Bugün Noel. Hz. İsa’nın doğum günü olması nedeniyle Hristiyan dünyası için önemli bir gün. Öte yandan, süslenmiş çam ağaçları, rengarenk ışıklar ve bu döneme özgü kek, pasta, kurabiye gibi yiyecekler, her ırktan ve inançtan insanın yaşamına şu ya da bu ölçüde girmiş bulunuyor. Bu ritüellerin bir kısmı, Hristiyanlar dışında, örneğin bizde olduğu gibi, Yılbaşı kutlamalarının bir parçası haline geldi. Belki bu sebepten dolayı, Yılbaşı ve Noel birbirine karıştırılarak, gereksiz husumetler, hatta daha fazlası yaşandı geçmişte bu ülkede. 30 Aralık 1994 günü, Taksim’deki The Marmara otelinin pastanesine atılan ve yazar Onat Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan’ın ölümüne neden olan bombayı unutmak ne mümkün. Bir de, 2016’yı 2017’ye bağlayan gece Reina’da yaşananlar var tabii. Çeşitli milletlerden, farklı inançlara sahip 39 canın öldüğü ve 70 kişinin yaralandığı…
Aslına bakılırsa, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmiyor. Hatta, bazı teologlara göre, Ekim ayında doğmuş olabilir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında, tamamen siyasi nedenlerle olmuş. Noel ile en çok ilişkilendirilen çam ağacı ise, Hristiyanlık öncesi pagan adetlerin bir devamı. Anadolu’da, geçmişi Hitit ve Frig dönemlerine kadar giden ağaç süsleme geleneği, Osmanlılarda nahıllarla sürmüş. Arapça nahl (hurma ağacı) kelimesinden türetilmiş olan nahıl ağaçları, özellikle Saray düğünlerinde ve sünnet düğünlerinde, ev sahiplerinin zenginliğini ve gücünü gösteren başlıca simgelermiş. Yaklaşık 100 kişi tarafından taşınabilen büyük nahılların boyu, 15-20 metreyi bulurmuş. Kat kat yapılan nahıllar, bal mumu ve kağıttan yapılan renkli toplar, meyveler ve küplerle süslenir, tepesine de yanan bir mum veya (on sekizinci yüzyıldan sonra) hilal konurmuş.
Farklılıkların giderek keskinleştiği, yaratılan değişik kamplaşmalarla toplumların ve genel olarak dünyanın, kutuplaştırıldığı bir ortamda, kardeşlik ve dostluğa vesile olacak her kutlama sevinçle karşılanmalıdır kanımca. Ben de bu amaçla, Noel ile ilgili iki eski yazımı sizlerle yeniden paylaşmak istedim. Yine, daha önce okumamış olanlar veya tekrar göz atmak isteyenler için. İlki, çocukluk anılarım ile ilgili. İkincisi ise, İstanbul’daki Noel kutlamaları üzerine.
Noel, bilindiği üzere, Hristiyanların Hz. İsa’nın doğumunu kutladıkları bayramdır. Hristiyan mezheplerin çoğu kutlamaları 24 Aralık veya 25 Aralık’ta yapar. Bazı mezheplerde kutlamalar 26 Aralık’ta da sürer. Katolikler ve Protestanlar dini törenlerini 24 Aralık günü yaparken, Ortodoksların bir bölümü 25 Aralık günü yaparlar. Ermeni ve Rus Ortodoksları ise, Jülyen takvimi gereği, Noel’i 6 Ocak’ta kutlarlar.
Esasen, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmemektedir. Bazı teologlar, belli kaynaklara dayanarak, aslında Ekim ayında doğmuş olması gerektiğini bile söylemişlerdir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında olmuş. Pagan Roma’da gün ışığının en az süreli, gecenin en uzun olduğu 21 Aralık gününden sonra, “güneşi tekrar çağırma” bayramı olarak kutlanan 24-25 Aralık günlerinin yerine Noel kutlamalarının konması, Hristiyanlık öncesinin bu adetinin unutturulup, bir anlamda, yeni inancın zaferini simgelemek için yapılmış. Tarih boyunca tapınakların yerine kilise, kiliselerin yerine cami yapılması da, yine aynı siyasi mesajı içermiş hep. Sadece takvim tarihi olarak değil, çam ağacı ve Noel Baba gibi Noel ile ilişkilendirilen simgeler de köken olarak, pagan adetlerin ve ticari amaçların birleşimi ile ortaya çıkmışlar.
Noel’in benim için anlamı ise, özlenen bir çocukluk dönemine duyulan nostaljidir… Ağacıyla, süsleriyle, ilahileriyle yaratılan neşe atmosferini sevmemdir… Bugünkü ben olmama pek çok yönden katkısı olan Yvette’i ve onunla çocukken geçirdiğim Noel’leri anmaktır… Noel zamanı, gece yarısı ayini için Yvette’in beni uyandırışını, soğuk ve karlı havada yürüyerek kiliseye gidişimizi hatırlamamdır…
İstanbul hiç şüphesiz, kadim olarak tanımlanan şehirlerin başında gelir. Bu sebeple, farklı dini inançların, kültür ve etnik kökenlilerin bir arada yaşıyor olması da doğal. Neredeyse altı yüz yıldan beri Müslümanların yönetiminde olsa da, diğer semavi dinlerin cemaatleri ve ibadethaneleri bu şehirde varlıklarını sürdürüyor. Dönem dönem gördükleri siyasi baskılar ve müdahaleler artsa da, talan ve göçe zorlamalarla sayıları azalsa da…
Bu yıl, 24 Aralık günü katıldığımız “İstanbul’da Noel” gezi turu ile hem İstanbul’da varlıklarından bile haberdar olmadığımız pek çok kiliseyi görme hem de Hristiyanlığın farklı mezheplerinin Noel kutlamalarını izleme fırsatımız oldu. On iki saat süren geziyi, daha önce çok başarılı bir Kadıköy- Moda turuna katıldığımız turizm şirketi düzenlemişti. Doğrusu, 160 kişinin katıldığı bu turu çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdiler. Yaptıkları zaman düzenlemesi sonucunda, dörde ayırdıkları katılımcı grupları, Noel yemeği ve en sondaki gece yarısı ayini hariç, hiçbir zaman birbiriyle çakışmadı. Her grubun başındaki rehber, yardımcı personel ve şoför gayet uyumlu çalışarak, programın sorunsuz tamamlanmasını sağladı.
Tur kapsamında ilk gittiğimiz yer, Fener Rum Patrikhanesi ve Aya YorgiKilisesi oldu. Buraya, nerdeyse 20 yıl önce, bir pazar sabahı gitmiştim. Ancak, Pazar ayini yapıldığı için içeriyi tam anlamıyla gezememiştim. Bu sefer, öğleden sonra gittiğimiz için Pazar ayini bitmişti. Rum Ortodoksların Noel ayini 25 Aralık’ta yapıldığı için de cemaat yoktu. Daha çok, Müslümanlar tarafından da peygamber kabul edilen Hz. İsa’nın doğumu nedeniyle adak adamaya, mum yakmaya gelmiş, türbanlı veya başı açık Müslüman vatandaşlarımız vardı. Söz konusu olay, benim bu topraklara dair en çok sevdiğim şeylerden birisidir. Osmanlı döneminde daha çok olmak üzere, tepedeki yöneticiler ne politika güderlerse gütsünler, farklı inançlara sahip sıradan insanlarımız birbirlerinin dini figürlerine, bayramlarına ve ritüellerine saygı göstermiş, türbelerine, yatırlarına adak adamışlar. Birkaç yıl önce gittiğim İstanbul’daki Ayın Biri Kilisesi‘nde, papaz efendiden anahtar alıp, dilek dilemeye gelen kalabalık kadın topluluğu ağırlıklı olarak dindar, Müslüman kadınlardan oluşmuştu. Selçuk’taki Meryem Ana’nın evinde de durum farklı değildi.
Fener Rum Patrikhanesi, günümüzde bulunduğu yere 1602 yılında taşınmış. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden o tarihe kadar, Patrikhane birkaç kere yer değiştirmek zorunda kalmış. Bu mahalle aslen Bizans aristokrasisinin oturduğu bir mahalle imiş ve İstanbul düştükten sonra, Fatih’in ordusuna birkaç gün daha direnebilmiş. Patrikhane buraya gelmeden önce de burada, ahşaptan yapılma bir Aya Yorgi kilisesi varmış. Pek çok kere yeniden yapım, bakım ve onarımdan geçen Patrikhane günümüzdeki görüntüsüne 1800’lü yıllarda kavuşmuş. Yol seviyesinden bir merdivenle çıkılan Patrikhane avlusuna giren üç kapı bulunuyor. Ancak tam karşıda bulunan büyük kapı, 1821 yılından beri kapalı tutuluyor. Bunun sebebi, Patrik V. Grigorios ve üç metropolitin, Mora ayaklanmasını destekledikleri gerekçesi ile, Sultan II. Mahmut tarafından burada astırılmaları. Rivayet odur ki, bu olaydan sonra Patrikhane bu kapıyı, İstanbul tekrar bir Rum şehri olana kadar kapamaya karar vermiş.
Soldaki kapıdan girilen Patrikhane avlusunda, sol tarafta Aya Yorgi kilisesi, karşıda ve sağ tarafta ise Patrikhane’ye ait ofis ve rezidans binaları bulunuyor. Kilisenin kendisi, üç nefli (birbirinden sütunlarla ayrılmış üç bölümlü), bazilika tarzında bir yapı. Osmanlı yönetimi, Sultan II. Beyazıt’tan itibaren kiliselere kubbe yapımını yasakladığı için, Aya Yorgi’nin de kubbesi bulunmuyor. Söz konusu yasaklama 1890’lara kadar devam etmiş.
Bazilikanın içinde ilk göze çarpan, tam karşıdaki, ahşaptan yapılma ikonostasion oluyor. İkonostasion, Ortodoks kiliselerinde cemaatin bulunduğu bölüm ile, din görevlisinin dini töreni yaptığı bölümü birbirinden ayıran duvara verilen isim. Katolik ve Protestan kiliselerinde dini ayin cemaatin önünde yapıldığı için böyle bir duvar bulunmuyor. Aya Yorgi’nin ikonostasionu, 19. yy başlarında, ince bir işçilik ile yapılmış. Yapımında iki usta, kimi rivayete göre kırk, kimine göre on beş yıl çalışmışlar. Her halükarda, çok el emeği ve göz nuru ile yapılmış olduğu belli.
Bunun dışında Aya Yorgi kilisesinde, İstanbul’un çeşitli kiliselerinden buraya getirilmiş mozaik ikonalar, tarihleri 11 ve 12. yüzyıllara kadar giden ahşap ikonalar, İsa’nın gerildiği çarmıhın bir parçası olduğu iddia edilen bir ahşap sütun, bir tanesi gümüş olmak üzere, üç azizenin tabutları ve dini önem atfedilen çeşitli eşyalar bulunuyor.
Gittiğimiz ikinci kilise olan, Karaköy’deki Aya Panteleymon kilisesini ben, ilk olarak otuz sene önce görmüştüm. Henüz İstanbul içi turların yeni başladığı dönemde, Murat Belge götürmüştü oraya bizi. O zaman, pis, bakımsız ve izbe bir hanın tepesindeki bu küçük kilise bizi çok şaşırtmıştı. İçeri girdiğimizde Pazar ayininin henüz bitmiş olduğunu, havada hala buhurdanlardan yayılan dumanın ve tütsü kokusunun olduğunu hatırlıyorum yıllar öncesinden. Aradan geçen yıllar içinde binanın dışında fazla bir gelişme olmamış. Hatta, dış cepheden dökülen taşların yarattığı tehlike nedeniyle, ahşaptan bir sundurma inşa edilmiş. Ancak, binanın içi epeyce elden geçmiş, badana yapılmış. Öyle görünüyor ki, düzenli bir temizlik de yapılmaya başlanmış.
Aya Panteleymon, Karaköy’de bulunan apartman kiliselerden birisi. Yakınındaki benzer kiliseler Aya İlia ve Aya Andrea gibi, 1870’lerde Ruslar tarafından inşa edilmiş. Binalar, o dönemde Aynaroz veya Kudüs’e giden Rus hacıların konaklayabilmesi için yapılmış hanlar aslında. Kiliseler, hacıların konaklama sırasında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için binaların tepesine yapılmış. 1917 Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya’nın yıkılmasından sonra İstanbul’a kaçan Beyaz Rusların bir bölümü de bu hanlarda kalmışlar. Bu kişilerin büyük bir kısmı daha sonra, Paris’e, Avrupa’nın diğer kentlerine ve Amerika’ya göç etmiş. Bir kısmı da Beyoğlu’na taşınmış. Günümüzde Aya Panteleymon’un cemaati hala bu Beyaz Rusların soyundan gelenlerden oluşuyor. Rus aksanıyla Türkçe konuşan kilisenin görevli kadınları da tip olarak ırklarının tüm özelliklerini taşıyorlar. Kızgın bir şekilde kadınların başlarını örtmelerini ve fotoğraf çekilmemesini söyleyen yaşlı görevli ise, sadece masmavi gözleri ve keskin yüz hatları ile değil, sert mizacı ile de Rus olduğunu belli ediyor…
Bir sonraki durağımız, Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin Kilisesi idi. Yüksek duvarların arkasındaki Ermeni Katolik Patrikhanesi, bir zamanlar genelevleri ile ünlü Abanoz sokağın bir üst sokağında bulunuyor. 1960 devriminden sonra buralar temizlenmiş ve adı da Halas olarak değiştirilmiş.
Demir bir kapıdan girdiğimiz Patrikhanenin lacivert üniformalı, kravatlı görevlileri bizi çok sıcak bir şekilde karşıladılar ve buyur ettiler. Öteden beri sadece Gregoryen olduklarını düşündüğüm Ermeni yurttaşlarımızın, bir kısmının Katolik, bir kısmının da Protestan olduklarını bu gezi sırasında öğrendim. Aslen Gregoryen olan Ermeni yurttaşlarımızın bir kısmı, 16. yüzyılda bir yandan Fransız misyonerlerin etkisi ile, diğer yandan da, Kapitülasyonlar çerçevesinde Katolik Fransızlara tanınan imtiyazları görüp, kendilerinin de Katolikliğe geçmelerinin ticaret açısından iyi olacağını düşünmelerinden dolayı mezhep değiştirmişler. Daha sonra, bir kısım Ermeni de, bu sefer Amerikalı Protestan misyonerlerin etkisi ile, 19. yüzyılda Protestan olmuşlar.
Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin kilisesinin bulunduğu geniş arazi, 1838 yılında zengin Bilezikciyan ailesi tarafından hibe edilmiş. 1863’e kadar burası Ruhban Okulu olarak kullanılmış. 1864 yılında padişahtan alınan bir ferman ve yine zengin bir aile olan Mısırlıyan’ların maddi desteği ile, okulun yerine Patrikhane ve kilise yapılmış. 1870 büyük Beyoğlu yangınında hasar görmüş ve daha sonra onarılmış.
Tek nefli, geniş bir kilise olan Surp Azvazazin kilisesi, ışıl ışıl kristal şamdanların altında ferah ve güzeldi. Altar kısmına çıkan basamakların sol tarafında, Noel için hazırlanmış ve mor ışıklarla süslenmiş bir İsa’nın doğum sahnesi canlandırması vardı.
Kilisenin sol duvarında, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi, İmparatoriçe Eugenie’nin hediye ettiği, goblen bir tablo asılı duruyor. Padişah Abdülaziz’in 1867 yılında Avrupa’ya yaptığı ziyaret sırasında tanıştığı İmparatoriçe Eugenie, iki yıl sonra, Süveş Kanalının açılışı için Mısır’a giderken altı gün İstanbul’da kalmış. İşte bu kalış sırasında İmparatoriçe, Surp Azvazazin kilisesini de ziyaret etmiş ve bu tabloyu hediye olarak getirmiş.
Balık Pazarı’ına epeydir gitmemiştim. Burası, Çiçek Pasajı’nın yanından inen Sahne sokağın üzerine sıralanmış dükkanlardan oluşuyor. Yan sokaklara da taşmış dükkanlar var. Bir zamanlar yılda birkaç kere gittiğim pazar, bu sefer epeyce değişmiş göründü bana. Bir kere, sanki balıkçılar ve sayıları en az onlar kadar olan baharatçılar oldukça azalmış. Onun yerine kalitesiz, sözde turistik, ıvır zıvır satan tezgahlar türemiş. Bir de, sokağın üstüne dükkan sahiplerinin gerdiği tenteler yok artık. Bunların kaldırılması konusunda esnaf ile belediyenin arasındaki tartışmalar haberlere epeyce yansımıştı. Ne yalan söyleyeyim, bu hali daha iyi olmuş. Eski hali bence son derece iç kapayıcı idi. Şimdi gökyüzünü görebiliyor olmak bana iyi geldi.
Balık Pazarı’nın aşağı yukarı ortalarında bulunan Ermeni Gregoryen Üç Horan Kilisesi daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Çiçek Pasajı tarafından aşağı doğru inerken sağ kolda olan kilisenin avlusuna yüksek, demir bir kapıdan giriliyor.
Üç Horan Kilisesi’nin yerinde 16. yüzyılın sonundan beri bir kilise olduğu tahmin ediliyor. Mimarı Garabet Balyan olan günümüzdeki kilise, 1838 yılında ibadete açılıyor. Ondan önce yapılan yapılar birkaç kere yangın geçiriyor. Kilisenin avlusunda bir okul ve ofisler de bulunuyor. Ayrıca, arka bahçede Surp (Aziz) Agop’un mezarını da görmek mümkün. Aslında, eskiden kilisenin arazisi çok daha büyükmüş. 1896 yılında şekerci aile Tokatlıyan’lar bir bölümünü satın alarak, bir zamanların meşhur Tokatlıyan Oteli’ni yapmışlar.
Cephesinin erken Rönesans dönemini andırdığı söylenen kilise, üç nefli, büyükçe bir kilise. Altara uzanan iki uzun duvarın üst kısmında, karşılıklı olarak on iki havarinin resimleri var. Onlara ilaveten, iki tane de Ermeni Gregoryenlere ait azizin resmi bulunuyor.
Gezinin bu noktasında tam, artık biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünürken, Beyoğlu’nun tarihi ve ünlü Pano Şaraphanesi’nde bir sıcak şarap molası verdik. Doğrusu, soğuk havada çok iyi gitti. Sıcak şarabı öteden beri severim. İçindeki çeşitli meyveler, tarçın ve karanfil ile birlikte kış mevsimine çok yakıştırdığım bir içkidir. Kış aylarında evde de yaparım. Dışarda genellikle ucuz markalarla yapılan sıcak şarabı Pano’da Sevilen şaraplarından yapmışlardı. Meyvesi, baharatları yerindeydi. Kuru kayısı ve grisini ile servis yaptıkları sıcak şarabı yudumlarken, bir yandan da keyifle etrafı inceledim. Günümüzde, açık ya da örtülü olarak bu tür yerlere uygulanan baskıları düşününce, insan buranın ayakta kalabilmesine hem şaşıyor hem de şükrediyor.
Tarihi Pano Şaraphanesi, 1898 yılında, Samatya’lı bir Rum olan Panayot Papadulos tarafından açılmış. Mürefte’den getirttiği şarapları mahzenindeki dev fıçılarda depolarmış. Pano’nun müdavimleri daima çok renkli insanlar olmuş. Kadın, erkek, zengin, fakir, herkesin gidip, kesesine göre şarap içtiği bir mekanmış. Günümüzde de o özelliği devam ediyor gibi… Kimi önündeki tek bir kadehle baş başa… Kimi eşi dostuyla, mükellef peynir ve meyve tabakları eşliğinde yudumluyor şarabını…
Sıcak şaraplarımızı içip, dinlendikten sonra , Pano’ya çok uzak olmayan, Parmakkapı’daki Keldani Katolik Kilisesi‘ne gittik. Rehberimizin verdiği bilgiye göre, Keldaniler de, Süryaniler gibi, Mezopotamya ve Asur uygarlığı kökenli bir toplulukmuş. Güney Mezopotamya’dan göç ederek, Irak’a yerleşmişler. Beşinci yüzyılda Nasturi tarikatını seçtikleri için aforoz edilmişler. 16. yüzyılda ise, Gregoryen Ermenilerin bir bölümü gibi, ticaret yapmak ve zengin olmak açısından avantajlı olacağını düşünerek, Katolik olmaya karar vermişler. Papa da bu taleplerini kabul etmiş.
Kilisenin kendisi oldukça ufak. Biz gittiğimizde burası da, altarın sol tarafına kurulmuş İsa’nın doğum tasviri ve çam ağacı ile birlikte, Noel için hazırdı.
Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi’ne vardığımızda hava kararmak üzereydi artık ve dışarıya ilahi sesleri geliyordu. O sırada kilisede İstanbul’daki İranlı Protestan göçmenlerin Noel ayini olduğunu söylediler. İçeri girer girmez, “Hoş gelmişsiniz, hoş gelmişsiniz” diyerek bizi sıcak bir şekilde karşılayan, kadınlı, erkekli görevliler, boş kalan yerlere oturmamızı da sağladılar. Noel için süslenmiş kilise doluydu. Takım elbise ve kravatlı erkekler, şık hanımlar ve çocuklar vardı. Bayramlık kıyafetleri ile altarın önüne dizilmiş çocuk korosu, öğretmenlerinin yönetiminde, neşe içinde Farsça Noel şarkıları söylüyorlardı. Bu benim için çok beklenmedik bir sürpriz oldu. Hayatımda ilk olarak, Farsça yapılan bir Noel konseri izledim. Doğrusu, İran’da Protestanların olduğundan bile haberdar değildim.
Programımız nedeniyle, konserin sonrasındaki ayine kalamadık. Ayrılırken de bizi yine, içten ve sıcak bir şekilde uğurladılar. Teşekkür edip, mutlu Noel’ler diledim. Kimi elimi sıktı, kimi iyilik dolu bakışlarla gözlerimin içine bakıp, koluma dokundu…
Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi, bitişiğindeki Alman Kilisesi gibi, 1840’ların başında yapılmaya başlanıyor ve 1846’da ibadete açılıyor. Yine rehberimizin söylediğine göre, “bozuk Gotik” tarzdaki yapının mimarı Stefan İzmirliyan. Kilise, 1907 yılında tekrar elden geçiriliyor.
Beyoğlu Saint Antoine kilisesi, her Noel’de olduğu gibi, tıklım tıklım doluydu. Belki cemaatten çok, diğer dinlerden meraklılar vardı etrafta. Bahçede ve içerde yapılmış ışıklı İsa’nın doğumu kompozisyonları ve Noel süsleri gerçekten çok güzel ve göz alıcıydı. İnsanlar, bu süslemelerin önünde fotoğraf çektirebilmek için birbirlerini yiyorlardı adeta.
İstanbul doğumlu, İtalyan mimar Giulio Mongeri’nin eseri olan Saint Antoine kilisesi 1912 yılında ibadete açılmış. Daha önce burada, zamanının ünlü Concordia gazinosu varmış. Büyüklüğü ve Noel’deki gece yarısı ayininin popülerliği nedeniyle, ben de pek çok insan gibi, Saint Antoine kilisesinin İstanbul’daki en önemli Katolik kilise olduğunu düşünürdüm hep. Oysa, bu gezide öğrendim ki, bu bilinirlik kilisenin biraz çok yol üstünde olmasından ve kapılarının her daim açık olmasından kaynaklanıyor. Vatikan açısından, İstanbul’un en önemli ibadethanesi Saint Antoine değil, katedral mertebesi verilmiş olan Saint Esprit imiş. Nitekim, 2014 yılında İstanbul’u ziyaret eden Papa Franciscus da, Saint Antoine’da değil, Elmadağ’daki Dame de Sion lisesinin avlusunda yer alan Saint Esprit katedralinde bir ayin yönetmiş. İstanbul’daki Vatikan Büyükelçiliği de, Saint Esprit katedralinin arkasındaki Papa Roncallisokağında bulunuyor.
Gezimizin kapsamındaki Noel Yemeğinden önce, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Latin Katolik Santa Maria Draperis Kilisesi’ni ziyaret ettik. Burası, hemen cadde seviyesindeki demir parmaklıklı kapısından aşağı doğru inen merdivenleri ve uzaktan görünen, altın yaldızlı Meryem Ana mozaiği ile her zaman önünden geçtiğimiz bir kilise ama, daha önce içine hiç girmemiştim. Tek nefli bir bazilika tarzında yapılmış olan bu Fransisken kilise, bir çok yangın geçirdikten sonra, 1904 yılında Abdülhamit’in verdiği özel izin ile, günümüzdeki şekliyle ibadete açılmış. İstiklal Caddesi’ndeki giriş kapısının üstündeki plakette, Bizans İmparatoru olarak belirtilmiş Abdülhamit’in, dönemin Belediye Başkanı Rıdvan Paşa’nın ve mimar Semprini’nin isimlerini okumak mümkün. Kilisenin apsisindeki Meryem Ana tablosu 1678 yılındaki yangından kurtarılmış. Biz kiliseden ayrılırken, gece yarısı Noel ayininden önce yapılacak konser için prova yapılıyordu.
Noel Yemeği olarak planlanmış akşam yemeğimizi, Boğaz, Anadolu yakası ve Haliç’e nazır şahane manzaralı Mükellef’te yedik. Şef Arda Türkmen’e ait olan Karaköy’deki bu restorana, ilk olarak birkaç hafta önce gitmiştim. Ama bu sefer, Yılbaşı ağacı ve masa süsleri ile bambaşka bir atmosferi vardı. Menüde Noel ile ilişkilendirebildiğim tabaklar sadece fırınlanmış hindi, kestaneli iç pilav ve elmalı strudel olsa da, yediğimiz her şey çok lezizdi.
Yemekte iki saat kadar vakit geçirip, biraz da dinlendikten sonra, günün son durağı olan Elmadağ’daki Saint Esprit Katedrali’ne doğru, otobüs ile yola çıktık. Buraya, Noel konseri ve gece yarısında yapılan Noel ayinini izlemek için gittik. Ama ondan önce, bizim için özel olarak açılan, katedralin kript’ni (bodrum katını) ziyaret ettik…
1846 yılında ibadete açılan Saint Esprit, o dönem Papa’nın temsilcisi olan Monsenyör Hillereau tarafından, ünlü mimar Fossati’ye yaptırılmış. 1876 yılında Vatikan tarafından “Katedral” vasfı verilmiş. Barok tarzda, üç nefli bazilika görünümünde olan katedrale giriş, Notre Dame de Sion Lisesi’nin kapısından yapılıyor. Avluda, sol tarafta, Papa XV. Benedictus’un büyük bir mermer heykeli var.
Katedral inşa edilirken, bodrumda yer alan kript’te bir yeraltı mezarlığı da yapılmış. 1927 yılına kadar definlerin devam ettiği söylenen bu mezarlıkta, buranın kurucusu Monsenyör Hillereau başta olmak üzere, cemaatten tanınmış ailelerin mezarları bulunuyor. Bu mezarların içinde, benim gün boyu merak ettiğim mezar ise, II. Mahmut tarafından 1828 yılında, Muzika-yı Hümayun bünyesindeki Osmanlı bandolarının başına eğitmen olarak getirilen Donizetti Paşa’nınki idi.
Ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi olan (Giuseppe) Donizetti Paşa, 1856’da ölene kadar, 28 yıl Osmanlı Sarayında müzisyen olarak hizmette bulunmuş. Saint Esprit katedralinin bodrumundaki kabrinde sadece kendisi değil, torunları da dahil olmak üzere, diğer aile fertleri de yatıyor.
Saint Esprit Katedrali’nde önce, org ve koro ile bir Noel konseri verildi. İlahiler ve Noel şarkıları söylendi. Ardından, gece yarısı başlayan Noel ayini için, Papa’nın İstanbul’daki temsilcisi, Meksika’lı Monsenyör Gonzalez, mumlar taşıyan papazların ortasında, elinde küçük İsa’nın bir heykeli ile birlikte salona girdi.
Töreni bir süre izledik ama, en sondaki komünyon bölümüne kadar kalmadık. On iki saatin sonunda epeyce yorulmuştuk artık. Katedralin avlusundan caddeye çıktığımızda, yanan ışıldakları ile kapıda bekleyen polis arabaları ve polisler hala oradaydılar. Çok kısa bir an, karşılıklı bakıştık…
Gün çok uzun olmuştu ama, yeni şeyler görmenin ve öğrenmenin keyfi ile geçmişti. Bir kez daha, İstanbul’un ne mucizevi bir şehir olduğunu, keşfedilecek daha ne çok yeri ve hikayesi olduğunu düşündüm…
Hava soğuk… Çok soğuk… Sanki Alplerden gelip, Apeninler boyunca aşağı doğru inen tüm soğuk hava atkımın ve beremin arasından bir yol bulup, ensemden aşağı iniyor. Çocuk bedenim titriyor. Vakit gece yarısına yakın. Sıcak yatağımdan kalkıp, bu soğuk havaya çıkalı çok olmadı… Bu kadar üşümemin bir nedeni de o belki.
Kar da yağıyor lapa, lapa… Siyah tay derisi botlarım var ayağımda. Her adımda, botlarımın altında ezilen taze kardan ses çıkıyor. Gecenin karanlığında Yvette, eşi, tatil için gelmiş olan iki yetişkin çocuğu ve ben uzaktaki bir ışık demetine doğru yürüyoruz…
Monte Terminillo’ya birkaç gün önce geldik. Burası, Roma’ya 100 kilometre kadar uzaklıkta bir kayak merkezi. Hayır, buraya kırmızı MG ile gelmedik… Soğuk havalar için uygun olmaması bir yana, bu kadar kişinin ve Yvette’in tüm tatil için yetecek kadar getirdiği her türlü erzak, içki, boş zamanlarında yapmaya bayıldığı yapboz vesairenin sığması mümkün değil o arabaya. Onun yerine büyük, lacivert, Citroen arabaları ile geldik.
24 Aralık akşamı, “Yvette kanunları” gereği yine erken yattım. Kendi evimde hafta sonu ve tatillerde istediğim saatte yatabiliyorum ama, Yvette ile birlikte olunca, bazı istisnalar hariç, hep erken yatılır ve itiraz kabul edilmez… Yalnız bu sefer gece yarısına doğru beni uyandıracağını, Noel ayinine gideceğimizi söyledi. Hem merak, hem de heyecan içindeyim ama, yine de uykuya dalabilmişim.
Artık Aziz Francesco kilisesine epeyce yaklaşıyoruz. Bizim gibi oraya yürüyen çok insan olduğunu fark ediyorum. Sessiz bir kalabalık. Herkes kilisenin içindeki sıcak havaya kavuşmanın sabırsızlığı içinde sanki… Beremin içinde kulaklarım, eldivenlerimin içinde ellerim üşümekten hissiz.
İşte geldik… O kadar çok kar var ki, kilisenin önündeki merdivenler diz boyu karla kaplı. Kürekle daracık bir yol açmışlar. Oradan tırmanıyoruz. Buz tutmuş basamaklarda kayıp düşmeyeyim diye elimden tutuyor Yvette.
Ne büyük mutluluk, içerdeyiz artık… Bu kez de, çok soğuktan sıcak bir ortama girdiğimiz için uyuşuyor her bir yanım. Ama bu tatlı bir uyuşukluk hali. Gözlüklerim buğulanıyor.
Ortalarda bir yer bulup, oturuyoruz. Ben Yvette’in sol yanındayım. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım kiliseler gibi eski bir kilise değil. Modern bir kilise. 1949 yılında yapımına başlandığına göre, henüz yirmi yıllık bile değil. Sarı ışıklı aydınlatma, sağlı sollu sıralanmış şapellerdeki adak mumlarının ışıkları ve buhurdanlardan yayılan tütsü kokusu içimi ısıtıyor. Bir de küçük erkek çocuklarından oluşan koronun söylediği Noel şarkıları… Ön tarafta, “altar”ın hemen yanında, Noel için hazırlanmış küçük İsa’nın doğum canlandırması var. Oturduğumuz sıraların önündeki küçük raflarda dua kitapları duruyor. Henüz ayin başlamadı.
Papaz ve arkasında yürüyen iki yardımcısı içeri girince herkes ayağa kalkıyor.
“ In nomine Patris, et Filii, et Spiritus Sancti. Amen”…
Ayin boyunca etrafımı incelemeye devam ediyorum. Belli bir aşamada herkes diz çöküp, dua ediyor. Yvette, yolda gelirken de söylemiş olmasına rağmen, yine kulağıma eğilip, benim bunu yapmak zorunda olmadığımı söylüyor. Herhangi bir inanış veya ritüeli empoze etmemek konusunda çok dikkatli. Oysa onun zannettiği gibi rahatsız hissetmiyorum kendimi burada. Ben biraz daha küçükken, gezmek için gittiği bir kilisede dua ettiğini söyleyen dedem bana,” Çünkü orası da Allah’ın evidir” demişti. “Cami ve havra gibi…”.
Okulda da her sabah, siyah cüppesini giymiş başöğretmen Mr. Sunley’in yaptığı kısa bir konuşmadan sonra, Mrs. Alcock’un çaldığı piyano eşliğinde bir ilahi söyleniyor. Bu sırada Pakistanlı öğrenciler dışarı çıkıyorlar. Bana bir şey demiyorlar ama, dışarı çıkmadığım için tuhaf tuhaf bakıyorlar. Oysa ben, bunu sadece okul gününe güzel bir müzik eşliğinde başlamak olarak düşünüyorum. İlahiler, dağıtılan lacivert ciltli kitaplardan sözleri okunarak söyleniyor. Hepimizin en çok sevdiği bir tek ilahi var. Numarasını ezbere biliyoruz ve Mr. Sunley o gün söylenecek ilahinin numarasını söylediği zaman, eğer bu o sevdiğimiz ilahi ise çok seviniyor, neşe içinde birbirimize gülümsüyoruz. Çok değil, birkaç yıl sonra, henüz radikal İslamcı olup, Yusuf İslam adını almamış olan Cat Stevens bunu şarkı olarak “Teaser and the Firecat” albümüne alınca nasıl da hoşuma gitmişti.
“Morning has broken, like the first morning,
Blackbird has spoken, like the first bird…”
Noel ayini bitti…Yine dışarıdayız. Kiliseden adımımızı atar atmaz soğuk rüzgar yüzümüze kamçı gibi vuruyor. Bir saati aşkın süre boyunca ısınmış bedenim yine üşüyor. Geliş mi daha kötüydü, dönüş mü, karar veremiyorum. Kar durmuş, gökyüzü aydınlık, yıldızlar parlıyor…
Eve gelmek ne büyük mutluluk! Masif meşe yemek masasının etrafına oturuyoruz. Önce hediyelerimizi açıyoruz. Sonra Yvette kendi yaptığı Noel kekini getiriyor. İçinde kurutulmuş meyveler ve badem olduğunu biliyordum ama, üzerine konyak dökülüp, ateşe verilmesini hiç beklemiyordum doğrusu. Mavi ile mor arası alevlerin önce yükselip, sonra yavaş yavaş alçalıp, yok olmasını hayret ve heyecanla izliyorum. Kekimi yerken Yvette bana da çok az konyak koyuyor…
Çeşitli mezheplerden Hristiyan cemaat gittikçe azalmış olsa da, İstanbul’da da 24 Aralık Noel ayinleri çeşitli kiliselerde yapılıyor. Benim bildiğim, bunların en görkemlisi Beyoğlu, İstiklal Caddesindeki Saint Antoine Katolik Kilisesi’nde ve birkaç dilde oluyor.
İstiklal caddesine bir avlunun içinden, biraz içerlek bir konumdan bakan Saint Antoine Kilisesi ilk olarak 1725 yılında inşa edildi. Amaç, Osmanlı Saray’ına ve Devletine hizmet veren ve ticaretle uğraşan, başta İtalya ve Fransa olmak üzere, Katolik ülkelerin vatandaşlarına ve ailelerine hizmet vermekti. Bizim şimdi gördüğümüz kilise ise, İstanbul doğumlu İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından tasarlandı ve 1912 yılında hizmete açıldı. Kilisenin tam adı Sant’Antonio di Padua’dır.
Son yıllarda bazı, Hristiyan olmayan İstanbullular da Saint Antoine’daki Noel ayinini izlemeye başladılar. Kilisenin bu özel gün için süslenmiş hali hem görsel olarak insanın hoşuna gidiyor hem de bizimle bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan Katolik vatandaşlarımızın ritüellerini yakından görmek, bence, aradaki bağları güçlendiriyor. Kilise cemaatinin bu konudaki tek şikayeti izlemeye gelenlerin bunu bir tür sosyal faaliyet gibi görüp, ayin sırasında gürültü yapmaları. Birkaç sene önce okuduğum bir röportajda kilisenin başrahibinin, “Müslüman kardeşlerimize Noel ayini sırasında kapılarımız daima açık. Bu aynı zamanda bir dostluk ve kardeşlik günüdür. Ancak, bazı misafirlerimiz bu olayı İstiklal civarında gittikleri bir barın veya yemek yedikleri lokantanın devamı olarak görmekte ve gürültü, patırtı yapmaktadırlar. Kendilerinden ibadetimize saygılı olmalarını rica ediyoruz ” dediğini hatırlıyorum.