Yeniden kategorisinde bu kez yayınlayacağım yazı, 30 Ocak 2018 tarihinde yayınladığım Ravenna ile ilgili yazım olacak. Ravenna, 2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesine yaptığımız gezi ile ilgili yazdığım yazı dizisinin bir parçası idi.
Geçen zaman içinde Ravenna’yı pek çok kez hatırladım. Unutmadım demek daha doğru olur… Öyle bir şehir nasıl unutulur ki? Beşinci ve altıncı yüzyıldan kalma o mozaikleri… İstanbul’daki Aya Sofya’nın da hamisi olan Bizans İmparatoruJüstinyen’in yaptırdığı San Vitale Bazilikası’nı ve diğerlerini…
Bu yazıyı seçmemde bir diğer etken de, son zamanlarda çok fazla okuyucusunun olması. Belki, gidilmiş ve anımsanmak istenen bir yer olduğu için. Belki de, Covid-19 nedeniyle kısıtlanan seyahat zevkimiz artık yeni yerlere gitme arzumuzu iyice kamçıladığı için. Bu konuda izlediğimiz gelişmeler, özgürce gezebileceğimiz günlerin henüz çok yakın olmadığını gösteriyor. Ama, ünlü İngiliz ressamDavid Hockney’in dediği gibi, hayallerimizde canımızın istediği her yere gitmemiz mümkün…
Ravenna ile ilgili yazımı okumak için linke tıklayabilirsiniz.
Yazdıklarımın önemli bir kısmının gezdiğim yerlerle ilgili olduğu bir gerçek. Ancak, ‘Hoş Geldiniz’ yazımda belirttiğim gibi, bu bir gezi blogu değil. Bir kere, yazılar kronolojik sırada yazılmış değiller. İkincisi, bir gezi kitabı veya sitesi formatında olmamaları. Herkesin kendi zevkine ve aklına olan saygımdan dolayı da, ‘mutlaka gidilmeli/görülmeli/yapılmalı’ gibi ibareler kullanmamaya özen gösteriyorum. Etkilendiğim veya beğendiğim yerleri fazlası ile belli ettiğim için, yazdıklarımın benzer zevkleri olan okurların ilgisini zaten çekebileceğini düşünüyorum. Ondan ötesi, herkesin kendi ilgi alanına, zevkine, zamanına ve kaynaklarına kalıyor artık.
Hal böyle olunca, gördüğüm bir yer hakkında yazı yazmam, oradan bana özel bir anın, bir anının, bir bakışın, kısacası bir izin kalması ile çok ilintili. İtalya’nın Puglia (Apulia) bölgesi, tüm bu kriterlerimi fazlası ile yerine getirmiş olmasına rağmen, hakkında en az yazdığım yer oldu. Yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bu gezi ile ilgili olarak, bugüne kadar bir tek Otranto üzerine bir yazım oldu. O da, farklı bir şekilde ruhumu perişan ettiği için… Bunun dışında bir şey yazmadım.
Şüphesiz, söz konusu gezinin blogumun başlama tarihinden önceye rastlaması bu konuda önemli bir etken. Ama işte, tüm Puglia gezisi olmasa da, Matera hakkında yazmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Çünkü, belli yönlerden bizim Kapadokya bölgemize çok benzeyen bu şehir, büyülü havası ile aklımdan hiç çıkmadı. Kim bilir? Belki ilerde, gezimizin diğer uğrak yerleri hakkında da yazarım…
Puglia bölgesi, coğrafi şekil olarak çizmeye benzetilen İtalya’nın ‘topuk’ kısmına denk gelir. Burası, bir mahmuz görünümündeki Gargano Burnu’nu da içine alarak, kuzeye doğru uzanır. Aynı zamanda İtalya’nın, Adriyatik Denizi’nin ötesindeki, Balkan Ülkeleri’ne en yakın bölgesidir. Nitekim, 15. yüzyılda Arnavutluk kıyılarından yola çıkan Osmanlı donanması, Puglia’nın Otranto kentine çıkartma yapmış ve bu bölgede on beş ay kalmıştır.
Aslında Matera, Puglia bölgesinin bir parçası değil. Basilicata bölgesinin bir şehri. Ancak, çok yakın olması ve son yıllarda turizm açısından çok popüler bir çekim noktası olması nedeniyle, tüm turların veya bizim gibi yöreyi kendi başlarına gezenlerin mutlaka uğramaya çalıştığı bir yer.
Uzun zaman ‘hayalet şehir’ olarak adı geçen, fakirlik ve sefaletle anılan Matera günümüzde, (yakınındaki Puglia bölgesi gibi) gelişen turizm ile birlikte, bu tanımlamalardan öcünü alıyor diyebiliriz. Her yıl artan ziyaretçi sayısı ile zenginleşen şehir, 1993 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Bunun dışında, 2019 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.
Gitmeden önce okuduklarım ve gördüğüm fotoğraflar nedeniyle Kapadokya benzeri bir yer olarak hayal etsem de, Matera’yı düşündüğümden çok farklı, ilginç bir yer olarak buldum. Evet, burada da insanların yakın tarihlere kadar kayaların içine oyulmuş evlerde yaşadıklarını, 150’den fazla tarihi kaya kilisesi olduğunu okumuştum. Ama, güzel restoranları, barları ve kafeleri ile birlikte, burası kültürel ve sosyal olarak çok farklı bir atmosfere sahipti. Ülkemizde sıklıkla gördüğümüz gibi, buralar sadece şehre dışardan gelenlerin gittiği, dekor benzeri yerler değil, yerli halkın da bir parçası olduğu, yediği içtiği yerlerdi.
Söz benzerlikten açılmışken, bu gezide gittiğimiz bir başka yerden de kısaca bahsedeyim. Son yılların yine ünlü ziyaret noktalarından Alberobello da, kendine özgü konik evleri nedeniyle, bizim Harran’a benzetiliyor. Ancak, bu benzerlik evlerin çatı şekillerinden öteye gidemiyor.
Mimari olarak bir Barok şaheseri olan Lecce ’den araba ile Matera’ya gelmemiz birkaç saat sürdü. Kente vardığımızda, henüz akşam üzeri olmamasına rağmen, öğleden sonrasının ilerlemiş saatleriydi. Google Maps ve tabelaların yardımı ile, şehrin esas ilginç olan ve bizim de kalacağımız Sassi (1) bölgesini bulduk. Gelin görün ki, şehrin katedrali Duomo’ya çok yakın olması gereken otelimiz Palazzo Viceconte’yi bir türlü bulamadık. Daracık sokaklardan bin bir güçlükle geçerken, küçük bir araba kiraladığımız için şükrettik. Gezi öncesi okuduğum tüm kitaplarda bu tavsiye vardı. Biz de, daha Puglia gezimizin başında, bunun ne kadar yerinde bir uyarı olduğunu anladık.
Stres içinde, sokakların iki yanındaki bina duvarlarına ve bazen de darlığa rağmen park etmiş arabalara sürtmemeye çalışarak ilerleyip, kendimizi ikinci ya da üçüncü kez, daha sonra Piazza Vittorio Veneto olduğunu öğrendiğimiz meydanda bulduğumuzda, trafik ışıkları kırmızı olmuştu. Artık iyice gerilmeye başlamıştık ki, birisi arabanın camını tıklattı. Camı indirdik. Bir tek üzerindeki resmin kendisine ait olduğunu görebildiğim, ne yazdığını ise kesinlikle seçemediğim, boynunda asılı kartı göstererek, izinli rehber olduğunu söyledi ve,
– Siz hangi oteli arıyorsunuz ? diye sordu.
Otelimizi söyleyince,
– Beş Euro verirseniz, ben sizi götürürüm, dedi.
O an, beş değil, çok daha fazlasını vermeye hazırdık doğrusu… Sevinç içinde kabul edince, kaskını taktı ve motosikletine binip, önümüze geçti. Çok geçmeden otelin kapısının önündeydik.
Adından da anlaşıldığı üzere, eski bir saray olan Palazzo Viceconte’nin genç ve kibar resepsiyon görevlisi arabayı seri ve kıvrak hareketlerle daracık avlu kapısından içeri sokarken, biz motosikletli yol göstericimize beş Euro’sunu verdik. Ancak, koleksiyonu için rica ettiği kağıt Türk Lirasını veremedik maalesef. Az miktardaki Türk paramız bavulda olmasa, onu da seve seve verecektik.
Resepsiyonda işlemlerimizi yaparken görevli, oteli bulmakta zorlanmamızın normal olduğunu, yol tamiratı nedeniyle bazı yolların kapalı olduğunu ya da yönlerinin değiştirildiğini söyledi. Kısa bir süre sonra odamıza çıktık. Otelin içi, tarihi ve mimari özelliklerine zarar verilmeden, çağdaş gereksinimleri karşılayacak şekilde yenilenmişti. Aydınlık ve geniş odamızın fazla büyük olmayan penceresinden görünen manzaranın ise, tuhaf bir güzelliği vardı… Bir yandan harabeymiş izlenimi veren, öte yandan insanı tuhaf bir şekilde etkileyen bir görüntü…
Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Çok geç saate kalmadan bir yemek yer, biraz yürür, geri döneriz diye düşündük. Şehri esas olarak ertesi gün gezecektik. Otelin lobisine inerken, biraz da yanlışlıkla girdiğimiz kapılar ve arka merdivenler nedeniyle, kendimizi bir anda otelin tepesindeki terasta bulduk. Odamızdan görünenden daha panoramik olan manzara hoş bir sürpriz oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada, bir tarafta otelin arka tarafındaki şehir katedralinin çan kulesi, diğer tarafta ise, şehrin hemen yanındaki, bizim Ihlara Vadisi’ne çok benzeyen, derin kanyonu görmek mümkündü.
Bir yolunu bulup, nihayet resepsiyona ulaşınca, görevli gençten bize bir lokanta önermesini rica ettik. Tepeden aşağı doğru gezinerek inerken, Via delle Beccherie’nin üstünde, önerdiği iki lokantadan biri olan Gatta Buia’yı (Kara Kedi) gördük. Kapı açıktı ve içerde bir görevli vardı ama, bize saat yedi buçukta açılacaklarını söyledi. Bilirsiniz, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da uzun bir öğle tatili (riposo) geleneği var. Güneyde bu daha da uzun olabiliyor. Restoranlar saat üçte kapanıyor. Akşam yemeği için saat yedi buçukta, hatta bazıları saat sekizde, açılıyorlar. Eğer gezme ve öğle yemeği saatinizi buna göre ayarlamazsanız, akşama kadar aç kalabilirsiniz.
Gatta Buia’da iki kişilik bir masa ayırtıp, gezmeye devam ettik. Havanın kararması ile birlikte yanan sarı ışıklı sokak lambaları, Matera’ya bu kez farklı bir çekicilik vermişti. Evlerden ve bu lambalardan yansıyan ışıklar, büyük, pırıl pırıl taşlarla kaplı, tertemiz sokaklara yansıyordu. Yukarda, otelimizin bulunduğu bölge olan Sasso Barisano, aşağıda ise, Sasso Caveoso mahallesi görünüyordu.
O akşam, başlarda yan masadaki bir anne ve dört çocuktan oluşan Alman aile epeyce gürültü yaparak canımızı sıksa da, Gatta Buia’dan çok memnun kaldık. Gerek yemekler, gerekse restoran sahibinin önerdiği şaraplar (tatlı ile içmek için de ayrıca bir şarap önermişti) çok iyiydi. Önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi, İtalya’da gittiğiniz bölgelerde bir başka bölgenin şarabını bulmanız epeyce zor. Bu konuda bayağı korumacı davranıyorlar. O nedenle, bizim daha önceleri yaptığımız gibi, bu konuda boşuna uğraş vermek yerine, yerel şarapları denemenizi öneririm. Eğer sizinle ilgilenen kişi Gatta Buia’nın sahibi gibi bilgili ise, size müdavimi olduğunuz şaraba benzer, çok iyi bir yerel şarap önerecektir.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Matera’yı keşfetmeye çıktık. Resepsiyondaki görevli, Matera’daki tüm otellerde olduğunu düşündüğüm bir haritanın üstünde, ziyaret edilecek belli başlı kaya kiliselerini, manastırı ve örnek kaya evleri işaretledi. İzlememizi önerdiği parkur, şehrin Sassi bölgesinde neredeyse tam bir tur yapmamızı sağlayacaktı.
Matera dünyada, Halep ve Batı Şeria’daki Eriha’dan (Jericho) sonra, insanların kesintisiz olarak yaşadığı üçüncü en eski şehir olarak kabul ediliyor. Paleolitik ve Neolitik döneme ait buluntular, insanların en az 7000 yıldan beri Matera’da yaşadıklarını gösteriyor. Antik dönemde, Puglia ve Basilicata’nın diğer bölgeleri gibi bir Grek kolonisi iken, daha sonra Roma İmparatorluğu ’nun bir parçası oluyor. İstilalar birbirini izliyor. Romalılardan sonra Lombardiyalılar, Bizanslılar ve Normandiyalılar şehri ele geçiriyorlar. Normanların hakimiyeti altında iken, IX. yüzyılda Kapadokya’dan bir grup papaz buraya gelerek, yerleşiyor. Günümüzde, şehrin civarındakilerle birlikte, 150 taneden fazla olduğu bilinen kaya kiliselerinin yapımının bu gelen papazlarla birlikte başladığı düşünülüyor. Papazların, coğrafi oluşum ve kaya yapısı olarak Kapadokya’ya çok benzeyen bu bölgede, daha önce edindikleri deneyimi kullanarak, kilise yapımına girişmeleri insana son derece mantıklı geliyor.
Aragonluların Napoli Krallığını ele geçirmesi ile birlikte, tüm Basilicata bölgesi gibi, Matera da onların yönetimine giriyor. XV. ve XVI. yüzyıllarda, bir grup Hırvat ve Arnavut da buraya yerleşiyor. 1663 yılında, İspanyol yönetimi sırasında, Matera Basilicata bölgesinin başkenti yapılıyor. Bu statü, 1806 yılında başlayan Bonapart yönetimine kadar sürüyor. Napolyon Bonapart’ın büyük ağabeyi olan ve bu şekilde, önce Napoli ve Sicilya, daha sonra da ek olarak İspanya kralı ilan edilen Giuseppe Bonaparte, Potenza’yı bölgenin başkenti ilan ediyor. Matera, tüm Basilicata bölgesi ile birlikte, 1860 yılında birleşik İtalya Krallığına katılıyor.
Günümüzde turizm açısından İtalya’nın yıldızı yükselen şehirlerinden olsa da, Matera’da yaşam şartları, çok da eski olmayan tarihlere kadar epeyce zor ve ilkelmiş. Küçük mağara evlerde, hayvanlarla bir arada ve üst üste yaşamış olan şimdinin ileri ve orta yaş grubu insanları, o dönemleri hatırlamak bile istemiyorlar. Bize bilgi veren otel resepsiyonundaki genç de babasının, bugün müze olarak gezilen o evlere çok benzer bir evde doğup, büyüdüğünü söyledi.
Matera’nın tamamı mağara yerleşimlerinden oluşmuyor. Şehre girdiğinizde önce, çağdaş yapıları ve on yedi ile on sekizinci yüzyılda yapılmış yapıları görüyorsunuz. Matera’da kayaların ev olarak kullanılması, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, bir nüfus patlaması yaşanması üzerine başlıyor. Şehirde ortaya çıkan barınma sorunu nedeniyle, daha önce ahır ve depolama için kullanılan yerler ev olarak kullanılmaya başlanıyor. Kanalizasyon ve akan su olmayan bu evlerde 8-10 kişilik aileler, hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Sık sık salgın hastalıkların görüldüğü Matera’daki fakirlik ve sefaleti devlet uzun süre görmezden geliyor. İtalya’nın güneyinde yaşanan bu insanlık dramından dünya ancak, Mussolini yazar Carlo Levi’yi 1935 yılında, Matera’ya yakın bir şehre sürgüne gönderdiği zaman haberdar oluyor. Levi, 1945 yılında yayınladığı ‘İsa Bu Köye Uğramadı’ (Christ Stopped at Eboli) adlı kitabında, o güne kadar hayatında böylesini görmediğini belirttiği sefalet karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor.
Matera’nın kaderi, 1950 yılında dönemin Başbakanı Alcide de Gasperi’nin burayı ziyareti ve gördükleri karşısında durumu, ‘ulusal bir utanç’ olarak tanımlaması ile değişiyor. Savaş sonrası alınan Marshall yardımının da katkısı ile, bir proje geliştiriliyor ve sonrasında burası tamamen boşaltılmaya başlanıyor. 1953-1968 yılları arasında, 15.000 kişi şehrin modern tarafında, özel olarak inşa edilmiş mahallelere yerleştiriliyor. Çoğu, hayatlarında ilk olarak musluktan akan su ve kanalizasyon gören bu insanların bazıları uyum sorunları yaşıyorlar. Bir kısmı gitmemek için direniyor. Ancak, sonunda bölge boşaltılıyor.
Matera’nın akıbeti üzerine uzun yıllar tartışmalar oluyor. Geçmişteki o korkunç koşulları ve sefaleti hatırlamak istemeyen bazı Materalılar, buranın tamamen yıkılıp, üzerine beton dökülmesini bile öneriyorlar. Sonunda, bir yarışma açılıyor. Kazanan projeye uyularak, 1986 yılında bir yasa çıkarılıyor. Buna göre, Sassi bölgesinin iki mahallesi, Sasso Barisano ve Sasso Caveoso’da restorasyonlar yapılıyor. Barlar, kafeler, restoranlar ve oteller açılıyor. Ölüme terk edilmiş bu bölge canlandırılıyor. 50-60 yıl önce yapılan büyük taşınma sırasında insanlara yeni yerleşim yerleri, Sassi bölgesinde sahip oldukları mülkler karşılığında verildiği için, halen buralardaki bina ve iş yerlerinin %70’i devlete ait ve Belediye tarafından yönetiliyor ya da işletmelere kiraya veriliyorlar.
Henüz tam olarak yenilenmediği dönemler de bile hippilerin, sanatçıların ve entelektüellerin gittiği bir yer olan Matera’da, elliden fazla sinema filmi çekilmiş. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Paolo Pasolini’nin 1964 ‘te çektiği Aziz Matta’ya Göre İncil (The Gospel According to St. Matthew) ve Mel Gibson’ın 2004 yılında yönettiği, Hz. İsa’nın son on iki saatini konu alan, Tutku-İsa Mesih’in Çilesi (The Passion of the Christ).
Matera’yı gezmeye, otelimizin yakınındaki Duomo ile başladık. 1268 yılında başlanıp, 1270 yılında bitirilmiş olan bu katedral, Sasso Barisano bölgesinde, şehrin her yerinden görülebilecek bir tepenin üzerinde yer alıyor. Buluntulardan, burada tarih boyunca üst üste çeşitli yapıların inşa edildiği anlaşılmış. Grek mezarları, Roma yapılarına ait izler, erken Hristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları, Bizans dönemine ait paralar, eşyalar ve freskler bulunanlardan bazıları. Mimari tarz olarak, ‘Puglia’ya özgü Romanesk’ olarak tanımlanan katedralin içi, değişik dönemlerde, birkaç kere yapılmış veya yenilenmiş. Günümüzdeki süslemeler, ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Katedralin içindeki bir bölümde, tabanda bulunmuş Bizans dönemine ait kalıntıları ve freskleri görmek mümkün.
Katedralden sonra, tepeden aşağı doğru inerek, önce Chiesa di San Pietro Caveoso kilisesini, sonra San Giovanni in Monterrone ve Madonna de Idris kiliselerini gezdik. Gün boyunca gezdiğimiz diğer kiliseler, San Givanni Battista, San Biagio, San Pietro Barisano, Madonna di Vertu ve San Nicola dei Greci idi. Bu kiliselerin bir kısmı tamamen kayaya oyulmuş kiliseler. Diğerlerine ise, sonraki yüzyıllarda ilave fasatlar, bölümler ve çan kuleleri eklenmiş. Bazılarında, kaya kiliseleri kalıntıları bodrum katlarında yer alıyor. Kaynaklarda, genel olarak kiliselerdeki eski fresklerin yapım tarihlerinin on birinci ile on altıncı yüzyıl arasında oldukları belirtiliyor.
Daha önce belirttiğim gibi, Matera ve yakın çevresinde, 8000 hektarlık bir araziye yayılmış olarak, 150 taneden fazla kaya kilisesi olduğu belirtiliyor. Bunların çoğu, şehirden görünen Arkeolojik Park’ta (Parco Archeologico delle Chiese Rupestri del Materano) bulunuyor. Ancak, bu kiliseleri görmek için Matera’da fazladan bir gün kalmanız ve mutlaka rehber ile gezmeniz gerekiyor. Biz, zamanımız olmadığı için, bu bölgeye gitmedik.
Matera’da, ziyaret edebileceğiniz birkaç tane mağara ev var. Bu evleri görünce insan, eski yaşam koşullarının nasıl olduğunu daha iyi anlıyor. Biz bu evlerden, Vico Solitario’da (The Cave Dwelling of Vico Solitario) olanı gezdik. Söz konusu evler, hem doğal oluşmuş mağara bölümlerden hem de (giriş kapısı ve içerde bazı bölmeler gibi) insan yapımı ilavelerden oluşuyor. Vico Solitario’daki evde 18. yüzyıldan itibaren, 1956 yılına kadar oturulmuş.
Bilet almak için girişteki gişeye geldiğimizde bizi, kısa ve koyu renk saçlı, genç bir kadın karşıladı. Genelde güneyli İtalyanlara özgü bir neşe ile İtalyanca,
– Giriş İtalyanlar için daha ucuz, dedi ve özel biletleri koçanından koparmaya
yeltendi.
– İtalyan değiliz, dedim.
Çoğul konuşmama rağmen, hiç dikkate almadı. Eşime dönerek,
– O zaman, siz İtalyansınız, dedi.
O da İtalyan olmadığını söyleyince,
– Gerçekten mi? diye sordu ve inanmaz gözlerle bakarak, muzipçe güldü.
Sonunda, yabancılar için olan biletlerden alıp, içeri girdik.
Sadece tepede, tek bir penceresi olan bu mağara evde insan 8-10 kişinin yaşadığını düşünmekte zorlanıyor. Üstelik, evin dip tarafında yapılmış bir duvarın arkasında, koyun ve sığırlar için bir ahır, yemlik ve gübre ile saman depolanan bir yer de var. At ve katır gibi hayvanlar ise, evin yaşama bölümünde, ebeveyn yatağının tam karşısında geceyi geçiriyorlarmış. Tavukların ve domuzların yeri de burasıymış. Evlerde tuvalet olmadığı için, ihtiyaçlar ‘cantero’ diye adlandırılan büyük lazımlıkta gideriliyormuş. Pişmiş topraktan yapılmış, tahta kapaklı bu lazımlık da büyük yatağın yanında duruyor.
Evdeki çift kişilik yatak, yerden epeyce yüksek. Bu, hem yerden gelen rutubetten korunmak hem de yatağın altını kullanmak için böyle yapılıyormuş. Çeşitli ev gereçlerinin yanında, kuluçkaya yatan tavuklar da burada tutuluyormuş.
Yatağın ayak ucundaki beşikte gündüz en küçük bebek uyur, gece ise yerini kendisinden bir büyük kardeşine bırakır ve anne babası ile yatarmış. Diğer çocuklar, evin çeşitli yerlerindeki sandıklarda veya konsolların alt çekmecelerinde uyurlarmış. O dönem, çocuk ölümleri %50 oranında olmasına rağmen, her ailenin ortalama çocuk sayısı altı imiş.
Evdeki diğer eşyalar arasında, üstünde duran tek bir kaptan bütün ailenin yemek yediği ahşap bir masa, ısınma için kullanılan mangal, kendi giysilerini dokudukları dokuma tezgahı sayılabilir. Ayrıca, bir mutfak bölümü ve yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç da var.
Matera’da, ev ve kiliselerin kendilerine ait sarnıçlarının dışında, bir de büyük sarnıç var. On altıncı yüzyıldan itibaren, çeşitli defalar büyütülüp, on dokuzuncu yüzyılda son halini alan Palombaro Sarnıcı, beş milyon litre su kapasitesine sahip ve ziyarete açık.
İçerdeki kalabalık ve her şeyi görebilme isteğimiz nedeniyle, Vico Solitario’daki mağara evde epeyce vakit geçirdik. İnsanların, İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde, çok da uzak olmayan tarihlere kadar bu koşullarda yaşamış olmalarına hayret ederek dışarı çıktığımızda, gişedeki kız hala oradaydı. Yine gülerek baktı ve eşime İngilizce,
– İtalyan olmadığınıza emin misiniz? diye sordu…
Arada bir şeyler yemek ya da içmek için molalar vermiş olsak da, günün sonuna doğru üstümüze bir yorgunluk çöktü. Bu biraz da, Matera’nın on günlük Puglia gezimizin son durağı olmasından kaynaklandı sanırım. Çok yol yapmış, çok yer görmüş, artık biraz da evi özlemiştik. Yine de gücümüzü toplayıp, önünden birkaç kere geçtiğimiz ve kapısının üstündeki kuru kafalar nedeniyle dikkatimizi çeken Madonna del Carmine kilisesini gezdik. Aslen bir manastıra ait olan bu kilise, 1608-1610 yılları arasında yapılmış. Daha önce de ismine rastladığım Carmine tarikatı, 12.yüzyılın ortasında, Calabrialı bir grup Haçlı Seferi askerinin Carmel dağında inzivaya çekilmesi sonucu doğmuş.
Yolculuklarda, gittiğimiz yerlere özgü, orijinal objeler almayı severim. Akşam yemeğine gitmeden önce, Piazza del Sedile meydanındaki bir dükkanın vitrini dikkatimi çekti. Vitrinde, irili ufaklı, her boyda, pişmiş topraktan tavuklar vardı. Göz alıcı, canlı renkleri ile çok sevimlilerdi. Dayanamayıp, içeri girince, dükkandaki genç kızın açıklamalarından bunların aslında oyuncak düdük olduğunu öğrendik. Adı Cuccu olan bu düdükler, 1950’lerde Matera’da tüm çocukların hayalini süsleyen oyuncaklarmış. Ancak, o zamandan çok daha öncesinde, bu düdüklerin uğur ve huzur getirdiğine, kötü ruhları evlerden uzak tuttuğuna inanılırmış. Daha sonra ise, bu sevimli şeyler doğurganlık sembolü olarak, düğün günlerinde yeni evlilere hediye edilmeye başlanmış.
El yapımı olan Cuccu’ların her biri, birbirlerine benziyor olsalar da, farklı idi. Kimisi dev boyutta, kimisi küçük. Kimisinin üstü sade idi, kimisininkinin üstünde ise ilave çiçekler ve küçücük bir tavuk daha vardı. Biz de, eve götürebileceğimiz, makul boyutta bir Cuccu almadan edemedik.
Son gece akşam yemeği için özel bir plan yapmamıştık. Şöyle bir yürüyüp, gözümüzün tuttuğu bir yere gireriz diye düşündük. Bakınarak yürürken, adımlarımız Via Lucana boyunca, bizi Sassi bölgesinin dışına götürdü. Burası şehrin daha yeni bölgesi idi. Yol üstündeki Trattoria Lucana bizde iyi bir yer olduğu izlenimi bıraktı. İçerisi doluydu. Sadece turistlerle değil, İtalyanlarla da. Hakkında hiç bir şey okumamış ve duymamıştık. Sonradan, bunun bizim için bir şans olduğunu düşündüm. Okumuş olsaydık, gitmeyebilirdik çünkü…
Çok leziz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Lucana’nın sonradan, yedi sene üst üste Michelin ödülü aldığını okudum. Doğrusu, birkaç yıl önce, Yılbaşı için gittiğimiz Berlin’de, yüklü bir tutar ödeyerek, yaşadığımız Michelin yıldızlı restoran faciasından sonra, bu bizim için uzak durulması gereken bir özellik halini almıştı. O nedenle, bilseydik gitmeyi tercih etmezdik diye düşünüyorum. İkincisi, burası aynı zamanda, 2004 yılında film çekerken Mel Gibson’ın sürekli gelip, yemek yediği yermiş. Muhtemelen, bunu da ticari bir reklam olarak algılayacaktık. Evet, gerçekten duvarlarda Mel Gibson’ın çok sayıda resmi vardı. Buraya pek çok kere geldiği anlaşılıyordu. İyi ki, tüm bunları bilmeden, kapıdan içeri girdik ve rezervasyonumuz olmadan yer bulabildik. Çünkü, çok memnun kaldık…
Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde otelden ayrılmadan, pencereden birkaç dakika dışarıyı seyrettim. Gördüğüm manzara belleğimde iyice yer etsin istedim. Çünkü böyle bir yer daha önce hiç görmemiştim…
Matera… İnsanı tuhaf bir şekilde etkileyen, hem ürkütücü hem de cezbedici bir güzelliği olan şehir…
———————————————————
(1)- Sasso, kelime olarak İtalyanca taş demektir. Sassi ise çoğul halidir.
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
2017 yılının sonbaharında İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesinde yaptığımız gezinin son durağı Bologna idi. Gezinin başlangıç noktası da burasıydı aslında. Uçak ile Bologna’ya uçmuştuk ama, şehre hiç girmeden, havaalanında araba kiralayıp Modena’ya gitmiştik. Bologna’yı en sona bırakmıştık. Son yıllarda yaptığımız gezilerde yaşadığımız havaalanına yetişme maceraları rotamızı bu şekilde çizmemizde birincil etken olmuştu.
Bologna’ya gelirken, yol boyunca, Ravenna’da o sabah gezdiğimiz Sant’Apollinare in Classe bazilikasının göz kamaştırıcı mozaikleri capcanlı bir şekilde belleğimde bana eşlik etti. Böylesi bir güzelliğin yok olmanın eşiğinden dönmüş olması her aklıma geldiğinde ürperdim.
Bologna’ya akşam üzeri, saat dört buçuk civarında vardık. Doğruca, otelimiz Hotel Royal Carlton’a gidip, yerleştik. Otel binası dışardan, hardal rengi sarısı boyalı, oldukça iddiasız bir yapıydı. İçerisi ise, başarılı bir şekilde, on dokuzuncu yüzyıl tarzında döşenmişti. İnsanı hemen sarıp, sarmalayan bir havası vardı. Niyetimiz akşam yemeğine kadar dinlenmekti. Günler geçtikçe üzerimize düşen yorgunluk, gezinin sonuna doğru artık bizi zorlamaya başlamıştı.
Bologna, 2016 yılı verilerine göre 400.000’nin biraz altında nüfusu ile, Emilia-Romagna bölgesinin baş şehri. Zaten, geniş caddeleri ve büyük yapıları ile, gezi boyunca gittiğimiz her yerden daha büyük bir şehir olduğu hemen anlaşılıyordu. Kırmızı ya da sarı boyalı evleri, tuğladan yapılma görkemli binaları, kuleleri ve nerdeyse tüm binaların önündeki üstü kapalı ve sütunlu kaldırımları (portico) ile kendine has bir havası vardı. Başka şehirlerde kısmi olarak yapılmış portico’lar görmüş olsam da, Bologna gibi neredeyse şehrin tamamının üstü kapalı kaldırımlı olduğu bir başka yer görmemiştim. Gerçekten de Bologna, toplam uzunluğu yaklaşık 40 kilometre olan portico’ları ile bu konuda dünyada tekmiş. Söz konusu kaldırımlar, estetik olmanın yanında, bir o kadar kullanışlılar. İnsanın, yazın sıcaktan, kışın yağmur ve kardan etkilenmeden neredeyse tüm şehri gezmesi mümkün. Portico’lar, Orta Çağ’dan itibaren yapılmaya başlanmışlar. 1288 yılına gelindiğinde, şehir yönetimi bu konuda bir standart da getirmiş. Örneğin, gerektiğinde atlıların da rahatça gezinebilmeleri için asgari yükseklik (yaklaşık 2,7 metre) şartı konmuş.
Bologna şehrinin tarih boyunca sahip olduğu çeşitli lakaplardan birisi La Rossa olmuş. Yani, kırmızı ya da kızıl. Bu lakap sadece şehrin kırmızı tuğladan yapılmış, Orta Çağdan kalma binalarından dolayı verilmemiş. Bologna aynı zamanda, tarihsel olarak İtalyan komünist geleneğinin güçlü olduğu bir kent. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, İtalya’da Nazilere karşı en güçlü direniş ve partizan mücadelesi, Bologna ile birlikte, tüm Emilia-Romagna bölgesinde yapılmış. Gittiğimiz tüm şehirlerde bu mücadeleye katılanların isim ve fotoğraflarının yer aldığı anıtlara veya köşelere rastladık. Komünist partinin (PCI) 1991 yılında dağılmasından sonra da sol entelektüeller şehirde bu muhalif damarı canlı tutmuşlar.
Bologna’ya gelişimiz bir Cumartesi gününe rastlamıştı. Akşam yemeğine giderken sokaklar inanılmaz kalabalıktı. Ayrıca, en basit büfesinden daha yerleşik ve köklü lokantalarına kadar tüm yeme içme yerleri kaldırımlara masalar koymuştu. Bazı sokaklar trafiğe bile kapatılmış, masalar yollara yayılmıştı. Sanki oturacak tek bir sandalye yoktu. Her yer tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta, eski şehir merkezinin planını hiç anlayamadım . Her şey çok karışık geldi bana. Anca ertesi gün, bu kalabalıktan eser kalmayınca, yürüdüğümüz yerlerin konumu kafamda tam olarak şekillendi.
Bir de, kalabalığın yaş ortalaması dikkatimi çekti. Bu gezide gittiğimiz her yerden daha çok genç insan vardı etrafta. Diğer gittiğimiz şehirlerde de üniversiteler vardı ama, sokaklarda bu kadar çok genç insan görmemiştik. Bologna Üniversitesi, bölgenin en eski, köklü ve kalabalık üniversitesi. 1088 yılında kurulmuş. Batı Avrupa’nın en eski birkaç üniversitesinden biri ve çeşitli yerleşkelere dağılmış olarak, 79.000 civarında öğrencisi var.
Google Maps’in yardımıyla insan ve masa-sandalye kalabalığının arasından yolumuzu bulmaya çalıştık. Giderken biraz da endişelendim doğrusu çünkü, gitmeye niyet ettiğimiz restoranda yer ayırtmamıştık. Drogheria della Rosa hem internette kendi yaptığım araştırmalarda dikkatimi çekmişti hem de güvendiğim bir arkadaşım, oğlunun deneyimine dayanarak, önermişti.
Drogheria della Rosa, diğer restoranlar gibi, önündeki portico’ya da masalar çıkarmıştı. Buna karşın, restoranın konumu, içinden geçtiğimiz hengameye göre, şehrin daha sakin bir noktasındaydı. Dışardaki tüm masalar boştu. Masaların düzeniyle ilgilenen ve çok da sempatik görünmeyen genç kıza iki kişilik bir masa rica ettiğimizi söyledim. Dışarda, iki küçük masanın dışında yerlerinin olmadığını, tüm masaların rezerve edildiğini söyledi. Daha uygun olduğunu düşündüğümüz bir tanesini seçtik ve oturduk. Birkaç dakika sonra, diğer masalar yavaş yavaş dolmaya başladı. Bu arada, oldukça kısa boylu bir adamın içerden çıkıp, masaları dolaşmaya başladığını fark ettim. Belli ki, restoranın sahibi idi. Her masada en az bir iki dakika duruyor, sohbet ediyor, “Hoş geldiniz”, diyordu. Bazı masalarda daha çok vakit geçiriyordu. Ya eşi dostu ya da buranın müdavimi olmalıydılar. Derken, sıra bizim masaya geldi…
Ona, yabancı olduğumuzu söyledim.
– Ahh ! Bu hiç önemli değil, dedi gülerek. Çok sempatikti.
– Ben de burada yabancıyım. Aslen Matera’lıyım, dedi.
Demek ki, güneyden, Basilicata bölgesinden kuzeye göç edenlerdendi. Matera… 2016 yılında Puglia bölgesine yaptığımız gezide kaldığımız gizemli ve ilginç şehir… Kapadokya’ya ne kadar benziyordu. Orası hakkında da yazmalıyım diye geçirdim aklımdan. O ise, devam etti,
– Büyükbabam da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir yabancı gibi buralara gelmiş ve düşmanla çarpışmış. Daha sonra babam da Almanya’ya yabancı işçi olarak çalışmaya gitmiş. Hepimiz zaten bir yerlere yabancıyız. Hiç önemli değil yabancı olmanız…
Bu girişten sonra, bizim nereden geldiğimizi sordu. Ben, İstanbul dedikten sonra olanlar oldu… Gözleri parladı. Henüz müşterilerin gelmediği arka masadan bir sandalye çekip, yanımıza oturdu. Bu noktadan sonra, konuşmasına İngilizce olarak devam etti.
Emanuele Addone’nin gösterdiği tepkiye alışkın olmamız gerekirdi aslında. Bugüne kadar yurtdışında hangi ülkeye gittiysem ve İstanbul’dan geldiğimi söylediysem, benzer bir tepki ile karşılaştım. Konuştuğum kişiler İstanbul’u görmüş olsunlar ya da olmasınlar, aynı hayranlık ve hayret ifadesi… Daha birkaç gün önce de, San Marino’da Torre Guaita’yı gezerken, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenen görevliler dakikalarca birbirlerine, “İstanbul’dan geliyorlarmış, İstanbul’dan geliyorlarmış”, dememişler miydi ? Bu hiç şaşmadı şimdiye kadar. Aynı tepkiyi Türkiye’den geliyorum deyince gördüğümü söyleyemem. İşte ben de, İstanbul’un “marka değerinin” daha yüksek olduğunu keşfettiğimden beri, daima İstanbul’dan geldiğimizi söylüyorum…
Henüz hayatında İstanbul’a gelmemiş olan Emanuele’nin tepkisinde bir başka hayranlık daha vardı. O da, İstanbul hayranlığının üstünde, gerçek bir Atatürk aşığı olmasıydı… Atatürk hakkında bildiklerini anlatırken, tarihte onun gibisi olmadığını tekrarlarken, heyecanı da gittikçe artıyordu. Bir ara bana,
– Ah, o ne büyük adammış… Siz Türk kadınları ne kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız? Onun sayesinde siz, Fransız kadınlarından da, İtalyan kadınlarından da daha önce seçme seçilme hakkına sahip oldunuz, dedi.
Türkiye’de kadınlar ilk olarak 1930’da belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandılar. Daha sonra, 1933’te köylerde muhtarlık ve köy heyetine seçme ve seçilme hakkına sahip oldular. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı ise, 1934 yılında verildi. Yani, Fransa’dan on yıl, İtalya’dan on bir yıl önce…
Emanuele, vitrininin ortasında boş duran bir yeri göstererek, burada çok güzel bir Atatürk resminin durduğunu ama, yakın zamanda çalındığını söyledi. Belli ki, çok üzülmüştü. Söz verdiğim üzere, döndükten sonra kendisine Noel hediyesi olarak güzel bir Atatürk fotoğrafı gönderdim. Yine, aynı vitrinde asılı duran Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe atkılarının arasına koysun diye… Dilerim, sağlam olarak eline geçmiş, üzüntüsü hafiflemiştir.
Drogheria della Rosa’da yediğimiz yemekler, bu gezi boyunca yediğimiz en iyi yemeklerdi diyebilirim. Bir kere burada standart bir menü yok. Emanuele masaları tek tek geziyor ve size o akşam ne vereceğini söylüyor. Her tabak için iki, bilemediniz üç seçenek oluyor. Biz, başlangıç olarak lasagna ve kabak çiçeği soslu tortellini yedik. Enfesti. İkinci tabak olarak yediğim osso buco sanırım şimdiye kadar yediğim en yumuşak osso buco idi. Ağızda dağılıyordu. Yanındaki sebzeleri ile birlikte muhteşemdi. Mascarpone peyniri ile yapılmış tatlı da aynı şekilde, çok lezizdi.
Emanuele gece boyunca, tüm masalara yaptığı gibi, bizim masaya geldi gitti. Esprileri ve ufak iltifatları ile bizi neşelendirdi. Bir keresinde elimi öptü. Ayrılırken kırmızı bir gül verdi. Ne de olsa, restoranın adında gül vardı! Bir de yanağını uzattı, öpmem için. Ben, “Türk usulü iki yanaktan öpülür,” deyince fırsatı kaçırmadı ve “İtalya’da ise böyle öpülür,” diyerek, her bir yanağımdan birkaç kere öptü…
Bologna, zengin ve leziz mutfağı ile köklü bir yemek kültürü olan bir şehir. Bu nedenle, tarihte lakaplarından biri de La Grassa (şişman) olmuş. Yediğimiz çeşitli yemekler bu şöhreti haksız çıkarmadı. Bir sonraki akşam gittiğimiz Diana isimli restorandan da çok memnun kaldık. Bu kez risk almadık ve önceden yer ayırttık. Normal şnitzelin üstüne domuz pastırması ve peynir konarak hazırlanmış Cotoletto Bolognese ve yine Bologna’ya özgü, içinde pirinç ve badem olan tart, Torta di Riso nefisti.
Bologna usulü yemeklerden söz etmişken, Bolognese Sosu’na ve Spaghetti Bolognese’ye değinmeden edemeyeceğim. Eğer Bologna’ya gidip, Spaghetti Bolognese ararsanız, bu boşuna bir uğraş olacaktır. Geleneklere bağlı restoranların hiç birinde bu isimde bir tabak göremeyeceksiniz. Belki turistlerin suyuna giden bazı turistik işletmelerde olabilir. Öncelikle, yavaş ateşte pişen ve içinde kıyma, soğan, havuç, domuz pastırması, süt ve şarap olan sosa burada (ve tüm Emilia-Romagna bölgesinde) Ragu deniyor. İkincisi, bu bölgede spaghetti değil, kurdele benzeri, daha yassı ve geniş olan tagliatelle kullanılıyor. Dolayısı ile, Bologna’nın yerel yemeği olarak peşine düşmeniz gereken Tagliatelle al Ragu olmalı. Geleneksel Bologna yemeği olmadığı halde tüm dünyaya, yanlış bir şekilde, Spaghetti Bolognese’nin yayılmasına, İkinci Dünya Savaşında Emilia-Romagna bölgesinde savaştıktan sonra ülkelerine geri dönen Britanyalı ve Amerikalı askerlerin sebep olduğu düşünülüyor. Buna göre, evlerine döndüklerinde, tadı damaklarında kalan bu sosu, akıllarında kaldığı kadarı ile anlatıyorlar. Ancak ortaya, kıymalı olsa da, domates sosu ağır basan bir sos çıkıyor. Ülkelerinde tagliatelle olmadığı için de, onun yerine spaghetti kullanılıyor ve dünyaya Spaghetti Bolognese olarak yayılıyor.
Ertesi gün hava kapalı ve ilk başta yağmurluydu ama, biz sokağa çıktığımızda durmuştu. Şans eseri, gün boyu da yağmura yakalanmadık. Gerçi insan, Ekim ayında Avrupa’ya yolculuk yapıyorsa, her türlü havada gezmeye kendini hazırlamalı.
Sokaklarda Pazar günlerine özgü bir tenhalık ve rehavet vardı. Bir gece öncesinin kalabalığı ve keşmekeşinden eser yoktu. Trafiğe kapatılmış olan sokaklar temizlenmiş ve araba geçişine açılmıştı. Esasen, sokaklarda pek fazla İtalyan da yoktu. Sadece mecburen çalışan görevliler, polisler ve yerli halktan tek tük insan. Bir çekim merkeziymiş gibi Il Duomo’ya, yani Basilica di San Petronio’ya doğru giden kalabalık, bizim gibi yabancılardan oluşuyordu.
Bologna, tarihi çok eskiye giden bir şehir. Milattan önce 6. yüzyılda Etrüskler burada Felsina adını verdikleri bir şehir kurmuşlar. Coğrafi konumu nedeniyle, sonraki yüzyıllarda pek çok istila görmüş bir şehir aynı zamanda. Sırasıyla, Galyalılar, Romalılar, Vizigotlar, Hunlar, Gotlar ve Lombardiyalılar şehirde hüküm sürmüşler. 12. yüzyıla gelindiğinde, Bologna bağımsız bir şehir devleti olmuş. Bu dönemde, şehrin zengin aileleri kudretlerini göstermek ve bir iz bırakmak amacıyla, kuleler yaptırmaya başlamışlar. Bir zamanlar toplam 180 tane olan bu kulelerden günümüzde 15 tane kalmış. Bunlardan en ünlü iki tanesi, Porta Ravegnana meydanındaki, birbirine doğru eğrilmiş iki kule. Bologna’nın sembolü sayılan Le Due Torri (İki Kule), neredeyse 900 yıldan beri ayakta. Daha uzun olan Torre degli Asinelli’nin yaklaşık 98 metre yüksekliği var. İsteyenler bu kuleye çıkabiliyorlar. Tahta bir merdivenle çıkıldığı söylenen kuleye çıkışın çok kolay olmadığı söyleniyor. Şu anda, olması gerekenden 1,3 metre eğik olan bu kuleyle ilgili üniversite öğrencileri bir de batıl inanç geliştirmişler. Rivayete göre, üniversite bölgesinde yer alan bu kuleye tırmanan öğrenciler, hiçbir zaman mezun olamıyorlarmış! İkinci ve daha kısa olan Torre Garisenda’ya ise çıkmak yasak çünkü, kule tehlikeli bir şekilde, normal dikey ekseninden 3,2 metre yamulmuş vaziyette. Her geziden geriye ufak tefek pişmanlıklar kalır. Keşke hiç gidip, vakit kaybetmeseydik diye düşünülen yerler ya da yapılamayan şeyler için hayıflanmalar… Bologna’da kaldığımız sürede yolumuz sık sık bu iki kuleye çıkmış olsa da, her nasılsa, ikisinin aynı kadrajda olduğu bir fotoğraf çekmemişiz.
Bologna’nın kuleleri ile ilgili ilginç bir ayrıntı ise, ileri gelen aileler tarafından yaptırılan ve ailelerin adıyla anılan bu kulelere belli durumlarda kat çıkılması, belli durumlarda ise katların yıkılması. Ailenin ticari, politik veya askeri bir başarı elde etmesi durumunda kuleye kat çıkılırken, bir başarısızlık veya yenilgi durumunda bir kat yıkılıyormuş.
Dört yüzyıl kadar bağımsız bir devlet olan Bologna, 16. yüzyılda Papalığın eline geçiyor. 18. yüzyılın sonunda Napolyon ordularının işgaline uğruyor. Avrupa’da Napolyon rüzgarı durulduktan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçası oluyor. Nihayet, 1860 yılında, Garibaldi’nin önderliğinde kurulan birleşik İtalya’ya katılıyor.
“Bologna Tarihi Müzesi” (Museo della Storia di Bologna), şehrin tarihi hakkında bir fikir edinmek için çok yararlı. Müzenin bulunduğu bina, Palazzo Pepoli (Pepoli Sarayı), bağımsız Bologna devletinin ilk yönetici ailelerinden Pepoli ailesine aitmiş. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı dışardan ufak bir kaleyi andırıyor. Gerçekten de eskiden etrafında, korunma amaçlı, su dolu bir hendek ve yukarı çekilerek kapatılabilen köprüleri varmış. Yapı, 14. ve 18. yüzyıllar arasında yapılan sayısız ilaveler ve değişikliklerle giderek büyütülmüş. 2003 yılında bir kent müzesine dönüştürülmeye karar verilmiş ve 2012 yılındaki açılışına kadar restorasyon ve çalışmalar sürmüş. Müze, tarihi bir yapının genel havası bozulmadan modern bir müzenin yaratılmasına iyi bir örnek. Özellikle, orijinal binanın ana avlusuna denk gelen müze girişindeki dev cam ve çelikten yapılma konstrüksiyon, katlara ve müzenin farklı bölümlerine giriş ve geçiş açısından çok başarılı. Belli bölümlerinde teknolojik yeniliklerden faydalanılmış 35 tane kronolojik temalı salon sayesinde, 2500 yıllık Bologna tarihine kuş bakışı bir göz gezdirebiliyorsunuz. Ancak, bu kadar emek verilmiş müzenin önemli bir eksiği var. O da, açıklamaların sadece İtalyanca olmaları. Doğrusu, son yıllarda bu konuda çok atılım gösteren, çocukluğumun aksine, artık sıradan insanların bile oldukça iyi İngilizce konuşabildiği İtalya’da böyle bir şeyin olmasına aklım ermedi. İtalya’da son yıllarda gittiğimiz çok daha küçük yerlerdeki müze ve kiliselerde bile İngilizce açıklamalar varken, bu kadar iyi bir müzede böyle bir eksikliğin olmasını anlayamadım. Dilerim, bu eksiklik de ilerde giderilir.
Bologna’nın Il Duomo’su, yani San Petronio Bazilikası, neredeyse tüm yolların çıktığı Piazza Maggiore meydanında. Bu meydanda, dünyanın beşinci büyük kilisesi olduğu söylenen San Petronio’nun dışında, Rönesans döneminden kalma saraylar da bulunuyor. Örneğin, meydanın batı tarafındaki Palazzo Comunale, şehir meclisinin 1336 yılından beri toplandığı bir saray. İkinci katında, Şehir Sanat Galerisi bulunuyor. Binanın dış yüzeyinde ise, İkinci Dünya Savaşında Alman işgaline karşı mücadele vermiş yüzlerce direnişçinin fotoğrafları ve isimleri var. Pek çoğu tam da bu noktada öldürülmüşler…
San Petronio’nun yapımına 1390 yılında başlanmış. Hala da bitmiş görünmüyor. Başlangıçta, bazilikanın Vatikan’daki Aziz Peter kilisesinden daha büyük olması planlanmış. Ama tabii ki, böylesi bir cüretkarlığa göz yumulmamış. 1561 yılında Papa IV. Pius, kilisenin doğu tarafına yeni bir üniversite yaptırma bahanesi ile, inşaatın daha fazla büyümesine engel olmuş. Bazilikanın yan sokağından bakınca, yarım kalmış, tuhaf bir apsisin izlerini görmek mümkün.
Bazilikanın içinde, iki tane önemli görülecek şey var. Bunlardan ilki, Capella dei Tre Magi (Üç Kahin Şapeli). Üç duvarı tavana kadar duvar freskleri ile bezenmiş bu şapele girmek için ayrı bir ücret ödemek gerekiyor. Önü bir parmaklıkla kapatılmış. Yukarda kalan bazı bölümleri dışarıdan görmek mümkün ama, içeriye girmeden bu şahane eserin tadına varamıyorsunuz.
Şapele giriş bileti ve audio rehber alınan gişede genç bir kız duruyordu. İşlemleri yaparken, bize nereden geldiğimizi sordu. Ben de, her zamanki gibi,
– İstanbul, dedim.
İşte yine büyülü söz etkisini gösterdi… Kız birden canlandı. Birkaç yıl önce İstanbul’a gittiğini ve unutamadığını söyledi. Ben, bir mütevazilik gösterisi olarak, güzel ama, zor bir şehir olduğunu söyledim. O,
– Olsun… Çok, çok güzel…, dedi.
O an başka bir dünyaya gitmiş gibiydi. Şapelde epeyce vakit geçirip, çıkarken kulaklıkları teslim etmeye gittik. Bu kez,
– Biliyor musunuz? İstanbul’da kaldığım sırada hava hep bugünkü gibi kapalı ve yağmurluydu. O eski şehir tarafı, tarihi yarımada çok gizemli, çok güzeldi… Siz içerdeyken bunları düşündüm, dedi.
Tre Magi Şapeli gerçekten çok güzel. Duvar freskleri, zengin bir ailenin siparişi üzerine, 15. yüzyılda Modena’lı sanatçı, Giovanni da Modena tarafından yapılmış. Soldaki duvarda, Meryem Ana’nın taç giymesi ve cehennem resmedilmiş. Özellikle, Dante’nin tasvirinden esinlenilerek yapılmış olan cehennem çok etkileyici. Sağdaki duvarda, İsa’nın doğumundan sonra ziyarete gelen üç kahin kral hikayesi görülüyor. Arka duvarda ise, Bologna şehrinin koruyucu Azizi, San Petronio’nun hayatından kesitler var.
San Petronio Bazilikasındaki ikinci önemli eser, aynı zamanda bir güneş saati olan, yerdeki dev meridyen çizgisi. Bazilikanın doğu kanadında, 67,7 metre boyunca uzanıyor. 1656 yılında, astronomlar Gian Cassinive Domenico Guglielmi tarafından yapılmış. Bu aynı zamanda, dünyanın kapalı alandaki en uzun meridyen çizgisi olarak belirtiliyor kaynaklarda. Dünyanın çevresinin 1/600,000’nine karşılık geliyormuş. Yerden 27 metre yükseklikteki bir delikten içeri süzülen güneş ışını aracılığıyla günlerin, mevsimlerin geçişi ve diğer daha özel astronomik olaylar günümüze kadar incelenmiş. Örneğin, Jülyen takvimindeki tutarsızlık ve “artık yılların” keşfi bu meridyen sayesinde olmuş.
Yerdeki meridyeni görür görmez, aklıma Umberto Eco’nun Foucault’un Sarkacı kitabı geldi. Eco’nun, 1851 yılında Fransız fizikçi Foucault’un, Paris’teki Pantheon’un meridyen salonunda, halkın huzurunda yaptığı deney aracılığıyla dünyanın döndüğünü kanıtlaması ile harmanladığı gizemli olay örgüsüne sahip romanı… Ne de olsa, Umberto Eco da Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi idi…
San Petronio Bazilikası, tarihte önemli bir olaya da ev sahipliği yapmış. 24 Şubat 1530’da Papa VII. Clement, V. Charles’ın tacını burada takarak, onu Kutsal Roma İmparatoru ilan etmiş. Taç giyme töreni için binlerce insan Bologna’ya akın etmiş. Bologna o zamanlar, Papalık açısından, Roma’dan sonra ikinci önemli şehir imiş.
Bazilikanın bulunduğu Piazza Maggiore’ye komşu olan Piazza Nettuno (Neptün Meydanı) adını, meydanın ortasındaki Neptün heykelli çeşmeden alıyor. Bu heykel 1566 yılında Giambologna isimli sanatçı tarafından yapılmış. Ancak, restorasyonda olduğu için, bu eseri görmek mümkün olmadı. Üstü kapatılmıştı. Buna karşın, meydan canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş görünüyordu. Gezinen, etraftaki tarihi binaları inceleyen, sokak çalgıcılarını dinlemek için kümelenen insanlar ile meydan yaz aylarını aratmıyordu. Hep söylerim, İtalya’da turizm mevsimi diye bir şey yoktur. Bu ülkede turizm on iki aydır.
Bologna’ya gelenlerin sıklıkla gittiği bir diğer tarihi yer, Aziz Stefano Manastırı (Abbazia di San Stefano). Halk arasında “Yedi Kiliseler” deniyormuş ama, halen sadece dört tanesi sağlam ve gezilebiliyor. Google Maps aracılığıyla burayı bulunca, bir gece önce önünden defalarca geçtiğimizi fark ettim. O kalabalık ve Cumartesi gecesi düzeni içerisinde hiç anlamamışım. Şimdi ise, çevresinde tamamen başka bir düzen vardı. İtalya’daki pek çok şehirde Pazar sabahları olduğu gibi burada, daha çok antika eşyalar için olmak üzere, sokak tezgahları açılmıştı. Bazı tezgahlarda, egzotik ülkelerden getirilmiş objeler ve el sanatları vardı. Bunun yanında, eski kitap, plak ve her türlü eski eşya da görülüyordu. Bir derya yani… İnsan burada en az bir yarım gün geçirebilirdi…
San Stefano Manastırı, labirent benzeri yapısıyla, ilginç bir binalar kümesi. Barındırdığı binalar yapım yılları açısından değişik yüzyıllara yayılıyor. Manastıra, 11. yüzyıldan kalma Chiesa del Crocefisso kilisesinden giriliyor. Burada aynı zamanda, Bologna’nın koruyucu azizi San Petronio’nun kemikleri de bulunuyor. İkinci kilise olan Chiesa del Santo Sepolcro’nun, yapısından anlaşılacağı üzere, aslen bir vaftizhane olduğu düşünülüyor. Üçüncü kilisede (Chiesa della Trinita) ufak bir müze var. Dördüncü kilise olan Santi Vitali e Agricola’nın ise, Bologna’nın en eski kilisesi olduğu söyleniyor. Yapımında kullanılmış, antik Roma dönemine ait bina ve süsleme parçaları açıkça görülebiliyor.
Biz gezerken, avlu bölümünde üst katlardan inen papazlar oldu. Kiliseler daha çok bir müze havasında olsa da, demek ki üst katlar hala kullanılıyordu. İtalya’da artık sokaklarda geleneksel kıyafetleri içinde çok daha az papaz ve rahibe görüyorsunuz. Bu bence oldukça çarpıcı bir değişim. 1960’ların sonlarında, sokaklarda nereye baksanız gruplar halinde gezen papazlar veya rahibeler görürdünüz. Büyük olasılıkla, artık sokakta normal giyiniyorlar diye düşünüyorum.
Bologna’ya gelmişseniz, dondurma yemeden ayrılmanız yazık olur. Şehir ve bölge dondurma konusunda oldukça iddialı. Öyle ki, yarım saat mesafedeki Anzola dell’Emilia’da bir Dondurma Üniversitesi (Gelato University) bile var! Biz de günün yorgunluğunu bir dondurma ile atalım dedik. Önerilen birkaç dondurmacı arasından Il Gelatauro’yu seçtik. Uzun bir yürüyüş ve labirent gibi yollarda birkaç kayboluştan sonra dondurmacıyı bulduk. Burası, tam bir mahalle dondurmacısı görünümünde. Dar ve uzun dükkanın sağ taraftaki duvar kenarına ufak, kare masalar sıralanmış. Daha çok, çocuklu anneler vardı. Tabii ki, biraz gürültü, patırtı da… Anneler, koşturan daha büyük çocukları zapt etmeye, ağlayan bebeklerini susturmaya çalışıyorlardı. Babalar muhtemelen evde maç seyrediyorlardır diye düşündüm. Tüm bu kargaşa karşısında başta biraz karışık duyguların pençesine düşsem de, dondurmanın lezzeti her şeyi sildi. Benim yediğim balkabağı ve zencefil, fıstık ve fındık topları çok lezzetliydi.
Ertesi gün, uçak saatine kadar olan vaktimizde, bir başka ünlü dondurmacıya, La Sorbetteria Castiglione’ye gittik. Burası, daha modern ve turistlerin daha çok olduğu bir yer ama, bence lezzet olarak Il Gelatauro’nun eline su dökemez. Dondurmalarının tadını kesinlikle kötü bulmadım ama, daha sıradan geldi bana. Il Gelatauro favorim oldu. Şehirdeki diğer ünlü dondurmacıları deneme fırsatımız olmadı ama, özellikle balkabaklı ve zencefilli dondurmanın tadı damağımda kaldı…
Bologna’dan ayrılacağımız gün, uçak saatine kadar epeyce vaktimiz vardı. Hava, bir önceki günün aksine, çok güzel, temiz ve güneşliydi. Kendimizi sokaklara atıp, telaşsız gezinmeye, kendimizi strese sokmadan şehrin tadını çıkarmaya karar verdik. Bir tek, günlerdir ana caddede önünden geçip, durduğumuz ve büyüklüğü le dikkatimizi çeken Aziz Peter Katedraline (Cattedrale di San Pietro) kısa süreliğine girip, çıktık. On birinci yüzyıldan beri burada bir kilisenin var olduğu bilinmesine rağmen, o yapıdan günümüze bir şey kalmamış. Şu anda ayakta olan katedral ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyılda yapılmış. Önemi, Bologna başpiskoposluğunun bu katedralde olmasından kaynaklanıyormuş.
İtalya’da kısa sürede hiçbir şehrin her köşesini keşfetmeniz zaten mümkün değil. Onun için, zamanınıza göre birkaç yeri seçmeniz, kalan zamanda da biraz ortamın tadını çıkarmanız, keyif yapmanız daha güzel kanımca. Biz de öyle yaptık. Aynı zamanda eski Yahudi gettosu olan, üniversite bölgesinin dar sokaklarında, portico’larında gezindik. Bir cafede açık havada oturup, şarabımızı yudumladık. Güneşin kemiklerimizi ısıtmasından kaynaklanan rehavetle, kısa bir süre, sanki hep burada kalacakmışız duygusuna kapıldık…
——————————————————
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Sonbahar Rotası (2017) yazımda belirttiğim gibi, Emilia-Romagna gezimizi planlarken ana hedefim Ravenna idi… Orasıydı en çok görmek istediğim yer… Gerçi, tarih ve sanata meraklıysanız, İtalya’nın hiçbir şehri sizi hayal kırıklığına uğratmaz. Buna dağ başındaki yerleşim yerleri de dahildir. Ama Ravenna’nın çok özel olduğunu biliyordum…
Ravenna’yı ilk olarak, bundan 10-11 sene önce, eşi heykeltıraş olan bir Amerikalı hanımdan duymuştum. Ünlü Bizans mozaiklerini görmek için Ravenna’ya gideceklerini söylemişti. O yılların internet olanakları ile araştırınca, bu mozaiklerden birkaç tanesinin fotoğrafını görmüş ve hayran olmuştum. Ravenna’ya gidince, gördüğüm resimlerin “buzulun ucu” bile olmadığına ve aslında hiçbir fotoğrafın bu mozaiklerin gerçek büyüsünü yansıtmayı başaramadığına kanaat getirdim. O kadar güzellerdi ki… Üstelik, şehrin çeşitli yapılarında bulunan mozaikler sadece Bizans dönemine de ait değillerdi. Romalılar, Ostrogotlar ve Bizanslılar mozaiklerle kalıcı izler bırakmışlardı bu şehirde.
San Marino ile Ravenna’nın arası yaklaşık 80 kilometre. Otelimiz, Hotel NH Ravenna’ya giriş yaptığımızda saat 13:30’du. Bir saat içinde yerleşip, kendimizi sokaklara attık. Kalacağımız yeri seçerken yine önceliğimiz, gezmek istediğimiz yerlere yakınlıktı. Otel odamıza bırakılmış Ravenna ile ilgili kitap ise bu şehri gezerken çok iyi bir kaynak oldu bizim için.
Ravenna’nın nüfusu yaklaşık 160.000. Bu küçük şehirdeki tarihi eserlerin sekiz tanesi Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Halen tüm Türkiye’nin Dünya Mirası Listesine girmiş 15 tarihi eseri veya mekanı bulunuyor.
Tarihte Ravenna’ya ilk yerleşenler, günümüzden 3000 yıl önce Yunanistan’dan buralara gelen Grekler olmuş. O dönemde, Venedik gibi, lagünlerin arasında bir çok adadan oluşan bu bölgede bir koloni kurmuşlar. Çeşitli buluntulardan, daha sonra Etrüsklerin de Ravenna’da yerleştikleri anlaşılıyor. Şehir ilk olarak İ.Ö. ikinci yüzyılda Roma İmparatorluğuna, “müttefik” statüsü, ile bağlanmış. Bu statü belli oranda bir özerklik
sağlasa da, bu dönemde ortada yer alan en büyük adacıkta büyük bir Roma kalesi yapılmış. Sonunda Ravenna, İ.Ö. 89 yılında tam olarak Roma İmparatorluğunun bir parçası olmuş. Aşırı büyüme sonucu yönetimi çok zorlaşan Roma İmparatorluğu bölündükten sonra, İmparator Honorius İ.S. 402 yılında Batı Roma İmparatorluğunun başkentini Ravenna’ya taşımış. Batı Roma İmparatorluğunun 476 yılında Cermen Kralı Odoacer tarafından yıkılmasına kadar Ravenna başkent olarak kalmış. Kent daha sonra, Ostrogotların, Bizanslıların, Lombardiyalıların, Fransızların, Saxonların, Venediklilerin ve Papalığın yönetimine geçmiş. Her dönem şehirde kendi tarihi izlerini bırakmış. 1861’de Ravenna, yapılan plebisit ile, İtalya birliğine katılmış.
Ravenna’da kaldığımız iki gün boyunca Unesco Dünya Mirası Listesine giren sekiz tarihi eseri ve ilaveten birkaç önemli yeri daha görmeyi başardık. Bunda, görülecek çoğu yerin birbirine yakın ve (bir tanesi hariç) yürüyerek erişilebilir olmalarının payı büyüktü. Aşağıda kısa bilgiler vereceğim bu eserlerin sıralaması tarihsel kronolojiye değil, bizim geziş sıramıza göre olacak.
Il Battistero degli Ariani (Aryan Vaftizhanesi), altıncı yüzyılın ilk yarısında, Ostrogot Kralı Teodorik tarafından yaptırılmış. Kral Teodorik yönetimi sırasında, Ostrogotların parçası oldukları Hristiyanlığın Aryan mezhebi ile Katolik inancının uyum içinde bir arada varlıklarını sürdürmelerine olanak sağlamış. Burası aynı zamanda, İtalya’da sadece Aryanlar için inşa edilmiş tek vaftizhane imiş.
Yapı dışardan, tuğla ile yapılmış sekizgen bir bina görünümünde. Yapılan kazı çalışmaları buranın bir zamanlar arka taraftaki Spirito Santo kilisesinin bir parçası olduğunu ortaya çıkarmış. İçindeki mozaikler gayet iyi korunmuş.
Ravenna, 526 yılında Ostrogot Kralı Teodorik’in ölümünden sonra Bizanslıların saldırılarına uğramış. Bu dönemde, İtalya’daki Ostrogotların izini silmek için sayısız katliam yapılmış ve bu döneme ait eserlerin bir kısmı yıkılmış. Sonunda, Bizans İmparatoru Jüstinyen 554 yılında Ravenna’yı, bir valilik olarak, Bizans’a bağlamış.
Ravenna’daki en muhteşem eserlerden biri olan La Basilica di San Vitale ( San Vitale Bazilikası), İmparator Jüstinyen’in isteği üzerine yapılmış. 548 yılında, Başpiskopos Maximian tarafından takdis edilerek açılmış. Bazilika tamamlandığı zaman İmparator Jüstinyen, on bir sene önce (532-537) biten İstanbul’daki Aya Sofya’nın hamisi olarak zaten sanat tarihine adını yazdırmış. Ancak, Ravenna’daki San Vitale Bazilikası da sekizgen planı, haşmetli sütunlarla yaratılan büyüklük hissi ve tabii ki, bakmaya doyamayacağınız mozaikleri ile ona bir başka şöhret sağlamış…
San Vitale Bazilikasının ana bölümüne gelince bir an için nutkum tutuldu diyebilirim. Altın yaldızın hakim olduğu mozaikler tüm duvarları, sütun başlarını ve sütunları kaplıyor. İncil’den sahnelerin, on iki havarilerin, İmparator Jüstinyen ve eşi İmparatoriçe Teodora’nın resmedildiği bölümlerin haricinde kalan küçücük boşluklar bile çeşitli bitki ve hayvan resimleri ile donatılmış. Gerçekten göz kamaştırıcı… Bu bölümün girişi diyebileceğimiz büyük kemerin ortasında İsa, iki yanında on iki havariler ve ilaveten iki aziz resmedilmiş. İncil’den değişik sahnelerin resmedildiği yan duvarlarda, iki tane büyük resim göz alıyor. Bunlardan sağ tarafta olanında İmparator Jüstinyen’i, imparatorluk rengi olan morlar içinde ve beraberindeki maiyeti ile birlikte görüyoruz. Elinde tuttuğu tepside kutsal ekmek var. Tam karşı duvarda ise İmparatoriçe Teodora, elinde kutsal şarap kadehi ve nedimeleri ile birlikte yürüyor. Apsisdeki (mihrap) resimde, İsa alışık olmadığımız şekilde, genç ve sakalsız olarak resmedilmiş. İki yanında iki melek, Aziz Vitale ve elindeki Bazilika’yı Tanrı’ya sunan Ravenna Piskoposu görülüyor. Ayaklarının altında, ikisi Fırat ve Dicle olmak üzere, dört nehir akıyor.
San Vitale Bazilikasının içinde ayrıca, bazı Ravenna Piskoposlarının lahitleri ve eski yer mozaikleri var. Bazilika çeşitli tarihlerde yenilenmiş ve ilaveler yapılmış. Şapellerden birinin freskleri Serafino Barozzi, Ubaldo Gandolfi ve Jacopo Guarana tarafından 18. yüzyılda yapılmış.
Bazilikanın bahçesinde, Unesco Dünya Mirası kapsamında olan bir başka tarihi eser daha bulunuyor. Galla Placidia’nın Mozolesi. Ancak burası Bizans değil, Roma döneminden kalma bir eser. Batı Roma İmparatorluğunun başkentini Ravenna’ya taşıyan İmparator Honorius ölünce, yerine üvey kız kardeşi Galla Placidia geçiyor ve ülkeyi, henüz çok küçük olan oğlu Valentinian adına yönetiyor.
Beşinci yüzyılda yapılmış olan bu yapı, kırmızı tuğladan dış duvarları ile uzaktan son derece sade görünüyor. Haç şeklindeki binanın çarpıcı kısmı içerisi. Kaymaktaşı kaplı pencerelerden içeri süzülen gün ışığında mozaiklerle kaplı kubbe ve kemerler çok güzel. Buradaki mozaikler, Grek ve Roma kökenli, erken Hristiyanlık dönemi eserleri olarak kabul ediliyor.
Galla Placidia mozoleyi kendisi, eşi üçüncü Constantius ve erkek kardeşi İmparator Honorius için yaptırmış. Söylendiğine göre, dini inancı çok kuvvetli olan Galla Placidia, Ravenna ve çevresinde bulunan yüzün üzerinde pagan tapınağının üzerine kiliseler yaptırmış.
Beşinci yüzyılda, Galla Placidia’nın ve oğlu III. Valentinian’ın döneminde yapılan Neon Vaftizhanesi adını Piskopos Neon’dan almış bir yapı. Bu sekizgen yapının içi de mozaiklerle kaplı. Tavandaki resmin ortadaki büyük vaftiz havuzundaki suya aksetmesi ile, vaftiz edilen kişinin İsa ile beraber suya girmiş izlenimi uyandırması hedeflenmiş.
Aziz Andrea Kilisesi’sini bulmak için epeyce uğraştık. Sonunda, değişik kişilere birkaç kere sorduktan sonra, bu kilisenin aslında tamamının ayakta olmadığını ve sadece kurtarılabilmiş bölümlerinin, şehir katedrali Il Duomo’nun arka tarafındaki, Başpiskoposluk Müzesi’nin birinci katında sergilendiğini öğrendik. Bu oldukça küçük kilise, kaynaklarda erken Hristiyanlık dönemine ait güzel bir örnek olarak belirtiliyor. Kilise, İ.S. 494-519 yılları arasında yapılmış. Bu dönem Ravenna, Ostrogot kralı Teodorik’in yönetiminde olmasına rağmen, kilise şehirdeki Katolik papazlar için yapılmış. Ostrogotlar Hristiyanlığın Aryan mezhebine bağlı olmalarına rağmen, yönetimleri sırasında Katoliklerin inançlarına karışmamışlar. Aziz Andrea kilisesi, önce Hz. İsa’ya adanmışsa da daha sonra, ismi değiştirilerek, kemikleri altıncı yüzyılın ortalarında İstanbul’dan Ravenna’ya getirilen Aziz Andrea’ya adanmış.
Ravenna’daki ilk yarım günümüzde son gittiğimiz yer, Floransalı ünlü ozan ve politikacı Dante’nin mezarı oldu. 1265 yılında Floransa’da doğan Dante, ömrünün sonuna doğru politik nedenlerden ötürü kovulunca şehri terk etmek zorunda kalmış. Önce, bir süre Verona’da yaşamış. Daha sonra, o sıralarda Ravenna’yı yönetmekte olan Da Polenta ailesinin daveti üzerine Ravenna’ya gelmiş ve 1321 yılında ölene kadar burada kalmış. Cenaze töreni, mezarının bulunduğu yapının arkasında bulunan Fransisken kilisesi Basilico di San Francesco’da yapılmış ve buranın kriptine (bodrumuna) gömülmüş. Bugün mezarının bulunduğu neoklasik yapı ise, 1781 yılında Kardinal Gonzaga tarafından, mimar Camillo Morigia’ya yaptırılmış. Floransalılar Dante’yi kovmuş olmanın utancı içinde, kendilerini af ettirmek için, o zamandan beri her yıl mozolenin içinde yanan kandilin yağını Floransa’dan gönderiyorlarmış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Dante’nin kemiklerine zarar gelmemesi için kemikleri çıkarılıp, bazilikanın bahçesindeki bitkilerin arasına gömülmüş. Savaş sona erince, tekrar mezarına konmuş.
Uzun Emilia-Romagna gezimizde günler geçtikçe yorgunluğumuz artmaya başladı, doğal olarak. Ama her gezide olduğu gibi, canımızı dişimize takıp, devam ettik. Ravenna’da daha görülecek çok güzel yerler vardı…
Ertesi gün ilk olarak, Ostrogot kralı Teodorik’in Mozolesi’ne gittik. Burası otelimize 14-15 dakikalık bir yürüme mesafesindeydi. Oraya yürürken, Venediklilerin inşa ettiği Brancaleone Kalesi’nin önünden geçtik. Venedikliler, 1441-1509 yılları arasında Ravenna’da hüküm sürmüşler. Bu sürede, sahip oldukları mükemmel mühendislik bilgilerini kullanarak, çevredeki bataklıkları kurutmuş ve yaptıkları kanallar ile durgun suların denize akmasını sağlamışlar. 1457 yılında yapılan bu kalın duvarlı kale günümüzde, yaz aylarında “Ravenna Festivali”nin de yapıldığı büyük bir park. Birkaç asırlık ağaçların altında çimenler var. Biz içinden geçerken, bu sessiz ve huzurlu ortamın tadını oyun oynayan çocuklar ve anneleri çıkarıyorlardı.
Teodorik’in Mozolesi yeşilliklerin ortasında, etkileyici bir yapı. Ancak etkileyici olması, kentteki diğer Unesco Dünya Mirası Listesindeki eserler gibi muhteşem mozaiklere sahip olmasından dolayı değil. Aksine, son derece sade. On metre çapında, 230 ton yekpare taştan kubbesi Istria’da yapılıp, deniz yoluyla buraya getirilmiş ve çevresindeki on iki adet tutamak kullanılarak, binanın tepesine yerleştirilmiş. Bu tutamakların her birinde on iki havarilerden birinin adı yazılı. Milattan sonra 520 yılında yapılmış olan mozolenin inşaatında hiç harç kullanılmamış. Mozolenin içi de dışı gibi sade. Ortada, üstü açık ve küvet şeklinde, kırmızı mermerden yapılmış bir lahit var.
Binanın kubbesindeki bir çatlak, asırlar içinde Kral Teodorik’in ölümü ile ilgili bir efsanenin oluşmasına ve yayılmasına neden olmuş. Efsaneye göre, Kral Teodorik’e yıldırım çarpmasından dolayı öleceği malum olmuş. Kaderini alt etmek isteyen Teodorik, kendisi için bu yıkılmaz yeri yaptırmış ve yağmurlu günlerde buraya kapanmaya başlamış. Ancak, Teodorik kaderinden kaçamamış. Yağmurlu bir günde, Teodorik ortadaki küvette yıkanırken düşen bir yıldırım kubbeyi çatlatmış ve ölmesine neden olmuş. Ölür ölmez gökten inen siyah bir at onu alıp, Etna yanardağının kraterine götürüp, atmış…
O gün ikinci olarak gittiğimiz yer, La Basilica di Sant’Apollinare Nuovo (Yeni Aziz Apollinare Bazilikası) oldu. Burası, beşinci yüzyılın sonunda Kral Teodorik tarafından, bitişiğindeki sarayı için, bir saray kilisesi olarak yaptırılmış. Dikdörtgen şeklindeki bazilikanın iki uzun duvarı boyunca yapılmış olan mozaikler, iki farklı dönemi yansıtmaları açısından çok ilginç. Üst iki sırada, Roma etkisindeki Ostrogot dönemi mozaiklerini, alt sırada ise, elli yıl sonra Bizanslılar tarafından yapılmış mozaikleri görüyorsunuz. Ostrogot mozaikleri resmettikleri sahneler açısından daha gerçekçi bir tarza sahipken, Bizans mozaikleri daha oryantal ve soyut.
Buradan sonra gittiğimiz yer, Santa Eufemia kilisesi idi. On sekizinci yüzyılda, daha eski bir kilisenin üstüne yapılan bu kilisenin çok fazla bir özelliği yok. Ancak günümüzdeki önemi, bodrum katında barındırdığı Domus dei Tappeti di Pietra (Taştan Halılar Evi) müzesinden kaynaklanıyor. 90’lı yıllarda burada bir yeraltı garajı yapılmak istenirken, İ.S. 6. yüzyıldan kalma bir Bizans sarayının on dört odası bulunmuş. Müzede, odaların her birinin tabanındaki mozaikler sergileniyor. Doğrusu ben, Ravenna’ya adım attığımızdan beri sokaklarda sık sık gördüğümüz müzenin reklamını yapan afişlerden dolayı, daha çarpıcı mozaikler bekliyordum. Biraz hayal kırıklığına uğradım. Bir de sanırım, Türkiye’deki Antakya Mozaik Müzesi ve Gaziantep’teki Zeugma Müzesi’nden sonra insanın bu konuda beklentisi epeyce yüksek oluyor.
Öğle yemeği molasını, Ravenna’nın Venedik döneminden kalma Piazza del Popolo meydanında verdik. Burası, o dönemden kalma binaları ve her birinin üzerinde şehrin koruyucu azizleri San Vitale ve San Apollinare’nin bulunduğu iki ayrı dikilitaşı ile, gerçekten de insana hafif bir Venedik’teymiş hissi veriyor. Meydan konum olarak, eski Roma dönemi şehrinin kurulduğu iki büyük adanın ortasında yer alıyor. Venedikliler buraları kurutarak, kara parçası haline getirmişler.
Biz yemek yerken birden meydana, Orta Çağ kıyafetleri içinde, bir grup insan girdi. Ortalarına aldıkları siyah beyaz kıyafetli bir kişinin etrafında şarkı söyleyip, dans ederek ilerliyorlardı. Ne olduğunu tam olarak anlamadım ama, bir an için çağlar öncesine gitmiş gibi olmak hoştu. Meydanın ortalarında bir binaya girip, gözden kayboldular.
Ravenna’da maalesef aklımı başımdan alacak bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Bunda en büyük etkenin, görmek istediğimiz her yeri görmeye çalışırken üstümüze çöken yorgunluk olduğunu düşünüyorum. Akşam için otelden önerdikleri Osteria Felice de bizi çok fazla tatmin etmedi. Yemekler kötü olmasa da, keyif alamadık açıkçası. Ancak, gün içinde biraz soluklanmak için oturduğumuz bir pastanede yediğimiz badem, limon ve vanilyalı Torta della Nonna (büyükanne turtası) çok, çok güzeldi…
Günün sonunda, bir gün önce gezmeyi ertelediğimiz, Museo Nazionale di Ravenna‘ya (Ravenna Ulusal Müzesi) gittik. Burası, San Vitale Bazilikası’nın bahçesinde bulunuyor. Müzenin binası, beşinci ve altıncı yüzyıllarda yapılmış bir Benediktin manastırı. Arkeolojik eserler, erken Hristiyan ve Bizans eserleri, mezar taşları, ikonalar, fildişi parçalar, Rönesans döneminden bronz heykeller, seramik eşyalar, freskler ve silahlardan oluşan geniş koleksiyonu 18.yüzyılda keşişler toplamaya başlamışlar. Bu kadar eser çokluğu arasında, sanırım çöken yorgunluğun da etkisi ile, bir süre sonra kafam hiç bir şey almaz oldu.
Ravenna’dan unutamayacağım bir anı, sokakta rastladığımız bir müzisyen oldu. Sokak aralarında dolaşırken, kulağımıza gelen güzel bir müziği izledik ve ufak bir meydana geldik. Siyah takım elbise ve rugan ayakkabılar giymiş bir müzisyen, meydanın ortasında oturmuş, viyolonsel çalıyordu. (Ben çello yerine viyolonsel demeyi tercih ediyorum.) İnsanın içine işleyen, çok dokunaklı parçalar… Kısa sürede etrafında bir kalabalık oluştu. Herkes yerinde çakılmış kalmıştı. Müziğin beni çok etkilemesinin bir nedeni de bana babamı hatırlatmış olmasıydı… Bir gün önce onun üçüncü ölüm yıldönümü idi…
Babam, Cumhuriyetimizin ilk kuşağının diğer bireyleri gibi aydınlık bir Türkiye’de büyümüş. Çorum Halkevinde viyolonsel çalmayı öğrenmiş. Kendisi hem klasik batı müziği notalarını, hem de klasik Türk müziği notalarını bilir, her iki türden de müthiş zevk alırdı. Her türlü müzik aletini çalmaya merakı vardı. Kırklı yaşlarında klasik gitar, altmışlı yaşlarında ut dersleri almıştı. Nur içinde yatsın…
Kimse müziğin büyüsünden kurtulmak istemiyordu. Müzisyen kendisi de çalarken kendinden geçiyor gibiydi. Bir İtalyan kadın yanıma yanaşıp, “Galiba gözleri görmüyor,” dedi. Oradan ayrılamayacağımızı anlayınca, hemen oradaki bir kafeye oturup, kahvemizi içerken dinlemeye devam ettik. Bir süre sonra, müzisyen konserine son verdi. Selam verip, toparlandı. Viyolonselini kutusuna koyup, omuzuna astı ve uzaklaştı…
Ravenna’dan ayrılıp, Bologna’ya gitme günümüz gelmişti. Ama ayrılmadan önce, görmek istediğimiz bir yer daha kalmıştı. Ravenna’nın Unesco Dünya Mirası Listesine girmiş eserlerinin sonuncusu olan Sant’Apollinare in Classe Bazilikası. Burası, diğer eserler gibi şehrin merkezinde değil. Araba ile 15 dakika mesafede idi.
Sant’Apollinare in Classe Bazilikası, yemyeşil çayırların ortasında, müthiş bir bazilika. 549 yılında, Classe şehrinin duvarlarının dışında yapılmış. Eşsiz mozaikleri, mükemmel ışık ile mekan uyumu ve dev sütunları olan etkileyici bir yapı. Ancak insanı, daha içeri girmeden, dışardan bakınca da çok çarpıyor. Ravenna’ya has silindir şeklindeki çan kulesi ve görkemli yapısı ile çok güzel…
İçerisi ise, kelimelerle anlatması zor bir güzellikte… Bu güzelliğin tadını çıkarabilmek için insanın bir süre oturup, gördüklerini hazmetmeye çalışması gerekiyor. Özellikle apsis kısmındaki mozaikler, Bizans sanatının belki de en muhteşem örnekleri. Ortada yer alan haçın üstünde değerli taşlar ve inciler var. Haç, 99 yıldızın bulunduğu mavi bir gökyüzünde bulunuyor. Tam ortada yer alan İsa’nın resminin etrafı da yine incilerle çevrelenmiş. Daha yukarda görünen el ise, Tanrı’yı simgeliyor. Bu kısımda, resimlerin dışında Grekçe ve Latince sembol ve yazılar da var. Örneğin, haçın yatay ekseninin bir ucunda Alfa, diğer ucunda Omega işareti var. Bu İsa’nın, “Ben Alfa ve Omega’yım, Başlangıç ve Son” sözünü temsil ediyormuş. Altta yazılı SALUS MUNDI ise Dünyanın Kurtuluşu demek.
Sant’Apollinare in Classe Bazilikası gibi bir dünya mirasının bir de insanı derinden etkileyen bir kurtarılma hikayesi var. Olay, İkinci Dünya Savaşı sırasında olmuş. Böyle bir güzelliğin yok olma tehlikesi geçirdiğini düşünmek bile insanın yüreğini daraltıyor…
Bu mucizevi kurtarılışın kahramanı, 1897 yılında Belçika’da Rus anne babadan doğan Vladimir Peniakoff. 1914 yılında Almanların Belçika’yı işgalinden sonra ailesi ile birlikte İngiltere’ye göç eden Peniakoff, İkinci Dünya Savaşı çıkınca, gönüllü olarak orduya yazılmış. Yarbay rütbesi ile görev aldığı orduda kendisine “Popski” takma adı takılmış. 1944 yılında İngiliz birlikleri ile İtalya’da iken, Classe’nin etrafındaki ormanlarda, İtalyan partizanlarla birlikte Almanlara karşı savaşıyormuş. Bu sırada, Almanların çan kulesini gözetleme noktası olarak kullandıklarından şüphelenen İngiliz birliklerinin, Sant’Apollinare in Classe Bazilikasını bombalayacaklarını öğrenmiş. Bir tarih ve sanat aşığı olan ve bazilikanın değerini bilen Popski, bombardımanı 24 saat erteletmiş ve iki partizanı, keşif yapmaları için göndermiş. Gerçekten de, yapılan keşfin sonunda, Almanların burayı boşaltmış oldukları görülmüş. Bazilika, İngilizler tarafından bombalanmaktan böylelikle kurtulmuş. Yarbay Popski’ye duyulan gönül borcunun ifadesi olan plaketi bazilikanın önündeki bölümde görünce içim titredi. Bir de son yıllarda, Afganistan’da, Orta Doğu’da yok olan, bombalanan eserleri düşündüm…
2017 Sonbaharında yaptığımız İtalya gezimizin üçüncü durağı, dünyada en küçük beşinci, Avrupa’da ise üçüncü devlet olan San Marino idi. 61 kilometre kare yüz ölçümü, 2016 verilerine göre 33.000 civarında nüfusu olan San Marino, aynı zamanda dünyanın en yüksek kişi başına geliri olan ülkelerinden biri. Çeşitli kaynaklara bakıldığında, kişi başına gelirin 60.000 dolar civarında olduğu görülüyor.
Parma’dan üç saatlik bir araba yolculuğu ile geldiğimiz San Marino’ya vardığımızı, sadece yol kenarındaki “Hoş Geldiniz” tabelasından anladık. Onun dışında sınırı belli eden herhangi bir giriş kapısı veya kontrol noktası bulunmuyor. Yalnız, yol kalitesi, düzen ve temizlik insanın hemen dikkatini çekiyor.
San Marino, aynı zamanda dünyanın en eski cumhuriyetlerinden birisi. Milattan sonra 301 yılından beri bağımsız ve demokratik bir ülke. Genel inanışa göre, San Marino bu tarihte Dalmaçya kıyılarından buraya bir grup Hristiyan ile birlikte kaçan Aziz Marinus tarafından kurulmuş. Bu küçük ülke, neredeyse inanılması zor bir şekilde, Napolyon’un İtalya’yı istilasından da, İtalya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısındaki birleşme sürecinden de, bağımsızlığını koruyarak çıkmış. San Marino’dan çok daha güçlü, Genova ve Venedik gibi, devletler birleşmenin lideri Giuseppe Garibaldi önderliğindeki orduya boyun eğerken, San Marino varlığını eskisi gibi sürdürmeyi başarmış. Tarihi kayıtlara göre, bu sonuncu durumda bir vefa borcu söz konusu olmuş. İtalya’nın uzun ve çetin birleşme sürecinin bir noktasında, Garibaldi ve yakın çevresi birleşme karşıtı güçlerden kaçmak zorunda kalıp, San Marino’ya sığınmışlar. Bunun karşılığında, birleşmeden sonra San Marino’ya dokunulmamış ve 1862’de imzalanan bir anlaşma ile, San Marino bağımsız varlığını sürdürmeye devam etmiş.
San Marino’da, her yıl gelen üç milyon civarında turistin çoğunlukla yaptığı gibi, başkent olan ve aynı adı taşıyan, Citta di San Marino’da (San Marino Şehri) kaldık. Burası, oldukça düz toprakların ortasında yükselen, 750 metre yüksekliğindeki Monte Titano dağının tepesinde yer alan bir şehir. 2008 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Orta Çağ’dan kalma kaleleri, burçları, evleri ve parke taşlı sokakları ile zamanda durmuş izlenimi veriyor insana.
Monte Titano’ya geniş ve güzel bir yoldan çıkılıyor. Ancak, şehre vardığınız zaman arabanızı surların dışındaki otoparklara park etmeniz gerekiyor. Bu, dar yerlere park edebilme yeteneğinizi gerçekten sınayabileceğiniz bir deneyim, inanın bana…
Otelimiz Hotel Cesare, surlardan içeri girer girmez sol tarafta idi. Yerli halktan konuştuğumuz birkaç kişi San Marino şehrinde kalınacak en iyi otel olarak ifade etti burayı. Bir kere, muhteşem bir manzarası var. Başka odaları bilmiyorum ama, bizim kaldığımız, üçüncü kattaki 305 numaralı odanın iki tarafında, L şeklinde yer alan büyük pencerelerden hem ikinci kale olarak adlandırılan Torre Cesta’yı hem de aşağıdaki ovayı görmek mümkün. Özellikle sabah erken saatlerde, henüz sis tam kalkmamışken, kendinizi uçakta gibi hissediyorsunuz.
Otelin karşısında La Fratta isimli bir pizzacı var. Odun ateşinde, nefis pizza yapıyorlar. Şehri gezmeye çıkmadan önce burada, Emilia-Romagna bölgesinin spumante (kabarcıklı) beyaz şarabı eşliğinde pizza yedik. Aylardan Ekim olması nedeniyle yaz aylarında olduğu gibi kalabalık yoktu etrafta. Yine de, biraz aşağıda kalan sokaktan, farklı diller konuşan insan toplulukları geçiyordu. Arkamızdaki masaya ise, Balkan ülkelerinden geldiklerini düşündüğüm, kalabalık bir erkek grubu gelip, oturdu. Hava, güneşli ve ılıktı. Sonbaharın o çok sevdiğim günlerinden biri…
Torre Cesta’ya gitmek için biraz tırmanmak gerekiyor. 13. yüzyılda yapılmış olan bu kalenin dört salonunda, Orta Çağdan itibaren kullanılan çeşitli silahlar ve zırhlar sergileniyor. Havanın açık olduğu günlerde buradan Adriyatik Denizini ve kıyısındaki Rimini şehrini görmek mümkünmüş. Hava puslu olduğu için biz göremedik ama, bir başka muhteşem manzara ile karşılaştık. Öyle sanıyorum ki, birinci kale olarak da adlandırılan Torre Guaita’yı uzaktan en etkileyici şekilde görebileceğiniz nokta burası. Sipsivri bir kayadan yükselen kale, Orta Çağda geçen masalları çağrıştırıyor. Buradan aynı zamanda, Titano dağının Adriyatik yönündeki, nerdeyse duvar gibi düz ve sarp tarafını da görmek mümkün. Belli ki, bu coğrafi yapı şehri çağlar boyunca deniz tarafından gelecek saldırılara karşı korumuş.
İlk günümüzde, uzaktan gördüğümüz Torre Guaita’ya da gitmek istedik ama, oraya vardığımızda kapanmıştı. Üstelik, oraya çıkmak için de epeyce dik bir yokuş çıkmıştık… Eğer San Marino’ya günü birlik değil de, bir veya iki günlüğüne gittiyseniz, müzeler için TuttoSanMarino kartı almak en iyisi. İkinci kalenin bilet gişesindeki kibar hanımın bize önerdiği bu kart ile iki kaleyi, Parlamento’yu ve Devlet Müzesi’ni gezebiliyorsunuz. İki kalenin dışında, Montale isminde bir üçüncü kale daha var ama, o daha çok küçük bir gözetleme kulesi gibi ve gezilmiyor.
Torre Guaita, San Marino’nun en eski ve en büyük kalesi. On birinci yüzyılda yapılmış ve daha sonra birkaç kere yenilenmiş. 1975 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Girişte, sol tarafta kalenin koruyucusu Azize Barbara’ya adanmış ufak bir kilise var. Burçlara ve kalenin yüksek kulesine çıkan dik merdivenleri çıkmayı göze alanların ödülü, yine doyumsuz bir manzara…
San Marino çok bakımlı ve temiz. İnsanlar son derece kibar. İtalyanların genel kibarlıklarından da öte bir incelikleri var sanki. Müzelerde, restoranlarda, alış veriş yaptığımız dükkanlarda çok zarif insanlarla karşılaştık. İstanbul’dan geliyor olmamızı ise, hep büyük bir hayranlık ve ilgi ile karşıladılar. İstanbul’a ya gittiklerini ya da gitme hayalleri olduğunu söyleyen çok insan oldu.
Demokrasi ve cumhuriyet yönetiminin nimetlerini çok eskiden fark etmiş olan San Marinolular, sanki güç sahibi insan ruhunun nasıl bozulup, kötüleşmeye açık olduğunu da erken keşfetmişler. Bu nedenle, kurdukları düzende yönetim hiçbir zaman tek bir kişinin elinde olmuyor. Halk tarafından beş yılda bir seçilen 60 kişilik meclis, her altı ayda bir ülkeyi yönetmek için iki kişiyi devlet başkanı olarak seçiyor. Böylece, yönetim hiçbir zaman tek kişinin elinde ve uzun süreli olmuyor. Toplantı olmadığı zaman gezmeye açık olan parlamento binasının meclis salonunda, iki cumhurbaşkanının koltukları yan yana duruyor.
Tarih boyunca özgürlük ve bağımsızlığına düşkün bir ülke olan San Marino’nun Parlamento binası, Piazza della Liberta’da (Özgürlük Meydanı) yer alıyor. Üç tarafı binalarla çevrili bu meydanın ortasında ise Özgürlük Heykeli bulunuyor. Bir akşam, meydana bakan restoranda yemek yerken, Parlamento binasının önünde toplanmış bir kalabalık olduğunu gördük. Binanın tüm ışıkları yanıyordu ve kapının önünde geleneksel kıyafetlerini giymiş, tüylü şapkalı görevliler vardı. Arada bir, toplanmış kalabalıktan yükselen sesler duyuluyordu. Ne olduğunu garsonumuza sorduğumuzda bizi gülümseyerek yanıtladı ve “bir hükümet krizi var da…” dedi.
San Marino Devlet Müzesi, ülkenin kendisi gibi ufak bir müze. Ancak, birkaç katlı bu müzeyi baştan sona gezdiğinizde ülkenin, İ.Ö. 3000 yılından itibaren geçirdiği Bronz ve Demir çağlarını, Roma, Gotlar ve Orta Çağ dönemleri ile Yakın Çağ tarihi hakkında bir fikir ediniyorsunuz.
Gezmeye vakit bulabildiğimiz son yer, Aziz Francis Kilisesi ve Sanat Galerisi oldu. Ama öncesinde, kilisenin hemen dibinde gördüğümüz şirin, Ristorante Bolognese’de yemek yiyelim dedik. Restoranın sahibi, işini zevkle yapan bir adamdı. Ailece çalışıyorlardı. Oğul da müşterilerle ilgileniyordu ama o, babası kadar neşeli görünmüyordu. Güzel bir yemeğin üstüne istediğimiz kahve ile birlikte, baba ikram olarak ufak bir şişe getirip, bıraktı masaya. Kare şeklindeki şişenin içinde fıstık yeşili bir likör vardı. O kadar hoşumuza gitti ki, ikişer kadeh içtik. Bir yandan da ne olduğunu merak ettik. Daha önce hiç içmediğim bir likördü. Masayı toplamaya gelen restoran sahibinden bunun, şam fıstığından yapılan Pistacchio olduğunu öğrendik. San Marino’ya mı özgü olduğunu sorduğumda ise, aslında Ravenna’dan olduğunu söyledi. Eh, bir sonraki durağımız nasıl olsa Ravenna idi. O nedenle, San Marino’da birkaç yerde bu likörü görsek de, yerinden alırız diyerek, almadık. Keşke alsaydık… Zira, Ravenna’da epeyce aramamıza rağmen, bulamadık. Dönüşte Bologna havaalanında bulduğumuz Pistacchio’nun ise ne rengi aynı ne de tadı bizim içtiğimiz gibi güzel çıktı…
1361’de yapılmış olan Aziz Francis kilisesi, tüm Fransisken kiliseler gibi, sade bir kilise. Tahta haç on dördüncü yüzyıldan kalma. Duvar resimleri ise, on beşinci yüzyılın başlarında, Ferraralı Antonio Alberti tarafından yapılmış. Kilisenin içi, on sekizinci yüzyılda önemli ölçüde değiştirilmiş. 1966 yılında, kilisenin manastır kısmı bir sanat galerisine dönüştürülmüş. Burada, sanatsal değeri olan kutsal eşyalar, tablolar ve heykeller sergileniyor.
San Marino’nun tarihi binalarının altında çok sayıda küçük dükkan var. Buralarda zarif takılar, yün eşarp ve atkılar, her türlü deri eşya bulmak mümkün. Bir de, hiçbir anlam veremediğimiz, silah satan dükkanlar var. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile tarafsızlığını korumuş bir ülkede bu kadar çok silah satan dükkan görmek insanı şaşırtıyor. Gümrüksüz ülke konumunda olması nedeniyle, turistler için cazip oluyor herhalde.
Bir gün önce, geçerken vitrinde gördüğüm güzel kemerler nedeniyle dükkanlardan birine girdik. Satış elemanı olan orta boylu, biraz çelimsiz genç kız bizimle ilgilenirken, tezgahın diğer ucundaki sarışın kadın, Amerikan aksanı ile telefonda İngilizce konuşuyordu. Bir süre sonra telefonu kapattı ve o da yanımıza geldi. Dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu sempatik kadın ile laf lafı açtı. Sadece güzel bir timsah derisi kemer almakla kalmadık, San Marino’ya on yaşında iken Amerika’dan geldiğini de öğrendik. Aslen San Marinolu olan ailesi, zamanında Detroit’e göç etmiş. Ancak, muhtemelen Detroit’in 1960’lardan itibaren yaşadığı ekonomik çöküntü nedeniyle, San Marino’ya geri dönmüşler. Çok okuyanın mı yoksa, çok gezenin mi çok bildiğine dair klasik bir soru vardır. Bence, ne biri ne de diğeri tek başına yeterli. Ama doğrusu, San Marinoluların bir dönem Detroit’in en önemli azınlık grubunu oluşturdukları bilgisini, gezerek öğrendiklerim hanesine yazmalıyım.
Parmadenince aklıma gelenler… Öncelikle, hala okumamış olduğum için “vicdan azabı” duyduğum, Stendhal’ın Parma Manastırı kitabı. İkincisi, çok sevdiğim Parmigiano Reggiano (parmesan) peyniri. Üçüncüsü, leziz Parma jambonu, Prosciutto. Bunlar, Parma’ya gitmeden önce idi.
Parma’ya gidip, gördükten sonra ise… İçi tamamen ahşaptan yapılmış, muhteşem Teatro Farnese. Büyüleyici tavan ve duvar resimleriyle Vaftizhane. Ulusal Sanat Galerisi, Galleria Nazionale’de gördüğümüz, Leonardo Da Vinci’nin, ancak onun yapabileceği güzellikteki Bir Genç Kadının Başı tablosu. Daha önce hiç bilmediğim ve bu gezide öğrendiğim, Parma’nın ünlü ressamları Parmigianino, Correggio ve Anselmi. Yediğimiz leziz yemekler ve tabii ki yine, (artık nasıl üretildiklerini de ayrıntılı olarak öğrendiğimiz) Parmigiano Reggiano peyniri ve Parma jambonları…
Modena’dan Parma’ya araba ile 40-45 dakikada geldik. Yol son derece düz bir yol. Bereketli Po ovasının belki de en düz yerleri buralar. Yolun sağında ve solunda, ekilmiş bereketli topraklar göz alabildiğine uzanıyor. Parma da çok düz bir şehir. O nedenle, bisiklet kullanımı çok yaygın. Ben nedense, Parma’yı tepelerde, bir yamaca yaslanmış bir şehir olarak hayal etmiştim. Bu kadar düz olmasına şaşırdım doğrusu.
Bana göre Parma, Modena’ya göre çok daha güzel bir şehir. Sarımtırak renkli tarihi binaların bir kısmı 2. Dünya Savaşı sırasında çok tahribat görmüş. Ama, savaş sonrasında çok başarılı bir şekilde, aslına uygun olarak, yeniden inşa edilmişler. Emilia-Romagna bölgesi, 2. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın Müttefikler tarafından en çok bombalanmış bölgesi. Aynı zamanda, Nazilere karşı en çok Partizan direnişi de bu bölgede olmuş. Gittiğimiz şehirlerin hepsinde bu kahramanlar için anıtlar veya o şehirden olanların tek tek isimlerinin yazılı olduğu duvarlar vardı.
Parma, çok kalabalık olmayan, sakin bir şehir. Şehrin merkezi 180.000 civarında bir nüfusa sahip. İtalya’nın bu büyüklükteki diğer kentlerinde olduğu gibi, insanlar telaşsız ve stressiz görünüyorlar. Yalnız, çok fazla göç almış. Sokaklarda, park köşelerinde boş oturan ve gürültü, patırtı yapan çok sayıda Afrikalı göze çarpıyor. Sanırım bu, İtalya’da giderek artan, önemli bir sorun. Örneğin, Modena’da kaldığımız otelde izlediğim bir haber programında, sınıfında tek İtalyan olan bir ilkokul öğrencisinin annesinin verdiği mücadele haber yapılmıştı. Tamamı farklı ülkelerden gelen Müslümanlardan ve Afrikalılardan oluşan sınıfta çocuğunun dışlandığını ve bunalıma girdiğini söylüyor, kendi ülkesinde “yabancı” olmaktan şikayet ediyordu. Yabancı düşmanı olmadığını, ancak okulların, farklı etnik gruplardan gelen öğrenciler ile İtalyan öğrencileri dengeli bir şekilde kabul etmeleri gerektiğini belirtiyordu. Doğrusu, son olarak Roma’ya kadar gidip, Eğitim Bakanlığına şikayette bulunduğunu söyleyen bu kadına hak verdim…
Otelimiz Mercure Stendhal, tarihi merkezdeki her yere yürüme mesafesinde olan, çok kaliteli bir oteldi. Lobideki Stendhal büstü bana Parma Manastırı kitabını bir kez daha hatırlattı. Bu kış, okuma listeme mutlaka alacağımı söyleyerek, af diledim kendisinden… Neyse, fazla üstelemedi…
Resepsiyondaki görevli, odamızın 1.5 saatten önce hazır olamayacağını söyledi ve bu arada yemek yememizi önerdi. Çeşitli kaynaklarca önerilen La Greppia da otele çok yakındı zaten. İçeri girdiğimizde, bir iki masa hariç, bütün masalar doluydu ve yemek yiyenlerin tamamı İtalyan’dı. Bu, genellikle söz konusu restoranın iyi bir yer olduğuna işaret benim için. İtalya’da eğer bir restorana yerli halk rağbet ediyorsa, gerçek mahalli tatları bulabiliriz demektir. Giriş tabağı olarak yediğim kalamar da, ana yemek olan levrek de çok lezzetli idi. Ama çalışanların oldukça suratsız olduklarını söyleyebilirim. Tüm İtalya gezilerimi düşünürsem, buna benzer bir servisle karşılaştığım yerlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kötü bir servis değil, kaba değil ama, insanı rahatsız edecek soğuklukta…
Parma’da görmeyi planladığımız yerleri gezmeye başlamak için sabırsızlanıyordum. Ama önce, Tourism Information bürosuna gidip, bir gastronomi turuna yer ayırtmaya karar verdik. Buraya gelirken, bir Parmigiano Reggiano ve bir Prosciutto imalathanesini gezmeyi kafamıza koymuştuk. Ertesi gün için yarım günlük bir tura yer bulduk. Turizm bilgi ofisindeki hanım, ertesi gün Pazartesi olduğu için müzelerin çoğunun kapalı olacağını, o nedenle, müzeleri o gün gezmemizin iyi olacağını söyledi. Gerek Modena’da, gerekse Parma’da turizm ofislerinin bize çok yardımcı olduklarını belirtmeliyim.
Palazzo della Pilotta (Pilotta Sarayı), Piazza della Pace (Barış Meydanı) ile Parma nehri arasında yükselen, dev bir yapı. İsmini, bir zamanlar içerisinde oynanan, pelota adında bir İspanyol top oyunundan aldığı söyleniyor. 1583 ve 1622 yılları arasında, şehrin hakimi olan Farnese ailesi için, sürekli ilaveler yapılarak, inşa edilmiş. 2. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yerle bir olmuş ve daha sonra yeniden yapılmış. Bu yapı günümüzde, birden fazla müze barındırıyor. Bunların en önemlileri, Galleria Nazionale (Ulusal Sanat Müzesi), Teatro Farnese ve Ulusal Arkeoloji müzesi.
Palazzo della Pilotta’nın bilet satış gişesinde görevli, yaşı bir hayli ileri, kibar ve şık giyimli hanım, bize bir biletle üç müzeyi de gezebileceğimizi söyledi. Ayrıca, saat beşte Sanat Galerisinde rehberli özel bir tur olacağını ve müzenin halka açık olmayan yerlerini de görmemizin mümkün olacağını söyledi. Günün sonunda, bu tur sayesinde gördüğümüz tablolar ve öğrendiklerimiz nedeniyle bu hanıma minnettar olduk.
Teatro Farnese, bugüne kadar gördüğüm eski tiyatro ve opera salonlarına hiç benzemeyen, çok değişik bir salon. Önceden gördüğüm fotoğraflar bunun habercisi olsa da, bu tamamen ahşap ve devasa salonun aslını görmek başka bir şey.
Tiyatroya giriş, Ulusal Sanat Galerisinin içinden oluyor ve kendinizi bir anda çok büyük ve oldukça eğimli bir sahnenin üstünde buluyorsunuz. Buradan, zamanında Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan, Barok tarzda yapılmış salonu, biraz uzaktan da olsa (aşağıya inmenize izin verilmiyor) doyasıya seyredebiliyorsunuz. Biz içeri girdiğimiz sırada, bir klasik müzik konseri için ses düzenlemesi yapılıyordu. Prova için çalınan flütün sayesinde tiyatronun olağanüstü bir akustiğe sahip olduğunu da öğrenmiş olduk.
Teatro Farnese’nin bulunduğu alan önceleri, atlı yarış ve karşılaşmaların yapıldığı bir alan iken, 1617 ve 1618 yılları arasında, bir sene içinde ve hızla bir şölen ve tiyatro alanına çevrilmiş. Parma Dükü Farnese tarafından, Ferrara’lı mimar Giovanni Battista Aleotti’ye yaptırılan tiyatro ile amaçlanan, yakın zamanda Parma’yı ziyaret etmesi beklenen Medici’lerden Grand Dük II. Cosimo’yu etkileyerek, iki aile arasında kalıcı bir politik ittifaka vesile olabilecek bir evliliği mümkün kılmakmış. Ancak, II. Cosimo’nun sağlık sorunları nedeniyle bu ziyaret hiçbir zaman gerçekleşmemiş. İki aile arasında olması beklenen evlilik için aradan bir on yıl geçmesi gerekmiş ve tiyatro, 1628 yılında Margherita de’ Medici ve Eduardo Farnese’nin düğününe kadar kullanılmamış. Bu görkemli düğünden sonra da, 1732 yılına kadar hep bu tür düğünler ve resmi davetler için kullanılmış. 1913 yılından itibaren halka açılan Teatro Farnese, 1944 yılında Müttefiklerin ağır bombardımanına uğrayarak, yerle bir olmuş. 1956-1965 yılları arasında aslına uygun olarak yeniden yapılmış.
Palazzo della Pilotta’nın içindeki arkeoloji müzesi, çok büyük olmamakla beraber, oldukça geniş bir zaman dilimine yayılan eserler barındırıyor. Parma şehri, M.Ö. 183 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Parma adı, Romalıların kullandığı yuvarlak ve düz bir kalkan çeşidinden gelmekte imiş. Şehrin ve çevresinin coğrafi olarak dümdüz olması nedeniyle Romalılar bu ismi vermişler. Arkeoloji müzesinde sadece Roma dönemi eserlerini değil, daha eski (M.Ö. 700-200) dönemlere ait, Po vadisinde bulunmuş, Etrüsk uygarlığı eserlerini de görmek mümkün.
Parma Ulusal Sanat Galerisi, özellikle tablo açısından çok zengin ve büyük bir müze. Ağırlıklı olarak, Rönesans döneminin Parmalı sanatçılarının eserlerine yer verilmiş. Bu sayede, eserlerini şehir katedrali Duomo ve Battistero’da (Vaftizhane) da göreceğimiz Correggio, Parmigianino, Anselmi, Antelami gibi sanatçıların varlığından haber oldum. Ancak, benim için hiç şüphesiz, müzenin en çarpıcı tablosu, Leonardo da Vinci’nin “Genç Bir Kızın Başı” adlı eseri oldu. Oldukça loş aydınlatılmış, dikdörtgen bir salonun en ucuna yerleştirilmiş bu tablo, üstüne düşen ışık hüzmesi ile insanın dikkatini çekiyor ve kendinizi istemsiz bir şekilde ona doğru yürürken buluyorsunuz…
Saat beşteki özel tur için Leonardo da Vinci’nin tablosunun önünde beklememiz söylenmişti. Çok genç ve tatlı bir kız olan rehberimiz geldiğinde, farklı milliyetlerden sekiz kişi bekliyorduk. Tablonun sol tarafında, daha önce kapı olduğunu anlamadığımız bir geçitten bizi geçirmesi ile birlikte, müzenin normalde açık olmayan bölümlerindeki bir buçuk saatlik turumuz başladı. Müzenin görünür bölümlerinin ardındaki bu diğer dünyanın büyüklüğü beni çok şaşırttı. Rehberimiz, Canaletto, El Greco ve Van Dyke gibi ünlü sanatçıların da tablolarının bulunduğu bu salonların kapalı tutulma nedenin, personel eksikliği olduğunu söyledi.
Ertesi sabah saat dokuz buçukta, “Tasty Bus” gıda işletmeleri turumuz Piazza Garibaldi’den (Garibaldi Meydanı) hareket etti. Bu meydan, Parma’nın ana meydanlarından birisi aynı zamanda. Parke taşlı, geniş alanın kuzey tarafında, günümüzde belediyeye ait ofislerin bulunduğu Palazzo del Governatore var. 17. yüzyılda yapılmış binanın üstündeki dev güneş saati, 1829’da yapıya eklenmiş.
Rehberimiz, otuzlu yaşlarında, sempatik bir İtalyan kadındı. Verdiği ayrıntılı bilgilerin arasına serpiştirdiği esprileri de hoştu. Anladığım kadarı ile, tur rehberliği, İtalyan kadınları arasında rağbet gören bir meslek.
Fazla büyük olmayan grubumuz ile önce bir Parmigiano Reggiano işletmesine doğru yola koyulduk. Modena ile ilgili yazımda sirke üreticisi Giusti’yi anlatırken sözünü ettiğim gibi, İtalya’da üretilen sirke, zeytinyağı, peynir, salam gibi ürünlerin kaynağından, kalitesinden ve içinde katkı maddesi olmadığından emin olmak istiyorsanız, etiketinde DOP damgası olduğuna dikkat etmelisiniz. Bu ibare ürünün, üreticisinin bağlı olduğu konsorsiyumun müfettişleri tarafından titiz bir şekilde incelenip, onaylandığını göstermektedir. Ayrıca, Parmigiano Reggiano, İtalya’nın sadece belli bir coğrafi bölgesinde üretilmektedir. Bu bölge, Parma, Reggio Emilia, Modena ile birlikte, Bologna ve Mantua’nın belirli bölgelerini kapsamaktadır.
Orta Çağ’da keşişler tarafından üretilmeye başlanan Parmigiano Reggiano peynirinin ana maddeleri inek sütü, tuz ve danaların midesinde bulunan bir enzim. Gerçek bir Parmesan peynirinde bunların dışında bir maddenin bulunmaması gerekiyor. Ana girdi olan sütün kalitesi de ineklerin ne yedikleri ile çok alakalı olduğu için, ineklerin kendi başlarına çayırlarda otlamalarına izin verilmiyor. Yol boyunca gördüğümüz arazilerde bir tane bile inek görmememizi rehberimiz bu şekilde açıkladı. Onun yerine, hayvanların süt üreticileri tarafından belirli alanlarda tutulduğunu ve sıkı bir diyetleri olduğunu belirtti.
Gezdiğimiz işletme, bir karı kocaya ait, çok büyük olmayan bir tesisti. İçeriye girmeden önce, hepimize bone, ağız maskesi, önlük ve galoş dağıtıldı. Parmigiano Reggiano üretimi çok karmaşık olmayan, ama titizlikle yapılması gereken süreçlerden oluşuyor. Turu, hem işletme sahiplerinin hem de rehberimizin ayrıntılı açıklamaları eşliğinde, adım adım yaptık.
İtiraf etmeliyim, içeri girince bizi karşılayan koku önce beni biraz rahatsız etti. Kötü bir koku değil ama, insana ilk başta tuhaf geliyor. Ağız maskesini, biraz da rahatsız olanlar burnunu kapatabilsinler diye veriyorlarmış zaten. Ancak, bir süre sonra insan kokuya alışıyor.
Üretim için, zaman olarak iki farklı sağımdan gelen süt kullanılıyor. Çevredeki süt üreticilerinin akşam sağımından getirdikleri süt, fazla derin olmayan, dikdörtgen küvetlerde bir gece dinlendirildikten sonra, yukarı çıkan yağları alınıyor ve ertesi sabah gelen, yeni sağılmış süt ile karıştırılıyor. Daha sonra, bu süt büyük, bakır kazanlara alınıyor. Yukarda sözünü ettiğim, dana midesinde bulunan enzim ve bir önceki günün üretiminden elde edilmiş “kesmik suyu” (peynir altı suyu da deniyor) ilave ediliyor. Bundan sonra, bu karışım ısıtılıyor. Belli bir kıvama geldikten sonra dinlenmeye bırakılıyor. Dinlenme işleminden sonra ise, iki sopa ve ketenden yapılmış özel bir bez yardımıyla, iki kişi, her bir kazanda oluşmuş kesmiği (lor da deniyor) çıkarıyor. Tatmamız için ufak parçalar halinde verildiğinde, oldukça tatsız tuzsuz ve lastik gibi geldi bana. Bu aşamada, peynirde henüz hiç tuz bulunmuyor.
Kazanlardan çıkarılan yumuşak kesmik, bir bıçak ile iki parçaya bölünüyor ve her bir parça 40 kilo gelecek şekilde ayrılıp, yuvarlak kalıplara konuyor. Bu aşamada, içindeki nemin eşit dağılabilmesi için, iki saatte bir çevrilmeleri gerekiyor. Sekiz saat sonra, peynir tekerlekleri kalıplardan çıkarılıp, etraflarına, üstlerinde işaretler bulunan plastik kalıplar sarılıyor. Bu işaretler çok önemli çünkü, bu şekilde yapılan kodlama bize, o peynir tekerleği için hangi süt üreticisinin sütünün kullanıldığını, hangi peynir üreticisinin ürettiğini, kontrolden başarı ile geçip, DOP kalitesi hak edip, etmediğini gösteriyor. Bu sonuncusu için, kalıbın üstünde boş bırakılmış, kocaman, yuvarlak bir alan var. DOP damgası oraya vuruluyor daha sonra.
24 saat plastik kalıplarda tutulan peynir tekerlekleri daha sonra, içinde deniz tuzu ve su bulunan küvetlere alınıp, 20-22 gün burada bekletiliyor. Tuzun eşit nüfuz etmesini sağlamak için, peynir tekerlekleri suyun içindeyken de günde iki kere çevriliyorlar. Bundan sonra artık, peynirler yaşlandırılma evresi için, ısısı ayarlı, tavana kadar yükselen rafları bulunan bölüme alınıyorlar. 12 ay sonra, tuz peynir kalıplarının ortasına ulaştığı zaman, Parmigiano Reggiano’lar da denetim için artık teftişe hazır oluyorlar. Gelen müfettiş, tahtadan yapılma küçük bir çekiç ile tekerleklerin her bir tarafına, tek tek vurarak içinde hava kabarcığı kalıp, kalmadığını kontrol ediyor. Testi geçenlere DOP damgası vuruluyor. Geçemeyenler ayrılıyor. Bunların Parmigiano Reggiano adı altında satılmaları da yasakmış. Ancak, düşük kalite oldukları belirtilerek veya rendelenmiş halde satılabiliyorlarmış. Aslında, testi geçemeyenler de kötü peynir değil ama, belli bir kalite standardında değiller.
Testi geçen peynir tekerlekleri, üreticinin isteğine bağlı olarak, daha uzun yaşlandırmaya tabii tutulmak üzere, tekrar raflara yerleştiriliyorlar ve 36 aya kadar yaşlandırılabiliyorlar. Gezi bitimindeki tadımda, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Parmigiano Reggiano peynirlerini tatma fırsatı bulduk. Süre uzadıkça, peynirdeki tuz oranı da bariz bir şekilde artıyor. Biz 36 ay yaşlandırılmış, bir buçuk kiloluk bir parça aldık. Muhteşem bir tat… İnsan kalitelisini yiyince, Türkiye’de parmesan diye satılan çoğu peynirin gerçek kalitede olmadığını anlıyor. Dönünce, marketlerin peynir bölümlerinde yaptığım ufak bir araştırma sonucu, bir tek Macrocenter’larda DOP damgalı, İtalya’dan ithal edilmiş Parmigiano’lar olduğunu gördüm. (Eatily’ye bakma fırsatım olmadı henüz). Bir başka öğrendiğim nokta da, bizde de yaygın olarak satılan Gran Padano’ların, gerek sütü üreten ineklerin yedikleri otlar konusunda fazla titiz olunmaması, gerekse kullanılan katkı maddeleri nedeniyle, Parmigiano Reggiano ile eş değer olmaması.
İkinci olarak, Parma’ya bağlı Langhirano’da, bir Prosciutto (domuz jambonu) imalathanesine gittik. İtalyanın farklı bölgelerinde Prosciutto üretilmekle beraber, Parma’da üretilenin farklı bir şöhreti ve kalitesi var. Parma’lılar bu farkın, domuz butlarının dinlendirilmeye bırakıldıkları zaman, Apenin dağlarının öte tarafından, denizden gelen ve Marino diye adlandırılan rüzgarda havalandırılmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Diğer bölgelerde Marino rüzgarı olmadığı için, jambonların tadı da aynı olmuyormuş.
Parma jambonu, Parma’nın güney bölgesinde, çok kısıtlı bir alanda üretiliyor. Kalite açısından, yine DOP denetimi ve damgasının çok önemli olduğu Prosciutto di Parma, tamamen doğal girdiler kullanılarak üretiliyor. Bunlar, İtalyan domuz butları (bir domuzun sadece iki bacağı kullanılıyor), deniz tuzu, Marino rüzgarı ve zaman olarak sıralanıyor. Parma jambonunun DOP markası alabilmesi için, bunun dışında hiçbir katkı maddesi kullanılmaması gerekiyor. Nitrat ve benzeri katkı maddelerinin kullanılması kesinlikle yasak. Parmigiano Reggiano gibi, Prosciutto da en az 12 ay dinlendiriliyor. Bu dinlenme, 3 yıla kadar çıkabiliyor.
Gittiğimiz, Conti ailesine ait işletmenin tarihi 200 yıl öncesine kadar gidiyor. Aslen çiftçilik yapan ailenin iki oğlu 1968 yılında bir jambon fabrikası açmaya karar veriyorlar. Önce bu işi, çevredeki üreticilerden öğreniyorlar ve sonra kendileri imalata geçiyor. Günümüzde, Parma Üniversitesi ve Tarım, Gıda ve Orman Bakanlığı ile birlikte yaptıkları çalışmaların sonucu olarak ürünlerini, pek çok ödül alacak kadar geliştirmiş bulunuyorlar. Ailenin erkekleri öldüğü için, şu anda şirketi, ölen kardeşlerden birinin hanımı ve üç kızı yönetiyor. Her yeri tertemiz olan fabrikanın çok profesyonel bir görünümü var. Hem bu ortam, hem de çalışanlar arasında Afrikalıların da olması çok hoşuma gitti. İtalya’ya bir şekilde kapağı atmış bu insanlara yaşam fırsatı verilmesi çok önemli bence.
Üretim sürecini kısaca, domuz butlarının elle ve tek tek deniz tuzu ile ovulup, daha sonra, “sugna” denilen bir yağ, tuz, biber ve pirinç unu karışımı ile kaplanarak, Marino rüzgarının estiği kapalı bir alanda kurumaya bırakılması olarak tarif edebiliriz. Her şeyden evvel, domuz etinin kalitesinin çok önemli olduğunun altını özellikle çiziyorlar. Domuzların sadece tahıl ve Parmigiano Reggiano peyniri üretlirken çıkan “peynir altı suyu” ile beslenmeleri çok önemli imiş. Parmigiano Reggiano’da olduğu gibi, Parma jambonu üretiminde de, konsorsiyumun denetim yapabilmesi ve standartlara uygun olan ürünlere DOP damgasını vurabilmesi için en az 12 aylık bir dinlenme süresinin geçmesi gerekiyor. Denetim için müfettişler, her bir jambon bacağının çeşitli noktalarına, at kemiğinden yapılmış, şiş benzeri bir alet saplıyorlar.
Fabrika gezisinin sonunda yapılan tadımda, Emilia-Romagna bölgesinin köpüklü şaraplarının eşliğinde, 12, 24 ve 36 ay dinlendirilmiş Prosciutto’ları tatma fırsatımız oldu. Bence dinlenme süresinin artması, tadın da daha iyi olmasına yol açıyor.
Parma’da geriye kalan yarım günümüzde Il Duomo (katedral), Battistero (vaftizhane) ve Museo Diocesano’yu (Psikoposluk müzesi) gezdik. 12. yüzyılın başında takdis edilip açılan katedral, kareye yakın, büyükçe bir meydanda yer alıyor. Meydan ile ilgili en dikkatimi çeken nokta, son derece sakin olması ve çevresi veya yakınında turistlere yönelik, turistik eşya satan hiçbir dükkanın olmaması oldu. Hatta, meydanda cafe veya restoran bile yoktu. Meydana açılan sokaklardaki birkaç işletme de masalarını meydan tarafına değil, sokak tarafına koymuşlardı. Bu, meydanın atmosferini çok olumlu etkilemiş kanımca. İnsan neredeyse, meydanın asırlar önceki halini gözünün önüne getirebiliyor böylelikle. Sanki şu köşeden, Orta Çağ giysileri ile insanlar, keşişler, rahipler dönüp, çıkacaklarmış gibi… Bu arada, bir gözlemimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Çocukluğumun İtalya’sının sokaklarında, uzun siyah kıyafetleri ile öyle çok papaz, rahibe ve kahverengi, kaba kumaştan cüppeleri ve sandaletleri ile keşiş vardı ki… Genelde gruplar halinde gezerlerdi. Günümüzde ise, sokakta onları bu kıyafetlerle hemen hiç görmüyorsunuz. Bu çok önemli bir değişiklik. Sanırım artık, sokakta normal kıyafetlerle geziyorlar. Bu değişiklik ne zamandır var, merak ettim doğrusu.
Katedralin dış cephesi Romanesk tarzda olsa da içi, daha sonra yapılan değişiklik ve eklenen eserlerle Barok döneme meyletmiş. İçerde ayrıca, çok kayda değer eserler bulunuyor. Özellikle, kubbedeki Correggio’ya ait Hz. Meryem’in Göğe Kabulü freski ile, Antelami’nin Hz. İsa’nın Çarmıhtan İndirilişi mermer kabartması çok etkiyelici.
Katedralin bulunduğu meydanın güney ucunda bulunan Vaftizhane güzelliği ile katedrali bile gölgeliyor diyebilirim. Açık pembe renkli, Verona mermerinden yapılmış bu sekizgen yapı, Romanesk ve Gotik mimarinin bir karışımı. 12. yüzyılın sonunda başlayan yapımı, bir asırdan fazla sürmüş. Yapının esas çarpıcı kısmı ise içi. İçeri girince insanın karşılaştığı güzelliği kelimelerle anlatmak çok zor. Burası, mimar ve heykeltıraş, Benedetto Antelami’nin en başarılı yapıtlarını barındırıyor. Bizans tarzındaki duvar resimleri ise, büyüleyici…
Parma gezimizi, buranın ünlü restoranlarından, La Forchetta’da yediğimiz akşam yemeği ile noktaladık. Bir sonraki durağımız, dünyanın en küçük beşinci ülkesi, San Marino idi…
Emilia-Romagna bölgesi gezimize başlamak için Bologna’ya uçtuk ama, orada kalmadık. Görmek istediğimiz diğer şehirlere gittikten sonra, Bologna’da son birkaç günümüzü geçirmeye karar vermiştik. Bunun en önemli nedeni, bazı İtalya gezilerimizde, son gün havaalanına yetişmek için yaşadığımız gerginlikler oldu. Yol tamiratı, güzergah üstünde olmuş bir kaza ve benzeri olaylar nedeniyle birkaç kere uçağa ucu ucuna yetişebilmiştik. Onun için, uçaktan iner inmez, havaalanından kiraladığımız araba ile Modena’ya doğru yola koyulduk.
Bologna’dan Modena’ya araba ile yaklaşık bir saatte gidiliyor. İnişi çıkışı olmayan, düz bir yol bu. Zaten, bu gezi boyunca yükseklere tırmanmamız gereken tek yer San Marino oldu. Onun dışında, bölge genel olarak fazla yüksekliği olmayan bir yapıda.
Modena, nüfusu 200.000 bile olmayan, küçük bir şehir. İstanbul gibi bir metropolden gidince, insan ilk başta bu sakinlik ve sessizliği yadırgamıyor değil. Trafik az, sokaklar tenha, insanlar telaşsız ve keyifli…
Kaldığımız Hotel Estense, şehrin tarihi bölgesine kısa bir yürüyüş mesafesinde. İtalya’da şehirleri Duomo’dan, yani şehir katedralinden gezmeye başlamak sizi hiç yanıltmaz çünkü, bu büyük ibadethanelerde mutlaka dönemin önemli sanatçılarının sanat eserleri bulunur. Orta Çağ boyunca olsun, Rönesans ve Barok dönemlerde olsun, irili ufaklı tüm İtalyan yerleşim yerleri, güçleri yettiğince yaptırdıkları kilise ve katedralleri duvar resimleri, tablolar ve heykellerle donatmışlardır. Bu nedenle, hiç ummadığınız yerlerde, gizli saklı köşelerde bile karşınıza sanat şaheserleri çıkar.
Modena katedrali, 11. ve 12. yüzyıllarda yapılmış ve 1997 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Çok büyük olmamakla beraber, Gotik ve Romanesk mimari tarzlarının kaynaştırılması ve içeride kullanılan koyu renk tuğlaları ile etkileyici bir atmosferi var. Ayrıca, pencerelerdeki vitraylar da çok güzel. Özellikle etkileyici bulduğum eserler ise, iki tane. Her ikisi de, terracotta (pişmiş toprak) eserler. İlki, katedralin kript’inde (bodrum katında) sergilenen, Guido Mazzoni’ye ait Madonna della Pappa. Pişmiş topraktan yapılmış, beş adet insan boyunda figürden oluşan bu eser çok gerçek duruyor. Diğer eser ise, katedralin çıkışına yakın bir noktada sergilenen, Antonio Begarelli’nin 16.yüzyılda yaptığı İsa’nın Doğumu isimli eseri.
Duomo’nun arka tarafında yükselen kule, Torre Ghirlandina, sadece bir çan kulesi değil, aynı zamanda Modena’nın sembolü. 13.yüzyılda yapılmış. Şehir sakinlerine ibadet saatlerini, düğün ve cenazeleri duyurmanın dışında, salgın hastalıkları, şehre yaklaşan saldırı tehlikelerini ve yangınları da duyurmak için kullanılırmış.
Hava güneşli ve ılık… Duomo’nun önündeki meydanda yiyecek tezgahları var. Köylülerin ürünlerini doğrudan getirip, sattıkları bir haftalık bir “gastronomi panayırı” imiş bu. Yöreye özgü her türlü yiyeceği görmek mümkün. Peynirler, domuz jambonları, sebze ve meyve… Hepsi çok iştah açıcı. Bir de trüf mantarı tezgahları var bol miktarda. Konserve ve taze olarak satıyorlar. Bu kara ve şekilsiz görünen mantarların bu kadar lezzetli olması doğanın hoş bir sürprizi gibi sanki…
Duomo’yu, önündeki pazarı ve aynı meydana bakan belediye binasının (Palazzo Comunale) halka açık, tarihi salonlarını gezdikten sonra, doğrusu dinlenmeyi hak ettik. Katedralin arka tarafındaki caddeye bakan küçük bir kafede oturup, kahvemizi yudumlarken, etrafı izledik. Çokça bisikletlinin, az sayıda arabanın geçtiği caddenin kaldırımlarında insanlar sakin ve keyifli adımlarla önümüzden geçiyorlardı. İtalya’nın bana daima hissettirdiği keyif ve rehavet havası işte yine beni teslim almaya başlamıştı. Güneş de tatlı tatlı sırtımı ısıtıyordu. Yanımızdaki masada bir grup yaşlı erkek gülüşerek konuşuyor, şakalaşıyorlardı…
Eminim, kişiden kişiye farklılık gösteriyordur ama, Ferrari denilince ilk aklıma gelenler kırmızı renk, gençlik ve hız oluyor. Bir de zenginlik, doğal olarak. Paranız yoksa, tabii ki bir Ferrari’niz de olamaz. Öyle taksitle de alınabilecek gibi değil hani… Marka imajı denilince bence, Ferrari bu konuda en başarılılarından. Çünkü, hedef kitlesi olmayan, ürününü satın almayı hayal bile edemeyen milyonlarca insan için bile bir tutku olmayı başarmış bir araba markası o.
Emilia-Romagna bölgesi, araba yapımcılarının çok olduğu bir bölge. Ferrari, Lamborghini ve Maserati bunlardan birkaçı. Açık söylemek gerekirse, bunlardan birinin öyküsünün peşine düşeceksek, bu Ferrari olmalı diye düşündüm ben. Ah! Yine kafamdaki o, şeker gibi, kırmızı araba imajı işte…
Ferrari’nin, biri Modena’nın içinde, diğeri şehrin yaklaşık 15 kilometre dışında, Maranello’daki fabrikasının yanında olan, iki müzesi var. Modena’nın içindeki müze aslında, Ferrari ailesinin eviymiş. Kurucu Enzo Ferrari de bu evde doğmuş, büyümüş. Enzo Ferrari, 1927 yılında, bir yarış arabası alabilmek için bu evi satmış. Daha sonra tekrar satın alındığı anlaşılan bu adreste bir takım motorlar ve arabalar sergileniyor ama, esas görülesi yer Maranello’daki müze.
Enzo Ferrari, 1898 yılında doğmuş. Henüz 10 yaşında iken babası ile birlikte gittiği bir araba yarışından çok etkilenmiş. Araba yarışı dediysem, bugünkü Formula 1 yarışları aklınıza gelmesin. O zaman arabalar 12 beygir gücünde ve en fazla saatte 60 kilometre gidiyorlar. Ondan sonra, arabalar ve yarışlar onun için bir tutku olmuş. Uzun bir süre, Alfa Romeo’nun yarış pilotluğunu yapmış. İlk Ferrari arabasını ise, 1947 yılında tasarlamış ve üretmiş.
Maranello’daki müzede, Ferrari’nin öyküsünü baştan, günümüze kadar izleyebiliyorsunuz. Bugüne kadar üretilmiş her model ve renk araba sergileniyor burada. Ama kırmızı olanlar bir başka güzel, bir başka çekici sanki. Enzo Ferrari, “Bir çocuğa araba resmi çizmesini söyleyin. Mutlaka kırmızı renkli çizecektir” diyerek, kırmızı arabalara olan tutkusunu ifade etmiş. Kendisi, 90 yaşında Modena’da ölmüş ama, “En iyi Ferrari, henüz daha üretilmemiş olandır” sözleri ile efsanenin devam edeceğine işaret etmiş. Evet, müzeyi gezen insan seli, efsanenin sürdüğünü gösteriyor…
Ferrari müzelerini gezerken aklıma sürekli, geçmişte haberi yapılan bir yurttaşımız geldi ve kendimi için için gülmekten alamadım. Hatırladığıma göre, Belçika’da yaşayan bu kişi Ferrari’sine, ekonomik olsun diye tüp taktırmak istemiş. İşlem sırasında çıkan sorunlar nedeniyle, Ferrari’nin temsilciliğine sorunun nasıl çözülebileceğini sormuş. Dehşete kapılan Ferrari ekibi, markalarının imajını korumak adına, derhal bedelini ödeyip, arabaya el koymuşlar. Neyse ki, müzede bu olayla ilgili bir bilgi verilmiyordu…
Sadece müzeyi gezmekle kalmayıp, bir de test sürüşü yapmak isterseniz, Maranello’da bunu da yapabiliyorsunuz. Değişik Ferrari modellerine göre, 10 kilometrelik bir sürüş (süresi yaklaşık 10 dakika olarak belirtiliyor) için ücret, 80 ile 200 Euro arasında değişiyor.
Modena’ya gelmeden önce okuduğum bütün kaynaklar, burada bir balzamik sirke üreticisinin ziyaret edilmesini öneriyordu. Balzamik sirke, son yıllarda ülkemizde sadece restoranlarda değil, evlerde de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Marketlerde, İtalya’dan ithal edilmiş balzamik sirkelerin dışında, Türk üreticilerin de ürünlerini bulmak mümkün. Balzamik sirkeyi biz de evde severek kullanmamıza rağmen, doğrusu, üretim sürecinin görülmesinin niye bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Yıllar önce, Türkiye’de iş için bir sirke üreticisine gitmişliğim vardı. Süreç oldukça basitti. Modena’nın ve Avrupa’nın en eski balzamik sirke üreticisi Acetai Giusti’ye giderken düşündüklerim bunlardı açıkçası. Ama gidince, bugüne kadar balzamik sirke ve üretimi hakkında hiçbir şey bilmediğimi gördüm. Ayrıca bizim, İtalya’dan ithal edilmiş de olsa, marketlerden aldığımız balzamik sirkenin ticari, gerçek ve yüksek kaliteli olanının ise, iyi bir şarap gibi değerli olduğunu öğrendim.
Acetai Giusti, 1605 yılında kurulmuş. Guisti ailesi 17 kuşaktan beri balzamik sirke üretiyor. Kuşaklar boyunca, Avrupa’nın kraliyet aileleri, soyluları ve Papaları için üretim yapmışlar. O dönemlerde sadece zenginlerin alabildiği bir ürünmüş. Şimdi de çok ucuz olduğu söylenemez. Eski çağlarda özellikle şifa niyetine, ilaç gibi kullanılıyormuş. Soğuk algınlığına, ses kısıklığına, mide rahatsızlıklarına iyi geldiği düşünülüyormuş. Modena’lı olan ünlü tenor Luciano Pavarotti de, sahneye çıkmadan, sesini açmak için, ufak bir kadeh balzamik sirke içermiş. Öğrendiğimize göre, bu yörede balzamik sirkenin, İtalya’nın yemek sonrası içilen “digestivo”ları (hazmı kolaylaştırıcı içkiler) gibi, yemek sonrası içilmesi yaygınmış. Tesisi gezdikten sonra yapılan tadımda tattığımız değişik sirkeler, bunun pekala mümkün olduğunu gösterdi bize. Özel meşe fıçılarda, 25 yıla kadar bekletilen balzamik sirkelerin, yıllanma yaşına göre farklı tatları, kıvamları, kokuları vardı. Kimi trüf mantarlı, kimi böğürtlenliydi. Küçük çay kaşıkları ile yaptığımız tadımda, 25 yıl yıllanmış olan, ailenin geleneksel sirkesi çok lezzetliydi. Bu çeşidi, Parmesan peyniri, balık, tavuk gibi yiyeceklerin üzerinde tükettiklerini belirttiler. Bazısını ise, tatlıların üstüne damlatarak tüketiyorlarmış. Biz, bir şişe 12 yıllık trüf mantarlı, bir de 20 yıllık sade sirkelerinden satın aldık.
İtalya’da veya dışında, İtalyan yiyecek ürünlerinin kalitesinden emin olmak istiyorsanız, ambalajında DOP (*) damgasını aramalısınız. Bu damga ile, ürünün (balzamik sirke, Parmesan peyniri, jambon, zeytinyağı vb) kaynağının belli olduğu, yerel üreticiler tarafından, katkı maddesi konmadan ve geleneksel yöntemlerle üretildiği ifade ediliyor. Tıpkı şarapların DOC ve DOCG damgaları gibi, gıda maddesinin kalitesi de, bağlı olunan konsorsiyumun sıkı denetimi ile garanti altına alınmış demek oluyor.
Modena’lıların bir diğer övünç kaynağı Pavarotti. Ünlü tenor, 1935 yılında, şehrin eteklerinde, bir fırıncı ve amatör şarkıcının oğlu olarak, çok kalabalık bir aileye doğmuş. 2007 yılında, 71 yaşındayken yine Modena’da ölmüş. Yeşilliklerin ortasındaki mütevazi evi günümüzde müze. Operanın genç kuşaklar tarafından sevilmesine büyük katkısı olan bu büyük sanatçının evinin bu denli sade olması beni çok şaşırttı. Öyle anlaşılıyor ki, yaşadığı hayat da çok sade idi. Piyanosunun bulunduğu salon, arkadaşları ile haftanın belli günlerinde kağıt oynadığı oda, dostlarına yemek pişirdiği mutfak ve öldüğü yatak odası… Hepsi son derece alçak gönüllü bir kişiliği yansıtıyor.
Pavarotti’nin evini gezerken insan, onun sadece başarılı bir tenor değil, aynı zamanda çok hayırsever bir insan olduğunu da anlıyor. U2 grubunun solisti Bono ile Bosna savaşı mağdurları için topladığı yardımlar ve Prenses Diana ile işbirliği yaparak, dünyadaki kara mayınlarının imha edilmesi ve engellenmesi için kaynak sağlaması bunlardan sadece ikisi…
Son olarak Modena’da, Emilia-Romagna bölgesinin en eski şarap üreticilerinden Chiarli’yi ziyaret ettik. Burası, 1860 yılında Cleto Chiarli tarafından kurulmuş bir tesis. Modena’daki bağlarından yılda 1 milyon, daha kuzeydeki bağlarından yılda 20 milyon litre şarap elde ediyorlarmış. İddialı oldukları şaraplar, Lambrusco ve Pignoletto. Bunlar, hem bu bölgeye özgü üzüm çeşitlerine, hem de şarap türlerine verilen isimler. İlki kırmızı, ikincisi beyaz şarap. Emilia-Romagna’nın şarapları çoğunlukla kabarcıklı şaraplar. Hem kırmızı, hem beyaz olabilen bu şaraplara spumante veya frizzante deniyor. Özellikle Lambrusco’nun üretim tarihinin Romalılar dönemine kadar gittiği söyleniyor. Katıldığımız tadımda, kabarcıklı şarabın, ana yemekten önce yenen Parmesan peyniri ve prosciutto’nun (domuz jambonu) ağızda bıraktığı kuvvetli tadın izlerini silmekte etkili olduğunu belirttiler. Böylece, diğer yemeklerin tadına daha iyi varılabiliyormuş.
İtalya’nın değişik bölgelerine gidince anlıyorsunuz ki, şarap konusunda bölgeler arası epeyce bir rekabet ve kendi şarap türlerine öncelik verme var. Ortalamanın üstünde bir restorana gitmediğiniz sürece, ünlü de olsa, bir başka bölgenin şarabını bulmanız kolay olmuyor. Bu durumda, yerel şarapların tadını çıkarmaya bakmak en iyisi.
Modena’da güzel yemekler yedik. Ayrılırken, Antica Moka lokantasında yediğim balkabağı dolgulu tortellini’nin tadı damağımda kaldı. Bir de, tütünlü dondurmanın! Şehrin epeyce dışında olan bu aile işletmesine gittiğimize değdi doğrusu…
Sonbaharı severim… Belki sonbaharda doğduğum için. Bilemiyorum… Aslında bütün mevsimleri severim ama, sonbaharı, hele de ılık geçen, pastırma yazı dedikleri türde olanını bir başka severim… Sıcakta kavrulup, serin ama üşütmeyen sulara dalmak gibi, keyif verici gelir bana sonbahar.
Sonbahar, deniz kıyısında ayrı, dağda ayrı, bozkırda ayrı güzeldir. Evet, bir şehirde deniz olmazsa, güzellik olmaz diye düşünenlerin aksine, bozkır da çok güzeldir sonbaharda… Bembeyaz bulutlarla dolu, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında uzanan sararmış tarlalar ve kıraç dağlar… Çok çok etkileyicidir…
Sonbahar aynı zamanda, dostların yaz boyu dağılmış oldukları yazlıklardan, tatillerden geri dönme zamanıdır. Arkadaşlarla, dost ve akrabalarla yeniden bir araya gelme, hasret giderme zamanıdır. Bunun için de çok severim sonbaharı…
Bir de sonbaharda yapmaktan özellikle hoşlandığım bazı şeyler vardır. Örneğin, klasik kitaplardan birini (ilk olarak veya tekrar) okuyacaksam, sonbaharda başlamak isterim. Bu bir Rus klasiği ise, daha da keyif alırım…
Sonbaharda yapılan gezilerin de ayrı bir yeri vardır benim için… Bir iki günlük olsun, daha uzun olsun, bu mevsimde yapılan geziler çok hoştur. Hele hava da yağışsız ve açıksa, keyfinize diyecek yoktur… Arkeolojik yerler gezmek, yeni bir şehir, bölge ya da ülke keşfetmek için güzel bir mevsimdir sonbahar.
Biz, bu sonbahar da geleneğimizi bozmadık ve İtalya’ya, İtalya’da daha önce hiç görmediğimiz yerlere, gittik. Önceki yıllarda gittiğimiz Toscana, Amalfi ve Puglia’dan sonra, bu kez de İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesini keşfetmeye karar verdik. Yine unutulmaz anılar, damağımızda tatlar ve bir sürü yeni bilgi ile geri döndük…
Açık söylemek gerekirse, rotayı çizerken merkeze koyduğum ve ilk aklıma gelen şehir Ravenna idi. Ravenna’nın çeşitli kiliselerindeki Bizans mozaiklerinin resimlerini uzun zaman önce görmüş ve hayran olmuştum. Hep gidip, görmek istemiştim. Bu nefes kesen mozaiklerin asıllarını görünce, hiçbir fotoğrafın bu güzellikleri tam anlamıyla yansıtamadığını düşündüm…
Ravenna’da karar kıldıktan sonra, ardından Modena, Parma, Bologna ve bir de, dünyanın en küçük beşinci devleti olan, San Marino girdi listeye. Zamanımızın yetmeyeceğini bildiğimiz için, aklımız kalsa da, Piacenza, Ferrara ve Giuseppe Verdi’nin şehri Busseto gibi birkaç yeri bir başka sefere bıraktık.
Emilia-Romagna bölgesi, İtalya’nın gastronomik olarak en ileri bölgelerinden birisi kabul ediliyor. İtalya’ya özgü olarak bildiğimiz pek çok ürünün ve tadın anavatanı burası. O nedenle, Modena’da balzamik sirke, Parma’da meşhur Parmigiano Reggiano (Parmesan peyniri) ve prosciutto (domuz jambonu) üretim tesisi görmeden olmazdı. Bir de tabii, Ferrari’nin vatanı da burası. Arabalara fazla ilgi duymayanların bile kayıtsız kalamayacağı bir efsane…
Parma’nın, içi tamamen ahşaptan yapılmış, büyüleyici Teatro Farnese’si, katedrali ve vaftizhanesi… “Kızıl” Bologna’nın, kuleleri ve canlı havası… Masalsı San Marino…
Bu gezide gördüğümüz yerleri, keşfettiğimiz yeni lezzetleri, gittiğimiz restoranları ve karşılaştığımız ilginç insanları, rotamızda yer aldıkları sıraya bağlı kalarak kaleme aldım.
Sakin bir gündü… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi idi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 1480, günlerden 28 Temmuz’du. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilirdi. Ama o sabah, her zamanki gibi deniz kokusunu içlerine çekip, o yöne bakan Otranto’lular başka bir şey gördüler. Dehşete düştüler…
“Mamma li Turchi!” “Mamma li Turchi!”…
“Anneciğim, Türkler geliyor!”… “Türkler geliyor!”…
Osmanlı filosu 140 gemi, 18.000 asker ve 700 süvari ile, yelkenlerini açmış, çarşaf gibi denizin üstünde süzülerek geliyordu, bu küçük yerleşim yerine doğru.
Türklerin gelişi, sadece Otranto’da değil, Güney İtalya’nın tüm Apulia (Puglia) bölgesinde uzun zamandır endişe ile bekleniyordu. “Büyük Türk” Constantinopolis’i alalı 27 sene olmuştu ve o zamandan beri batıya doğru seferleri dur durak bilmemişti. Madem ki Bizans’ı almıştı, hayali Roma olmalıydı… Rivayet de oydu ki, Vatikan ve İtalya’nın diğer devletleri arasında süregelen siyasi oyunlar sırasında şimdilik Osmanlı’nın yanında olmayı seçen Venedik, Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’u aldığına göre artık, Bizans şehirleri olan, Brindisi, Taranto ve Otranto’nun da onun olduğunu fısıldamıştı… Zaten, yaklaşmakta olan Osmanlı donanması Korfu adasının yanından İtalya’ya doğru geçip giderken, orada olan Venedik donanması hiçbir engellemede bulunmamıştı…
Sakin bir gün… Sokaklar sessiz… Deniz turkuaz, gök masmavi. Bulutlar bembeyaz… Yıl 2016, günlerden 18 Ekim. Böylesi bir günde dikkatli bakınca insan, 60 kilometre uzaklıktaki Arnavutluk kıyılarını görebilir. Ama bu sabah, ufuk puslu. Karşı kıyılar görünmüyor…
İşte, 536 yıl sonra, iki Türk Otranto’dayız…
Sokaklarda çok az insan var. Onların da çoğu, bizim gibi, buralara sonbaharda gelmeyi tercih etmiş gezginler. Arabayı, kentin tarihi merkezinin dışında, iki katlı modern evlerin sıralı olduğu bir sokakta park ediyoruz.
Güneşli yerler ılık olmasına karşın, gölgede yürürken serinlikten insanın içi ürperiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra, Otranto kalesinin önüne geliyoruz. Fazla yüksek olmayan bu kale 12. yüzyılda Normanlar tarafından yapılmış. Daha sonra, 15. yüzyılda Aragonlular tarafından yeniden inşa edilip, güçlendirilmiş. Türklerden sonra…
Yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu Gedik Ahmet Paşa komutasındaydı. Apulia (Puglia) kaynaklarına göre Paşa,” zayıf, esmer tenli, iri burunlu, seyrek sakallı, orta boylu” idi. Güney İtalya seferine, Arnavutluk’un Avlonya limanından yola çıkmıştı. İtalyanlar, Gedik Ahmet Paşa’nın sadece fiziksel özelliklerini sıralamakla kalmamışlardı. Ondan aynı zamanda, “son derece gaddar” olarak da söz etmişlerdi. O sıralar, “Büyük Türk” hastaydı. Otuz yıldan fazla süren hükümranlığının sonuna yaklaşmaktaydı. O nedenle kendisi çıkmamıştı sefere…
İlk plan, Brindisi’ye çıkmaktı. Ama sonra, daha güneydeki kıyıların karaya çıkmak için daha elverişli olduğu öğrenilince, Otranto civarındaki Roca Kalesi’nin yakınlarına bir süvari alayı çıkarıldı. Bu öncü alay, Otranto’ya kadar giderek, çok sayıda yöre sakinini esir aldı, sığır ele geçirdi. Halk, korku içinde, kaleye sığındı…
Türklerin Otranto’da karaya çıktığı haberi tüm İtalya’ya hızla yayıldı. Başta Vatikan olmak üzere, tüm İtalyan devletlerini bir korku aldı. Papa derhal harekete geçerek, sadece İtalya’daki devletlere değil, tüm Hristiyanlık alemine, Türklere karşı savaşmak için, çağrıda bulundu. “Kafir Türkler” Roma’ya yaklaşıyorlardı. Otranto’nun Roma’ya uzaklığı 600-650 Km civarındaydı…
Öncü süvari alayının ardından, Gedik Ahmet Paşa tüm orduyu karaya çıkarıp, Otranto’ya doğru harekete geçti. Kaleye ulaşınca Paşa, İtalyanca bilen bir elçi aracılığıyla, şehrin teslim olmasını istedi. Reddedilince, şehri topa tutmaya başladı.
Kalenin önünde, gezmek için içeriye girmek üzere olan birkaç kişi var. Bir kadın kapıya yakın bir noktaya şövalesini kurmuş, resim yapıyor. Bizim gözlerimiz
“Il Duomo” tabelasını arıyor. Sola, aşağı doğru kıvrılan yola sapıyoruz. Katedrale gidiyoruz.
Sabah Lecce’den yola çıktığımızdan beri içimizde bir ağırlık, bir sıkıntı var… Otranto’nun sessizliği ve sakinliği bu sıkıntıyı daha da artırıyor sanki… Oysa, ne güzel bir gün… Pırıl pırıl bir sonbahar günü. Böylesi sonbahar günlerini çok severim aslında. Ama işte… Burada içimi bir kasvet ve sıkıntı basıyor…
Birbirimizle pek konuşmuyoruz. Bir iki kelime söylesek de, çok alçak sesle oluyor. Bizim nedenimiz farklı ama, insan zaten bu sessizliği bozmak istemiyor…
Osmanlı Ordusu, Otranto kalesini yaklaşık iki hafta topa tuttu. Kale surlarına ve iç kısımlara sürekli taş gülleler yağıyordu. Bunların bazıları inanılmaz büyüktü. Topsuz, küçük bir garnizon olan Otranto bu saldırıya ancak iki hafta dayanabildi.
11 Ağustos günü, surlarda açılan bir delikten içeri akın eden Osmanlı askerleri Otranto’yu aldılar. Şehrin tüm yaşlı erkekleri kılıçtan geçirildi. 8000 kadar genç erkek ve kadın köle olarak Arnavutluk’a götürüldü. Kuşatmadan önce 22.000 civarında olan Otranto nüfusunun 12.000 kadarının bu arada öldürüldüğü tahmin ediliyor.
Otranto’nun düşmesinden sonra, Osmanlı süvarileri batıda Taranto’ya, kuzeyde
Lecce’ye ve Brindisi’ye kadar akınlarını sürdürdüler. Öyle görünüyordu ki, Papa’nın korkuları yersiz değildi. Gedik Ahmet Paşa, Otranto’yu tüm İtalya’yı istila etmek için bir üs olarak kullanacaktı…
Hafif eğimli yolun sonunda ufak bir meydana varıyoruz. Duomo, yani Santa Maria Annunziata’ya adanmış katedral, meydanın sağ tarafımızda kalan kenarında yer alıyor. On ikinci yüzyılda yapılmış bu yapı, beklediğimden küçük ve gösterişsiz görünüyor gözüme. Oysa, Otranto’nun resmi web sitesinde, Salento yarımadasındaki en büyük katedral olduğu yazıyor. Osmanlı ordusu, Otranto’da kaldığı süre boyunca cami olarak kullanmış burayı. Heyecanlanıyor, içeri girmek için sabırsızlanıyorum. Bir yandan da, içimde o sıkıntı ve kasvet duygusu devam ediyor…
İçeri giriyoruz. Burası, İtalya’da görmeye alıştığım katedrallere kıyasla oldukça sade bir yer ama, tabanı kaplayan mozaik döşeme hemen dikkat çekiyor. Hayat ağacını temsil eden dev mozaik, alışılagelmiş bir aile ağacı şeklinde yapılmış. Ağacın gövdesi iki filin üstünde duruyor. Resmedilenlerin arasında ise, neler var, neler… Nuh’un Gemisi, Adem ile Havva, Kıyamet günü gibi dini motiflerin yanında, Herkül ve Diana gibi mitolojik tanrılar, Büyük İskender, Kral Arthur gibi tarihi kişiler ve bir sürü hayvan… Ejderhalar, maymunlar, yılanlar, deniz canavarları…
Gördüğümüz şeyler ne kadar ilginç olursa olsun, benim aklım katedralin o özel bölümünde… Aylardır, çeşitli kaynaklardan hakkında tekrar tekrar okuduğum, fotoğraflarına baktığım o şapeli görmek için sabırsızlanıyorum. Yavaştan alıyor olmam, başka şeyleri uzun uzun inceliyormuşum gibi yapmam… Gerçek değil hiç biri… İçim içimi yiyor…
Gedik Ahmet Paşa, şehir ele geçirildikten ve talan edildikten sonra, halkın Müslümanlığı kabul etmesini istedi. Tüm baskılara rağmen, Otranto’luların bunu kabul etmemesi üzerine, 14 Ağustos 1480 günü, şehirdeki on beş yaşından büyük sekiz yüz erkek yakınlardaki Minerva Tepesi’ne götürüldü. Teker teker şahadet getirmeleri istenen bu erkeklerin, sırayla kafaları uçuruldu. İnfazlar, sıranın kendilerine gelmesini bekleyenlere izlettirildi… Cesetler, kurda kuşa yem olmak üzere, gömülmeden, açıkta bırakıldı… 1771’de, Papa XIV. Clemens tüm ölenleri şehit ilan etti. Şimdi bu tepenin adı, Şehitler Tepesi.
Şehitler Şapeli, ana giriş kapısını arkanıza aldığınız zaman, ana “altar”ın sağına düşüyor. Demir parmaklıklı ayrı bir kapıdan girilen bu küçük şapelde üç tane büyük camekan var. Biri, Meryem Ana ve İsa heykelinin tam arkasında ve ortada, diğer ikisi yanlarda. Üçü birlikte, kilise ve şapellerde normalde “altar”ın arka tarafına yerleştirilen büyük tabloların düzeninde sergileniyorlar. Aradaki fark şu ki, bu camekanlarda sergilenenler dini konulu tablo veya objeler değil… Üçünde de, bir milim boş kalmayacak şekilde, kafatasları ve kemikler var. 14 Ağustos 1480 günü, Şehitler Tepesi’nde katledilen 800 Otranto’lu erkeğe ait…
Daha önce fotoğraflarına defalarca baktığım için hazırlıklı olsam da, gördüğüm kemikler beni dehşete düşürüyor… Kalbime bir ağırlık çöküyor…Din adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Son derece ürkütücü ve düşündürücü bir görünüm… Bu insanlar savaşta ölmemişler. Dinlerinden vaz geçmek istemedikleri için katledilmişler. Kimin tarafından ve hangi din adına yapılmış olursa olsun, insan geçmişte ve günümüzde yapılan bu tür katliamlara lanet okumadan edemiyor…
Bir yandan da, 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in bile o zaman Bizans halkına böyle bir şeyi reva görmediğini, Patrikhaneye dokunmadığını ve halkın dinini yaşamasına izin verdiğini düşünüyorum. “Büyük Türk” bu yüce gönüllüğü göstermişken, Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto’da yaptığı bu zorlama ve katliamın sebebi ne olabilir ki ? Belki, söylendiği gibi, Sultan fethedilen yerlerin yönetimini Gedik Ahmet Paşa’ya vermeye söz verdiği için… Belki, Roma’ya ve Papa’ya düzenli bir ordu ile ilk olarak bu kadar yaklaşıldığı ve bu şekilde tüm Hristiyan alemine bir göz dağı verilmek istendiği için… Bir de tabii, Gedik Ahmet Paşa’nın gaddar olması var…
Yutkunarak etrafıma bakınıyor, fotoğraf çekiyorum. Bizimle beraber şapelde bulunan herkesin yüzünde bir dehşet ifadesi var. Yüz hatları gergin ve renkler de biraz uçmuş gibi… Kafamın içinde bir uğultu ile, “altar”ın önünde yer alan açıklamaları okuyorum. Tekrar tekrar camekanlara bakıyorum.
Öte yandan, bu kafatası ve kemikleri bu şekilde sergileyen zihniyeti de sorgulamadan edemiyorum. Acıyı canlı tutma adına yapılan bu düzenlemenin, asırlar boyunca katedrale dua etmek için gelen insanlar ve çocuklar üzerinde yarattığı travma korkunç olmalı. Günümüze kadar gelen “Türk korkusu”nun ve “Türk nefreti”nin sebebini bulmak için çok dolambaçlı analizlere gerek yok. “Türkler geliyor” diye korkutularak uyutulan, büyütülen çocukların DNA’larına bu duyguların işlememesi nerdeyse mümkün değil.
Sersemlemiş bir halde dışarı çıkıyoruz. Pek fazla konuşmuyoruz. Zaten, buraya gelirken, yüksek sesle Türkçe konuşmamaya karar vermiştik… Biraz içimiz açılsın diye sokaklarda gezelim diyoruz. Otranto sokakları çok güzel, sakin ve sevimli. Etrafta çok fazla insan yok. Hediyelik eşya dükkanları var sağda solda. Yaz mevsiminde çok daha canlıdır büyük olasılıkla. Sahil tarafına yöneliyoruz. Deniz, kıyıdan itibaren cam göbeği renginde. Çok berrak ve güzel… Ama işte… Hiçbir şey bizi bu girdiğimiz ruh halinden çıkaramıyor. Otranto’dan gitmeye karar veriyoruz.
Osmanlı ordusu Otranto’da on beş ay kaldı. Bu sırada, Türkleri Apulia (Puglia)’dan atmak üzere Papa, Napoli Kralı, Macar Kralı, Milano ve Ferrara Dükleri ve Cenova ile Floransa Cumhuriyetleri bir ortak savunma ittifakı yaptılar. Venedik bu ittifaka katılmamayı tercih etti. Ancak, Osmanlı’nın buralardan çekilmesi söz konusu ittifakın zaferi sonucu değil, 1481 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ölmesi ve ardından gelen, şehzadeleri Bayezid ve Cem arasında çıkan çatışmanın sebep olduğu, istikrarsızlık döneminden dolayı oldu.
Geldiğimiz zaman, katedrale doğru yürürken, yol üstünde bir dükkan gözüme çarpmıştı. Kapısının önündeki çapraz ayaklı sehpalarda ve vitrininde suluboya resimler vardı. Arabaya dönerken oraya girmek istiyorum. Fazla büyük olmayan dükkanın duvarları ve ortadaki büyük masanın üstü de resimlerle dolu. Dükkan sahibi, aydınlık yüzlü ve kibar bir ihtiyar. Resimleri kendisi yapıyormuş. Otranto manzaraları, kalesi, katedrali ve… Bir duvarda, “Şehitler Tepesi”nde yaşanan o olayı canlandıran bir resim… Hiçbir şey demeden uzun uzun bakıyorum…
Sonra, resimlerin arasından kalenin bir resmini beğeniyoruz. Yaşlı adam, resmi paketlerken bana İtalyanca, “Madam, siz Fransız mısınız?” diye soruyor. Uzun süre cevap vermiyorum… Soran olursa, söylememeye karar vermiştik. Ama, adamcağızın bakışları o kadar iyi kalpli, yumuşak ve görmüş, geçirmiş ki… “Katedralde az önce gördüklerimden sonra, üzgünüm ama…” diye başlıyorum cümleye. “Yoksa, siz Türk müsünüz?” diye soruyor. “Evet…” diyorum. “Çok trajik bir olay… Çok üzücü…”
Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyor. “Üzülmeyin… Tarih maalesef, zaman zaman çok acımasız ve kötüdür. Çok uzun zaman önce olmuş bir olay o. Üzülmeyin…” diyor.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı”, Franz Babinger, Oğlak Bilimsel Kitaplar,
s. 336-340
2- “Büyük Türk- İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmed”, John Freely,
Doğan Kitap, s.173-180
3- “Unspoilt Puglia”, Eric & Lu Van Wesenbeeck, Station NV, s.355-359
Miramare’nin resepsiyonundaki kadın görevli değişik bir tip. Ağzı bol laf yapıyor ve çok yüksek perdeden konuşuyor. İnsanda sürekli palavra atıyor hissi uyandırıyor. İltifatlarının da dozu biraz fazla sanki… Gelin görün ki, bize çok yerinde bir tavsiyede bulunuyor ve yardımcı oluyor. Ona, Positano‘dan Capri’ye giden tur teknelerini sorduğumda, eğer gitmek istiyorsak hemen ertesi gün gitmemizi, daha sonra havanın bozacağını söylüyor. Haksız sayılmaz. Ekim ayının ortasını geçtik. Hava epeyce serin.
Güney İtalya’ya gittiğiniz zaman eğer, gezmenin dışında, denize de girmek istiyorsanız, öyle Eylül ayının ikinci yarısına, Ekim’e kalmamanızda yarar var. Buralarda hava bizim Antalya bölgesi ile karıştırılmamalı. Sonbahar, deniz için oldukça serin. Öte yandan, Temmuz- Ağustos da fazla sıcak ve kalabalık olabiliyor. Bana kalırsa, Haziran ve Eylül’ün ilk yarısı ideal. Eğer biraz serince olan deniz suyu sizin için sorun değilse, Nisanın ikinci yarısı ve Mayıs ayı da olabilir.
Ertesi gün gidebileceğimizi söyleyince, kadın teknede yer ayırtmak için telefon ediyor. Yüksek sesle, bağıra çağıra, Napoli lehçesi ile ve (telefonda konuşuyor olsa da) el hareketlerini ihmal etmeden, bize yer ayırtıyor.
Sabah otelin, bizim odanın tam altına denk düşen ve kaptan köşkünü andıran, müthiş manzaralı restoranında kahvaltımızı yapıyoruz. O ölümcül iki yüz basamağı inip, tam zamanında sahilde, bize tarif edilen, teknenin kalkacağı yerde oluyoruz. Tekne, büyükçe bir sürat teknesi. Değişik milletlerden on kişiyiz. Amerikalı, Hint ya da Pakistan asıllı İngiliz, İsviçreli, Kanadalı… Kaptanımız Dario genç, yakışıklı ve kibar bir çocuk. Oldukça iyi İngilizce konuşuyor. Bugün yapacağı seferin bu sezonun son seferi olacağını, sonra “kış uykusu” misali, dinlenme ve hayattan keyif almakla geçecek kış aylarının tadını çıkaracağını anlıyoruz konuşmasından. Kışın İsviçre’ye kayağa gittiğini de…
Hava bazen bulutlu, bazen açıyor ve epeyce serin. Teknenin üstü açık olduğu için, zaman zaman rüzgar insanın tam anlamıyla içine işliyor. Öte yandan, manzara çok güzel. Vahşi bir güzellik… Vezüv yanardağının yarattığı tektonik hareketler ve suyun yarattığı aşınma nedeniyle bu sahilde ve bölgenin adalarında inanılmaz kaya oluşumları var. Hepsi de koruma altında.
Varlığıyla Napoli körfezine ve civarına güzellik katan Vezüv yanardağına çocukken gitmiş, kraterinin belli bir noktasına kadar inmiştim. Vezüv, Avrupa kara parçasının hala aktif olan tek yanardağı. En son 1944’de patlamış. Tarihteki en meşhur patlama ise İ.S. 79 yılında, Pompei ve Herculaneum şehirlerinin yok olmasına sebep olanı. Uzun yıllar önce birkaç kez gittiğim Pompei de hala hafızamda canlı. Tekrar görmek istememe rağmen bu seferki İtalya gezimizde vakit yok maalesef. Belki bir başka sefer…
Positano’dan Capri’ye sürat teknesi ile 45-50 dakikada gidiliyor. Dario yolda sürekli bilgi veriyor, İtalyanlara özgü espriler, sevimlilikler yapıyor. Karaya yanaşacağımız, adanın kuzeyindeki Marina Grande’den önce, ünlü Grotta Azzurra’ya (Turkuaz Mağara) gideceğimizi, şansımız varsa ve dalgalar izin verirse, içeri girebileceğimizi söylüyor.
Grotta Azzurra, Capri adasının kuzeybatısında. Mağaraya giriş yatay ve alçak bir delikten yapılabiliyor. O nedenle, siz girerken denizden dalga gelmemesi çok önemli. Bu açıdan, tabii ki, ilkbahar ve yaz ayları daha az riskli.
Mağaranın önüne vardığımız zaman, bizi bir gürültü, patırtı ve hengame karşılıyor. Mağaranın girişi çok dar olduğu için, büyük teknelerle girmek imkansız. Onun için, dört kişi alan sandallara binmeniz ve mağaradan içeri girerken sandalın içine tamamen yatmanız gerekiyor. Göremediğim için tam olarak bilemiyorum ama, sandalcı da bir şekilde, bir yere yapışarak sizi içeri sokuyor. Ancak, bu giriş öyle hemen olmuyor…
Grotta Azzurra’yı Capri’nin sandalcılar kooperatifi işletiyor. Mağarayı görmek istiyorsanız, hem Kültür Bakanlığına, hem sandalcılar kooperatifine, adam başı toplam 13 Euro ödemeniz ve en önemlisi, sıraya girmeniz gerekiyor. Her sandal sadece dört kişi aldığı için ve buraya sadece bizimki gibi tekneler değil, çok daha büyük tekneler de geldiği için uzun süre bekleniyor. Bu süre, sezon sonunda bir saate yakın olduğuna göre, yaz aylarında birkaç saate kadar çıkıyor olsa gerek.
Dario, kooperatif görevlileriyle konuşarak, bizim teknenin sıraya girmesini sağladıktan sonra, demir atıyor ve ayaklarını uzatıp, keyifle sandalcıları izliyor. Yüzünde müstehzi bir ifade var… Bekleme süresi boyunca sandalcıların birbirleri ile bağırarak konuşmaları, el kol hareketleri yapmaları bitmiyor. Napoli lehçesi(*) ile konuştukları için hiçbir şey anlamıyorum. “Napolitence” apayrı bir dil sanki. Sabah yola çıktığımızda, Dario da kendini tanıtırken, İngilizce dışında iki dil konuştuğunu, bunların İtalyanca ve “Napolitano” olduğunu söylemişti! Sandalcıları ilgiyle izlediğimizi gören Dario gülerek, “Merak etmeyin, kavga etmiyorlar. Normal konuşuyorlar” diyor. Kavga ettikleri zaman, bir yere yanaşırken kullandıkları, mızrak benzeri sopalar havada uçuşuyormuş…
Beklerken, arada bir deniz dalgalanıyor, müthiş bir çırpıntı oluyor. Öyle zamanlarda içeri girişi durduruyorlar. Eğer uzun zaman devam ederse, mağarayı o gün için tamamen kapatabiliyorlarmış. Bu kadar uzun süre bekledikten sonra, girememek çok acı olur doğrusu…
Sonunda sıra bize geliyor. Teknemize sandallar yanaşıyor. Bunlardan birine, iki çift olarak biniyoruz ve bize söylendiği gibi, sandalın dibine dümdüz yatıyoruz. Heyecan dorukta…Sandalcıların haberleşmek için bağrışmaları heyecanımı artırıyor. Nefesimizi tutuyoruz ve içeri giriyoruz…
İşte girdik… İçerisi zifiri karanlık…Masmavi bir manzara beklerken, bu karanlık ile karşılaşmak bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bunun için mi bu kadar saat bekledik diye aklımdan geçirirken, kafamı geriye doğru, girdiğimiz delikten tarafa çevirince, nefesimi tutuyorum… Bu ne güzellik… Dışardan gelen ışık ile su, turkuazın en güzel tonlarında… İnsan bakmaya doyamıyor. Kim bilir, yaz aylarının pırıl pırıl güneşi vurduğunda görüntü ne kadar muhteşem oluyordur.
Mağaranın içinde kalış süresi 10 dakikayı geçmiyor. Sandalcılar içerde 2-3 tur atarken, bir yandan da, yüksek sesle şarkı söylüyorlar. Her biri farklı bir şarkı söylediği için, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Bizimki var gücüyle, “O Sole Mio” döktürüyor. Mağaraya girdiğimiz şekilde dışarı çıktığımız zaman, verdiğimiz 10 Euro bahşişi pek beğenmiş görünmüyor. Belli ki, performansının daha fazla bahşiş hak ettiğini düşünüyor.
Teknemizde mağarayı görmek isteyen herkes içeri girip, çıktıktan sonra, demir alıyoruz ve Marina Grande’ye doğru gidiyoruz. Orada karaya çıkacak ve Capri’de dört saat geçireceğiz.
Capri adasının genel olarak kayalık bir yapısı var. Bazı kaynaklar, adadaki kayalıkların bir kısmının oluşumunu 65 ile 190 milyon yıl öncesine kadar götürüyorlar. Güney İtalya’nın pek çok yerinde olduğu gibi Capri adasında da (başta adanın ismi olmak üzere) antik Yunanlıların izleri var.
Marina Grande’de karaya çıkıyoruz ve dağılıyoruz. Adada başlıca iki büyük yerleşim merkezi var. Anacapri ve Capri. Anacapri, antik Yunancada “yukarıdaki Capri” demekmiş. Biz Anacapri ile gezmeye başlayalım diyoruz. Sonrasında, daha aşağıdaki Capri’ye gelir, orayı gezer ve limana döneriz. Bol bol vaktimiz var gibi görünüyor…
Ekim ayının oldukça serin bir günü olmasına rağmen Capri’de o kadar çok turist var ki, yukarıya, Anacapri’ye gidecek otobüse binebilmek için kuyrukta tam bir saat beklememiz gerekiyor. Orta boydaki otobüsler dar ve bir tarafı kayalık yolda öylesine hızlı gidiyorlar, karşıdan gelen arabalarla o kadar milimetrik bir şekilde yan yana geçiyorlar ki, yüreğim ağzıma geliyor. Otuz seneyi aşkın bir süredir Datça’ya gidip, gelen ve Marmaris-Datça yolunun en eski halini bilen birisi olarak, yolun dar olması değil de, şoförün bu kadar hızlı kullanması beni ürkütüyor. Manzara ise, çok güzel…
Yaklaşık on beş dakika sonra Anacapri’deyiz. Sokaklarda geziniyoruz biraz. Keşke hava biraz daha iyi olsaydı… Çok daha keyifli olurdu. Yazın buraların, ürünlerinin bir kısmını kapı önüne çıkarmış butikleri, tasarım takı dükkanları, kaldırımlara yayılmış cafe ve restoranları ile ne kadar sevimli olduğunu hayal edebiliyorum. Bir daha gelirsek, hiç olmazsa bir gece kalmayı çok isterim.
Vakit tahminimizden de hızlı bir şekilde azalıyor. Bu kadar az sürede her şeyi göremeyeceğimiz açık. Bir seçim yapmak gerekiyor. Kararımızı veriyoruz ve San Michele kilisesine doğru yöneliyoruz.
San Michele kilisesi, Anacapri’nin arı kovanı gibi kaynayan sokaklarından kısa bir yürüyüş mesafesinde, sakin küçük bir meydanda yer alıyor. 1698-1719 yılları arasında yapılmış olan bu kilisenin dışardan oldukça sade bir görünümü var. Beyaza boyanmış bina, Barok dönem için epeyce mütevazi. Ancak, bu küçük kilisenin içinde insanı hayran bırakan bir sanat şaheseri var.
Ufak bir giriş ücreti ödeyip, içeri giriyoruz ve girer, girmez gördüğümüz şey bizi etkisi altına alıyor. Kilisenin tabanı tamamen, elle boyanmış seramik karolarla kaplı. Bu karolar, tamamı Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu resmedecek şekilde boyanmış. Adem ve Havva’nın dışında, ağaçlar, çeşitli bitkiler, hayvanlar… İnanılmaz güzellikte renk tonları… Bu muhteşem eser, dönemin Napolili en iyi seramik ustalarından olan Leonardo Chiaiese tarafından, 1761 yılında yapılmış. Son derece iyi korunmuş olmasının nedeni üstüne çok az basılmış olmasından kaynaklanıyor. Çok akıllıca bir şekilde, bu sekizgen tabanın etrafına, çepeçevre, ahşaptan, dar bir platform yapılmış. Onun üzerinde yürüyerek, tüm detayları yakından inceleyebiliyorsunuz. Ama eserin tamamını en iyi şekilde görmek için, yukarıya, orgun bulunduğu, balkonumsu yere çıkmanız gerekiyor. İnsan bakmaya doyamıyor gerçekten…
Seramik tabanı dışında, kilisenin mermer ana altarı, mermer görünümü verilmiş ahşaptan yapılma yan altarları, Barok dönemin Napolili ressamlarına ait tabloları da güzel. Kilise çok büyük olmamasına rağmen, üzerinde beyaz kabartmalar olan açık sarıya boyanmış duvarlar ve kubbe insana bir ferahlık, hafiflik hissi veriyor. Canım gitmek istemiyor. Tekrar tekrar bazı ayrıntılara bakıyorum. Ama, hem vaktimiz azalıyor, hem de bu küçük kiliseyi görmek isteyen sıradaki insanlara yer açmak gerekiyor.
Aklım hala gördüklerimde, dışarı çıkıyoruz. Daha çok şey görmek, örneğin hemen otobüsle Capri’ye inmek ya da bir bistroda oturup, karnımızı doyurmak ve keyif yapmak arasında bir seçim yapmak gerekiyor. İkincisi ağır basıyor. Yaş aldıkça, son yıllarda bende gelişen bir eğilim bu. Artık, yolculuklarda ağırdan almak, gördüklerimi sindirmek, adeta tüketircesine, hızlı hızlı birkaç şey daha görmek yerine biraz keyif yapmak, günün orta yerinde bir cafe’de köpüklü şarap veya kahve yudumlamak çok daha hoşuma gidiyor. Hala, öyle yapmadığım yolculuklarım da olmuyor değil. İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Şu dünyada vaktim azalıyor duygusu da yok değil bende. Ama, en azından İtalya’da, bu, bana göre, yaşama zevkini doruğa çıkarmış insanların ülkesinde, daha aheste gezmek gerek diye düşünüyorum…
Çevre sokaklarda biraz dolaşıp, bir köşede, kaldırımdan hafif bir yükseltiyle ayrılmış bir bistroyu gözümüze kestiriyoruz. Masalar dolu ama, kaldırıma bakan terasında, güneş alan, güzel bir masa buluyoruz. Burası, İtalya’da çokça rastlayacağınız, tipik bir aile işletmesi. Birer kadeh güzel kırmızı şarap ve bu taraflara özgü, dev boyuttaki bruschetta’larla karnımızı doyuruyoruz. Çok lezzetli… Ayhan Sicimoğlu’na katılıyorum. İtalya’da kötü yemek yemeniz mümkün değil. En ücra dağ köyüne de gitseniz, ufacık bir lokantada harika şeyler yersiniz. Bir tek et yemekleri konusunda muhalefet şerhimi koyacağım. Et yemeklerinde, özellikle güney İtalya’da, çok memnun kalmadığım örneklere rastladığım oldu çünkü.
Bize, muhtemelen buranın sahibi olan, yaşlıca bir adam servis yapıyor. Güler yüzlü ve kibar. Hesabı ödeyip, kalktıktan sonra, sokaklarda Capri’ye giden otobüslerin kalktığı yeri ararken, kendisi ile yeniden karşılaşıyoruz. Muhtemelen riposo ( dinlenme) için eve gidiyor. Restoranını açık tutup, biraz daha para kazanmak söz konusu bile olamaz. Şimdi o da evine gidecek. Güzel bir şarap eşliğinde yemeğini yiyecek ve muhtemelen biraz da uzanıp, dinlenecek… Riposo, yani bizdeki yaygın (İspanyolca) ismiyle, siesta, özellikle güney İtalya’da çok önemli. Dükkanlar, restoranlar birkaç saatliğine (kışın biraz daha az, yazın daha fazla) kapanır. Aç kalmak istemiyorsanız, bu saatlere dikkat etmek gerek.
Restoran sahibinin bize tarif ettiği yerden Capri’ye giden otobüse biniyoruz. Ama, vakit o kadar azaldı ki, orada çok kalamadan, Marina Grande’ye doğru yola çıkıyoruz. Dario, 16:10’da kesin olarak kalkarım demişti. Tekneye son binenler biziz…
Teknede bizi güzel bir ikram bekliyor. Kaptanımız Dario, birkaç değişik peynir, çeşitli atıştırmalıklar ve şaraptan oluşan ufak bir büfe hazırlamış. İyice artan rüzgar ve serin havada, güçlükle yiyip, içiyoruz. Keşke hava birazcık daha sıcak olsaydı. En azından, rüzgar bu kadar sert esmeseydi. Yine de, sezonun son gününde de olsa bu geziyi yapabilmiş olmamız büyük şans.
Dönüş yolunda adanın doğu tarafından dolanıp, güneyine doğru iniyoruz. Grotta Azzurra gibi içlerine girilebilir mağaralar olmasalar da, Grotta Bianco (Beyaz Mağara) ve Grotta Verde (Yeşil Mağara) de çok ilginç. Özellikle Beyaz Mağarada, suyun içinde, dizi dizi beyaz mercanları görmek mümkün.
Tabii, Capri’de bir de Faraglioni kaya oluşumları var. Serinin bir filminde James Bond’un sürat teknesi ile altından hızla geçtiği o ünlü, kemer şeklindeki kaya kütlesi. Dario, eğer altından geçerken sevdiğinizi sürekli öperseniz, birlikte uzun bir yaşamınız olacağını söylüyor…
(*)- İtalya’da bölgelere göre binin üzerinde lehçe bulunmaktadır. Bu, yöresel ağız veya aksan ile karıştırılmamalıdır. Bazı lehçeler, ait oldukları bölgeye bağlı olarak, Almanca, Yunanca, Slovakça, Hırvatça vb.den etkilenmiştir. Bu nedenle, 1861’de İtalya’nın birleşmesinden sonra ortak bir dil kullanımı için çok çaba gösterilmiştir. Günümüzde, uluslararası İtalyanca olarak bilinen lehçe, Floransa lehçesidir ve bunun yaygınlaşmasında televizyonun büyük yararı olmuştur. Ancak, İtalyanlar yerel lehçelerini kullanmayı sürdürmektedirler. Anlamadığınızı belirttiğiniz zaman, sizinle “resmi” İtalyanca ile iletişim kurarlar.