Her gezinin aklımda, gönlümde ve anılarımda ayrı bir yeri var. Gittiğim her yer bende farklı izler bıraktı. Ama, doğal olarak, bazı yerler beni daha derinden etkiledi. Böylesi yerler bazı konuları daha çok merak etmeme yol açtı. Beni yeni zihinsel ve fiziksel serüvenlere taşıdı, yeni ufuklar açtı. 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında gittiğimiz Barselona da benim için bu tür bir gezi olmuştu.
Barselona, gezginler için popüler bir şehir. Gezecek görecek çok yer, keyif alacak çok mekan var. Tekrar tekrar gitmeyi isteyebileceğiniz bir şehir. Adetimdir; gideceğim yerle ilgili önceden dersimi iyi çalışmaya, kaynak kitaplar okumaya çalışırım. Gidip gördükten sonra da, okuduklarımı ve edindiğim izlenimleri bir arada analiz eder, gerekiyorsa (ki çoğunlukla gerekir) bazı şeyleri tekrar araştırır, okurum. Bu süreç bana büyük keyif verir. Dört sene önce yaptığımız Barselona gezisi benim için bu açıdan son derece doyurucu olmuştu. Bunun sonucunda blogumda Barselona ile ilgili, beş ayrı yazıdan oluşan, bir yazı dizisi yayınlamıştım. Bu yazılara her zaman ilgi çok oldu. Halen de devam ediyor. Okumamış olanlar veya arada bazı bölümleri kaçıranlar için söz konusu yazıları yeniden yayınlıyorum. Her bir yazıya aşağıdaki linkler aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Antoni Gaudi i Cornet 1878 yılında, ünlü Escola d’Arquitectura de Barcelona’dan mezun olurken, mimarlık okulunun Direktörü Elies Rogent şöyle demiş:
“Bu diplomayı bir deliye mi, yoksa bir dâhiye mi verdiğimizi bilmiyorum; bunu sadece zaman gösterecek”
Ve zaman göstermiş… Gaudi, henüz ölmeden, bir dahi olarak kabul edilmiş. Modernistaakımının bir üyesi olmakla beraber, yarattığı eserler ile kendine özgü bir tarzı olduğunu kanıtlamış. Şöhreti, ülkesinin sınırlarını aşmış…
Benim, fotoğraflar dışında, Gaudi’nin eserleri ile ilk tanışmam, 2011 yılında Mayorka (Mallorca) adasında oldu. Mayorka’nın, La Seu olarak da anılan, 1229 yılında yapılmış ünlü katedralinde Gaudi’nin izleri vardı. Piskoposun talebi üzerine Gaudi burada, 1901-1914 yılları arasında restorasyon çalışmaları yapmış, bu arada, bazı ilaveler yapmaktan da geri durmamış. Altarın üzerine doğru, bir taç gibi, tavandan sarkan şamdan, yenilenen vitraylar, hatırladığım güzellikler… Ama şüphesiz, bu sıra dışı mimarın yaratıcı dehasını tam olarak kavrayabilmem için, onun Barselona’daki eserlerini görmem gerekiyormuş…
Gaudi, 25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da, Reus’da doğmuş. Bazı kaynaklara göre ise, Reus yakınlarında bir köy olan, Riudoms’da doğmuş. Ailesi, demir ve bakır işçiliği ile uğraşıyormuş. Gaudi’nin genç yaşlarda dedesine ve babasına bu konuda yardım etmesi ona, ilerde üç boyutlu tasarım ve malzeme kullanımı konusunda sağlam bir alt yapı sağlamış.
Öte yandan, çocukken ve ilk gençlik çağlarında, romatizma nedeniyle zayıf bir bünyesi olan Gaudi, yaz aylarında Riudoms’daki evde, uzun süre dinlendiği dönemler geçirmiş. Böylece, doğayı ve kurallarını inceleme fırsatı bulmuş. Bu da, ileride yaratıcılığını olumlu etkilemiş. Yarattığı eserlerin güzel, farklı, hatta çılgın olmak dışında, amacına uygun, sürdürülebilir ve etkin olmasını sağlamış.
Gaudi, 1870 yılında mimarlık okumak üzere Barselona’ya gelmiş. Eğitim masraflarını karşılamak için, bir yandan da çalışmak zorunda kalmış. Tutarsız bir öğrenci olsa da, daha o dönemde yeteneğinin fark edilmesi, hocaları ile birlikte bazı projelerde çalışmasını sağlamış.
Gaudi’nin mezun olmadan önce çalıştığı projelerin içinde en ünlüsü, Parc de la Ciutadella’daki ünlü, şelaleli havuz. Genç Gaudi, mimar Josep Fontsere tarafından tasarlanan bu havuz projesinin hem tasarımına hem de yapılmasına katkıda bulunmuş. Fontsere onu, belli noktalarda tamamen özgür bırakmış. Günümüzde, hem bu havuzda hem de parkın diğer yerlerinde yapılan restorasyonlarda ortaya çıkan imzaları nedeniyle, genç ve yetenekli Gaudi’nin bu parka katkılarının eskiden bilinenden çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Parc de la Ciutadella’ya bir başka yazımda daha ayrıntılı olarak değineceğim.
Mezun olduktan sonra, Gaudi’nin ilk işlerinden biri, Barselona Şehir Konseyi tarafından kendisine sipariş verilen sokak lambaları olmuş. Günümüzde, Plaça Reial’de görebileceğiniz bu iki lamba, 1879 yılında yerlerine konmuş. Taş bir kaide üzerinde, altı kollu olan bronz ve dökme demir lambaların direkleri, asma yaprakları ve ortadaki Barselona şehir arması ile süslenmiş. Lambaların üst kısımları ise, en etkileyici yerleri. İki yılanın sarılı olduğu ana direğin en tepesinde, kanatlı bir miğfer ile, Roma tanrılarından Merkür (Yunanlılarda Hermes) temsil edilmiş. Her ne kadar, Merkür aynı zamanda yolcuların, nakliyecilerin, hırsızların ve dolandırıcıların koruyucusu olsa da, Gaudi bu semboli, onun dükkancıların ve tüccarların da tanrısı olmasından dolayı koymuş.
Gaudi’den, 1890 yılında yapması istenilen diğer iki lambayı ise, Pla de Palau’daki belediye binalarının önünde görebilirsiniz. Üç kollu olan bu lambalar ile Plaça Reial’dekilerin arasında benzerlikler olsa da, tepeleri farklı. Merkür’ün miğferi yerine, bu lambaların tepesinde, yine yılanların sarılı olduğu, ters olarak yerleştirilmiş, birer taç var. Söylendiğine göre, Gaudi’nin Barselona için yaptığı iki tane daha sokak lambası varmış. Ancak, bunlar kayboldukları için, günümüze ulaşamamışlar.
Gaudi gençlik yıllarında, iyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi ve yaşamayı seven, tiyatro, konser ve sosyal toplantılara giden bir insanken, zaman içinde, mimari dehasının en çarpıcı ürünlerini vermesine paralel olarak, tüm bu alışkanlıklarını teker teker bırakmış. Giderek toplumsal hayattan çekilmiş. Dini inançları kuvvetli, çok az yemek yiyen, üstüne başına önem vermeyen bir insan haline gelmiş. Öyle ki, ömrünün 43 yılını verdiği ve son yıllarda yaşadığı Sagrada Familia (*) kilisesinin yakınlarında, bir tramvay çarpması sonucu yaralanıp, hastaneye kaldırıldığı zaman, onu önce kimse tanımamış. Ünlü mimar Gaudi olduğunun anlaşılması bir hayli vakit almış. Kazadan iki gün sonra öldüğü zaman ise, binlerce Barselonalı cenazesine katılmış.
Şüphesiz, genç Gaudi’nin hayatındaki dönüm noktası onun, politikacı, girişimci ve sanayici, Eusebi Güell ile tanışması olmuş. Daha sonra Kral tarafından Kontluk unvanı da verilen Güell, sanatçıları daima korumuş ve desteklemiş. İş birlikleri uzun yıllar sürecek olan ikili, 1878 Paris Dünya Fuarı vesilesi ile birbirlerini tanımışlar. Gaudi’nin, fuara katılan, eldiven perakendecisi Esteve Comella için tasarladığı vitrin düzenlemesini çok beğenen Güell, bu yetenekli mimar ile çalışmaya karar vermiş. Önceleri, mobilya tasarımı gibi ufak tefek siparişler vermiş. 1886 yılında, Gaudi koruyucusundan ilk önemli işini almış. Güell kendisinden, şehirde geniş ailesi ile birlikte oturabileceği bir saray tasarlamasını istemiş. Palau Güell’in yapımına böylece başlanmış.
Daha önce belirttiğim gibi, Barselona’da Art Nouveau binalar ağırlıklı olarak Eixample semtinde yapılmış. Palau Güell ise, şehrin eski tarafında bulunuyor. La Rambla’da, sahile doğru inerken, sağ koldaki ara sokaklardan birinde. Etkileyici girişine rağmen, insan ilk anda binanın özelliğini ve güzelliğini tam olarak algılayamıyor. İslami ve gotik mimarinin izleri ile bezeli yapıyı gezdikçe hayranlığınız artıyor. Yapımı dört yıl süren binada taş, ahşap, seramik, cam ve demir işçiliği müthiş bir ahenk içinde. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için Gaudi, çok geniş bir sanatçı ve usta ekibiyle birlikte çalışmış.
Palau Güell, estetik olduğu kadar, çağının çok ötesinde olduğunu düşündüğüm, fonksiyonel özelliklere de sahip bir yapı. Sagrada Familia da dahil olmak üzere, gezdiğimiz diğer eserlerinde olduğu gibi, Gaudi burada da doğal ışıktan faydalanma ve havalandırma konuları üstüne çok düşünmüş ve çözümler üretmiş. Öte yandan, bu teknik çözümlerini Modernista akımının genel kuralları ve kendi estetik zevki ile süslemeyi de ihmal etmemiş. Buna en güzel örnek, binanın çatısındaki bacalar. Aslında, Gaudi’nin her yaptığı yapıda, farklı bir şekilde tasarlanmış ya da süslenmiş bacalar hep sıra dışı. Çarpıcı ve güzel olmalarının yanında, bu bacaların bir kısmı ısıtma sisteminin, bir kısmı ise havalandırmanın bir parçası.
Pala Güell’in girişi, yüksek tavanlı, geniş bir mekan. Sokaktan içeri girilen, harika bir demir işçiliği ile süslenmiş, iki kemerli kapı da, aynı şekilde, yüksek. Bunun nedeni, üst katlara çıkan, görkemli bir merdivenin bulunduğu bu antreye, at veya atlı araba ile girilmesini mümkün kılmak içinmiş. Merdivenler ve sahanlık bölgesinde görülen taş işçiliği, demir ve vitray süslemeler, sarayın diğer kısımlarında göreceklerinizin ufak bir habercisi sadece…
Yukarı çıkmadan, zeminin alt katında gezilen bölge, atlar için ahır ve arabaların çekileceği alan olarak tasarlanmış. Tıpkı, günümüzdeki binaların altına yapılan garajlar gibi. Buraya, eğimli, taş döşenmiş bir koridor ile iniliyor. Eğim ve malzeme, atların kaymasını önleyecek şekilde seçilmiş. Tuğla duvarlı mekan, doğal bir havalandırma sistemine sahip.
Palau Güell’in yaşamsal alanı güzelliklerle dolu. Misafir salonu, konser salonu ve muhteşem orgu, yemek salonu, oturma odası, yatak odaları, oyun odaları ince detaylar ile bezeli. Tüm odalarda, Akdeniz güneşinden faydalanılırken, sıcağından korunmanın çareleri, estetiği ihmal etmeden, bulunmuş.
Palau Güell ziyaretimizle ilgili beni üzen nokta, anlayamadığımız teknik bir aksaklık nedeniyle, çektiğimiz fotoğrafların çoğunun yok olmuş olması… Sanki, teknolojik bir kara delik tarafından yutulmuş gibiler. O nedenle, burada sadece, elimdeki az sayıda fotoğrafı paylaşabiliyorum.
Güell ailesi, yirminci yüzyılın başına kadar Palau Güell’de oturmuş. 1945 yılında, ailenin en küçük kızı bu güzel sarayı, Barselona Şehir Konseyine devretmiş. Palau Güell, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş.
1900 yılında, iş adamı Güell büyük bir arazi satın almış ve Gaudi’den, buraya çocukları için bir park yapmasını istemiş. Böylece, günümüzde Barselona’da en çok gezilen yerlerden biri olan Parc Güell’in yapımına başlanmış. Bu arada, aile de parkın arazisinin içindeki Casa Larrard’a taşınmış. Gaudi, klasik stilde yapılmış bu binada ufak tefek değişiklikler yapmış. Ama yapıyı fazla değiştirmemiş. 1931 yılından beri bir okul olarak kullanılan binayı, parkı ziyaret ettiğiniz zaman, tel örgülerin arkasından görebiliyorsunuz. Parkın içindeki, mimar Francesc Berenguer’in yapımı bir diğer binada, Gaudi uzun yıllar yaşamış. Ölmeden bir süre önce, en büyük tutkusu haline gelen, Sagrada Familia’da yatıp, kalkmaya başlamış. Şimdi bu ev de, Gaudi’nin Evi adı altında, ayrı bir müze. Park girişinin dışında bir ücret ödeyerek, gezebiliyorsunuz.
Özellikle giriş kapısındaki bekçi binaları, ana merdivenlerindeki dev kertenkele ve umulmadık yerlerde karşınıza çıkan masalsı yaratıklar nedeniyle, Parc Güell insanda bir Disneyland izlenimi yaratıyor. Bu nedenle olsa gerek, burası Barselona’da en çok çocuğu bir arada gördüğümüz yer oldu. Güell ailesi, Eusebi Güell’in ölümünden sonra, parkı Barselona Şehir Konseyine satmak üzere teklifte bulunmuş. 1922 yılında satış gerçekleşmiş ve park, dört yıl sonra halka açılmış. Ancak, ondan çok önce de, Teatre Grec veya Doğa Meydanı (Nature Square) denilen alanda, halka açık ulusal bayram kutlamaları ve spor karşılaşmaları yapılırmış.
Parka gitmeden önce, biletinizi almanız önemle tavsiye ediliyor. Nitekim, biz de öyle yaptık ve iyi ki de bu öneriye kulak vermişiz dedik. Kapıda, bilet almak ve içeri girmek için uzun bir kuyruk oluyor. Parkın birkaç girişi var. Ana giriş, Carrer d’Olot’dan. Ancak, biletinizi önceden, internetten aldıysanız, diğer girişlerden de girebilirsiniz. Burada önemli olan, biletinizde belirtilen saat aralığında mutlaka orada olmanız. Eğer bu zamanı geçirirseniz, sizi içeri almıyorlar. Biz, gitmeden önce okuduğum bir öneriye uyarak, parka üst taraftan girdik. Bunun avantajı, parkı yokuş aşağı inerek, gezebilmeniz. Ancak, o kapıya ulaşmak için, metrodan sonra tırmanmamız gereken yokuş çok daha dik ve yorucu idi. Üstelik, giriş kapısını bulmamız da biraz vakit aldı. O nedenle, ben size ana kapıdan girmenizi öneririm.
Parkın demir giriş kapısı, dikkat çekici. Bu kapı, Gaudi’nin 1883-1885 yıllarında bir başka aile için yaptığı, yazlık ev Casa Vincens’den getirilmiş. Gaudi’nin ilk önemli eseri olduğu belirtilen bu yapı da Unesco Dünya Mirası listesinde ve gezilebiliyor. Ancak, bizim gezmeye vaktimiz olmadı.
Biz parkı gezerken, en üstteki Doğa Meydanı bir restorasyona girmek üzereydi. Meydanı naylonlarla kaplamaya başlamışlardı ama, yine de, kırık seramik kaplı oturma yerlerini görebildik. Okuduğuma göre, şimdi burası bir süreliğine tamamen kapatılmış. Orijinal ismi Yunan Tiyatrosu olan, büyük gösterilerin yapıldığı bu alan, kısmen kayaya oyularak, kısmen de hemen altındaki, Hipostil Odası denilen mekanın Dorik sütunlarının üstüne oturtularak yaratılmış. Gaudi, yukardaki meydanda biriken yağmur sularının, alttaki sütunlu odanın saçak kısmında yaptığı oluk ve filtreleme sistemi ile, en alttaki su deposuna dolmasını sağlamış. Girişin tam karşısındaki merdivenlerin dibinde, bütün azameti ile sizi karşılayan ve gerektiğinde ağzından su akan ejderhayı da, depodaki su seviyesini ayarlamak için kullanmış.
Barselona’da kaldığımız sürede, Palau Güell dışında, Gaudi’nin eseri olan konutlardan iki tanesini daha gezme fırsatımız oldu. Bunlar aynı zamanda, mimarın en çok adı geçen evleri. İlk olarak, Passeig de Gràcia 92 numarada bulunan Casa Mila’yı (La Pedrera olarak da anılmaktadır) gezdik. Burası, Pere Mila ve eşi Roser Segimon tarafından, Gaudi’ye sipariş verilmiş bir apartman kompleksi. Aile Gaudi’den, alt katta kendileri için bir daire, üst katlarda da kiraya verebilecekleri daireler yapmasını istemiş. 1906-1912 yılları arasında yapılan bu büyük apartmanda hala bazı dairelerde oturanlar var. O nedenle, binayı gezerken, fazla gürültü yapılmaması rica ediliyor. Kimi dairelerde de, Casa Mila’yı yöneten vakıfa ait ofisler bulunuyor.
Casa Mila, iki ayrı avlusu olan, çok modern bir bina. Gaudi, apartman sakinlerini düşünerek, binanın altına bir park alanı yapmış. Ama, aradan geçen yirmi yılda atlı arabaların yerini motorlu arabaların alması nedeniyle, Palau Güell’deki gibi bir ahır ve atlı arabaların çekildiği bir mekan yerine, otomobiller için bir garaj yapmış. Bina, Gaudi’nin tüm eserlerinde olduğu gibi, doğal gün ışığından maksimum derecede yararlanılabilecek şekilde tasarlanmış. Hem ortadaki avlulara hem de dışarıya cephesi olacak şekilde yerleştirilmiş daireler son derece aydınlık. Bazı bölgeleri, adeta bir ışık seli içinde.
Binanın dördüncü katındaki temsili daire sayesinde, 1900’lerin başında, Barselonalı zengin bir burjuva ailenin yaşadığı tipik bir daireyi görebiliyorsunuz. Salon, yemek odası, yatak odaları, hizmetçi odası, ütü odası, banyolar, hepsi dönemin mobilyaları ile döşenmişler. Apartmanda, üç tane merdiven ve iki tane asansör buluyor.
Casa Mila’nın dış cephesindeki, dalgayı andıran hareketlilik, yapıya çok modern bir hava veriyor. Ayrıca balkon demiri görevini gören süslemeler, çağdaş bir geri dönüşüm anlayışı ile, kullanılmış araba lastiklerinden yapılmış. Ancak, binadaki asıl şaşırtıcı unsurlar, sizi üst katlarda bekliyor. Öncelikle, tavan arasında görülen kemerler silsilesi insanı büyülüyor. Buradaki 270 kemer, bir üst kattaki terası da ayakta tutuyor. Apartman dairelerinin çamaşır yıkama alanı olarak planlanmış tavan arası, terastaki bacalar yardımı ile, aynı zamanda binanın havalandırmasının da düzenlendiği bir alan.
Binanın dış cephesi gibi dalgalı bir zemini olan terastaki, uzay yaratıkları benzeri, dikitler çok çarpıcı. Bunların çok az sayıda olan birkaç tanesi süsleme amacıyla yapılmış. Kalanlar ise, ya ısıtma sisteminin ya da havalandırmanın bacaları. Sanırım, gençler için binanın en ilgi çekici yeri, tepedeki bu teras. Çünkü, dışarı adımınızı atar atmaz, kendinizi Star Wars filmlerindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.
İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Gaudi, Casa Mila ile, çağının çok ötesinde bir apartman yaratmış. Öte yandan, bu dönemde kendini artan bir şekilde dine vermeye başlamış. Aklı fikri Sagrada Familia’nın yapımına hız vermekte imiş. Bu nedenle, aslında bu binayı epeyce bir ısrardan sonra, biraz da gönülsüzce yaptığı söyleniyor. Yapımı sırasında, hem mal sahibi ile hem de Barselona Şehir Konseyi ile ihtilafa düşmüş. Hatta Pere Mila ile mahkemelik olmuş. Davayı kazanınca, aldığı tazminatı bir manastıra bağışlamış. Casa Mila, 1984’ten beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.
Casa Mila ve Parc Güell’i gezdiğimiz gün, son olarak, Gaudi’nin bir başka şaheserini de gezdik. Barselona’da bir haftadan fazla kaldığımıza göre, Gaudi’nin yaptığı evler içinde çok özel bir yeri olan Casa Batlló’yu görmeden gitmek olmazdı…
Casa Batlló da, Casa Mila gibi, Passeig de Gràcia caddesinde, 43 numaralı bina. Bir önceki yazımda bahsettiğim, Modernista mimar Josep Puig i Cadafalch’ın eseri, Casa Amatller’in tam yanındaki bina. Ancak, Casa Batlló çevredeki yapıların hiçbirine benzemeyen, çok faklı bir apartman. Dış yüzeyindeki renkli, kırık seramik kaplama kimilerince bir ejderhanın pullarına benzetiliyor. Salvadar Dali gibi, kimileri de bunun deniz dalgalarını sembolize ettiğini düşünüyor. Yekpare demirden yapılmış balkonlar genellikle maskelere, çatının pullu ve kavisli yapısı ejderhaya, önündeki haç da, Aziz George’un ejderhaya sapladığı kılıca benzetiliyor. Yine ejderha benzetmesini benimseyenler, zemin kattaki kemerleri ejderhanın bacakları olarak tarif ediyorlar. Tüm bu yorumlar sadece birer tahmin çünkü, Gaudi bu konuda hiçbir zaman bir açıklamada bulunmamış. Her ne olursa olsun, bina son derece değişik ve büyüleyici. Üstelik, gündüz ayrı gece ayrı güzel…
Başta, mülk sahibi Josep Batlló i Casanovas Gaudi’den, burada önceden var olan bir binayı tamamen yıkıp, yeniden yapmasını istemiş. Ancak Gaudi kendisini, binayı yıkmadan yenileme konusunda ikna etmiş. Bina, 1904-1906 yılları arasında yenilenmiş. Cephesi ve çatısı dışında, binanın içi, apartman daireleri yeniden düzenlenmiş. Günümüzde hala çalışmakta olan asansör eklenmiş. İçeride, bazı noktalarda gerçekten suyun altındaymışsınız hissi veren büyülü bir hava yaratılmış. Ailenin oturduğu birinci kattaki dairenin, ana caddeye bakan salonu özellikle çok güzel. Arka taraftaki teras ise, bir bahçe büyüklüğünde.
Gaudi, Casa Batlló’yu yaparken en ince ayrıntıya kadar düşünmüş. Kapı ve pencere çerçeveleri, kulplar, lambalar ve aplikler bile, özel olarak tasarlanmış. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin farklı anatomilerini dikkate alarak sandalyeler ve farklı mobilyalar yaptırmış.
Ben, kendi adıma, Casa Batlló’yu gezerken büyülendim… Burada yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüp, durdum. Yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bu bina öylesine çağdaş ve modern ki, insan günümüzde burada rahatlıkla yaşayabileceğini düşünüyor. Bir de, hem estetik güzellik hem fonksiyonellik, insanın gözüne sokulmadan sağlanmış. Gaudi’nin her zaman yaptığı gibi…
Gaudi’nin Barselona ve civarındaki eserleri, benim bu yazıda yazdıklarımla sınırlı değil. Şehrin içinde bile görmeye vakit bulamadığımız, Casa Vincens ve Casa Calvet gibi yaptığı evler var. Onları da artık, bir sonraki sefer görürüz dedik…
Yurtdışına gidince, sadece müze geziyoruz sanılmasın. Yabancı bir ülke ya da şehri tanımak için, gündelik hayatın içine karışıp, insanları gözlemlemek de gerekiyor. Güzel bir kafede yorgunluk atmak, pazarları dolaşmak, şehrin yerlilerinin tercih ettiği yeme içme yerlerine gitmek bunun için ideal.
Casa Batllo’dan sonra, biraz dinlenmek iyi olur diye düşündük. Otele dönmek için Plaça de Catalunya’dan geçerken, köşedeki Cafe Zurich’de bir kahve içelim dedik. Daha önce, buranın bir zamanlar ünlü bir yer olduğunu, yazarların, sanatçıların, entelektüellerin buluşma yeri olduğunu okumuştum. Bu ne kadar zaman önceydi, bilemiyorum ama, şu anda hiçbir özelliği kalmamış görünüyor. Bir kere aşırı kalabalık. Garsonlar ise, aşırı yavaş ve bıkkın. Sanırım burası da, Paris’teki benzer kafelerin akıbetine uğramış. Şehrin kültürel panoramasında sadece bir anı olarak kalmış.
Son olarak, Eixample semtinde çok memnun kaldığımız iki restorandan söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, yaklaşık bir seneden beri Barselona’da oturan ve genç bir çift olan dostlarımızın bizi götürdüğü bir tapas bar. Çeşitli kaynaklardan, tapas konusunda bir efsane olarak kabul edildiğini öğrendiğim Ciutat Comtal’ın şöhretinin, hak edilmiş olduğuna şahitlik yapabilirim. Yediğimiz çeşit çeşit, leziz tapasların içinde, özellikle yengeçli ve kaz ciğerli olanların tadı damağımda kaldı doğrusu. Önden içtiğimiz bir sürahi sangria, ardından zevkle yudumladığımız kaliteli şaraplar ve keyifli sohbetimiz eşliğinde, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık.
Ciutat Comtal ile ilgili önemli bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Burası, rezervasyon almayan bir işletme. O nedenle, bizim yaptığımız gibi, İspanyol ölçülerine göre akşam yemeği için erken bir saatte orada olmanızı öneririm. Bu da, yedi buçuk ile sekiz arası bir saat demektir. Buna rağmen, boş bir masa için, yine de barda beklemek durumunda kalabilirsiniz. Hiç dert etmeyin ve sangrianızı yudumlamaya başlayın…
İkinci restoran, Vinoteca Torres, Casa Batlló’ya yürüyerek dört dakika mesafede. Passeig de Gràcia 78 numarada. Burayı da, yemek zevki ve kültürüne çok güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Ucuz sayılmayacak bir restoran ancak, gerek yemekler gerekse servis açısından pişman olunmayacak ciddiyette bir işletme. Torres ailesi kuşaklar boyunca şarap üretimi ile uğraşmış bir aile imiş. Benim düşünceme göre, zorlu bir süreç gerektiren şarap üretimindeki titizliği, restoran işletmeciliğinde de, aynen uyguluyorlar.
Biz, Vinoteca Torres’e oldukça geç bir saatte gittik. Öncesinde, Montjuic’te bulunan Sihirli Çeşme’deki (Font Magica) ışık ve müzik gösterisini izlemeye gitmiştik. Rezervasyonumuz vardı. Önce bize, ön taraftaki uzun ve yüksek masaları önerdiler. Ama biz, arkada tarafta ve yukardaki beyaz örtülü masalardan bir tanesini tercih ettik. Bizimle ilgilenen genç kız, şarap ve yemek önerilerinde son derece başarılı idi. Antre olarak, ançüez ve escalope carpaccio; ana yemek olarak cannelloni ve filet mignon çok lezzetli idi. Tatlı olarak, yine garsonumuzun önerisi üzerine yediğimiz, çikolatalı tatlı ve dondurmadan çok memnun kaldık.
Barselona’da sürdüğümüz izler bu kadar değil… Bir sonraki yazımda, farklı bir iz üzerinde olacağız…
________________________________
(*)- Sagrada Familia’ya, Barselona üzerine yazdığım ilk yazıda ayrıntılı olarak yer verdiğim için, bu yazımda tekrar değinmedim. Bakınız: Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.
Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.
Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.
Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…
Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.
Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…
23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.
Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.
Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.
Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…
1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.
Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.
Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…
Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.
Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.
Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.
Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.
Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.
Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.
Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.
Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.
Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…
Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…
Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.
(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)
O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.
Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…
Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.
Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.
Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.
Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.
Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…
Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.
Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.
Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.
Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.
1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.
Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…
Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.
Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.
Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.
Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.
Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.
Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.
Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.