Matera… Bir Zamanların Hayalet Şehri…

Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.

Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.

Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…

Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.

Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.

Matera’nın Sasso Barisano Bölgesi ve Tepede Duomo

Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.

Sasso Caveoso Bölgesi

Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.

Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.

Üstte Alberobello, Altta Harran Evleri ve İçleri

Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.

Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,

– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.

Otelimizi söyleyince,

– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.

O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.

Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.

Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…

San Pietro Caveoso Kilisesi

Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.

Matera Kanyonu

Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.

Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.

O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.

Ristorante Gatta Buia

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.

Otelimiz Palazzo Viceconte

Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.

Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.

Matera Katedrali-Duomo

Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.

Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.

Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.

Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.

Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).

Duomo ve İçi
Anlaşılan Son Günlerde Günah Çıkarmaya Pek Gelen Yok…

Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.

Duomo’da Bizans Kalıntıları ve Freskleri

Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.

San Pietro Caveoso Kilisesi ve İçi

Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.

San Giovanni in Monterrone Kilisesi
Alt Sıradaki Evin Ahırının Kilisenin Tabanından Görünüşü
Madonna de Idris Kilisesi
Kilisenin Dış Duvarına Adak İçin Oyulmuş Delikler
Kilisenin Önündeki Mezarlık

Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.

Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,

– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.

– İtalyan değiliz, dedim.

Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,

– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.

O da İtalyan olmadığını söyleyince,

– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.

Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.

Vico Solitario Mağara Evi

Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.

At, Keçi, Koyun ve Tavuklarla Birlikte Ortalama 8 Kişinin Yaşadığı Bu Evde 1956’ya Kadar Oturulmuş

Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.

Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.

Mutfak

Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.

Su İçin Kar Biriktirilen Sarnıç

Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.

İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,

– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…

Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci Kiliseleri
Papazların Şarap Yapmak İçin Üzümleri Çiğnedikleri Küvet. Çıkan Su Yandaki Deliklerden Dışarı Akarmış

Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.

Madonna del Carmine Kilisesi

Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.

El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.

Geleneksel Düdük ‘Cuccu’

Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…

Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…

San Giovanni Battista Kilisesi
San Biagio Kilisesi
San Pietro Barisano Kilisesi
Sant’Agostino Manastırı

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…

Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…

———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Bir Mikro Devlet: San Marino

2017 Sonbaharında yaptığımız İtalya gezimizin üçüncü durağı, dünyada en küçük beşinci, Avrupa’da ise üçüncü devlet olan San Marino idi. 61 kilometre kare yüz ölçümü, 2016 verilerine göre 33.000 civarında nüfusu olan San Marino, aynı zamanda dünyanın en yüksek kişi başına geliri olan ülkelerinden biri. Çeşitli kaynaklara bakıldığında, kişi başına gelirin 60.000 dolar civarında olduğu görülüyor.

Parma’dan üç saatlik bir araba yolculuğu ile geldiğimiz San Marino’ya vardığımızı, sadece yol kenarındaki “Hoş Geldiniz” tabelasından anladık. Onun dışında sınırı belli eden herhangi bir giriş kapısı veya kontrol noktası bulunmuyor. Yalnız, yol kalitesi, düzen ve temizlik insanın hemen dikkatini çekiyor.

San Marino, aynı zamanda dünyanın en eski cumhuriyetlerinden birisi. Milattan sonra 301 yılından beri bağımsız ve demokratik bir ülke. Genel inanışa göre, San Marino bu tarihte Dalmaçya kıyılarından buraya bir grup Hristiyan ile birlikte kaçan Aziz Marinus tarafından kurulmuş. Bu küçük ülke, neredeyse inanılması zor bir şekilde, Napolyon’un İtalya’yı istilasından da, İtalya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısındaki birleşme sürecinden de, bağımsızlığını koruyarak çıkmış. San Marino’dan çok daha güçlü, Genova ve Venedik gibi, devletler birleşmenin lideri Giuseppe Garibaldi önderliğindeki orduya boyun eğerken, San Marino varlığını eskisi gibi sürdürmeyi başarmış. Tarihi kayıtlara göre, bu sonuncu durumda bir vefa borcu söz konusu olmuş. İtalya’nın uzun ve çetin birleşme sürecinin bir noktasında, Garibaldi ve yakın çevresi birleşme karşıtı güçlerden kaçmak zorunda kalıp, San Marino’ya sığınmışlar. Bunun karşılığında, birleşmeden sonra San Marino’ya dokunulmamış ve 1862’de imzalanan bir anlaşma ile, San Marino bağımsız varlığını sürdürmeye devam etmiş.

San Marino’da, her yıl gelen üç milyon civarında turistin çoğunlukla yaptığı gibi, başkent olan ve aynı adı taşıyan, Citta di San Marino’da (San Marino Şehri) kaldık. Burası, oldukça düz toprakların ortasında yükselen, 750 metre yüksekliğindeki Monte Titano dağının tepesinde yer alan bir şehir. 2008 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Orta Çağ’dan kalma kaleleri, burçları, evleri ve parke taşlı sokakları ile zamanda durmuş izlenimi veriyor insana.

Monte Titano’ya geniş ve güzel bir yoldan çıkılıyor. Ancak, şehre vardığınız zaman arabanızı surların dışındaki otoparklara park etmeniz gerekiyor. Bu, dar yerlere park edebilme yeteneğinizi gerçekten sınayabileceğiniz bir deneyim, inanın bana…

Otelimiz Hotel Cesare, surlardan içeri girer girmez sol tarafta idi. Yerli halktan konuştuğumuz birkaç kişi San Marino şehrinde kalınacak en iyi otel olarak ifade etti burayı. Bir kere, muhteşem bir manzarası var. Başka odaları bilmiyorum ama, bizim kaldığımız, üçüncü kattaki 305 numaralı odanın iki tarafında, L şeklinde yer alan büyük pencerelerden hem ikinci kale olarak adlandırılan Torre Cesta’yı hem de aşağıdaki ovayı görmek mümkün. Özellikle sabah erken saatlerde, henüz sis tam kalkmamışken, kendinizi uçakta gibi hissediyorsunuz.

Otel Odamızdan Torre Cesta Manzarası. Sol Tarafta La Fratta

Otelin karşısında La Fratta isimli bir pizzacı var. Odun ateşinde, nefis pizza yapıyorlar. Şehri gezmeye çıkmadan önce burada, Emilia-Romagna bölgesinin spumante (kabarcıklı) beyaz şarabı eşliğinde pizza yedik. Aylardan Ekim olması nedeniyle yaz aylarında olduğu gibi kalabalık yoktu etrafta. Yine de, biraz aşağıda kalan sokaktan, farklı diller konuşan insan toplulukları geçiyordu. Arkamızdaki masaya ise, Balkan ülkelerinden geldiklerini düşündüğüm, kalabalık bir erkek grubu gelip, oturdu. Hava, güneşli ve ılıktı. Sonbaharın o çok sevdiğim günlerinden biri…

Torre Cesta

Torre Cesta’ya gitmek için biraz tırmanmak gerekiyor. 13. yüzyılda yapılmış olan bu kalenin dört salonunda, Orta Çağdan itibaren kullanılan çeşitli silahlar ve zırhlar sergileniyor. Havanın açık olduğu günlerde buradan Adriyatik Denizini ve kıyısındaki Rimini şehrini görmek mümkünmüş. Hava puslu olduğu için biz göremedik ama, bir başka muhteşem manzara ile karşılaştık. Öyle sanıyorum ki, birinci kale olarak da adlandırılan Torre Guaita’yı uzaktan en etkileyici şekilde görebileceğiniz nokta burası. Sipsivri bir kayadan yükselen kale, Orta Çağda geçen masalları çağrıştırıyor. Buradan aynı zamanda, Titano dağının Adriyatik yönündeki, nerdeyse duvar gibi düz ve sarp tarafını da görmek mümkün. Belli ki, bu coğrafi yapı şehri çağlar boyunca deniz tarafından gelecek saldırılara karşı korumuş.

İkinci Kale Torre Cesta’da Sergilenen Silahlar ve Zırhlar

İlk günümüzde, uzaktan gördüğümüz Torre Guaita’ya da gitmek istedik ama, oraya vardığımızda kapanmıştı. Üstelik, oraya çıkmak için de epeyce dik bir yokuş çıkmıştık… Eğer San Marino’ya günü birlik değil de, bir veya iki günlüğüne gittiyseniz, müzeler için TuttoSanMarino kartı almak en iyisi. İkinci kalenin bilet gişesindeki kibar hanımın bize önerdiği bu kart ile iki kaleyi, Parlamento’yu ve Devlet Müzesi’ni gezebiliyorsunuz. İki kalenin dışında, Montale isminde bir üçüncü kale daha var ama, o daha çok küçük bir gözetleme kulesi gibi ve gezilmiyor.

Torre Guaita

Torre Guaita, San Marino’nun en eski ve en büyük kalesi. On birinci yüzyılda yapılmış ve daha sonra birkaç kere yenilenmiş. 1975 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Girişte, sol tarafta kalenin koruyucusu Azize Barbara’ya adanmış ufak bir kilise var. Burçlara ve kalenin yüksek kulesine çıkan dik merdivenleri çıkmayı göze alanların ödülü, yine doyumsuz bir manzara…

Torre Guaita’dan Manzara…
Torre Guaita Azize Barbara Kilisesi

San Marino çok bakımlı ve temiz. İnsanlar son derece kibar. İtalyanların genel kibarlıklarından da öte bir incelikleri var sanki. Müzelerde, restoranlarda, alış veriş yaptığımız dükkanlarda çok zarif insanlarla karşılaştık. İstanbul’dan geliyor olmamızı ise, hep büyük bir hayranlık ve ilgi ile karşıladılar. İstanbul’a ya gittiklerini ya da gitme hayalleri olduğunu söyleyen çok insan oldu.

San Marino Sokakları

Demokrasi ve cumhuriyet yönetiminin nimetlerini çok eskiden fark etmiş olan San Marinolular, sanki güç sahibi insan ruhunun nasıl bozulup, kötüleşmeye açık olduğunu da erken keşfetmişler. Bu nedenle, kurdukları düzende yönetim hiçbir zaman tek bir kişinin elinde olmuyor. Halk tarafından beş yılda bir seçilen 60 kişilik meclis, her altı ayda bir ülkeyi yönetmek için iki kişiyi devlet başkanı olarak seçiyor. Böylece, yönetim hiçbir zaman tek kişinin elinde ve uzun süreli olmuyor. Toplantı olmadığı zaman gezmeye açık olan parlamento binasının meclis salonunda, iki cumhurbaşkanının koltukları yan yana duruyor.

San Marino Parlamentosunda Meclis Salonu

Tarih boyunca özgürlük ve bağımsızlığına düşkün bir ülke olan San Marino’nun Parlamento binası, Piazza della Liberta’da (Özgürlük Meydanı) yer alıyor. Üç tarafı binalarla çevrili bu meydanın ortasında ise Özgürlük Heykeli bulunuyor. Bir akşam, meydana bakan restoranda yemek yerken, Parlamento binasının önünde toplanmış bir kalabalık olduğunu gördük. Binanın tüm ışıkları yanıyordu ve kapının önünde geleneksel kıyafetlerini giymiş, tüylü şapkalı görevliler vardı. Arada bir, toplanmış kalabalıktan yükselen sesler duyuluyordu. Ne olduğunu garsonumuza sorduğumuzda bizi gülümseyerek yanıtladı ve “bir hükümet krizi var da…” dedi.

Parlamento Binası ve Özgürlük Heykeli

San Marino Devlet Müzesi, ülkenin kendisi gibi ufak bir müze. Ancak, birkaç katlı bu müzeyi baştan sona gezdiğinizde ülkenin, İ.Ö. 3000 yılından itibaren geçirdiği Bronz ve Demir çağlarını, Roma, Gotlar ve Orta Çağ dönemleri ile Yakın Çağ tarihi hakkında bir fikir ediniyorsunuz.

Ristorante Bolognese

Gezmeye vakit bulabildiğimiz son yer, Aziz Francis Kilisesi ve Sanat Galerisi oldu. Ama öncesinde, kilisenin hemen dibinde gördüğümüz şirin, Ristorante Bolognese’de yemek yiyelim dedik. Restoranın sahibi, işini zevkle yapan bir adamdı. Ailece çalışıyorlardı. Oğul da müşterilerle ilgileniyordu ama o, babası kadar neşeli görünmüyordu. Güzel bir yemeğin üstüne istediğimiz kahve ile birlikte, baba ikram olarak ufak bir şişe getirip, bıraktı masaya. Kare şeklindeki şişenin içinde fıstık yeşili bir likör vardı. O kadar hoşumuza gitti ki, ikişer kadeh içtik. Bir yandan da ne olduğunu merak ettik. Daha önce hiç içmediğim bir likördü. Masayı toplamaya gelen restoran sahibinden bunun, şam fıstığından yapılan Pistacchio olduğunu öğrendik. San Marino’ya mı özgü olduğunu sorduğumda ise, aslında Ravenna’dan olduğunu söyledi. Eh, bir sonraki durağımız nasıl olsa Ravenna idi. O nedenle, San Marino’da birkaç yerde bu likörü görsek de, yerinden alırız diyerek, almadık. Keşke alsaydık… Zira, Ravenna’da epeyce aramamıza rağmen, bulamadık. Dönüşte Bologna havaalanında bulduğumuz Pistacchio’nun ise ne rengi aynı ne de tadı bizim içtiğimiz gibi güzel çıktı…

Aziz Francis Kilisesi

1361’de yapılmış olan Aziz Francis kilisesi, tüm Fransisken kiliseler gibi, sade bir kilise. Tahta haç on dördüncü yüzyıldan kalma. Duvar resimleri ise, on beşinci yüzyılın başlarında, Ferraralı Antonio Alberti tarafından yapılmış. Kilisenin içi, on sekizinci yüzyılda önemli ölçüde değiştirilmiş. 1966 yılında, kilisenin manastır kısmı bir sanat galerisine dönüştürülmüş. Burada, sanatsal değeri olan kutsal eşyalar, tablolar ve heykeller sergileniyor.

San Marino’nun tarihi binalarının altında çok sayıda küçük dükkan var. Buralarda zarif takılar, yün eşarp ve atkılar, her türlü deri eşya bulmak mümkün. Bir de, hiçbir anlam veremediğimiz, silah satan dükkanlar var. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile tarafsızlığını korumuş bir ülkede bu kadar çok silah satan dükkan görmek insanı şaşırtıyor. Gümrüksüz ülke konumunda olması nedeniyle, turistler için cazip oluyor herhalde.

Sanayi, Zanaat, Ticaret ve Çalışma Bakanlıkları

Bir gün önce, geçerken vitrinde gördüğüm güzel kemerler nedeniyle dükkanlardan birine girdik. Satış elemanı olan orta boylu, biraz çelimsiz genç kız bizimle ilgilenirken, tezgahın diğer ucundaki sarışın kadın, Amerikan aksanı ile telefonda İngilizce konuşuyordu. Bir süre sonra telefonu kapattı ve o da yanımıza geldi. Dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu sempatik kadın ile laf lafı açtı. Sadece güzel bir timsah derisi kemer almakla kalmadık, San Marino’ya on yaşında iken Amerika’dan geldiğini de öğrendik. Aslen San Marinolu olan ailesi, zamanında Detroit’e göç etmiş. Ancak, muhtemelen Detroit’in 1960’lardan itibaren yaşadığı ekonomik çöküntü nedeniyle, San Marino’ya geri dönmüşler. Çok okuyanın mı yoksa, çok gezenin mi çok bildiğine dair klasik bir soru vardır. Bence, ne biri ne de diğeri tek başına yeterli. Ama doğrusu, San Marinoluların bir dönem Detroit’in en önemli azınlık grubunu oluşturdukları bilgisini, gezerek öğrendiklerim hanesine yazmalıyım.

Parma

Parma denince aklıma gelenler… Öncelikle, hala okumamış olduğum için “vicdan azabı” duyduğum, Stendhal’ın Parma Manastırı kitabı. İkincisi, çok sevdiğim Parmigiano Reggiano (parmesan) peyniri. Üçüncüsü, leziz Parma jambonu, Prosciutto. Bunlar, Parma’ya gitmeden önce idi.

Parma’ya gidip, gördükten sonra ise… İçi tamamen ahşaptan yapılmış, muhteşem Teatro Farnese. Büyüleyici tavan ve duvar resimleriyle Vaftizhane. Ulusal Sanat Galerisi, Galleria Nazionale’de gördüğümüz, Leonardo Da Vinci’nin, ancak onun yapabileceği güzellikteki Bir Genç Kadının Başı tablosu. Daha önce hiç bilmediğim ve bu gezide öğrendiğim, Parma’nın ünlü ressamları Parmigianino, Correggio ve Anselmi. Yediğimiz leziz yemekler ve tabii ki yine, (artık nasıl üretildiklerini de ayrıntılı olarak öğrendiğimiz) Parmigiano Reggiano peyniri ve Parma jambonları…

Modena’dan Parma’ya araba ile 40-45 dakikada geldik. Yol son derece düz bir yol. Bereketli Po ovasının belki de en düz yerleri buralar. Yolun sağında ve solunda, ekilmiş bereketli topraklar göz alabildiğine uzanıyor. Parma da çok düz bir şehir. O nedenle, bisiklet kullanımı çok yaygın. Ben nedense, Parma’yı tepelerde, bir yamaca yaslanmış bir şehir olarak hayal etmiştim. Bu kadar düz olmasına şaşırdım doğrusu.

Bana göre Parma, Modena’ya göre çok daha güzel bir şehir. Sarımtırak renkli tarihi binaların bir kısmı 2. Dünya Savaşı sırasında çok tahribat görmüş. Ama, savaş sonrasında çok başarılı bir şekilde, aslına uygun olarak, yeniden inşa edilmişler. Emilia-Romagna bölgesi, 2. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın Müttefikler tarafından en çok bombalanmış bölgesi. Aynı zamanda, Nazilere karşı en çok Partizan direnişi de bu bölgede olmuş. Gittiğimiz şehirlerin hepsinde bu kahramanlar için anıtlar veya o şehirden olanların tek tek isimlerinin yazılı olduğu duvarlar vardı.

Parma Sokakları

Parma, çok kalabalık olmayan, sakin bir şehir. Şehrin merkezi 180.000 civarında bir nüfusa sahip. İtalya’nın bu büyüklükteki diğer kentlerinde olduğu gibi, insanlar telaşsız ve stressiz görünüyorlar. Yalnız, çok fazla göç almış. Sokaklarda, park köşelerinde boş oturan ve gürültü, patırtı yapan çok sayıda Afrikalı göze çarpıyor. Sanırım bu, İtalya’da giderek artan, önemli bir sorun. Örneğin, Modena’da kaldığımız otelde izlediğim bir haber programında, sınıfında tek İtalyan olan bir ilkokul öğrencisinin annesinin verdiği mücadele haber yapılmıştı. Tamamı farklı ülkelerden gelen Müslümanlardan ve Afrikalılardan oluşan sınıfta çocuğunun dışlandığını ve bunalıma girdiğini söylüyor, kendi ülkesinde “yabancı” olmaktan şikayet ediyordu. Yabancı düşmanı olmadığını, ancak okulların, farklı etnik gruplardan gelen öğrenciler ile İtalyan öğrencileri dengeli bir şekilde kabul etmeleri gerektiğini belirtiyordu. Doğrusu, son olarak Roma’ya kadar gidip, Eğitim Bakanlığına şikayette bulunduğunu söyleyen bu kadına hak verdim…

Otelimiz Mercure Stendhal, tarihi merkezdeki her yere yürüme mesafesinde olan, çok kaliteli bir oteldi. Lobideki Stendhal büstü bana Parma Manastırı kitabını bir kez daha hatırlattı. Bu kış, okuma listeme mutlaka alacağımı söyleyerek, af diledim kendisinden… Neyse, fazla üstelemedi…

Resepsiyondaki görevli, odamızın 1.5 saatten önce hazır olamayacağını söyledi ve bu arada yemek yememizi önerdi. Çeşitli kaynaklarca önerilen La Greppia da otele çok yakındı zaten. İçeri girdiğimizde, bir iki masa hariç, bütün masalar doluydu ve yemek yiyenlerin tamamı İtalyan’dı. Bu, genellikle söz konusu restoranın iyi bir yer olduğuna işaret benim için. İtalya’da eğer bir restorana yerli halk rağbet ediyorsa, gerçek mahalli tatları bulabiliriz demektir. Giriş tabağı olarak yediğim kalamar da, ana yemek olan levrek de çok lezzetli idi. Ama çalışanların oldukça suratsız olduklarını söyleyebilirim. Tüm İtalya gezilerimi düşünürsem, buna benzer bir servisle karşılaştığım yerlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kötü bir servis değil, kaba değil ama, insanı rahatsız edecek soğuklukta…

Parma’da görmeyi planladığımız yerleri gezmeye başlamak için sabırsızlanıyordum. Ama önce, Tourism Information bürosuna gidip, bir gastronomi turuna yer ayırtmaya karar verdik. Buraya gelirken, bir Parmigiano Reggiano ve bir Prosciutto imalathanesini gezmeyi kafamıza koymuştuk. Ertesi gün için yarım günlük bir tura yer bulduk. Turizm bilgi ofisindeki hanım, ertesi gün Pazartesi olduğu için müzelerin çoğunun kapalı olacağını, o nedenle, müzeleri o gün gezmemizin iyi olacağını söyledi. Gerek Modena’da, gerekse Parma’da turizm ofislerinin bize çok yardımcı olduklarını belirtmeliyim.

Palazzo della Pilotta

Palazzo della Pilotta (Pilotta Sarayı), Piazza della Pace (Barış Meydanı) ile Parma nehri arasında yükselen, dev bir yapı. İsmini, bir zamanlar içerisinde oynanan, pelota adında bir İspanyol top oyunundan aldığı söyleniyor. 1583 ve 1622 yılları arasında, şehrin hakimi olan Farnese ailesi için, sürekli ilaveler yapılarak, inşa edilmiş. 2. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yerle bir olmuş ve daha sonra yeniden yapılmış. Bu yapı günümüzde, birden fazla müze barındırıyor. Bunların en önemlileri, Galleria Nazionale (Ulusal Sanat Müzesi), Teatro Farnese ve Ulusal Arkeoloji müzesi.

Palazzo della Pilotta’nın bilet satış gişesinde görevli, yaşı bir hayli ileri, kibar ve şık giyimli hanım, bize bir biletle üç müzeyi de gezebileceğimizi söyledi. Ayrıca, saat beşte Sanat Galerisinde rehberli özel bir tur olacağını ve müzenin halka açık olmayan yerlerini de görmemizin mümkün olacağını söyledi. Günün sonunda, bu tur sayesinde gördüğümüz tablolar ve öğrendiklerimiz nedeniyle bu hanıma minnettar olduk.

Teatro Farnese, bugüne kadar gördüğüm eski tiyatro ve opera salonlarına hiç benzemeyen, çok değişik bir salon. Önceden gördüğüm fotoğraflar bunun habercisi olsa da, bu tamamen ahşap ve devasa salonun aslını görmek başka bir şey.

Teatro Farnese

Tiyatroya giriş, Ulusal Sanat Galerisinin içinden oluyor ve kendinizi bir anda çok büyük ve oldukça eğimli bir sahnenin üstünde buluyorsunuz. Buradan, zamanında Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan, Barok tarzda yapılmış salonu, biraz uzaktan da olsa (aşağıya inmenize izin verilmiyor) doyasıya seyredebiliyorsunuz. Biz içeri girdiğimiz sırada, bir klasik müzik konseri için ses düzenlemesi yapılıyordu. Prova için çalınan flütün sayesinde tiyatronun olağanüstü bir akustiğe sahip olduğunu da öğrenmiş olduk.

Teatro Farnese

Teatro Farnese’nin bulunduğu alan önceleri, atlı yarış ve karşılaşmaların yapıldığı bir alan iken, 1617 ve 1618 yılları arasında, bir sene içinde ve hızla bir şölen ve tiyatro alanına çevrilmiş. Parma Dükü Farnese tarafından, Ferrara’lı mimar Giovanni Battista Aleotti’ye yaptırılan tiyatro ile amaçlanan, yakın zamanda Parma’yı ziyaret etmesi beklenen Medici’lerden Grand Dük II. Cosimo’yu etkileyerek, iki aile arasında kalıcı bir politik ittifaka vesile olabilecek bir evliliği mümkün kılmakmış. Ancak, II. Cosimo’nun sağlık sorunları nedeniyle bu ziyaret hiçbir zaman gerçekleşmemiş. İki aile arasında olması beklenen evlilik için aradan bir on yıl geçmesi gerekmiş ve tiyatro, 1628 yılında Margherita de’ Medici ve Eduardo Farnese’nin düğününe kadar kullanılmamış. Bu görkemli düğünden sonra da, 1732 yılına kadar hep bu tür düğünler ve resmi davetler için kullanılmış. 1913 yılından itibaren halka açılan Teatro Farnese, 1944 yılında Müttefiklerin ağır bombardımanına uğrayarak, yerle bir olmuş. 1956-1965 yılları arasında aslına uygun olarak yeniden yapılmış.

Parma Ulusal Arkeoloji Müzesinden Bir Seçki

Palazzo della Pilotta’nın içindeki arkeoloji müzesi, çok büyük olmamakla beraber, oldukça geniş bir zaman dilimine yayılan eserler barındırıyor. Parma şehri, M.Ö. 183 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Parma adı, Romalıların kullandığı yuvarlak ve düz bir kalkan çeşidinden gelmekte imiş. Şehrin ve çevresinin coğrafi olarak dümdüz olması nedeniyle Romalılar bu ismi vermişler. Arkeoloji müzesinde sadece Roma dönemi eserlerini değil, daha eski (M.Ö. 700-200) dönemlere ait, Po vadisinde bulunmuş, Etrüsk uygarlığı eserlerini de görmek mümkün.

Parma Ulusal Sanat Galerisi

Parma Ulusal Sanat Galerisi, özellikle tablo açısından çok zengin ve büyük bir müze. Ağırlıklı olarak, Rönesans döneminin Parmalı sanatçılarının eserlerine yer verilmiş. Bu sayede, eserlerini şehir katedrali Duomo ve Battistero’da (Vaftizhane) da göreceğimiz Correggio, Parmigianino, Anselmi, Antelami gibi sanatçıların varlığından haber oldum. Ancak, benim için hiç şüphesiz, müzenin en çarpıcı tablosu, Leonardo da Vinci’nin “Genç Bir Kızın Başı” adlı eseri oldu. Oldukça loş aydınlatılmış, dikdörtgen bir salonun en ucuna yerleştirilmiş bu tablo, üstüne düşen ışık hüzmesi ile insanın dikkatini çekiyor ve kendinizi istemsiz bir şekilde ona doğru yürürken buluyorsunuz…

Bir Genç Kadının Başı- Leonardo da Vinci (1508)

Saat beşteki özel tur için Leonardo da Vinci’nin tablosunun önünde beklememiz söylenmişti. Çok genç ve tatlı bir kız olan rehberimiz geldiğinde, farklı milliyetlerden sekiz kişi bekliyorduk. Tablonun sol tarafında, daha önce kapı olduğunu anlamadığımız bir geçitten bizi geçirmesi ile birlikte, müzenin normalde açık olmayan bölümlerindeki bir buçuk saatlik turumuz başladı. Müzenin görünür bölümlerinin ardındaki bu diğer dünyanın büyüklüğü beni çok şaşırttı. Rehberimiz, Canaletto, El Greco ve Van Dyke gibi ünlü sanatçıların da tablolarının bulunduğu bu salonların kapalı tutulma nedenin, personel eksikliği olduğunu söyledi.

İsa’nın Körü İyileştirmesi- El Greco (1573-1576)

Ertesi sabah saat dokuz buçukta, “Tasty Bus” gıda işletmeleri turumuz Piazza Garibaldi’den (Garibaldi Meydanı) hareket etti. Bu meydan, Parma’nın ana meydanlarından birisi aynı zamanda. Parke taşlı, geniş alanın kuzey tarafında, günümüzde belediyeye ait ofislerin bulunduğu Palazzo del Governatore var. 17. yüzyılda yapılmış binanın üstündeki dev güneş saati, 1829’da yapıya eklenmiş.

Palazzo del Governatore- Piazza Garibaldi

Rehberimiz, otuzlu yaşlarında, sempatik bir İtalyan kadındı. Verdiği ayrıntılı bilgilerin arasına serpiştirdiği esprileri de hoştu. Anladığım kadarı ile, tur rehberliği, İtalyan kadınları arasında rağbet gören bir meslek.

Fazla büyük olmayan grubumuz ile önce bir Parmigiano Reggiano işletmesine doğru yola koyulduk. Modena ile ilgili yazımda sirke üreticisi Giusti’yi anlatırken sözünü ettiğim gibi, İtalya’da üretilen sirke, zeytinyağı, peynir, salam gibi ürünlerin kaynağından, kalitesinden ve içinde katkı maddesi olmadığından emin olmak istiyorsanız, etiketinde DOP damgası olduğuna dikkat etmelisiniz. Bu ibare ürünün, üreticisinin bağlı olduğu konsorsiyumun müfettişleri tarafından titiz bir şekilde incelenip, onaylandığını göstermektedir. Ayrıca, Parmigiano Reggiano, İtalya’nın sadece belli bir coğrafi bölgesinde üretilmektedir. Bu bölge, Parma, Reggio Emilia, Modena ile birlikte, Bologna ve Mantua’nın belirli bölgelerini kapsamaktadır.

Orta Çağ’da keşişler tarafından üretilmeye başlanan Parmigiano Reggiano peynirinin ana maddeleri inek sütü, tuz ve danaların midesinde bulunan bir enzim. Gerçek bir Parmesan peynirinde bunların dışında bir maddenin bulunmaması gerekiyor. Ana girdi olan sütün kalitesi de ineklerin ne yedikleri ile çok alakalı olduğu için, ineklerin kendi başlarına çayırlarda otlamalarına izin verilmiyor. Yol boyunca gördüğümüz arazilerde bir tane bile inek görmememizi rehberimiz bu şekilde açıkladı. Onun yerine, hayvanların süt üreticileri tarafından belirli alanlarda tutulduğunu ve sıkı bir diyetleri olduğunu belirtti.

Gezdiğimiz işletme, bir karı kocaya ait, çok büyük olmayan bir tesisti. İçeriye girmeden önce, hepimize bone, ağız maskesi, önlük ve galoş dağıtıldı. Parmigiano Reggiano üretimi çok karmaşık olmayan, ama titizlikle yapılması gereken süreçlerden oluşuyor. Turu, hem işletme sahiplerinin hem de rehberimizin ayrıntılı açıklamaları eşliğinde, adım adım yaptık.

İtiraf etmeliyim, içeri girince bizi karşılayan koku önce beni biraz rahatsız etti. Kötü bir koku değil ama, insana ilk başta tuhaf geliyor. Ağız maskesini, biraz da rahatsız olanlar burnunu kapatabilsinler diye veriyorlarmış zaten. Ancak, bir süre sonra insan kokuya alışıyor.

Üretim için, zaman olarak iki farklı sağımdan gelen süt kullanılıyor. Çevredeki süt üreticilerinin akşam sağımından getirdikleri süt, fazla derin olmayan, dikdörtgen küvetlerde bir gece dinlendirildikten sonra, yukarı çıkan yağları alınıyor ve ertesi sabah gelen, yeni sağılmış süt ile karıştırılıyor. Daha sonra, bu süt büyük, bakır kazanlara alınıyor. Yukarda sözünü ettiğim, dana midesinde bulunan enzim ve bir önceki günün üretiminden elde edilmiş “kesmik suyu” (peynir altı suyu da deniyor) ilave ediliyor. Bundan sonra, bu karışım ısıtılıyor. Belli bir kıvama geldikten sonra dinlenmeye bırakılıyor. Dinlenme işleminden sonra ise, iki sopa ve ketenden yapılmış özel bir bez yardımıyla, iki kişi, her bir kazanda oluşmuş kesmiği (lor da deniyor) çıkarıyor. Tatmamız için ufak parçalar halinde verildiğinde, oldukça tatsız tuzsuz ve lastik gibi geldi bana. Bu aşamada, peynirde henüz hiç tuz bulunmuyor.

Parmigiano Reggiano Üretim Sürecinden Kareler

Kazanlardan çıkarılan yumuşak kesmik, bir bıçak ile iki parçaya bölünüyor ve her bir parça 40 kilo gelecek şekilde ayrılıp, yuvarlak kalıplara konuyor. Bu aşamada, içindeki nemin eşit dağılabilmesi için, iki saatte bir çevrilmeleri gerekiyor. Sekiz saat sonra, peynir tekerlekleri kalıplardan çıkarılıp, etraflarına, üstlerinde işaretler bulunan plastik kalıplar sarılıyor. Bu işaretler çok önemli çünkü, bu şekilde yapılan kodlama bize, o peynir tekerleği için hangi süt üreticisinin sütünün kullanıldığını, hangi peynir üreticisinin ürettiğini, kontrolden başarı ile geçip, DOP kalitesi hak edip, etmediğini gösteriyor. Bu sonuncusu için, kalıbın üstünde boş bırakılmış, kocaman, yuvarlak bir alan var. DOP damgası oraya vuruluyor daha sonra.

Peynir Kalıpları Tuzlu Suda 20-22 Gün Bekletiliyor

24 saat plastik kalıplarda tutulan peynir tekerlekleri daha sonra, içinde deniz tuzu ve su bulunan küvetlere alınıp, 20-22 gün burada bekletiliyor. Tuzun eşit nüfuz etmesini sağlamak için, peynir tekerlekleri suyun içindeyken de günde iki kere çevriliyorlar. Bundan sonra artık, peynirler yaşlandırılma evresi için, ısısı ayarlı, tavana kadar yükselen rafları bulunan bölüme alınıyorlar. 12 ay sonra, tuz peynir kalıplarının ortasına ulaştığı zaman, Parmigiano Reggiano’lar da denetim için artık teftişe hazır oluyorlar. Gelen müfettiş, tahtadan yapılma küçük bir çekiç ile tekerleklerin her bir tarafına, tek tek vurarak içinde hava kabarcığı kalıp, kalmadığını kontrol ediyor. Testi geçenlere DOP damgası vuruluyor. Geçemeyenler ayrılıyor. Bunların Parmigiano Reggiano adı altında satılmaları da yasakmış. Ancak, düşük kalite oldukları belirtilerek veya rendelenmiş halde satılabiliyorlarmış. Aslında, testi geçemeyenler de kötü peynir değil ama, belli bir kalite standardında değiller.

Dinlenmeye Bırakılan Parmigiano Reggiano Kalıpları

Testi geçen peynir tekerlekleri, üreticinin isteğine bağlı olarak, daha uzun yaşlandırmaya tabii tutulmak üzere, tekrar raflara yerleştiriliyorlar ve 36 aya kadar yaşlandırılabiliyorlar. Gezi bitimindeki tadımda, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Parmigiano Reggiano peynirlerini tatma fırsatı bulduk. Süre uzadıkça, peynirdeki tuz oranı da bariz bir şekilde artıyor. Biz 36 ay yaşlandırılmış, bir buçuk kiloluk bir parça aldık. Muhteşem bir tat… İnsan kalitelisini yiyince, Türkiye’de parmesan diye satılan çoğu peynirin gerçek kalitede olmadığını anlıyor. Dönünce, marketlerin peynir bölümlerinde yaptığım ufak bir araştırma sonucu, bir tek Macrocenter’larda DOP damgalı, İtalya’dan ithal edilmiş Parmigiano’lar olduğunu gördüm. (Eatily’ye bakma fırsatım olmadı henüz). Bir başka öğrendiğim nokta da, bizde de yaygın olarak satılan Gran Padano’ların, gerek sütü üreten ineklerin yedikleri otlar konusunda fazla titiz olunmaması, gerekse kullanılan katkı maddeleri nedeniyle, Parmigiano Reggiano ile eş değer olmaması.

Gerçek Parmigiano Reggiano Peynir Paketinde Olması Gereken Sarı Kırmızı DOP Etiketi (Sağ Üst Köşede)

İkinci olarak, Parma’ya bağlı Langhirano’da, bir Prosciutto (domuz jambonu) imalathanesine gittik. İtalyanın farklı bölgelerinde Prosciutto üretilmekle beraber, Parma’da üretilenin farklı bir şöhreti ve kalitesi var. Parma’lılar bu farkın, domuz butlarının dinlendirilmeye bırakıldıkları zaman, Apenin dağlarının öte tarafından, denizden gelen ve Marino diye adlandırılan rüzgarda havalandırılmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Diğer bölgelerde Marino rüzgarı olmadığı için, jambonların tadı da aynı olmuyormuş.

Parma jambonu, Parma’nın güney bölgesinde, çok kısıtlı bir alanda üretiliyor. Kalite açısından, yine DOP denetimi ve damgasının çok önemli olduğu Prosciutto di Parma, tamamen doğal girdiler kullanılarak üretiliyor. Bunlar, İtalyan domuz butları (bir domuzun sadece iki bacağı kullanılıyor), deniz tuzu, Marino rüzgarı ve zaman olarak sıralanıyor. Parma jambonunun DOP markası alabilmesi için, bunun dışında hiçbir katkı maddesi kullanılmaması gerekiyor. Nitrat ve benzeri katkı maddelerinin kullanılması kesinlikle yasak. Parmigiano Reggiano gibi, Prosciutto da en az 12 ay dinlendiriliyor. Bu dinlenme, 3 yıla kadar çıkabiliyor.

Gittiğimiz, Conti ailesine ait işletmenin tarihi 200 yıl öncesine kadar gidiyor. Aslen çiftçilik yapan ailenin iki oğlu 1968 yılında bir jambon fabrikası açmaya karar veriyorlar. Önce bu işi, çevredeki üreticilerden öğreniyorlar ve sonra kendileri imalata geçiyor. Günümüzde, Parma Üniversitesi ve Tarım, Gıda ve Orman Bakanlığı ile birlikte yaptıkları çalışmaların sonucu olarak ürünlerini, pek çok ödül alacak kadar geliştirmiş bulunuyorlar. Ailenin erkekleri öldüğü için, şu anda şirketi, ölen kardeşlerden birinin hanımı ve üç kızı yönetiyor. Her yeri tertemiz olan fabrikanın çok profesyonel bir görünümü var. Hem bu ortam, hem de çalışanlar arasında Afrikalıların da olması çok hoşuma gitti. İtalya’ya bir şekilde kapağı atmış bu insanlara yaşam fırsatı verilmesi çok önemli bence.

Üretim sürecini kısaca, domuz butlarının elle ve tek tek deniz tuzu ile ovulup, daha sonra, “sugna” denilen bir yağ, tuz, biber ve pirinç unu karışımı ile kaplanarak, Marino rüzgarının estiği kapalı bir alanda kurumaya bırakılması olarak tarif edebiliriz. Her şeyden evvel, domuz etinin kalitesinin çok önemli olduğunun altını özellikle çiziyorlar. Domuzların sadece tahıl ve Parmigiano Reggiano peyniri üretlirken çıkan “peynir altı suyu” ile beslenmeleri çok önemli imiş. Parmigiano Reggiano’da olduğu gibi, Parma jambonu üretiminde de, konsorsiyumun denetim yapabilmesi ve standartlara uygun olan ürünlere DOP damgasını vurabilmesi için en az 12 aylık bir dinlenme süresinin geçmesi gerekiyor. Denetim için müfettişler, her bir jambon bacağının çeşitli noktalarına, at kemiğinden yapılmış, şiş benzeri bir alet saplıyorlar.

Prosciutto Üretiminden Kareler

Fabrika gezisinin sonunda yapılan tadımda, Emilia-Romagna bölgesinin köpüklü şaraplarının eşliğinde, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Prosciutto’ları tatma fırsatımız oldu. Bence dinlenme süresinin artması, tadın da daha iyi olmasına yol açıyor.

Parma Katedrali

Parma’da geriye kalan yarım günümüzde Il Duomo (katedral), Battistero (vaftizhane) ve Museo Diocesano’yu (Psikoposluk müzesi) gezdik. 12. yüzyılın başında takdis edilip açılan katedral, kareye yakın, büyükçe bir meydanda yer alıyor. Meydan ile ilgili en dikkatimi çeken nokta, son derece sakin olması ve çevresi veya yakınında turistlere yönelik, turistik eşya satan hiçbir dükkanın olmaması oldu. Hatta, meydanda cafe veya restoran bile yoktu. Meydana açılan sokaklardaki birkaç işletme de masalarını meydan tarafına değil, sokak tarafına koymuşlardı. Bu, meydanın atmosferini çok olumlu etkilemiş kanımca. İnsan neredeyse, meydanın asırlar önceki halini gözünün önüne getirebiliyor böylelikle. Sanki şu köşeden, Orta Çağ giysileri ile insanlar, keşişler, rahipler dönüp, çıkacaklarmış gibi… Bu arada, bir gözlemimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Çocukluğumun İtalya’sının sokaklarında, uzun siyah kıyafetleri ile öyle çok papaz, rahibe ve kahverengi, kaba kumaştan cüppeleri ve sandaletleri ile keşiş vardı ki… Genelde gruplar halinde gezerlerdi. Günümüzde ise, sokakta onları bu kıyafetlerle hemen hiç görmüyorsunuz. Bu çok önemli bir değişiklik. Sanırım artık, sokakta normal kıyafetlerle geziyorlar. Bu değişiklik ne zamandır var, merak ettim doğrusu.

Hz. İsa’nın Göğe Yükselişi- Mazzola (1538-1544)
Hz. Meryem’in Göğe Kabulü- Correggio (1524-1530)

Katedralin dış cephesi Romanesk tarzda olsa da içi, daha sonra yapılan değişiklik ve eklenen eserlerle Barok döneme meyletmiş. İçerde ayrıca, çok kayda değer eserler bulunuyor. Özellikle, kubbedeki Correggio’ya ait Hz. Meryem’in Göğe Kabulü freski ile, Antelami’nin Hz. İsa’nın Çarmıhtan İndirilişi mermer kabartması çok etkiyelici.

Vaftizhane

Katedralin bulunduğu meydanın güney ucunda bulunan Vaftizhane güzelliği ile katedrali bile gölgeliyor diyebilirim. Açık pembe renkli, Verona mermerinden yapılmış bu sekizgen yapı, Romanesk ve Gotik mimarinin bir karışımı. 12. yüzyılın sonunda başlayan yapımı, bir asırdan fazla sürmüş. Yapının esas çarpıcı kısmı ise içi. İçeri girince insanın karşılaştığı güzelliği kelimelerle anlatmak çok zor. Burası, mimar ve heykeltıraş, Benedetto Antelami’nin en başarılı yapıtlarını barındırıyor. Bizans tarzındaki duvar resimleri ise, büyüleyici…

Vaftizhanenin İçi

Parma gezimizi, buranın ünlü restoranlarından, La Forchetta’da yediğimiz akşam yemeği ile noktaladık. Bir sonraki durağımız, dünyanın en küçük beşinci ülkesi, San Marino idi…

Vaftizhanenin İçi

Modena

Emilia-Romagna bölgesi gezimize başlamak için Bologna’ya uçtuk ama, orada kalmadık. Görmek istediğimiz diğer şehirlere gittikten sonra, Bologna’da son birkaç günümüzü geçirmeye karar vermiştik. Bunun en önemli nedeni, bazı İtalya gezilerimizde, son gün havaalanına yetişmek için yaşadığımız gerginlikler oldu. Yol tamiratı, güzergah üstünde olmuş bir kaza ve benzeri olaylar nedeniyle birkaç kere uçağa ucu ucuna yetişebilmiştik. Onun için, uçaktan iner inmez, havaalanından kiraladığımız araba ile Modena’ya doğru yola koyulduk.

Bologna’dan Modena’ya araba ile yaklaşık bir saatte gidiliyor. İnişi çıkışı olmayan, düz bir yol bu. Zaten, bu gezi boyunca yükseklere tırmanmamız gereken tek yer San Marino oldu. Onun dışında, bölge genel olarak fazla yüksekliği olmayan bir yapıda.

Modena, nüfusu 200.000 bile olmayan, küçük bir şehir. İstanbul gibi bir metropolden gidince, insan ilk başta bu sakinlik ve sessizliği yadırgamıyor değil. Trafik az, sokaklar tenha, insanlar telaşsız ve keyifli…

Modena Katedrali (11-12.yy)

Kaldığımız Hotel Estense, şehrin tarihi bölgesine kısa bir yürüyüş mesafesinde. İtalya’da şehirleri Duomo’dan, yani şehir katedralinden gezmeye başlamak sizi hiç yanıltmaz çünkü, bu büyük ibadethanelerde mutlaka dönemin önemli sanatçılarının sanat eserleri bulunur. Orta Çağ boyunca olsun, Rönesans ve Barok dönemlerde olsun, irili ufaklı tüm İtalyan yerleşim yerleri, güçleri yettiğince yaptırdıkları kilise ve katedralleri duvar resimleri, tablolar ve heykellerle donatmışlardır. Bu nedenle, hiç ummadığınız yerlerde, gizli saklı köşelerde bile karşınıza sanat şaheserleri çıkar.

Modena Katedralinin İçi
Modena Katedralinin İçinden Detaylar

Modena katedrali, 11. ve 12. yüzyıllarda yapılmış ve 1997 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Çok büyük olmamakla beraber, Gotik ve Romanesk mimari tarzlarının kaynaştırılması ve içeride kullanılan koyu renk tuğlaları ile etkileyici bir atmosferi var. Ayrıca, pencerelerdeki vitraylar da çok güzel. Özellikle etkileyici bulduğum eserler ise, iki tane. Her ikisi de, terracotta (pişmiş toprak) eserler. İlki, katedralin kript’inde (bodrum katında) sergilenen, Guido Mazzoni’ye ait Madonna della Pappa. Pişmiş topraktan yapılmış, beş adet insan boyunda figürden oluşan bu eser çok gerçek duruyor. Diğer eser ise, katedralin çıkışına yakın bir noktada sergilenen, Antonio Begarelli’nin 16.yüzyılda yaptığı İsa’nın Doğumu isimli eseri.

Madonna della Pappa- Guido Mazzoni (15.yy)
İsa’nın Doğumu- Antonio Begarelli (16.yy)

Duomo’nun arka tarafında yükselen kule, Torre Ghirlandina, sadece bir çan kulesi değil, aynı zamanda Modena’nın sembolü. 13.yüzyılda yapılmış. Şehir sakinlerine ibadet saatlerini, düğün ve cenazeleri duyurmanın dışında, salgın hastalıkları, şehre yaklaşan saldırı tehlikelerini ve yangınları da duyurmak için kullanılırmış.

Modena Katedrali ve Ghirlandina Kulesi

Hava güneşli ve ılık… Duomo’nun önündeki meydanda yiyecek tezgahları var. Köylülerin ürünlerini doğrudan getirip, sattıkları bir haftalık bir “gastronomi panayırı” imiş bu. Yöreye özgü her türlü yiyeceği görmek mümkün. Peynirler, domuz jambonları, sebze ve meyve… Hepsi çok iştah açıcı. Bir de trüf mantarı tezgahları var bol miktarda. Konserve ve taze olarak satıyorlar. Bu kara ve şekilsiz görünen mantarların bu kadar lezzetli olması doğanın hoş bir sürprizi gibi sanki…

Duomo’yu, önündeki pazarı ve aynı meydana bakan belediye binasının (Palazzo Comunale) halka açık, tarihi salonlarını gezdikten sonra, doğrusu dinlenmeyi hak ettik. Katedralin arka tarafındaki caddeye bakan küçük bir kafede oturup, kahvemizi yudumlarken, etrafı izledik. Çokça bisikletlinin, az sayıda arabanın geçtiği caddenin kaldırımlarında insanlar sakin ve keyifli adımlarla önümüzden geçiyorlardı. İtalya’nın bana daima hissettirdiği keyif ve rehavet havası işte yine beni teslim almaya başlamıştı. Güneş de tatlı tatlı sırtımı ısıtıyordu. Yanımızdaki masada bir grup yaşlı erkek gülüşerek konuşuyor, şakalaşıyorlardı…

Eminim, kişiden kişiye farklılık gösteriyordur ama, Ferrari denilince ilk aklıma gelenler kırmızı renk, gençlik ve hız oluyor. Bir de zenginlik, doğal olarak. Paranız yoksa, tabii ki bir Ferrari’niz de olamaz. Öyle taksitle de alınabilecek gibi değil hani… Marka imajı denilince bence, Ferrari bu konuda en başarılılarından. Çünkü, hedef kitlesi olmayan, ürününü satın almayı hayal bile edemeyen milyonlarca insan için bile bir tutku olmayı başarmış bir araba markası o.

Emilia-Romagna bölgesi, araba yapımcılarının çok olduğu bir bölge. Ferrari, Lamborghini ve Maserati bunlardan birkaçı. Açık söylemek gerekirse, bunlardan birinin öyküsünün peşine düşeceksek, bu Ferrari olmalı diye düşündüm ben. Ah! Yine kafamdaki o, şeker gibi, kırmızı araba imajı işte…

Ferrari’nin, biri Modena’nın içinde, diğeri şehrin yaklaşık 15 kilometre dışında, Maranello’daki fabrikasının yanında olan, iki müzesi var. Modena’nın içindeki müze aslında, Ferrari ailesinin eviymiş. Kurucu Enzo Ferrari de bu evde doğmuş, büyümüş. Enzo Ferrari, 1927 yılında, bir yarış arabası alabilmek için bu evi satmış. Daha sonra tekrar satın alındığı anlaşılan bu adreste bir takım motorlar ve arabalar sergileniyor ama, esas görülesi yer Maranello’daki müze.

Museo Casa Enzo Ferrari- Modena

Enzo Ferrari, 1898 yılında doğmuş. Henüz 10 yaşında iken babası ile birlikte gittiği bir araba yarışından çok etkilenmiş. Araba yarışı dediysem, bugünkü Formula 1 yarışları aklınıza gelmesin. O zaman arabalar 12 beygir gücünde ve en fazla saatte 60 kilometre gidiyorlar. Ondan sonra, arabalar ve yarışlar onun için bir tutku olmuş. Uzun bir süre, Alfa Romeo’nun yarış pilotluğunu yapmış. İlk Ferrari arabasını ise, 1947 yılında tasarlamış ve üretmiş.

Maranello’daki müzede, Ferrari’nin öyküsünü baştan, günümüze kadar izleyebiliyorsunuz. Bugüne kadar üretilmiş her model ve renk araba sergileniyor burada. Ama kırmızı olanlar bir başka güzel, bir başka çekici sanki. Enzo Ferrari, “Bir çocuğa araba resmi çizmesini söyleyin. Mutlaka kırmızı renkli çizecektir” diyerek, kırmızı arabalara olan tutkusunu ifade etmiş. Kendisi, 90 yaşında Modena’da ölmüş ama, “En iyi Ferrari, henüz daha üretilmemiş olandır” sözleri ile efsanenin devam edeceğine işaret etmiş. Evet, müzeyi gezen insan seli, efsanenin sürdüğünü gösteriyor…

“Sonsuz Kırmızı”ya Bilet…

Ferrari müzelerini gezerken aklıma sürekli, geçmişte haberi yapılan bir yurttaşımız geldi ve kendimi için için gülmekten alamadım. Hatırladığıma göre, Belçika’da yaşayan bu kişi Ferrari’sine, ekonomik olsun diye tüp taktırmak istemiş. İşlem sırasında çıkan sorunlar nedeniyle, Ferrari’nin temsilciliğine sorunun nasıl çözülebileceğini sormuş. Dehşete kapılan Ferrari ekibi, markalarının imajını korumak adına, derhal bedelini ödeyip, arabaya el koymuşlar. Neyse ki, müzede bu olayla ilgili bir bilgi verilmiyordu…

Museo Casa Enzo Ferrari

Sadece müzeyi gezmekle kalmayıp, bir de test sürüşü yapmak isterseniz, Maranello’da bunu da yapabiliyorsunuz. Değişik Ferrari modellerine göre, 10 kilometrelik bir sürüş (süresi yaklaşık 10 dakika olarak belirtiliyor) için ücret, 80 ile 200 Euro arasında değişiyor.

Modena’ya gelmeden önce okuduğum bütün kaynaklar, burada bir balzamik sirke üreticisinin ziyaret edilmesini öneriyordu. Balzamik sirke, son yıllarda ülkemizde sadece restoranlarda değil, evlerde de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Marketlerde, İtalya’dan ithal edilmiş balzamik sirkelerin dışında, Türk üreticilerin de ürünlerini bulmak mümkün. Balzamik sirkeyi biz de evde severek kullanmamıza rağmen, doğrusu, üretim sürecinin görülmesinin niye bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Yıllar önce, Türkiye’de iş için bir sirke üreticisine gitmişliğim vardı. Süreç oldukça basitti. Modena’nın ve Avrupa’nın en eski balzamik sirke üreticisi Acetai Giusti’ye giderken düşündüklerim bunlardı açıkçası. Ama gidince, bugüne kadar balzamik sirke ve üretimi hakkında hiçbir şey bilmediğimi gördüm. Ayrıca bizim, İtalya’dan ithal edilmiş de olsa, marketlerden aldığımız balzamik sirkenin ticari, gerçek ve yüksek kaliteli olanının ise, iyi bir şarap gibi değerli olduğunu öğrendim.

Giusti, 1605’ten Beri…

Acetai Giusti, 1605 yılında kurulmuş. Guisti ailesi 17 kuşaktan beri balzamik sirke üretiyor. Kuşaklar boyunca, Avrupa’nın kraliyet aileleri, soyluları ve Papaları için üretim yapmışlar. O dönemlerde sadece zenginlerin alabildiği bir ürünmüş. Şimdi de çok ucuz olduğu söylenemez. Eski çağlarda özellikle şifa niyetine, ilaç gibi kullanılıyormuş. Soğuk algınlığına, ses kısıklığına, mide rahatsızlıklarına iyi geldiği düşünülüyormuş. Modena’lı olan ünlü tenor Luciano Pavarotti de, sahneye çıkmadan, sesini açmak için, ufak bir kadeh balzamik sirke içermiş. Öğrendiğimize göre, bu yörede balzamik sirkenin, İtalya’nın yemek sonrası içilen “digestivo”ları (hazmı kolaylaştırıcı içkiler) gibi, yemek sonrası içilmesi yaygınmış. Tesisi gezdikten sonra yapılan tadımda tattığımız değişik sirkeler, bunun pekala mümkün olduğunu gösterdi bize. Özel meşe fıçılarda, 25 yıla kadar bekletilen balzamik sirkelerin, yıllanma yaşına göre farklı tatları, kıvamları, kokuları vardı. Kimi trüf mantarlı, kimi böğürtlenliydi. Küçük çay kaşıkları ile yaptığımız tadımda, 25 yıl yıllanmış olan, ailenin geleneksel sirkesi çok lezzetliydi. Bu çeşidi, Parmesan peyniri, balık, tavuk gibi yiyeceklerin üzerinde tükettiklerini belirttiler. Bazısını ise, tatlıların üstüne damlatarak tüketiyorlarmış. Biz, bir şişe 12 yıllık trüf mantarlı, bir de 20 yıllık sade sirkelerinden satın aldık.

Balzamik Sirke 25 Yıla Kadar Meşe Fıçılarda Yıllandırılıyor

İtalya’da veya dışında, İtalyan yiyecek ürünlerinin kalitesinden emin olmak istiyorsanız, ambalajında DOP (*) damgasını aramalısınız. Bu damga ile, ürünün (balzamik sirke, Parmesan peyniri, jambon, zeytinyağı vb) kaynağının belli olduğu, yerel üreticiler tarafından, katkı maddesi konmadan ve geleneksel yöntemlerle üretildiği ifade ediliyor. Tıpkı şarapların DOC ve DOCG damgaları gibi, gıda maddesinin kalitesi de, bağlı olunan konsorsiyumun sıkı denetimi ile garanti altına alınmış demek oluyor.

Sağdaki 25, Soldaki 12 Yıllık Balzamik Sirke…

Modena’lıların bir diğer övünç kaynağı Pavarotti. Ünlü tenor, 1935 yılında, şehrin eteklerinde, bir fırıncı ve amatör şarkıcının oğlu olarak, çok kalabalık bir aileye doğmuş. 2007 yılında, 71 yaşındayken yine Modena’da ölmüş. Yeşilliklerin ortasındaki mütevazi evi günümüzde müze. Operanın genç kuşaklar tarafından sevilmesine büyük katkısı olan bu büyük sanatçının evinin bu denli sade olması beni çok şaşırttı. Öyle anlaşılıyor ki, yaşadığı hayat da çok sade idi. Piyanosunun bulunduğu salon, arkadaşları ile haftanın belli günlerinde kağıt oynadığı oda, dostlarına yemek pişirdiği mutfak ve öldüğü yatak odası… Hepsi son derece alçak gönüllü bir kişiliği yansıtıyor.

Pavarotti’nin Evi- Modena

Pavarotti’nin evini gezerken insan, onun sadece başarılı bir tenor değil, aynı zamanda çok hayırsever bir insan olduğunu da anlıyor. U2 grubunun solisti Bono ile Bosna savaşı mağdurları için topladığı yardımlar ve Prenses Diana ile işbirliği yaparak, dünyadaki kara mayınlarının imha edilmesi ve engellenmesi için kaynak sağlaması bunlardan sadece ikisi…

Pavarotti’nin Piyanosu, Sahne Kostümleri ve Kişisel Eşyaları

Son olarak Modena’da, Emilia-Romagna bölgesinin en eski şarap üreticilerinden Chiarli’yi ziyaret ettik. Burası, 1860 yılında Cleto Chiarli tarafından kurulmuş bir tesis. Modena’daki bağlarından yılda 1 milyon, daha kuzeydeki bağlarından yılda 20 milyon litre şarap elde ediyorlarmış. İddialı oldukları şaraplar, Lambrusco ve Pignoletto. Bunlar, hem bu bölgeye özgü üzüm çeşitlerine, hem de şarap türlerine verilen isimler. İlki kırmızı, ikincisi beyaz şarap. Emilia-Romagna’nın şarapları çoğunlukla kabarcıklı şaraplar. Hem kırmızı, hem beyaz olabilen bu şaraplara spumante veya frizzante deniyor. Özellikle Lambrusco’nun üretim tarihinin Romalılar dönemine kadar gittiği söyleniyor. Katıldığımız tadımda, kabarcıklı şarabın, ana yemekten önce yenen Parmesan peyniri ve prosciutto’nun (domuz jambonu) ağızda bıraktığı kuvvetli tadın izlerini silmekte etkili olduğunu belirttiler. Böylece, diğer yemeklerin tadına daha iyi varılabiliyormuş.

İtalya’nın değişik bölgelerine gidince anlıyorsunuz ki, şarap konusunda bölgeler arası epeyce bir rekabet ve kendi şarap türlerine öncelik verme var. Ortalamanın üstünde bir restorana gitmediğiniz sürece, ünlü de olsa, bir başka bölgenin şarabını bulmanız kolay olmuyor. Bu durumda, yerel şarapların tadını çıkarmaya bakmak en iyisi.

Chiarli Şarapları Tesisi

Modena’da güzel yemekler yedik. Ayrılırken, Antica Moka lokantasında yediğim balkabağı dolgulu tortellini’nin tadı damağımda kaldı. Bir de, tütünlü dondurmanın! Şehrin epeyce dışında olan bu aile işletmesine gittiğimize değdi doğrusu…

Tütünlü Dondurma- Antica Moka, Modena

________________________________________________________________

(*)- Açılımı, Denominazione di Origine Protetta