Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.
Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…
Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…
Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.
Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.
Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.
Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.
Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.
Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.
Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.
Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.
1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.
1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.
Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.
Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.
Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.
Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.
Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…
Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…
Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.
Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.
Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.
Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.
İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.
İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.
Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…
Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.
Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.
İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…