım. Jan Raa ve eşi ile öğlen yemeği için otelin lobisinde buluşana kadar birkaç saatim vardı.

Kuzey Norveç Sanat Müzesi’nde Jan Jannessen‘in bir eseri

Cumartesi sabahı Tromsø, şenlik yeri gibi idi. Herkes, çoluk çocuk sokaklardaydı. Söylendiğine göre, her hafta sonu böyle oluyormuş. Tabii ki, yerler buz olduğu için çok dikkatli yürümem gerekmişti. Alttan ısıtılan bazı kaldırımlarda yürümek ise, hiç sorun değildi. Öğlene doğru, Nordnorsk Kunstmuseum’a (Kuzey Norveç Sanat Müzesi) gittim. Fazla büyük olmayan müzede, Oslo’daki Ulusal Galeri’den (Nasjonalgalleriet) ödünç alınmış eserler de sergileniyordu. Müzeye girerken hava günlük güneşlikken, çıktığımda yoğun bir kar yağışı vardı. Hızlı hava değişimleri buraların tipik özelliği imiş.

Tromsø’deki Kuzey Norveç Sanat Müzesi’nde de karşıma bir Edvard Munch (1863-1944) tablosu çıkması
hoş bir sürpriz olmuştu

Tromsø’den ayrılma zamanı da gelmişti… Havaalanında, Prof. Jan Raa karşıladığı gibi sıcak bir şekilde uğurladı beni. Kendisini, danışmanlık için geldiği İstanbul’da birkaç kere daha görecektim. Oslo’ya uçarken, görüş mesafesi yok olana kadar aşağıya, buzullara baktım. İnsanoğlu’nun doğayı yenmesinden mi söz ediyordu birileri? Buna yenmek değil de, talan ve tahrip etmek demek daha doğru idi sanki. Bir başka ifade ile, şikeli döğüştü. Yoksa buradan bakınca, doğa yenilmez görünüyordu. İnsan ise, güçsüz ve yalnız…

Madem ki … O Halde Biz de Şöyle Bir Eskilere Gidelim…

Otel odası fazla büyük değil ama, fena görünmüyor. İçeri girer girmez yüzüme boş ve ısıtılmamış odalara özgü bir soğukluk çarptı. Banyo daha sıcak gibi. Televizyonu açtım. Karşıma daha önce hiç görmediğim, kafası sıfır numara tıraşlı bir kadın şarkıcı çıktı. Alttaki yazıda isminin Sinead O’Connor olduğu yazıyor. Ne kendisini ne de söylediği “Nothing Compares to You” şarkısını daha önce duymamıştım. Kadının yanık yanık söylediği şarkı da, gözleri gibi, çok hüzünlü.

İçinde bulunduğumuz pandemi döneminin zorunlu kıldığı yaşam koşulları, her birimiz üzerinde farklı etkiler yaratıyor. Bunların bir kısmı görünür etkiler. Daha derinde yaşananların bedensel ve ruhsal sonuçları ise belki yıllar sonra karşımıza çıkacaklar. Salgının etkilerini yavaşlatma önlemleri çerçevesinde girdiğimiz bu “ikinci kapanma” evresini sanki herkes daha bir bıkkın ve düşük moralle karşıladı. Yaşama karşı genelde pozitif yaklaşımı olan bir insan olarak ben bile, kendimi bu sefer daha yılgın hissediyorum. Sanki distopik bir dünyanın betimlendiği bir romanın kahramanlarından biriymişim de birileri bu kitabı okuyormuş gibi…

Bu süreçte, kitap okumak ve yazı yazmanın dışında, ben de çoğumuzun yaptığı gibi bol miktarda film ve dizi izliyorum. Böylece, biraz da çok özlemini çektiğim yolculuk yapma arzumu hafifletiyorum belki. Hiç gitmediğim yerlerde geçen filmler yanında, gittiğim yerleri bu yolla yeniden görmek hoş oluyor. Bazıları aynen eskisi gibi. Bazıları ise çok değişmiş. Esasına bakarsanız, çok küçük yaşlarımdan beri, bir yerden ayrılma eylemi bana ölüm sonrası olacakları anımsatır. Her iki durumda da, zamanın o noktası bizim için bir sonu ifade ederken, ayrıldığımız şehir ya da ülkede değişim ve gelişim devam edecek, hayatlar kendi akışında sürecektir. Şehirler farklı şekillerde ve oranlarda büyüyecek veya başkalaşacak, insanlar bizsiz kendi yaşamlarını sürdürecekler. Tüm bu değişimler olurken, o yerin aklımızda kalan son iz düşümü bizim için gerçekliğini korumaya devam edecek. Geçenlerde Netflix’de izlediğimiz Norveç dizisi, Occupied da bana yine bunları düşündürdü. Dizide, 5 Mart 1990 günü ayak bastığım Oslo’dan bana tek tanıdık görünen bina, parlamento binası ve Kraliyet Sarayı oldu. Belki yapımın şehrin modern bölgelerinde çekilmesi özellikle tercih edildiği için, gördüğüm Oslo bambaşka bir yermiş gibi geldi bana.

Norveç Parlamentosu (Storting)
5 Mart 1866 yılında açılan binanın mimarı, İsveçli Emil Victor Langlet.
Ne tesadüf! Oslo’ya gittiğim gün, Parlamento binasının açılışının
124. yıl dönümü imiş.

Doğrusu, otel konusunda şaşırmadım desem yalan olur. İstasyondaki Turizm Danışma’dan önerdikleri Norona Hotel, çok katlı bir binanın sadece aradaki birkaç katını kapsıyor. Otelin resepsiyonuna, bir iş yeri girişi gibi olan binanın zemin katından bindiğiniz bir asansörle ulaşıyorsunuz. Sokaktan içeri adım atılan bir lobby yok. Resepsiyondaki soğuk tavırlı genç kadın, sadece iki gece için yerleri olduğunu hatırlattı. Biliyorum zaten. İstasyondaki görevli üçüncü gece için belki yer açılabileceğini, olmazsa, yine yardımcı olabileceklerini söylemişti. Aslında, daha birkaç ay önce Buket Uzuner’in “Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları” isimli kitabını okuduğum için kendimi bu otel görevlisi kadın gibi tiplere göre ayarlamıştım. O nedenle havaalanındaki pasaport kontrolü öncesi de yüzümü suratsız bir frekansa ayarladım çünkü, daha önce başka ülkelere girerken polislere kibar ve güler yüzlü davranmamın karşılığında aksi ve kaba tavırlarla çok karşılaştım. Ama, o da ne? Norveçli polis inanılmaz esprili birisi çıktı. Sadece o mu? Otele gelene kadar karşılaştığım herkes güler yüzlü ve kibardı. Belki de kısa sürede alıştığım o cana yakınlık yüzünden otel görevlisinin tavrı beni o kadar şaşırttı.

Otuz yıl içinde gelişen teknoloji, yolculuklar açısından pek çok kolaylık getirdi. Günümüzde, herhangi bir yere hayatımızda ilk olarak gidiyor bile olsak, önceden otel (hatta restoran) rezervasyonlarımızı yapabiliyor, araba kiralayabiliyor, gezilecek yerleri önceden saptayıp, müze ve benzeri yerlerin biletlerini önceden alabiliyor ve her günümüzü planlayabiliyoruz. Daha gitmeden, o ülkeye ya da şehire belli bir aşinalığımız oluyor. Tüm bunlar bize müthiş bir rahatlık sağlıyor. Öte yandan, bu durum işin macera kısmını yok ediyor. Bilinmeze doğru giderken duyulan merak ve heyecan önemli ölçüde azalıyor. Günümüzde insanlar nerede fotoğraf çektireceklerine bile gitmeden karar verebiliyorlar.

Oslo Katedrali (1694-1697)
Fotoğrafları, o zamanın iyi makinelerinden, otomatik bir Nikon ile çekmiştim. Günümüzün cep telefonları ile bile çok daha kaliteli fotoğraflar çekilebiliyor.

Gittiğim ilk İskandinav ülkesi olan Norveç’e uçarken yaşadığım heyecanı hatırlıyorum. Planlı bir iş gezisi olmasına rağmen, neler ile karşılaşacağımı ve neler göreceğimi günlerce merak edip durmuştum. Elimdeki yazılı bilgi kısıtlıydı. Internet zaten yoktu. İskandinav ülkeleri de o zamanlar öyle insanların sıklıkla gittikleri ülkelerden değillerdi. Dolayısı ile, çevremde kalınacak yer vb. konusunda danışabileceğim kimse de yoktu.

Oslo Katedralinin bulunduğu bölge, şehrin en kalabalık bölgelerinden…

Yurt dışı yolculuklar sırasında o günlerde yaşanan bir diğer sıkıntı da, para konusu idi. Türkiye’de henüz kredi kartları yaygınlaşmamıştı. Ayrıca, o dönemin kartlarının yurt dışında geçerli olmama gibi bir sorunu vardı ve bu, kartların üzerinde yazardı. Bu durumda, paranızı cebinize koyup, gitmeniz gerekiyordu. Hiç unutmuyorum, benim uçuşum pazartesi günü, çok erken bir saatte idi. O zamanlar çalıştığım bankanın mali işler bölümü, harcırah işlemlerini son iş günü olan bir önceki cuma gününe bırakmıştı. Sonunda, akşam üzeri saat beşte, önüme her biri 20 dolar olmak üzere, 200 tane banknot bırakıldı. Koca bir yığın! Neden böyle bir saçmalığın yapıldığını sorduğumda ise, elde sadece 20 dolarlıkların olduğu belirtildi. Doğal olarak, haftanın son iş günü, o saatte tartışmanın hiçbir yararı yoktu. Böylelikle, diğerlerine ek olarak, yolculukla ilgili bir de bu stres eklenmişti… Bir ay sürecek iş gezisi boyunca bu kadar parayı kaybetmeden ve çaldırmadan taşımam gerekecekti.

Bugünden geriye doğru bakınca, önemli olumsuzluklar olarak görünen tüm bu konulara rağmen, İstanbul’dan bindiğim Finnair uçağı ile Helsinki’ye uçup, oradan Oslo’ya aktarma yapmak, Oslo havaalanından bindiğim otobüsle geldiğim istasyondaki Turizm Danışma aracılığı ile otel bulabilmek bana müthiş bir kolaylık ve uygarlık gibi gelmişti o zaman. Bir de üstelik, her iki uçuş sırasında da beklemediğim bir hoşluk yaşamıştım.

Oslo Merkez İstasyonu

İstanbul’da check-in yaptığım sırada, Finnair’in bankosundaki görevli, utana sıkıla ve benden özür dileyerek, sigara içilmeyen bölümde koltuklarının kalmadığını, o nedenle beni First Class’a koyacaklarını söyledi! Evet, o yıllarda uçaklarda sigara içilirdi ve uçağın çok küçük bir bölümünde sigara içmeyenlere yer ayrılırdı. Bu bile, sigara içmeyenler için, önemli bir gelişme kabul edilmişti. İşte, o sigara içilmeyen kısıtlı bölgede yer kalmadığı için, ben beklemediğim bir konforla uçtum. O zamanların First Class’ı da (henüz Business Class icat edilmemişti), gümüş çatal kaşıkların, keten peçetelerin kullanıldığı, türlü türlü aperatiflerin, şarap ve dijestiflerin sunulduğu bir konfora sahipti. Aynı durum, Helsinki’den Oslo’ya uçarken de oldu. Aslında, o gezide yaptığım toplam sekiz uçuşun yedisinde, aynı sebepten dolayı First Class uçtum. Şansın ötesinde, galiba ben biraz da bu işin sırrını çözmüştüm. Bunun için check-in için acele etmeyip, biraz sonlara kalmak gerekiyordu…

Oslo’ya yerel saatle 16:15’te indik. İstanbul ile aramızda bir saat fark var. İndiğimizde hava güneşli ve 8 derece idi. Alçalırken manzara çok güzeldi. Nereye bakacağımı şaşırdım. Sanki her yer orman. Aralara serpiştirilmiş evler ve o güzelim fiyortlar. Muhteşem bir görüntü…

Otele yerleştikten sonra dışarı çıktım ve bir saat kadar yürüdüm, bir şeyler yedim. Oslo güzel bir şehre benziyor. Sokaklarda hemen hemen hiç insan yoktu. El ayak çekilmiş gibi. Zaten Oslo’nun 680 bin civarında, tüm ülkenin ise 4 milyonun biraz üstünde nüfusu var. Bizim son verilere göre ise, İstanbul 6,5 milyon, Türkiye 55,5 milyon civarında.

O gece dışarı çıktığım zaman, ıssız sokaklarda korkusuzca yürümek bana hala hatırladığım bir özgürlük duygusu vermişti. Sabah İstanbul’da iken, şimdi Oslo’da olmak fikri çok hoşuma gitmişti. Oysa daha önce, birçok Avrupa ülkesinin yanında, Atlantik’i aşıp, Amerika’ya da gitmiştim ama, böyle hissetmemiştim. Bu başka türlü bir duygu idi. Günümüzde, çok daha uzun mesafeleri çok daha kısa sürede katediyoruz ve bu bize gayet olağan geliyor. Teknolojik ilerlemelerin insan üzerinde yarattığı etki, zamana, kişilerin yaşına ve yeniliklere karşı ne derece açık olduklarına çok bağlı. Marcel Proust (1871-1922) ünlü “Kayıp Zamanın İzinde” isimli dev eserinin son ciltlerinden birinde, araba ile yaptığı bir yolculukla ilgili olarak, insan vücudunun böyle bir taşıt aracının hızına adapte olmasının mümkün olamayacağını, bu nedenle araba ile yolculuk yapmanın son derece rahatsızlık verici olduğunu yazmış. O zamanın arabalarının ortalama hızının günümüzün vitesli bisikletlerinin hızından bile daha yavaş olduğunu göz önünde bulundurunca, bu tespit bize şimdi komik geliyor. Hele ki bir zamanlar, bir İngiliz-Fransız ortak yapımı olan Concorde uçaklarının hızının ses hızından iki kat daha fazla olduğu düşünülünce. Bırakın Concorde’u, Proust eğer günümüzün arabalarına binseydi ne derdi, siz tahmin edin.

Oslo, gün ışığında daha da güzel gelmişti bana. Hava güneşli ve beklediğimden çok daha ılıktı. Hiçbir yerde kar yoktu. İş için gelmiştim ama, fırsatı değerlendirip, boş zamanlarımda şehri de gezmeye niyetliydim. Kahvaltıdan sonra, gideceğim şirketi defalarca arayıp da yanıt alamayınca, dışarı çıkmaya karar verdim. Mükellef kahvaltıda beni en çok şaşırtan şeyin, sunulan çok sayıda tuzlanmış ya da kurutulmuş balık çeşidi olduğunu hatırlıyorum.

Oslo’nun Bygdøy bölgesi

Bir gün önce Turizm Danışma’dan verdikleri küçük bir rehberde ilgimi çeken birkaç yer işaretlemiştim. Bunların arasından önce, şehrin Bygdøy bölgesindeki Viking Gemi Müzesi’ne gitmeye karar verdim. Bygdøy, Oslo’nun batı kesiminde bulunan bir yarımada. Buraya hem vapur hem de otobüs ile gidilebiliyor. Ben, otobüs ile gitmeyi tercih ettim. Çam ve kavak ağaçlarının arasından giden yol 15 dakika sürdü. Doğaya hayran oldum. Çok güzel ahşap evler vardı. Evlerin kalitesi ve sakin yollar bana buranın zengin bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündürdü. Burası ayrıca, Oslo’nun popüler bir eğlence ve dinlence (rekreasyon) alanı imiş. Hafta içi bir gün olması ve mevsim nedeniyle sanırım, etrafta kimseler yoktu.

Oslo Viking Müzesi

Viking Gemi Müzesi’nde, dünyada günümüze kadar gelebilmiş en iyi durumda olan üç Viking gemisi sergileniyor. Bir zamanlar büyük olasılıkla okyanusları aşmış olan bu üç gemi de denizde değil, karada gömülü olarak bulunmuşlar. Çünkü söz konusu gemiler, Viking adetlerine göre, soylu ve zengin sahipleri için mezar olarak kullanılmak üzere, Oslo Fiyort’undan karaya çekilmişler. Gemilerin üstüne ölüler için özel bir bölüm yapılmış. Cesetler ile birlikte değerli eşyalar, kap kacak, eğerler, silahlar, kızaklar, kayaklar ve ayrıca at, köpek ve tavus kuşu gibi hayvanlar da gömülmüş.

Mezar gemilerden çıkan eşyalardan bir kızak ve bir araba
Gokstad Gemisi

Üç geminin içinde en eskisi olan Oseberg’in yaklaşık olarak M.S. 820 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. 1904 yılında yapılan bir kazı ile ortaya çıkarılmış olan bu geminin ahşap süslemeleri inanılmaz derecede güzel. İnsan hem geminin hem de içindeki eşyaların üzerindeki ince işçiliği görünce, Viking’lerin tarihte vahşi, kaba saba insanlar olarak tanıtılmış olmalarına kuşku ile bakıyor gerçekten. Oseberg gemisinde, birisi ellili yaşlarında, diğeri ise yetmiş-seksen yaşında iki tane kadın cesedi bulunmuş. Arkeologlara göre, dini ve siyasi açıdan önemli oldukları düşünülen bu kadınlardan birinin, kurban edilerek diğerinin yanına gömülmüş olabileceği olasılığı da bulunuyor. M.S. 890- 900 yıllarında yapıldığı düşünülen Gokstad, 1880 yılında toprak altından çıkarılmış. Erkek cesedin bacak ve baldır kısımlarındaki kılıç yaraları, savaş sırasında öldüğünü gösteriyor. Mezarda bulunan diğer eşyalar ve hayvan iskeletleri, bu kişinin çok önemli birisi olduğunun işareti olarak kabul ediliyor. Üçüncü gemi, Tune, 1867 yılında toprak altından çıkarılmış. M.S. 910 yılında yapılmış olabileceği belirtilen bu gemi, diğerleri kadar iyi durumda değil. Define avcıları tarafından asırlar boyunca talan edilmiş.

Oseberg Gemisi
Kaynak: www.khm.uio.no/
Oseberg Gemisinden süslemeler. Gemiler ve içlerinde bulunan eşyalar ince tahta işçiliği
ile yapılmış detaylarla süslü.
Tune Gemisi

Bygdøy’de görmek istediğim ikinci müze, Kon-Tiki Müzesi idi. Viking Gemi Müzesi’ndeki görevli kadın, yolu tarif ederken, on iki dakikalık yürüme mesafesinde olduğunu söyledi. Yine çok güzel evlerin ve yeşilliklerin arasından yürürken, kendi kendime güldüm. On dakika değil, on beş değil. On iki dakika… Tam da o kadar sürdü. Demek ki, kadının yürüme hızı ile benimki uyumlu imiş.

Kon-Tiki Teknesi

Kon-Tiki Müzesi, Norveçli etnograf ve kaşif Thor Heyerdahl’ın (1914-2002) iki büyük projesi ile ilgili bir müze. Zooloji, botanik ve coğrafya eğitimi de almış olan Heyerdahl, insanların düşünmediğimiz kadar eski çağlarda deniz ve okyanusları aşabildiklerini kanıtlamak üzere yaptığı yolculuklarla ünlü. 1947 yılında, Orta ve Güney Amerika’da yetişen balsa ağacından yapılmış Kon-Tiki isimli teknesi ve ekibi ile birlikte, Peru’dan yola çıkarak, 8000 km yol almış ve Polinezya’ya ulaşmış. Yolculuk boyunca çekilen film, 1951 yılında “En İyi Belgesel” dalında Akademi Ödülü’nü (Oscar) almış. Müzede, bir sal görünümündeki Kon-Tiki’yi görmek mümkün.

Ra II Teknesi
Thor Heyerdahl (1914-2002)
Kaynak: www.kon-tiki.no

Müzede sergilenen ikinci tekne ise, papirüsden yapılmış olan Ra II. Heyerdahl, 1970 yılında bu tekne ile Kuzey Afrika’dan yola çıkıp, Atlantik Okyanusu’nu geçmiş ve Karayipler’de Barbados’a ulaşmış. Bu şekilde, Antik Mısır uygarlığının Atlantik Okyanusu’nu geçebilme kapasitesi olduğunu, aslında eski uygarlıkların düşündüğümüzden daha çok birbirleri ile temasları olduğunu göstermek istemiş. Heyerdahl ayrıca, Galápagos ve Isla de Pascua (Paskalya) adalarında ve Peru’nun kuzey bölgesindeki Túcume’de birçok kazıya da katılmış. Müzede, gemilerin dışında, Heyerdahl’ın UNESCO’nun “Dünya Belleği Listesi”ne kayıtlı 8000 kitabı, arşivi ve çeşitli buluntular da var.

Kon-Tiki Müzesi’nin arka tarafından fiyorta bakış

Sabahtan beri sokaklarda gezmekten epeyce yoruldum. Viking Gemi Müzesi ve Kon-Tiki Müzesi’nden sonra şehir merkezinde dolaştım. Nüfus o kadar az ki, en kalabalık olduğu söylenen yerler bile, İstanbul ölçülerinde inanılmaz tenha geliyor insana. İçinde “Ulusal Tiyatro”nun (Nationaltheatret) da bulunduğu, bir ucunda Kraliyet Sarayı, diğer ucunda Parlamento olan, uzun yeşillik alan pek hoşuma gitti. Ağaçlar, kafeler… Tiyatronun karşısındaki Theatercaféen ve biraz daha ilerdeki Grand Cafe, Norveçlilerin ünlü oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Henrik Ibsen’in de (1828-1906) bir zamanlar müdavimi olduğu yerler. Ulusal Tiyatro, Ibsen hayattayken olduğu gibi, günümüzde de Ibsen oyunlarının ağırlıklı olarak sahnelendiği bir tiyatro. Hedda Gabler, A Doll’s House, ünlü Norveçli besteci Edvard Grieg’in (1843-1907) müziğini bestelediği Peer Gynt… Tiyatronun önünden geçerken bunları anımsadım. Binanın önünde ünlü oyun yazarının bir heykeli de var.

Arada, fırsat buldukça, yine telefon etmeye çalıştım. Uzun uzun çaldırdım ama, boşuna. Yanıt veren yok. Bu işte bir iş var. Yarın, şirkete ulaşmak için başka bir yol denemeliyim…

Nationaltheatret (Ulusal Tiyatro)
Sol tarafta, tiyatronun karşısında, ünlü Theatercaféen var. Ibsen’in de müdavimi olduğu bu kafe, Norveçli dostların ifadesi ile, Oslo’da herkes tarafından görülmek ve herkesi görmek için gidilen bir yermiş…
Theatercaféen
Kaynak: www.theatercafeen.no

O zamanlar cep telefonu olmadığı için, iletişim kurmak bir problem idi. Bir yandan Oslo’da gezerken, içimde, derinlerde bir yerde, bir sıkıntı ve endişe olduğunu hatırlıyorum. Buna karşın, arada telefon etmeye devam ederken, Oslo Kalesi’ni de gezme fırsatı bulmuştum. Kalenin saat 19:00’a kadar açık olduğunu öğrenince, akşam üzerini orayı gezerek değerlendirmeye karar vermiştim.

Soldaki Ulusal Tiyatro’nun arkasında, uzaktan görünen Kraliyet Sarayı

Akershus, deniz kenarında, alçak duvarları olan bir kale. Ancak, duvarların görmeye alışkın olduğumuz kalelerden alçak olması, onun kolay yutulur bir lokma olduğunu düşündürmemeli. Aksine, tarihi boyunca İsveçliler ve Danimarkalılar tarafından yapılan pek çok kuşatmanın hiçbiri, düşmanlara zafer getirmemiş. Kale bir tek, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi İşgalinde Almanların eline geçmiş. Orta Çağ’dan kalma kalenin kesin yapım tarihi bilinmese de, 1290’lı yılların sonuna doğru yapılmış olduğu düşünülüyor. Bir dönem, Norveç Kralları tarafından saray, bir ara da hapishane olarak kullanılmış. Fazla yüksekte olmamasına rağmen, buradan manzara çok güzel.

Akershus Kalesi

Oslo’yu gezmek çok hoşuma gitse de, ziyaret edip, birlikte çalışacağım şirket ile haberleşememek sinirlerimi gittikçe germeye başlamıştı. Oslo’da erişemediğim şirketin hazırladığı programa göre, bir sonraki gün, Norveç’in Kutup Dairesi Bölgesi’nin (Arktik Bölge) içinde kalan yerleşim yerlerinden Tromsø’ye uçacaktım. Sonunda, orada ziyaret edeceğim kişiyi aramaya karar verdim.

Oslo Merkez Postanesi’ne adım atınca insanın yüzüne, soğuk havadan içeri girince iyi gelen, bir sıcaklık vuruyor. Buna bir de, koyu renk ahşap duvar kaplamalarının, bankoların ve telefon kabinlerinin göz okşayan sıcaklığı eklenince, insanın içi ısınıyor. Bankodaki adama Tromsø’yü aramak istediğimi söyleyince, numarayı istedi ve belirttiği kabine gidip, beklememi söyledi. Kabin oldukça geniş. İçinde, kendisi gibi ahşap, bir de bank var. Oturdum, bekliyorum.

Telefon çalıyor…

– Alo…

– Aradığınız numara hatta. Görüşebilirsiniz.

Biraz heyecanlanıyorum…

– Alo, Profesör Jan Raa ile görüşebilir miyim?

– Ben sekreteriyim. Kendisi bir toplantıda.

Ses, inanılmaz derecede net geliyor. Kutup bölgesinde bir yer ile konuştuğuma inanmak zor.

Kim olduğumu, planlandığı gibi Oslo’ya geldiğimi ama, … şirketine ulaşamadığımı, ertesi gün Tromsø’ye uçacağımı söylüyorum.

Karşı tarafta bir sessizlik oluyor…

– Oh! Aman Tanrım… Biz size ayın birinde bir faks çekip, bir hafta sonra gelmenizi rica etmiştik. Özel bir festival nedeniyle Tromsø’de bütün oteller dolu…

Bu kez sessiz kalan taraf ben oluyorum çünkü, şok olmuş haldeyim. “Kan beynime sıçradı” derler ya, aynen öyle. Aklımdan hızla, bin bir şey geçiyor… O faksın bana ulaşmamasından kimlerin sorumlu olabileceğini, eğer elime geçerlerse neler yapabileceğimi düşünüyorum. Sanki içime doğmuş gibi, uçak biletini son güne kadar kestirmemiştim…

Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemde geçen, Postacı Kız kitabında telgrafı anlatırken ondan, “Elektrik, düşüncenin hızından çok daha hızlı hareket ediyor, düşüncenin kavrayamayacağı kadar hızlı”, diye söz eder (The Post Office Girl, s. 9). Günümüzde, telgrafı hayatında görmemiş ve yukardaki cümleyi komik duruma düşüren, görüntülü-görüntüsüz her türlü iletişim aracını kullanabilen, kaç nesil yetişti. Yok, 1990’ların başında telgraf ile haberleşmiyorduk. Zamanına göre o da bir haberleşme devrimi sayılan teleks döneminden geçip, faksa ulaşmıştık. Gerçi, artık o da yavaş yavaş haberleşme sahnesinden silinmeye başladı ama, o zamanlar bu alandaki en ileri araçlardan biriydi. Yeter ki, ofislerde bir yerlere takılmasın, yanlışlıkla çöpe atılmasın ve elinize ulaşsın…

Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet)
Tromsø ile yaptığım telefon görüşmesinden sonra, sinirlerimi yatıştırmak ve kafamı toplamak için gitmiştim.

Telefonu kapattıktan sonra İstanbul’u, yöneticimi aramıştım. Artık durumu nasıl anlattıysam, sakin olmamı ve bir çözüm bulunamazsa, Oslo’da bir hafta kalabileceğimi söyledi. Neyse ki, buna gerek kalmadı. Prof. Jan Raa’nun becerikli sekreteri iki gündür ulaşamadığım Oslo’daki şirketin sahibine evinden ulaştı. (Şirket o günlerde taşındığı ve telefonları bağlanmadığı için kendilerine ulaşamamışım). Tromsø’de bana bir otelde yer bulundu. Bir sonraki haftaya göre düzenlenmiş tüm randevular, güçlükle de olsa, bazı değişikliklerle tekrar alındı ve ben planlandığı gibi, ertesi gün Tromsø’ye uçtum.

Gustav Vigeland’ın Ulusal Galeri’de bulunan iki eseri. Sanatçının ayrıca, kendisine ait bir müzesi de var. İçinde, Vigeland’ın bronz, granit ve dövme demirden iki yüzden fazla heykeli bulunan Vigeland Park‘ını, karlar altında olduğu için, maalesef gezememiştim. Parka, 1940-1949 yılları arasında yerleştirilen heykeller sanatçının kırk yıllık emeğinin ürünleri.

Aksiliklerle başlayan Oslo’daki kalışım, umulmadık şekilde bitti. Değişen program nedeniyle, üç gün sonra Oslo’ya geri döndüm. Ancak bu sefer, herhangi bir yerde değil, şirket ortaklarından, Norveç eski Genel Kurmay Başkanı, General Sverre B. Hamre’nin (1918-1990) evinde kaldım. Bu planda olmayan bir şeydi. Ama, olan aksiliklere o kadar üzülmüşler ki, bu konuda çok ısrarcı oldular. Üç gün boyunca, beni içten bir misafirperverlikle konuk ettiler.

Çığlık (1893)-Edvard Munch
Ulusal Galeri
Bu tablonun fotoğrafını çekebilmek için, kalabalık bir Japon grubu beklemek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Hepsi tek tek önünde fotoğraf çektirmişlerdi. O kadar beklemenin sonunda, bir de istemeden flaşım patlamış…
Melankoli (1892)- Edvard Munch
Ulusal Galeri
Munch’un eserlerinin bir kısmını da, daha sonra gideceğim kendi özel müzesinde görme fırsatı buldum.
Internetten öğrendiğime göre, Edvard Munch’un bütün eserleri 2021 ilkbaharında açılacak olan bu yeni Munch Müzesi’ne taşınacakmış. Anlaşılan, Norveçliler Oslo’ya yeni bir çehre kazandırmak konusunda kararlılar. Ben şahsen, çok
hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim.
Kaynak: https://www.munchmuseet.no
Fotoğraf: Adria Goula

Oslo’ya ikinci gelişimde, hava epeyce soğuk ve karlı idi. Yoğun kara rağmen, ünlü Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944) ve heykeltıraş Gustav Vigeland’ın (1869-1943) müzelerini gezdim. Bir de, Norveç’in hala faaliyette olan en eski tiyatrosu, Centralteatret’te (1897) bir kabare izledim. Denizci şarkılarından oluşturulmuş, pek hoş bir gösteri idi.

Madonna (1892-95)- Edvard Munch
Munch Müzesi
Sanatçının beş farklı uyarlamasını yaptığı bu tablonun Munch Müzesi koleksiyonunda olanı 2004 yılında çalınmış. İki yıl sonra bulunabilmiş.
Vampir (1893-1895)- Edvard Munch
Munch Müzesi
Sanatçı, bu yağlı boya tablodan altı değişik uyarlama yapmış. Bunlardan üç tanesi Munch Müzesi koleksiyonunda bulunuyor.

Vigeland Müzesi’nden heykeller. Müze binası, 1921 yılında, Oslo Belediyesi tarafından sanatçı için atölye olarak inşa edilmiş. Buna karşılık, Gustav Vigeland tüm eserlerinin Oslo Belediyesine verilmesini vasiyet etmiş. Vigeland aynı zamanda, Nobel Barış Ödülü
Madalyası’nın da yaratıcısıdır.

Tanıştığım insanların bazıları artık hayatta değiller. Bazıları çok yaşlanmış. Öyle anlaşılıyor ki, gördüğüm yerler de epeyce değişmiş. Ama Norveç ve Oslo, otuz yıl öncesinin heyecanlı ve pek hoş enstantaneleri ile aklımda ve kalbimde yerini aldı.

Giden selin ardından, anılar kaldı…