Edirne’deki ikinci günümüzde, önce II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni gezmeye karar verdik. Bir önceki gün gezdiğimiz camilerdeki aşırı kalabalık nedeniyle oyalanmadan kahvaltı yapıp otelden ayrıldık. Açıkçası, bir yandan da, II. Bayezid Külliyesi’nin o kadar kalabalık olmayacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Biz gittiğimizde, henüz aşırı olmamakla beraber, içerde epeyce insan vardı. İlerleyen saatlerde kalabalık gittikçe arttı. Belirli yerlerde fotoğraf çekmek iyice zorlaştı.
II. Bayezid Külliyesi, Edirne’nin kuzeybatı bölgesinde ve Tunca Irmağı’nın batısında bulunuyor. Külliye aynı zamanda, Tunca Irmağı’nın bir kolunun kıyısında yer alıyor. Sultan II. Bayezid’in emri ile, 1484-1488 yılları arasında inşa edilen külliye aslında büyük bir kompleks olarak yapılıyor. Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin sorumluluğunda olan Sağlık Müzesi’nin yer aldığı şifahanenin ve tıp medresesinin dışında, Bayezid Camii, imaret (aşevi), tabhane (misafirhane) çifte hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane (saat ve takvim ayar yeri), mehterhane, mumhane, su deposu, su terazisi, şadırvan, değirmen ve köprü yapılıyor. Bu eserlerin bir kısmı maalesef şimdi ayakta değil.
II. Bayezid de, çoğu zaman yaptığımız genelleme kolaycılığının gadrine uğrayan tarihi şahsiyetlerden birisi kanımca. Ben de pek çok insan gibi, onun babası Fatih Sultan Mehmet’in kültür, bilgi ve vizyonuna sahip olmadığını, sofu bir insan olması nedeniyle dar görüşlü olduğunu düşünürüm. Hele, babasının İtalyan ressam Gentile Bellini’ye poz vererek yaptırdığı ünlü tablolarını yabancılara satmasını hiç affetmem. Şimdi bir tanesi Londra’daki National Gallery’nin daimi koleksiyonunda bulunan bu tabloların dışında daha başka pek çok tabloyu da saraydan attığı söylenir. Ancak, her insan gibi tarihi şahsiyetler de aslında ne tamamen kötü ne de iyiler. O nedenle, eleştirsem de, arada kendime Osmanlı topraklarına İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul eden (1492) yüce gönüllü padişahın da aynı Bayezid olduğunu hatırlatırım. İşte, II. Bayezid Külliyesi ve özellikle çağının çok ilerisinde olan şifahanesi ve tıp medresesi de onun artı hanesine yazılması gereken eserler arasında bence.
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni Edirne’ye daha önceki gidişimde de gezmiştim. Ama bu sefer, müzenin çok daha geliştirildiğini, alınan sponsorluklarla çok daha detaylı sunumlar yapıldığını gördüm. Bu konuda Abdi İbrahim ilaç firmasının katkılarını gerçekten övmek gerekiyor. Ayrıca, 2008 yılında açılmış olan Tıp Medresesi de külliyenin bütünsel olarak kavranmasını sağlıyor. Bir tıp fakültesi ve ona bağlı hastane günümüzde bize yabancı olan bir uygulama değil.
Sağlık Müzesi’nin yer aldığı külliyenin darüşşifa ya da şifahane bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde teşhis ve tedavi merkezi, çamaşırhane ve mutfak birimleri, ikinci bölümde ilaçların yapıldığı ve depolandığı ve personelin kaldığı yerler, üçüncü bölümde ise tedavi yapılan yerler bulunuyor. Burası ilk başta, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastane olarak kurulmuş. Bunu, beklemediğim ölçüde iyi tutulmuş kayıtlardan görmek mümkün. Kayıtlarda, hastane açıldığında tıp kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunduğu, hekimbaşına vakıf bütçesinden 30, hekimlere 15 akçe ödendiği yazıyor. Yatak kapasitesi 32, personel sayısı 21. İlk gezdiğim zaman da bu kadar ayrıntılı açıklamalar var mıydı yoksa ben mi unutmuşum tam bilemiyorum ama, bu gidişimde o dönem yapılan çeşitli ameliyatlarla ilgili öğrendiklerim beni hem çok heyecanlandırdı hem de hayrete düşürdü. Özellikle yapılan göz, diş ve jinekolojik ameliyatlar beklemediğim şeylerdi. Bu konuda gerek mankenlerle yapılan sunumlar gerekse açıklayıcı bilgiler çok ayrıntılı ve açıklayıcı idi. Aynı dönemlerde Leonardo da Vinci’nin de kadavralar üzerinde çalışarak insan vücudu hakkında araştırmalar yaptığını hatırlayınca, buradaki uygulamaların bazı yönlerden zamanın batıdaki uygulamalarından ne kadar önde olduğunu düşünmeden edemedim.
Hastane başta çok amaçlı olmak üzere kurulmuş olsa da, sonraki yüzyıllarda giderek sadece akıl hastalarının tedavi gördüğü bir yer haline gelmiş. O yıllarda Avrupa’da akıl hastalarının tutulduğu ortamların ilkelliği düşünülünce, II. Bayezid şifahanesinin çağının ne kadar ilerisinde olduğunu anlıyor insan. Özellikle, müzik, su sesi ve kokuların tedavilerde kullanılması, hastaların el işleri yapmaya yönlendirilmesi çok etkileyici uygulamalar.
Müzik ile tedavi yöntemi sadece akıl hastaları için değil, tüm hastalıklar için kullanılmış. Tedavi bölümünün bulunduğu üçüncü bölümdeki sahnede müzisyenler verdikleri konserlerle hastaların tedavisine katkıda bulunmuşlar. Müzik ile tedavi konusu o kadar derinlemesine ele alınmış ki, belli makamlar belli hastalıklar için kullanılır olmuş. Örneğin, Rast Makamı havale ve felç için, Hicaz Makamı ürolojik hastalıklar için, Buselik Makamı kulunç ve bel ağrıları için kullanılmış. Yine bu bölümün büyük kubbesinin altındaki şadırvandan gelen su sesinin de hastalar üzerinde rahatlatıcı etkisi olduğu düşünülmüş.
Şifahane gerek kurulduğunda gerekse sonradan sadece akıl hastalarına tahsis edildiği zaman, çağının çok ilerisinde bir anlayışla yönetilse de, 1850’li yıllardan sonra maalesef akıl hastalarının sadece kapatılıp tecrit edildikleri bakımsız bir yer haline gelmiş. Binalar hem ihmalden hem de Tunca Irmağı’nın taşmaları sonucu viraneye dönmüş. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Edirne işgal edilince hastalar İstanbul’a gönderilmiş. Ancak, 1896 yılında, İstanbul’da bu hastalara yer olmadığı gerekçesi ile hastalar tekrar Edirne’ye gönderilmişler. Bu amaçla, hastane bir miktar onarımdan geçmiş. 1910 yılında Alman mimar Cornelius’a yaptırılan bir onarımdan sonra da 1916 yılına kadar kullanılmış. Sonrasında yine uzun bir terk edilmişlik ve bakımsızlık dönemi olmuş. 1970’li yıllarda İl Sağlık Müdürü olan Dr. Ratip Kazancıgil’in yoğun çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Çoğu kısmı çöken binalar, 1980’li yılların başına kadar bile çevredekiler tarafından koyun ağılı olarak kullanılmış.
1984 yılında, külliyenin cami dışındaki kısımları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, çok isabetli bir kararla, Trakya Üniversitesi’ne verilmiş. Üniversiteye bağlı Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süslemeleri bölümlerinin öğrencileri burada bir süre hem eğitim yapmış hem de binaların kurtarılmasına katkıda bulunmuşlar. Bazı uzmanların restorasyon kalitesi konusunda yaptıkları eleştirilerin nedeni bu olabilir. Ancak, külliyenin eski halini gösteren filmi izledikten sonra ben, eksik ya da yanlış bulunsa da, yapılanları çok takdirle karşıladım. Bir yandan da, harap durumda olan diğer tarihi yapılar için içimde umut doğdu. O kadar kötü durumdaki II. Bayezid Külliyesi bu şekilde ayağa kaldırılabildiyse, daha kim bilir neler kurtarılabilir diye düşündüm.
Şifahanenin Trakya Üniversitesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmesi için çalışmalar 1993’te başlamış ve 1997 yılında Kültür Bakanlığı’ndan tescilli bir müze haline gelmiş. Burası şimdi aynı zamanda, aldığı uluslararası ödüllerle de başarısı tescillenmiş bir müze. 2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü, 2007 yılında da Kültür Mirasındaki En İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü’nü almış.
Külliyenin 2008 yılında açılan tıp medresesi, şifahanenin doğusunda bulunuyor. Revaklı bir avlunun etrafında 18 adet öğrenci odası ve bir büyük dershanesi var. Medrese, zamanın en ileri tıp eğitimini verirken, bir yandan da bitişikteki şifahanede öğrencilerin bol pratik yapmalarına olanak sağlıyormuş. Evliya Çelebi’den aktarılanlardan öyle anlaşılıyor ki, burada medrese öğrencilerine sadece Arap ve Osmanlı tıp bilginlerinin kitapları değil, Plato, Sokrates, Aristo, Pisagor gibi eski Yunanlı bilginlerin de kitapları okutulmaktaymış. Medresenin o zamandan kalan zengin kitap koleksiyonunun günümüzde Selimiye El Yazmaları Kütüphanesi’nde koruma altında oldukları belirtiliyor.
II. Bayezid Külliyesi’nden ayrılmadan önce, kompleksin içindeki Bayezid Camii’ni de gezdik. Burası, geniş bir kubbenin (20,55 metre) fazla kalın görünmeyen duvarların üstüne oturtulduğu, iki minareli bir cami. Külliyenin olduğu gibi, caminin de mimarı Mimar Hayrettin imiş. Okuduğum kaynaklarda Bayezid Camii’nin, Osmanlı mimarisinde tek bir kubbe altında mekan yaratma arayışının ilk örneği olduğu belirtiliyor. Ayrıca, kubbe yüksekliğinde de 35 metreye ulaşılarak, o zamana kadar en yüksek kubbe olan Üç Şerefeli Camii’nin kubbesi (27 metre) geçilmiş. Caminin içindeki barok tarzı süslemelerin daha sonra yapıldığı, orijinal halinde ise sadeliğin hedeflendiği anlaşılıyor.
Caminin en hoşuma giden yeri Hünkar mahfili oldu. Mahfilin altındaki, bir Roma tapınağından getirildiği söylenen, sütunların arasında dolaşmak, insana gerçekten de bir tapınağın içindeymiş hissini veriyor.
Gittiğimiz bir sonraki yer, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi oldu. Selimiye Camii’nin arkasındaki bu müzenin önünden bir önceki gün geçmiştik ancak, geç kalmıştık. Biz gidene kadar müze kapanmıştı. Müzenin bahçesindeki çeşitli eserlerin arasında ilgimi çekenlerin başında, birinci yazımda sözünü ettiği iki Menhir ve bir Dolmen oldu. 1971 yılında açılan müze fazla büyük değil ama, ilginç arkeolojik eserler var. Sergileme açısından, son yıllarda Anadolu’da gördüğüm yeni nesil müzeler (Gaziantep, Kahramanmaraş, Burdur vb.) kadar başarılı değil. Biraz da yer darlığı var sanki. Ama, eminim burası da yakında daha çağdaş bir müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlenecektir.
Müzenin giriş bölümünde, Edirne’ye özgü etnografik eserler sergileniyor. Halılar, kilimler, sünnet yatağı ve gelin odası düzenlemeleri, ayrıca, yerel evlerin hamam, oturma odası ve mutfak canlandırmaları var. Bunun dışında, yerel kıyafetler, takılar, iğne oyaları, el sanatları tezgahları ve tarım aletleri bulunuyor.
Arkeoloji bölümü, bu civarda bulunan Paleontolojik döneme ait fosiller, fil, gergedan ve benzeri hayvanların boynuz ve kemiklerinin sergilendiği camekanlarla başlayıp, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine uzanıyor. Eserler arasında en eski olanlar, Enez- Hocaçeşme Höyüğü’nde bulundukları belirtilen, günümüzden 7300 ila 7400 yıl öncesine (Orta Neolitik- İlk Kalkolitik dönem) ait taştan, kemikten ve pişmiş topraktan objeler. Sonraki dönemlere ait taş, bronz, cam, mermer parçalar, mezar taşları (steller), heykeller ve sikkeler var. Bunların çoğu, Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yurtdışına kaçırılmaya çalışılırken ele geçirilen eserlermiş.
Görmek istediğimiz bir sonraki yer Büyük Sinagog’du. Ancak, araba ile oraya doğru giderken uluslararası üne sahip heykeltıraşımız İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü evin önünden geçmek çok sevindiğim bir tesadüf oldu. Hemen arabayı durdurup, trafiği tıkamamak telaşı ile birkaç fotoğraf çekebildim. Bir önceki gün, yine araba ile, üzerinde İlhan Koman Resim Kursu yazılı bir pankart asılı, ahşap bir evinden geçmiştik. Evinin orası olduğunu düşünmüş ve duramadığımız için üzülmüştüm. Ama öyle anlaşılıyordu ki, İlhan Koman’ın gerçek evi zaten orası değil, burasıymış.
Türkiye’de daha çok, halen İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda sergilenmekte olan Akdeniz Heykeli ile tanınan İlhan Koman, 17 Haziran 1921 yılında Edirne’deki bu evde doğmuş. Neo klasik tarzdaki ev, 1908 yılında Rum mimarlar tarafından inşa edilmiş ve Koman ailesi konağı Rum bir aileden satın almış. İlhan Koman, Edirne’de liseyi bitirdikten sonra, 1941 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne girmiş. Hocalarının yönlendirmesi ile, daha sonra heykel bölümüne geçmiş. Buradan mezun olduktan sonra Paris’e gitmiş ve eğitimine orada devam etmiş. Bu arada, 1948 yılında ilk kişisel sergisini Paris’te açmış. 1951-1958 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 1961 yılında Stockholm’e yerleşmiş. 1965 yılında, 1905 yılında yapılmış, Hulda isimli bir tekne alarak, ölene kadar bu iki direkli tekneyi ev ve atölye olarak kullanmış. 1967 yılından itibaren Stockholm Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda öğretim üyesi olarak çalışmış.
İlhan Koman’ın pek çok uluslararası yarışmada kazandığı birincilikleri ve dünyanın birçok yerinde eserleri bulunuyor. Türkiye’deki eserleri arasında, Anıtkabir’deki Sakarya Savaşı ile ilgili rölyefi, İstanbul Divan Oteli’nin önündeki heykeli, bir zamanlar Zincirlikuyu Halk Sigorta’nın önünde duran Akdeniz heykeli sayılabilir. Yurtdışında, New York, Brüksel ve Stockholm dahil olmak üzere, 20 kadar ülkede sayısız heykeli bulunduğu belirtiliyor. Heykellerini yaratırken, özellikle sanatı fizik, matematik ve geometri ile birleştirmesi nedeniyle kendisine yabancılar Türk Leonardo da Vinci adını takmışlar.
İlhan Koman, 30 Aralık 1986 yılında, 65 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, bedeni yakılarak Baltık Denizi’ne savrulmuş. Hulda isimli teknesi ise, oğlu Prof. Dr. Ahmet Koman tarafından Bodrum’a getirilmiş. İlhan Koman’ın Edirne’de doğup büyüdüğü ev, müze yapılmak üzere, ablası tarafından Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Ancak, şu an evde buna yönelik bir çalışma yok. Dilerim, yakın zamanda burası sanatçımızın hak ettiği bir müzeye dönüştürülür. Bu konuda ümitliyim çünkü, Edirne’nin İlhan Koman’a tümüyle vefasız olduğunu söyleyemem. Bir önceki yazımda yer verdiğim, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç Tren İstasyonu’ndaki yerleşkesinde İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi bulunuyor. Kapanış saati geçtiği için ziyaret edemediğimize üzüldüğüm bu müzede, İlhan Koman’ın eserlerinin dışında Burhan Doğançay, Mustafa Plevneli, Hasip Pektaş, Güngör D. Arıbal, Fehim Huskovic, Burhan Yıldırım, Nikolay Alexiev, Ülkü Ünal, Devrim Erbil gibi değerli sanatçıların eserlerinin de olduğu belirtiliyor. Müzenin dışında, yerleşkede gezerken Güzel Sanatlar Bölümü’ne ait bir İlhan Koman Atölyesi de gördük.
Edirne’nin, tarih boyunca göç ve ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle, her dönemde çok önemli bir şehir olduğundan söz etmiştim. Bu önem, sadece şehrin yönetimi altında olduğu devlet açısından olmayıp, yabancı ülkeler açısından da daima geçerli olmuş. Şehrin kozmopolit yapısı, farklı dinlerin cemaatlerinin varlığı çeşitli amaçlarla diğer ülkeler için önemli olmuş. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Edirne’de, Almanya, Avusturya- Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Rusya ve Yunanistan olmak üzere on ülkenin konsoloslukları bulunuyormuş.
Benim için her gezi, her yolculuk yeni şeyler öğrenmek, bazen de bir zamanlar öğrenip unuttuğum şeyleri yeniden hatırlamak vesilesi olur. Yaptığım yolculukları bana bir şeyler katmış olmaları çerçevesinde değerlendiririm. İster bilgi, ister kültür ve görgü anlamında olsun. Edirne gezisi de benim için bu anlamda çok ufuk açıcı oldu. En başta, tarih bilgisi olarak. Tarihimizle ve bu topraklarda yaşayan yurttaşlarımızla ilgili bildiğimiz (ya da bildiğimizi zannettiğimiz) bazı noktaların klişelerden öteye gitmediğini bir kez daha fark ettim. Buna bir örnek, Edirne’deki Yahudi cemaati ile ilgili öğrendiklerim oldu. Özellikle, Naim Avigdor Güleryüz’ün Tarihte Yolculuk- Edirne Yahudileri kitabı benim için çok aydınlatıcı oldu. Çok emek verildiği belli olan bu kitabı konuyu merak eden herkese öneririm.
Yahudi yurttaşlarımızla ilgili en yaygın anlamda bildiklerimiz, onların İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden dolayı oraları terk edip Osmanlı İmparatorluğu’na sığındıkları ve II. Bayezid’in fermanı ile kabul edildikleridir. Bu kadarcık bilgimiz de, yine kendilerinin büyük bir vefa ile, 1992 yılında bu topraklara gelişlerinin 500. yılını gayet organize ve başarılı bir şekilde uluslararası düzeyde kutlamaları ile olmuştur. Bence, o zamana kadar bilincinde olmadığımız ve bize tarih derslerinde gerektiği gibi öğretilmeyen bu konuda bilgilenmemizi sağladıkları için bizler onlara şükran duymalıyız. Ancak, işin kolayına kaçıp, gazetelerde çıkan haberlerle yetinmişiz. Ya da, kendi adıma konuşayım; yetinmişim diyeyim. Oysa, Yahudilerin bu topraklardaki varlığı çok daha eskilere gidiyor. Yazının konusunun Edirne olması nedeniyle, bu konudaki belli başlı bilgileri bu ilimizle sınırlı tutacağım.
Yahudilerin Edirne’ye ilk yerleşim tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, 1492’den çok daha önce olmuş. Güleryüz’ün kitabına göre, bir kısım Yahudi Kudüs’teki İkinci Mabet’in yıkılışından (M.S. 68) önce Edirne’ye gelip yerleşmişler. Kendisi, Eski Edirne Mezarlığında bulunan bazı mezar taşlarını buna kanıt olarak gösteriyor. M.S. 132-135 yıllarında Filistin’de yaşanan Bar Kohba isyanı sırasında da Roma İmparatoru Hadrian, Filistin’deki Yahudilere baskı yaparken, Edirne’deki Yahudi cemaatine dokunmamış ve yaşamlarını inançlarına göre sürdürmelerine izin vermiş. Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma yönetimi altına giren Edirne Yahudileri, dönem dönem çok büyük baskılara uğramışlar. Hatta dini ibadetlerini Grekçe yapmaya zorlanmışlar. Bu zorlama sonucu, çok daha sonra, XV. yüzyılda Sefarad Yahudilerinin beraberlerinde getirdikleri İspanyolcaya, zaman içinde, Edirne’de yaşayan Yahudilerden Grekçe sözcükler geçmiş.
Bizans döneminde Edirne’de ayrıca Karay ya da Karaim Yahudileri de bulunmakta imiş. Karaylar, bildiğiniz gibi, 700’lü yılların başından itibaren cihat ilan ederek Orta Asya’daki Türk boylarına saldırılar yapan Emevilerin baskılarına direnen ve Müslüman olmak yerine Yahudi dinini tercih eden Türk boylarıdır. Karayların bir kısmı daha sonra, Polonya, Kırım ve Baltık Denizi çevresi gibi çeşitli bölgelere göç etmişler. 2016 yılında Litvanya’ya yaptığımız gezide, Litvanya Grand Dükü tarafından 15. yüzyılda Kırım’dan getirilerek Trakai’ye yerleştirilen Yahudi Karay (Karaim) Türklerinin evlerini görmüştük. Bizans döneminde Edirne’de bulunan Karay Yahudilerine daha sonra Kırım ve Polonya’dan gelenler de eklenmiş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, Edirne’deki Karay Yahudilerinin çoğu İstanbul’a göç etmeyi tercih etmişler. Yerleştirildikleri bölge daha sonra Karaköy adını almış. Ancak, Karay Yahudilerinin de Edirne ile bağları hiçbir zaman kopmamış.
Osmanlılar Edirne’yi fethettikleri zaman (1361), şehirde sadece Grekçe konuşan fakir bir Yahudi cemaati bulmuşlar. Bu dönemde, Bursa civarından Osmanlıca bilen Yahudi gruplar devlet tarafından buraya yerleştirilmiş. 1492’de Sefarad Yahudilerinin bir kısmının Edirne’ye yerleştirilmesi sonucu şehirde çok farklı cemaatler oluşmuş. Osmanlılar zamanında tutulmuş Tahrir Defterleri sayesinde şehirde bulunan Yahudi cemaatleri geldikleri ülkeler, hane sayıları, aile reislerinin isimleri ve her cemaatin yaşayan bekar sayısı kayıt altına alınmış. Örneğin, Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1519 yılında düzenlenen deftere göre, o dönemde, Katalonya, Portekiz, Almanya, Puglia, Toledo, Aragon, İspanyol olarak sınıflanmış cemaatlere ait toplam 231 hane ve 11 adet bekar kişi bulunmakta imiş.
Edirne’deki her cemaat kendi ibadethanesini inşa edince, XX. yüzyılın başında Edirne’deki sinagog sayısı yaklaşık 15’e ulaşmış. Osmanlılar, kenti fetihlerinden itibaren, şehrin Kaleiçi bölgesini Rum ve Yahudilere bırakıp kendileri surların dışında mahalleler kurmuşlar. Bunun sonucu olarak, söz konusu sinagoglar da surların içindeki bölgede yapılmışlar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1905-1906 nüfus sayımına göre, kentteki Yahudilerin toplam sayısı 23.839 olmuş.
2 Eylül 1905 tarihinde, Kaleiçi Metropolit mahallesinde çıkan bir yangın, tüm mahallede olduğu gibi, sinagoglarda da büyük bir hasara yol açmış. Kent tarihinde Harik-i Kebir (Büyük Yangın) olarak anılan bu yangın 18 saat sürmüş ve su kıtlığı nedeniyle hasar çok büyük olmuş. 1100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır ve 5 okul ile birlikte 1 cami, 4 kilise ve 13 sinagog yanmış. Güleryüz’ün ifadesine göre, bu olaydan sonra Edirne Yahudilerinin yaşamında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış…
Büyük yangından sonra ibadethanesiz kalan Edirne Yahudileri, sinagogların inşaatı için bazı yabancı ülkelerden toplanan paraların farklı Yahudi cemaatleri arasında paylaşımı yapılırken haksızlıklar olabileceği düşüncesi ile, büyük ve tek bir sinagog yapılmasına karar vermişler. Böylece, Sultan II. Abdülhamit’in izniyle, Fransız mimar France Depre’ye Büyük Sinagog yaptırılmış. Sinagog, Nisan 1907 yılında ibadete açılmış. Başta, burada ayrıntılarına girmeyeceğim 1934 Trakya Olayları olmak üzere, çeşitli nedenlerle cemaatin yıllar içinde giderek azalması sonucu, 1970’lerin sonuna doğru ibadethanenin kapıları kapanmış. (5 Nisan 2015 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Rıfat Mitrani ile yapılan röportaja göre, Edirne’de bir tane Yahudi vatandaşımız kalmış.)
Sinagog uzun yıllar kaderine terk edilmiş. Bu arada, giren hırsızlar nedeniyle bir talan da yaşanmış. Uzun bir süreçten sonra, 1995 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçen binanın çatısı da, yağan yoğun kar nedeniyle, iki yıl sonra tamamen çökmüş. İnsanın yüreğini sızlatan tüm bu olumsuzluklara karşın, 2010 yılında bu görkemli yapıda restorasyon çalışmaları başlatılmış ve 2015 yılında tamamlanmış. Sürekli cemaatinin olmaması nedeniyle, bina günümüzde sadece özel günlerde veya evlenme törenleri için dini amaçlı olarak kullanılmakta. Diğer zamanlarda hem müze olarak ziyarete açık hem de konser, söyleşi ve benzeri kültürel aktiviteler için bir mekan olma niteliğinde.
Biz gittiğimizde, Büyük Sinagog’u tahminimden daha çok insan geziyordu. Yapının ayağa kaldırılmış olmasına sevinsem de, içimi bir hüzün kapladı. Keşke, bu güzel yapı cemaati ile birlikte, bir ibadethane olarak işlevini sürdürebilseydi. Yine de, buna da şükür diyelim. Sinagogun bahçesinde bulunan binalar da restore edilmiş ve anladığım kadarı ile, Musevi yurttaşlarımızın kullanımına tahsis edilmiş. 1000 kişi kapasiteli olduğu söylenen sinagog bazı kaynaklarda Avrupa’nın en büyük sinagogu olarak belirtilse de, bu doğru bir bilgi değil. Avrupa’nın en büyük sinagogu, Budapeşte’deki Büyük Budapeşte Sinagogu.
Edirne’de son ziyaret ettiğimiz tarihi yapı, Sarayiçi’ne hakim bir tepe üzerinde yükselen Muradiye Camii oldu. Buradan aynı zamanda, çok güzel bir Selimiye Camii manzarası da var. Sultan II. Murat tarafından 1436 yılında yaptırıldığı tahmin edilen bu caminin çok fazla gezeni yok. Oysa, hırsızlık ve talandan arta kalan çinileri bile çok güzel ve görülmeye değer. Mimarının tam olarak bilinmediği belirtilen Muradiye Camii, başta bir Mevlevi tekkesi olarak yapılmış. Rivayete göre, Sultan II. Murat bir gece rüyasında Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi görmüş ve Rumi kendisinden buraya bir Mevlevihane yaptırmasını istemiş. Bunun üzerine Sultan, Mevlana sülalesinin beşinci kuşağından Celaleddin ve Cemaleddin Çelebileri davet etmiş. Bu nedenden ötürü, ilk yıllarda buraya bazen Mevlevihane Camii de denmiş.
İlk yapıldığında, caminin yanında büyük bir imaret (aşevi), Mevlevi tekkesi ve sema yapılan semahane varmış. Ancak bu yapılar günümüze ulaşmamış. Buna rağmen, caminin haziresi buranın geçmişte bir Mevlevihane olduğunu gösteren kanıtlarla dolu. Zira burada, çok sayıda Mevlevi külahı şeklinde mezar taşı bulunuyor.
Caminin kapısına ulaşmak için, bahçe kapısından girdikten sonra, binanın arka tarafına yürümeniz gerekiyor. Köşeyi dönünce bakımlı çimenleri ve gülleri ile sizi bir bahçe karşılıyor. İki günden beri camilerde yaşadığımız keşmekeşten sonra burası çok huzur verici geldi bana. O sırada etrafta olan kişilerin sayısı beşi geçmiyordu ve sessizlik hakimdi. İleri doğru bakınca, bahçe duvarlarının ötesinde, Selimiye bütün zarafeti ile yükseliyor. Muradiye Camii’nin ise, kendine özgü bir güzelliği var.
Muradiye Camii, 1752 yılında yaşanan bir deprem nedeniyle büyük hasar görmüş. O dönemde, Sultan I. Mahmut tarafından onarımı yaptırılmış. 1953 yılında bir başka depremde yine büyük hasar olmuş. Ancak, en büyük tahribat 2001 yılında camiye giren hırsızlar tarafından yapılmış. Gece vakti içeri giren hırsızlar, arkasında define olduğunu düşündükleri, 15. yüzyıldan kalma güzelim çinileri balyozla kırıp parçalamışlar. Neyse ki mihraba dokunmamışlar. Olaydan birkaç yıl sonra yapılan restorasyonda, kırılan çiniler mümkün olduğunca yapıştırılıp yerlerine konmaya çalışılmış. Bu çinilere bakarken içim acıdı.
Böylece, Edirne gezimizin sonuna geldik. Şehirde daha görülecek pek çok eser olduğunu biliyorum. Darülhadis Camii, Yıldırım Camii, Gazi Mihail Camii, Rüstem Paşa Kervansarayı, Çelebi Mehmet Bedesteni, Yeniçeri Hamamı, Esveti Yorgi Kilisesi, Balkan Savaşı Müzesi ve içinde 21-23 Aralık 1930 tarihlerinde Edirne’ye gelen Atatürk’ün kaldığı oda bulunan tarihi Edirne Belediye Binası bunlardan bazıları. Edirne’yi bir daha ziyaret etme fırsatım olur mu ya da ne zaman gidebilirim bilmiyorum ama, dilerim restorasyon ve onarım bekleyen birçok eser kısa zamanda hak ettikleri ilgiyi görürler.