Nasıl ki, yıllar önce gittiğim Toscana‘nın güzel yerleşim yeri Lucca büyük opera bestecisi Giacomo Puccini‘nin (1858-1924) doğduğu şehir ise, Catania da bu alanda bir başka büyük bestecinin, Vincenzo Bellini‘nin (1801-1835) dünyaya geldiği şehir. Her ikisi de hemşerilerinin gurur kaynağı. İkisi de yaşamlarına başladıkları şehirlerde ölmemişler ama, Bellini’nin cenazesi sonradan doğduğu şehire, Catania’ya getirilmiş.
Taormina‘dan Sicilya’nın ikinci büyük kenti olan Catania’ya bir saatten kısa bir sürede gidilebiliyor. Öğle saatlerinde yola çıkmıştık. Catania’ya çok rahat geldik. Böylece, on gün önce uçağımızın indiği, Etna Yanardağı‘nın gölgesindeki bu kente geri dönmüş olduk. Catania da, Sicilya’nın diğer iki büyük kenti Palermo ve Messina gibi, bir zamanlar görkemli olduğu hisssedilen ama, ufak yerlere göre daha bakımsız, pis ve yer yer döküntü bir kent. Tüm bunlar turistlerle dolu olmasına engel değil. Öyle ki, otellerin doluluğu yüzünden, kaldığımız iki gece iki farklı otelde konaklamak zorunda kaldık. İlk gece kaldığımız Katane Palace Hotel‘i bulmak zor olmadı. Tarihi bir binadaki otel de, Catania gibi, bir zamanlar görkemli olup biraz yaldızı dökülmüş izlenimi veriyordu. Ertesi gece kaldığımız Mercure Catania Excelsior oteli de, daha modern bir binada olmasına ve temizlik yönünden bir eksiği olmamasına karşın, biraz bakıma gereksinimi varmış gibi duruyordu. İki oteli seçme nedenimiz de en başta otoparklarının olması idi. Daha önce belirttiğim gibi, eğer araba kiraladıysanız, Sicilya’da yapacağınız konaklamalarda otellerin otoparklarının olmasına dikkat etmenizde yarar var. Otel seçimlerinde ikinci kriterimiz, görmek istediğimiz yerlere yürüyüş mesafesinde olmaları idi.
Yukarıda, Catania için Etna’nın gölgesindeki kent ifadesini kullandım. Gerçekten de Catania’nın kaderi tarihte pek çok kez Etna’nın “kaprislerinden” etkilenmiş. Etna’nın yıkıcı etkisi çağlar boyunca ya şiddetli patlama ya da yanardağın yarattığı sismik hareketlerin yol açtığı depremler şeklinde olmuş. Örneğin, 1669 yılında yanardağın şiddetli patlamasının sonucu fışkıran lavlar şehir duvarlarını aşmış ve tam bir felakete sebep olmuş. Şehir henüz kendine gelmeye çalışırken, bu kez 1693 yılında yaşanan şiddetli bir deprem her şeyi yerle bir etmiş. Catania ve çevresini gezerken bu iki tarihten sık sık söz edildiğini göreceksiniz. Depremden kısa bir süre sonra Catania, Palermolu mimar Giovanni Battista Vaccarini‘nin Barok tarzda yaptığı tasarımlarla yeniden inşa edilmiş. Vaccarini binalarda bol miktarda siyah lav taşı kullanmış. Kimi binaların hem içinde hem dışında kullanılan lav taşı, belli bölgelerde şehre oldukça karanlık bir hava veriyor. Daha önce Taormina’da da siyah lav taşının kullanıldığını görmüştük. Ancak orada yarattığı izlenim Catania’daki gibi karanlık ve iç kapayıcı değil. Bu, Taormina’da siyah lav taşının ağırlıklı olarak sadece süsleme detaylarında kullanılmış olmasından dolayı olabilir.
Latince adı Catana ya da Catina olan Catania, M.Ö. 729 yılında aşağı yukarı 80 kilometre kuzeyde bulunan Naxoslular tarafından kurulmuş. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, Naxos Sicilya’da antik Greklerin kurduğu ilk koloni devlet. Aslen Yunanistan’ın Euboea (Eğriboz) adasındaki Chalcis‘den Sicilya’ya gelen Naxoslular, kendi kolonilerini kurduktan kısa bir süre sonra (M.Ö. 735), tıpkı Taormina’yı kurdukları gibi, Catania’yı kurmuşlar. M.Ö. 5. yüzyılda şehir, bir başka Grek kolonisi olan Siracusa‘nın diktatörü I. Hieron ve oğlu Deinomenes tarafından ele geçirilmiş ve adı, Etna’ya ithafen, Aetna olarak değiştirilmiş. Şehir halkının ayaklanarak Denomenes ve adamlarını buradan kovmasından sonra tekrar Catania adına geri dönülmüş. M.Ö. 263 yılında Catania Sicilya’da Romalıların eline geçen ilk şehirlerden biri olmuş ve bu kez bir Roma kolonisi olmuş. İmparator Decius ve Diocletian dönemlerinde şehirdeki Hristiyanlar ciddi şekilde eziyet görmüş. Bu dönemde verilen şehitler arasında bulunan Azize Agatha Catania’nın koruyucusu kabul edilmiş. Batı Roma’nın yıkılmasının ardından gelen barbar kavimlerin istilasından sonra Bizans, Arap ve Norman hakimiyetleri altında yaşamış. Catanialılar, Almanya’nın Swabia bölgesi kökenli Kutsal Roma İmparatorlarına karşı düşmanca bir tavır sergilemişler. Şehir bu nedenle, aynı zamanda Sicilya kralı olan bu imparatorlardan VI. Henry ve II. Frederick tarafından talan edilmiş. (Sicilya’nın tarihi hakkında bilgi için, linki kullanarak bu serinin ilk yazısına bakabilirsiniz). Sicilya bir yandan Aragon bir yandan Habsburg hanedanından olan İspanyol krallar tarafından yönetildiği sırada Catania sık sık onların kalmayı tercih ettikleri bir şehir olmuş. 16. ve 17. yüzyıllarda şehir sivil itaatsizlik, korsan saldırıları, salgın hastalıklar, kıtlık, Etna’nın patlamaları ve depremlerin yol açtığı kargaşalı bir dönem yaşamış. 1734 yılında Catania, Sicilya’nın tamamı ile birlikte bir başka İspanyol hanedanının eline geçerek, İspanyol Bourbon Napoli Krallığı‘nın bir parçası olmuş. Önce 1837 yılında yaşanan bir kolera salgınının ardından, daha sonra 1848 yılında Sicilya’nın otonomisi için adanın diğer şehirleri ile birlikte yapılan halk ayaklanmaları İspanyol yönetim tarafından şiddetle bastırılmış. 1861 yılında Garibaldi tarafından Sicilya’da İspanyol yönetimine son verildikten sonra, Catania da birleşik İtalya Krallığı’nın bir parçası olmuş. Şehir, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetler tarafından çok yoğun bir şekilde bombalanmış.
Günümüzde Catania Sicilya’nın en önemli endüstri ve taşımacılık merkezlerinden birisi. Diğer iki büyük şehir olan Palermo ve Messina ile Siracusa’ya demiryolu ile bağlı. Catania limanı da İtalya’nın en canlı ihracat limanlarından birisi. Etna lavı bazlı toprağı nedeniyle şehrin çevresi çok verimli bir tarım bölgesi aynı zamanda. Bu bölgede yetişen özellikle badem ve portakal önemli ihracat kalemleri arasında yer alıyor.
Catania’da görülecek yerler genel olarak Via Etnea, ve Piazza del Duomo meydanında bu caddeye dik bir açı ile değen Via Vittorio Emanuele II caddesi civarında. Kaldığımız iki otel de Via Etnea’ya yürüme mesafesinde idi. Via Etnea üzerinden Piazza del Duomo’ya doğru yürürken Piazza Stesicoro‘da Vincenzo Bellini’nin heykeli ile karşılaştık. Heykeltıraş Giulio Monteverde‘nin yaptığı heykel 1882 yılında açılmış. Yapılışı sırasında heykelin nereye konulacağı konusu epeyce tartışılmış. Bazıları heykelin Vincenzo Bellini Meydanı‘ndaki Teatro Massimo Bellini operasının önüne, bazıları da Piazza del Duomo’ya konmasını istemiş. Sonunda, şehrin koruyucu azizesine ithaf edilmiş olan Sant’Agata alla Fornace kilisesinin karşısındaki, halen bulunduğu yere konmasına karar verilmiş. Bestecinin heykelinin üstünde bulunduğu sütunun çevresindeki dört heykel kendisinin bestelediği dört ünlü operayı temsil ediyor: Norma, I Puritani, La Sonnambula ve Il Pirata.
Anfiteatro Romano (Roma Amfitiyatrosu), Sant’Agata alla Fornace ile Bellini’nin heykelinin arasında yer alıyor. Yapım tarihinin M.S. 1. yüzyıl ile 2. yüzyıl arasında olduğu tahmin edilen yapı bir zamanlar 15.000 seyirci kapasitesine sahipmiş. M.S. 5. yüzyıla gelindiğinde artık işlevini yitirmiş. 12. yüzyılda taşlarının bir kısmı sökülerek Duomo’nun yapımında kullanılmış. Günümüzde görünen kısmı orijinal tiyatronun sadece kuzey tarafı.
Via Etnea sağlı sollu dükkanlar ile dolu. Eğer Sicilya’da hediyelik eşya dışında alış veriş yapmak isterseniz, Catania bunun için uygun bir yer. Ayrıca, cadde üzerindeki çok katlı mağaza Rinascente‘nin yiyecek bölümü de, sadece Sicilya’ya özgü ürünler için değil, İtalya’nın değişik bölgelerinin peynirlerini, şaraplarını ve her biri pahalı bir şarap kalitesindeki gerçek Modena balzamik sirkelerini (en iyi ve ünlü marka, 1605 yılından beri üretilen Giusti‘dir) bulabilirsiniz. (Modena ile ilgili yazımda, şarap gibi meşe fıçılarda bekletilerek balzamik sirke üretimi yapılan Giusti tesisinden söz etmiştim. Erişim için linke tıklayabilirsiniz). Catania’nın, Duomo Meydanı’ndan çok uzak olmayan ünlü bir balık pazarı da var. Çeşit çeşit irili ufaklı balığın satıldığı pazar, sabah 7’den öğleden sonra 2’ye kadar açık oluyor. Meraklılar gezmek için buraya da uğrayabilirler.
Via Etnea’nın bitimi aynı zamanda Basilica Cattedrale di Sant’Agata‘nın, yani Duomo’nun bulunduğu meydan oluyor. Meydanın ortasındaki filli çeşme, Fontana dell’Elefante, aynı zamanda şehrin simgesi. Çeşme 1736 yılında, Giovanni Battista Vaccarini tarafından yapılmış. Vaccarini çeşmenin yapımında, Gian Lorenzo Bernini‘nin Roma‘daki “Minerva Fili” eserinden esinlenmiş. Çeşmenin kaidesinde bulunan iki heykel, Catania’nın iki önemli nehiri olan Simeto ve Amenano‘yu simgeliyor. Roma döneminden kaldığı belirtilen ve sırtında bir Mısır dikilitaşı taşıyan siyah fil, lav taşından yapılmış. Catanialıların U Liotru diye bahsettikleri bu filin adı, Bizans döneminde kente bir filin sırtında gelen Eliodor isimli bir sihirbazdan geliyormuş. Zaman içinde bu isim Liotru halini almış. Catanialılar filin kentlerini Etna’nın patlamalarından koruduğuna inanırlarmış.
Catania Katedrali, Etna Yanardağı’nın patlamaları ve yol açtığı depremler nedeniyle tarihte birkaç kez yıkılıp, yeniden yapılmış. İlk olarak, Catania’yı Araplardan alan Norman Kont Ruggero‘nun (daha sonra Sicilya Kralı I. Ruggero oluyor) emriyle 1078-1093 yılları arasında, burada bulunan Roma hamamlarının üzerine yapılmış. 1169 yılında yaşanan bir deprem sırasında neredeyse tamamen yıkılmış. Aynı sene çıkan bir yangın ve 1693 yılındaki deprem sonucunda daha da büyük hasar görmüş. Sonunda, 1711 yılında Vaccarini tarafından Barok stilde yeniden yapılmış. Ancak, yapıda Norman döneminden kalan, lav taşından yapılmış, kısımlar hala var. Bunların çoğu, o sırada hala ayakta olan Roma döneminden kalma yapılardan sökülerek, Normanlar tarafından inşaatta kullanılmış. Çan kulesi ilk olarak 1387 yılında yapılmış. 1662 yılında üstüne saat konmuş.
Duomo meydanına vardığımızda, katedral öğle tatili için kapanıyordu. Saat 2’ye kadar vakit geçirmek için Duomo’nun tam karşısındaki kafeye oturduk. Biraz da dinlenelim dedik. Her içeri gittiğinde bir türlü geri gelmeyen, yarı uykulu garson bizi biraz gerdi ama, buradan katedrale bakmak ve meydanı izlemek güzeldi.
Katedralin içinde en ilgimi çeken köşe besteci Bellini’nin mezarı oldu. Alışılmışın dışında, ana kolonlardan birine yapılmış anıt mezar bence çok zarifti. Bellini ve ölümü hakkında aşağıda daha detaylı olarak yazacağım. Katedralin içinde ayrıca Azize Agatha’ya ait olduğu söylenen kutsal emanetler ile bazı İspanyol asillerin ve piskoposların mezarları da var.
Piazza del Duomo’dan Via Vittorio Emanuele II caddesine yöneldik ve görmek istediğimiz Teatro Romano‘yu kolayca bulduk. Buraya değişik kaynaklarda Teatro Antico veya Teatro Greco Romano da dendiği oluyor. Sanırım sonuncu adlandırmanın sebebi, Romalıların bu tiyatroyu daha önce aynı noktada bulunan Helenistik dönemde (M.Ö. 323- M.Ö. 32) yapılmış bir tiyatronun üstüne inşa etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Grekler tiyatroyu tiyatro eserlerinin sahnelenmesi için kullanmışlar. Romalılar ise, inşa ettikleri yeni tiyatroda gladyatör karşılaşmaları düzenlemeyi tercih etmişler. Teatro Romano’nun günümüzde görünen kısımlarının M.S. 2. yüzyıldan kalan bölümler ile 3. ve 4. yüzyıllarda yapılan değişiklikler olduğu ifade ediliyor. Tiyatro, 11. yüzyılda yağmalanmaya başlanmış. Taşları başka yapılarda kullanılmış ve bazı bölümlerinin üstüne evler yapılmış.
Teatro Romano’dan çıkarken kapıdaki görevliye Bellini’nin evinin nerede olduğunu sordum.
– Duomo’ya doğru geri yürüyün. Hemen ilk köşeden sola dönün. Orada, dedi.
Tarife göre Museo Belliniano‘yu kolayca bulduk. Bellini’nin doğduğu ve ömrünün ilk 18 yılını geçirdiği apartman dairesi, avlusu olan büyük bir binanın içinde. 18. yüzyılın başında yapılmış olan binanın yerinde daha önce 1693 depremi sırasında yıkılan Palazzo Gravina Cruyllas sarayı varmış. Bir prense ait olan saray zamanında Sicilya Kralını ve daha sonra genel valilerini ağırlamış. Deprem sonrası yapılan şimdiki binanın mimarı bilinmiyor. Yapı, kısmen Teatro Romano’nun üstüne yapılmış. Bellini’nin burada doğmuş olması nedeniyle 1923 yılında Ulusal Miras ilan edilmiş. 1930 yılında bir bölümü müze olarak açılmış.
Bellini’nin evinde, ayakta tutmak için neredeyse amatörce bir tutku ile çaba gösterilen müzelerin insana biraz hüzün veren havası var. Bunu girer girmez hissettim. Müze oldukça iyi düzenlenmiş. Hepsinde olmasa da, bilgi panolarının çoğunda İngilizce açıklamalar var. Ancak, sergilenen eşyaların bulunduğu camekanlarda sadece İtalyanca bilgi verilmiş. Müze, üç salon halinde düzenlenmiş. Birinci salonda Bellini’nin içine doğduğu tarihsel dönem ve ailesi ile ilgili bilgiler ve müzik aletleri sergileniyor. İkinci salonda Bellini’nin 1832 yılında ünlü bir besteci olarak Catania’ya geri gelişi ile ilgili anı ve belgeler, üçüncü salonda ise Eylül 1876 yılında bestecinin cenazesinin, ölümünden 41 yıl sonra, Paris’ten getirilişi ile ilgili fotoğraflar, belgeler ve sanatçının ölüm maskı bulunuyor.
Vincenzo Bellini, 3 Kasım 1801 günü, aslen İtalya’nın Abruzzo bölgesinden Catania’ya göç etmiş müzisyen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Büyükbabası, Napoli konservatuvarında eğitim gördükten sonra, 1763 yılında Catania’ya gelmiş. Burada, müzik alanında gösterdiği başarı nedeniyle şehir senatosu tarafından “maestro di capella” konumuna yükseltilmiş. Aynı zamanda, Paterno Castello isimli asil bir ailenin himayesine girmiş. Babası ise, büyükbabası kadar başarılı olamamış. Ailesini güçlükle geçindirebilmiş.
Bellini, ilk müzik eğitimini büyükbabasından ve babasından almış. Catania’da o dönem hakim olan müzik anlayışı nedeniyle, ilk besteleri kilise müziği tarzında olmuş. Büyükbabasının saygın konumu ve şehir yönetiminin desteği ile 1819 yılında, burslu olarak okumak üzere, Napoli’ye gitmiş. Burada, Napoli’nin köklü müzik geleneğinin temsilcilerinden dersler almış. Kısa zamanda başarı gösterince önemli bir emprezaryonun (belli bir yüzde karşılığında sanatçıların program teklifi veya bestecilerin eser siparişi almasını sağlayan kişi) dikkatini çekmiş ve ondan Napoli Operası için bir sipariş almış. Bianca e Fernando isimli bu operanın kazandığı başarı kendisine başka siparişler de getirmiş. 1827 yılında Milano‘daki La Scala için bestelediği Il Pirata Bellini için uluslararası şöhretin yolunu açmış.
Bellini’nin en büyük şansı, dönemin en iyi libretto (opera, kantat, oratoryo gibi eserlerin metni) yazarı, Felice Romani ile çalışmak olmuş. Daha sonra bestelediği altı opera için Romani ile iş birliği yapmış. Bu operaların en önemlileri, Shakespeare‘in Romeo ve Juliet isimli eserine dayanan I Capuleti e i Montecchi (1830), La Sonnambula (1831) ve Norma (1831). Konusu, Romalılar tarafından tarihte başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük bir kısmı olarak tanımlanan Galya bölgesinde geçen Norma operası, günümüzde hala bir başyapıt olarak kabul edilmektedir.
1832 yılının başında Bellini Milano’dan ayrılarak önce, bir ay kalacağı Napoli’ye, oradan da bindiği bir buharlı gemi ile Sicilya’da Messina’ya gitmiş. Burada yapılan büyük karşılamadan sonra, akrabaları, yakınları ve hayranları ile birlikte karadan Catania’ya gelmiş. Doğduğu şehirde onuruna büyük kutlamalar yapılmış, davetler verilmiş. Bir ay sonra, Milano’ya dönmeden önce gittiği Palermo’da da aynı saygı ve coşku ile karşılanmış. Bellini, 1833 yılında kısa bir süre Londra‘da yaşadıktan sonra Paris‘e gitmiş. Burada, besteci Giochino Rossini‘nin desteği ve etkisi ile, Théâtre-Italien için, son operası olan I Puritani (1835) isimli eserini bestelemiş.
Vincenzo Bellini, 23 Eylül 1835 günü, Puteaux‘da ölmüş. Yapılan otopside ölüm nedeni, bağırsak ve karaciğer enflamasyonuna bağlı olarak, şiddetli dizanteri olarak belirtilmiş. Dostu Rossini’nin girişimleri ile yapılan ayin ve büyük bir törenden sonra 2 Ekim 1835 günü Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş. Catania şehir yönetiminin girişimleri sonucunda, ölümünden 41 sene sonra, Eylül 1876’da cenazesi Paris’ten, trenle İtalya’yı boydan boya geçerek, Catania’ya getirilmiş. Cenaze, İtalya’nın birleşmesinin üzerinden (1861) henüz kısa bir süre geçmiş olması nedeniyle, yol üstündeki tüm yerleşim yerlerinden geçerken milli duygularla karşılanmış ve saygıyla uğurlanmış. En büyük tören ise Catania’da yapılmış. Siyah atların çektiği cenaze arabası şehir halkının toplandığı caddeler boyunca ilerleyerek, Bellini’nin tekrar defnedildiği Duomo’ya getirilmiş ve heykeltıraş Giovanni Battista Tassara‘nın (1841-1916) eseri olan zarif mezarın bulunduğu yere gömülmüş.
Bellini’nin müzesini gezerken, müze görevlisi genç bir kadın bize çok yetersiz İngilizcesi ile bir şeyler açıklamak için adeta çırpınıyordu. Eşim, bana İtalyanca anlatabileceğini söyleyince sevinçten gözleri parladı ve açıklamalarda yer almayan bir sürü bilgi verdi. Örneğin, Bellini ile Rossini’nin çok iyi arkadaş olduklarını, buna karşın bir başka Catanialı besteci olan Giovanni Pacini‘nin (1796-1867) onu hep kıskandığını, her fırsatta önünü kesmeye çalıştığını anlattı. Kadın o kadar tutku ile anlatıyordu ki, Bellini’ye büyük bir hayranlık duyduğu ve kendisinin de besteci hakkında çok araştırıp, okuduğu belliydi. Müzenin geliştirileceğini, konferans salonunun modernleştirileceğini söyledi. Sonra, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bir kez daha gözleri parladı.
– Ah! Ne güzel! Ben de bir gün İstanbul’a gitmek ve bütün tarihi eserleri görmek istiyorum, dedi.
Castello Ursino (Ursino Kalesi), 1239-1250 yılları arasında, II. Frederick için yapılmış. Kare planlı, dört köşesinde büyük kuleler bulunan kale, Catania’da 1693 depreminden önce yapılan ve ayakta kalabilen ender yapılardan birisi. İlk yapıldığında deniz kenarında bulunan kale, daha sonra Etna’dan fışkıran lavların denizi doldurması nedeniyle denizden 400 metre kadar içeride kalmış. Kale günümüzde arkeolojik eserlerin ve zengin bir sanat koleksiyonunun sergilendiği bir müze ama, bizim gezmek için zamanımız olmadı.
Catania’daki San Nicolò l’Arena Kilisesi tuhaf görünümlü, ürkütücü bir yapı. Bunun nedenleri eklektik mimarisi, en tepesinde kullanılan siyah lav taşının verdiği karamsar hava ve önündeki tamamlanmamış dev sütunlar olabilir. Kilisenin yanında bulunan Benediktin tarikatına ait manastır da yine aynı ismi taşıyor (Monastero dei Benedettini di San Nicolò). Bazı kaynaklar, San Nicolo kilisesinin Sicilya’daki en büyük kilise olduğunu belirtiyor. Bazıları da, ona bitişik olan manastır için aynı şeyi yazıyor. Bu ifadelerin gerçekliğinden emin olamadım ama, ikisinin de çok büyük olduğunu söyleyebilirim.
Piazza Dante‘de bulunan San Nicolò Kilisesi’ni bulmamız biraz vaktimizi aldı. Oraya vardığımızda öğlen saat 1’e 10 vardı. Kitabımda kilisenin saat 1’de kapandığı yazıyordu ama kapıdaki görevli vaktinden önce demir kapıları kapatıyordu bile. Oysa ben 10 dakika önce de olsa, içeri girersek, saat 1’den sonra yeni gelenleri içeri almasalarda, bizim gezmemize izin verirler diye ummuştum. Görevli bizim olduğumuz yerde kalakaldığımızı görünce, uzaktan kilisenin saat 2’de tekrar açılacağını söyledi. Meydandaki kafede yer bulamayınca, yakın bir sokaktaki kafeye oturduk. Piazza Dante’yi çevreleyen binalar, kilise ve manastırın karşısında bir yarım ay oluşturacak şekilde tasarlanmış. Ortada ise büyük bir meydan var. Buranın tasarımı, 1769 yılında Stefano Ittar tarafından yapılmış.
San Nicolò Kilisesi’nin yapımı, yanındaki San Nicolò Manastırı’nın tarihi ile ilintili. Daha önce Etna Yanardağı’nın eteklerinde bulunan bir manastırda yaşayan Benediktin rahipleri 16. yüzyılın ortasında Catania’ya taşınmaya karar vermişler. Taşındıktan sonra da, manastırın yanında bir kilisenin uygun olacağını düşünmüşler. Yapılan ilk kilise, Etna’nın 1669 yılındaki patlaması sırasında hasar görünce, mimar Giovanni Battista Contini‘den yeni bir kilise yapmasını istemişler. 1693 yılındaki büyük deprem sırasında bu binanın o güne kadar tamamlanabilen yerleri de hasar görmüş ve inşaat yarım kalmış. Yapımın yeniden başlayabilmesi 1730 yılını bulmuş. Bu arada başka mimarlar da kilisenin yapımına katılmışlar. Battaglia Santangelo‘nun tasarımı olan ön cepheye (fasad) 1796 yılında başlanmış. Ancak, 1797 yılında yapım için gerekli olan kireç taşı tedarikçisi ile çıkan bir anlaşmazlık yüzünden inşaat durmuş ve bir daha da başlamamış.
Birer kahve içip, geri döndük. Saat 2 olmasına rağmen, kilisenin demirli kapısında hiçbir hareket yoktu. Derken, 2’yi biraz geçe elinde alış veriş torbaları olan topluca bir kadın geldi ve çantasından çıkardığı koca bir anahtarla asma kilidi açtı. Bize 3’er Euroluk biletlerimizi kesti ve torbalarını bilet gişesinin altına yerleştirmeye koyuldu. Farklı bir ülkede, bambaşka bir çalışma alanı olsa da, öğle tatilini alış veriş yaparak değerlendiren bu kadın portresi bana hiç yabancı görünmedi.
Sicilya gezimizin başında çıktığımız onca çatı ve kuleden sonra bir daha hiçbir yere çıkmamaya karar vermiştik ama, biz kendimizi yine yukarıda bulduk. Gene biraz yorucu oldu ama, kilisenin çatısından Catania’yı görmek çok güzeldi. Şehrin denize göre konumunu daha iyi anlamamızı sağladı.
Kilisenin içi, dışının heybeti ile orantılı bir şekilde, çok geniş. Ana altarın dışında, sağlı sollu sıralanmış, yan altarlar da var. İçerideki en ilgi çekici şey, kilisenin planını belirleyen haç formunun kısa kolunu oluşturan alanda, boylu boyunca yerde uzanan meridyen çizgisi. İtalya’da birden fazla katedralde gördüğümüz meridyen çizgileri daima insanları bu yapılara çeken bir unsur oluyor. Biz kilisenin içinde gezerken de Sicilyalı, yaşlıca bir kadın geldi. Bir başka turiste meridyen çizgisinin nerede olduğunu sordu. Kız, ya soruyu anlamadı ya da gerçekten bilmiyordu. Ellerini, bilmiyorum anlamında iki yana açınca, ben biraz ilerideki meridyen çizgisini gösterdim. Yaşlı kadın teşekkür etti ve nereden geldiğimizi sordu. İstanbul’dan geliyor olmak İtalya’da daima ilgi uyandırır. Ancak, bu hanım anlaşılan bizim ülkenin siyasi durumu ile çok ilgiliydi. Ayrılırken, iyi dilekler ve bol şans diledi…
San Nicolò Kilisesi’nin tabanında, San Benedetto ve San Nicolò şapelleri arasında uzanan meridyen çizgisi, aynı zamanda Waltershausen Baronu olan Wolfgang Sartorius ve profesör Christian Peters tarafından 1841 yılında tamamlanmış. İki bilim adamı aslında Etna’yı incelemek için Sicilya’da bulunurken bu siparişi almışlar. Bir tür yatay güneş saati olan meridyen çizgisi, yılın her bir günü için yerel saate göre öğle saatini gösteriyor. Bunun için gerekli güneş ışığı ise kilisenin duvarındaki yüksek bir noktaya açılan bir delikten giriyor. San Nicolò’nun meridyen çizgisi 37,07 metre imiş. Işık hüzmesinin girmesi için kilisenin San Benedetto şapelinin duvarına açılan delik ise, yaklaşık 24 metre yukarıda. Meridyen çizgisi yılın günlerine karşılık olarak 365’e bölünmüş. Yerde ayrıca zodyak işaretleri de var.
Kiliseden sonra ona bitişik olan San Nicolò Manastırı’na da gittik. Burası, tıpkı Palermo’da Palazzo Chiaramonte Steri‘nin Palermo Üniversitesi‘ne tahsis edilmesi gibi, 1977 yılında Catania Üniversitesi‘ne verilmiş. Bu, oturduğumuz kafede niye o kadar çok üniversite öğrencisi olduğunu da açıklıyordu. Bazı öğrenciler kilisenin merdivenlerinde oturuyorlardı. Manastırın ana kapısından içeri girince, avlunun ve onu çevreleyen, bir zamanlar keşiş hücreleri olan dersliklerin de dolu olduğunu gördük. Bu dersliklerin açık kapı ve pencerelerinden dışarıya ders anlatan öğretim üyelerinin sesleri geliyordu. Catania Üniversitesi’nin bu yerleşkesinde Edebiyat ve Felsefe Fakültesi bulunuyormuş. Yerleşkenin en ilgi çeken yeri şüphesiz ana binası. Üstündeki barok süslemelerle bir sarayı andırıyor. Bu süslemelerin yapımına 1703 yılında başlanmış ve tamamlanmaları 20 yıl sürmüş. Manastırın ortamı, o kadar görkemli ve zenginmiş ki, o dönemde burayı ziyaret eden gezginler anılarında kendilerini bir an için bir manastır yerine kralın sarayında sandıklarını belirtmişler. Ayrıca, manastırın çok zengin bir kütüphanesi ve sanat koleksiyonu olduğu da söyleniyor. San Nicolò Manastırı’nı rehberli turlarla gezmek mümkün ancak, tur günlerinin gününü ve saatini denk getirmeniz gerekiyor. Bazı günler sadece küçük okul çocukları için turlar yapılıyor. Manastır ayrıca, üzerinde oturduğu kalıntılar ile de ilgi çekici. 1978’den beri aralıksız yapılan kazılarla burada Neolitik ve Bakır çağlarının yanında Grek ve Roma dönemine ait izlere rastlanmış. Avludaki kazı alanında bir Roma hamamının kalıntıları bulunmuş. Manastır’ın arazisinde ayrıca şehrin akropolü olduğu düşünülen yerde bir kazı, mozaikler ve bir Roma evinin kalıntıları var.
Yukarıda yazdığım yerleri bir buçuk günde gezdik. İlk akşam, Via Colosseo 5/7 numaradaki Al Vicolo‘da yedik. Önceden yer ayırtmıştım ama ayırtmadan da gidilebilir gibime geldi, çünkü benim rezervasyonu bulamadılar. Navigasyonu kullanarak gittik ama önce ufak bir şaşkınlık yaşadık. Geldiğimiz yer sokak arasında, bir mutfağın önünde üç beş masadan ibaret bir yerdi. Tüm masalar boştu. Etrafta görevli de görünmüyordu. Bir internet kazığı yediğimizi düşünerek oturmamaya karar verdik. Köşeyi dönünce, esas restoran ile karşılaştık. Burası dar bir çıkmaz sokağın bir kısmını kaplayan kocaman bir yerdi. Neredeyse tüm masalar dolu, cıvıl cıvıldı. İlk gittiğimiz arka taraf personelin yemek yediği bir yer olabilir çünkü, orada da aynı logo ile Al Vicolo yazıyordu. Her neyse… İyi ki, aynı yoldan geri dönmek yerine sokağın köşesini dönmüşüz.
Al Vicolo’da masalar, bizim bir zamanlar Asmalımescit’te olduğu gibi, tahtadan yapılmış bir platformun üzerine yerleştirilmiş. Garson önde, biz arkada yürürken, birden beklemediğim bir şekilde, havada uçtuğumu hissettim. Sanki bir an havada asılı kaldım gibime geldi. Sonra, çevre masalarda oturanların bana donmuş ve dehşet içinde bir ifade ile bakan yüzleri, devrilen sandalye sesleri ve bana doğru koşan garsonlar… İleri doğru baktığım için kenarı sarı ile boyanmış ve alttan hafif aydınlatılmış, çok alçak basamağı görmemiştim. Sonradan, platform boyunca bunlardan birkaç metre aralıkla birkaç tane olduğunu gördüm. Olayı ufak birkaç sıyrıkla atlattım. Üstümdeki deri ceket ve kalın tayt beni korumuştu ama ağrılar birkaç gün sürdü. Restoranın sahibi ya da yöneticisi geldi. Kibarca basamakların sarı çizgisini ve ışıkları gösterdi. Biraz panik oldular çünkü, biliyorsunuz bu gibi durumlar yurt dışında büyük dava konusu olabiliyor. Buz getirdiler. 15- 20 dakika sonra biraz kendime geldim. Sevimli, simsiyah gözlerinin içi gülen garson sipariş için geldi,
– Evet, şimdi baştan başlayalım, dedi gülümseyerek…
Al Vicolo, pizza ve benzeri yemeklerle şarküteri için çok doğru bir yer. Biz iki değişik focaccia yedik. Çok lezzetliydi. Uzun tahtalar üzerinde getiriyorlar. Yanında, bağları Palermo yakınında olan Elios şaraphanesinin Modus Bibendi Rosso 2016 şarabını içtik. Organik Nero d’Avalo üzümünden yapılan bu düşük-sülfürlü, orta-gövdeli kırmızı şarap, 8 ay kestane fıçılarda bekletiliyor.
İkinci akşam, Trattoria del Cavaliere‘de (Via Paternò, 11) yedik. Yürüyerek giderken navigasyon bizi çok uzun ve karanlık, yer yer korkutucu yollardan götürdü. Oysa dönüşte, Via Etnea’dan çok yakın ve kolay erişilebilir olduğunu gördük. Trattoria del Cavaliere hem yerel halk hem de turistlerle doluydu. Yemekler güzeldi. Buranın aslında at eti ile yaptıkları yemekleri ünlüymüş ama biz, “Catania’ya gelip de Rigatoni alla Norma yenmezse olmaz”, diye düşündük. Tahmin edeceğiniz üzere, bu yemeğin adı Bellini’nin Norma operasına yapılan bir gönderme. Rivayete göre, İtalyan yazar Nino Mortaglio (1870-1921) bu yemeği yediği zaman, gerçek bir şahaser olduğunu ifade etmek için, “Bu gerçekten bir Norma”, demiş. Daha çok rigatoni veya penne ile yapılan Pasta alla Norma‘nın içinde ayrıca domates sosu, kızarmış patlıcan, rendelenmiş tuzlu ricotta (ricotta salata) peyniri ve fesleğen var. Tüm Sicilya’da karşınıza çıkabilir ama asıl yeri, Catania’dır. (Catania’ya özgü bir başka ünlü tabak da Arancini. Adanın başka yerlerinde yemiş olsanız da, içinde çeşitli malzemeler olabilen bu kızartılmış pirinç toplarını Catania’da bir tadın derim). Tatlı olarak, siyah trüf mantarlı ve dondurmalı Tartufo Classico‘yu beğendik. Şarap olarak, Donnafugata‘nın Cabernet Savugnion, Nero d’Avola ve Tannat üzümlerinden yapılan Tancredi Dolce&Gabbana 2018 şarabını içtik.